Öne Çıkan Yayın

Nazım Hikmet / CEVAP

  CEVAP  O duvar o duvarınız,                 vız gelir bize vız! Bizim kuvvetimizdeki hız, ne bir din adamının dumanlı vaadinden, ne de bir...

GEORGE ORWELL etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
GEORGE ORWELL etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

14 Ocak 2019 Pazartesi

HAYVAN ÇİFLİĞİ BİR PERİ MASALI (6.blm.) ~ GEORGE ORWELL

GEORGE ORWELL
HAYVAN ÇİFLİĞİ
BİR PERİ MASALI

ALTINCI BÖLÜM
Koca bir yıl köle gibi çalıştılar. Ama böyle çalışmaktan mutluydular; ne yapıyorlarsa, bir avuç aylak ve soyguncu insanın çıkarı için değil, kendi çıkarları uğruna ve gelecek kuşaklar için yaptıklarının bilincinde olduklarından, var güçleriyle çabalıyorlar, her türlü özveriye sessizce katlanıyorlardı.
İlkbahar ve yaz boyunca haftada altmış saat çalışmışlardı. Ağustos geldiğinde, Napoléon, pazarları öğleden sonra da çalışılacağını açıkladı. Bu kesinlikle gönüllü bir çalışma olacak, ama işe gelmeyen her hayvanın tayını yarıya indirilecekti. Böyle olmasına karşın, bazı işlerin yapılmasından vazgeçmek zorunda kalındı. Hasat önceki yıl kadar bereketli değildi; iki tarla, vaktinde sürülemediği için ekilememişti. Yaklaşmakta olan kışın zorlu geçeceğini kestirmek için de kâhin olmak gerekmiyordu.
Yel değirmeni beklenmedik güçlükler çıkarıyordu. Çiftlikte büyük bir kireçtaşı ocağı vardı; küçük binalardan birinde kum ve çimento bulunmuştu; dolayısıyla, her türlü inşaat malzemesi ellerinin altındaydı. Ama hayvanların ilk başta çözemedikleri sorun, taşların uygun boyutta parçalara nasıl ayrılacağıydı. Keski ve balyoz gerekiyordu, oysa hayvanlar arka ayaklarının üzerinde duramadıkları için bu aletleri kullanamıyorlardı. Haftalar boyu düşünüp taşındılar, tam umutlarını yitirmek üzereydiler ki biri, bir çözüm buldu: Yerçekiminden yararlanacaklardı. Taşocağı, kırılmadan kullanılamayacak kadar büyük kaya parçalarıyla doluydu. Bu kaya parçalarını iplerle bağladılar; sonra inekler, atlar, koyunlar, ipi tutabilen tüm hayvanlar −zor durumlarda domuzlar bile− kayaları ağır ağır yokuş yukarı taşocağının tepesine kadar çektiler. Oradan salıverdikleri kayalar aşağıda paramparça oluyordu. Taşları taşımak daha kolaydı. Atların çektiği yük arabaları çok işe yaradı; koyunlar taşları teker teker sürüklediler; Muriel ile Benjamin bile kendilerini eski bir arabaya koşarak katkıda bulundular. Yaz sonuna kadar yeterince taş yığılınca, domuzların gözetimi altında inşaat başladı.
Ne var ki çok vakit alan zorlu bir uğraş vermişlerdi. Tek bir kaya parçasının taşocağının tepesine çıkartılması çoğu zaman bütün bir günlerini alıyor ve olağanüstü bir çaba  gerektiriyordu.  Bazen  de,  aşağı  yuvarlanan  kaya parçalanmıyordu.  Gücü,  neredeyse  geri kalan  hayvanların tümünün gücüne eşit olan Boxer olmasaydı, belki de bu işin üstesinden gelemeyeceklerdi. Tepeden aşağıya kayan  kaya  parçasıyla  birlikte sürüklendiklerini  gören hayvanlar  umarsızca  bağırmaya  başlayınca,  Boxer hemen imdada yetişiyor, ipe olanca gücüyle asılarak kayayı durduruyordu. Hayvanlar, onun kayanın kaymasını önlemek  için soluk  soluğa  didinişini,  ayaklarının  ucuyla toprağa tutunuşunu, geniş sağrılarının kan ter içinde kalışını hayranlıkla izliyorlardı. Bazen Clover onu kendisini fazla zorlamaması için uyarıyor ama Boxer ona asla kulak asmıyordu. "Daha çok çalışacağım" ve "Napoléon  her zaman haklıdır" sloganları, onun gözünde, bütün sorunların ilacıydı. Kendisini yarım saat değil de, kırk beş dakika erken uyandırması için küçük horozla anlaşmıştı. Bütün bunlar yetmiyormuş gibi, artık iyice azalmış olan boş vakitlerinde de tek başına taşocağına gidiyor, kırılmış taşları topluyor, kimseden yardım görmeksizin sürükleyerek yel değirmeninin yapılacağı yere getiriyordu.
İşlerin ağırlığına karşın, hayvanlar o yazı çok da kötü geçirmediler. Tayınları Jones'un zamanındakinden daha çok değildi, ama daha az da sayılmazdı. En azından, artık doymak nedir bilmeyen beş insanı beslemekten kurtulmuşlardı; yalnızca kendilerini besliyor olmalarının keyfi o kadar büyüktü ki, çektikleri güçlüklere seve seve katlanıyorlardı. Ayrıca, hayvanların iş görme yöntemi birçok bakımdan daha verimliydi ve emek savurganlığını önlüyordu. Sözgelimi, yaban otlarının ayıklanması gibi işler, insanların hiçbir zaman erişemeyeceği bir yetkinlikle yapılıyordu. Artık hiçbir hayvan hırsızlığa yeltenmediği için de, otlağı tarlalardan çitlerle ayırmaya gerek kalmamıştı; bu da, çitlerin ve parmaklıkların bakımı ve onarımına harcanan emekten kazanılmasını sağlıyordu. Gene de, yaz ilerledikçe, önceden kestirilemeyen bazı eksiklikler kendini duyurmaya başladı. Gazyağı, çivi, ip ve köpek bisküvisine; atnalı için demire gereksinim vardı; üstelik, bunların hiçbiri çiftlikte üretilebilecek şeyler değildi. Sonradan, tohum ve suni gübreye, çeşitli aletlere ve yel değirmeni için birtakım makine parçalarına da gereksinim duyulacaktı. Bunların nasıl sağlanacağını kimse bilemiyordu.
Bir pazar sabahı, buyruk almak için toplanıldığında, Napoléon yeni  bir  siyaset  belirlediğini  açıkladı.  Artık Hayvan Çiftliği  komşu  çiftliklerle  alışverişe  girecekti. Hiç kuşkusuz, tecimsel amaçlarla değil, yalnızca ivedilikle gerekli olan bazı malzemeleri edinebilmek amacıyla. Napoléon, "Yel değirmeninin gereksinimleri her şeyin üstünde tutulmalıdır," diyordu. Bu yüzden de, büyük bir saman yığınını ve o yılın buğday ürününün bir bölümünü satmak üzere anlaşmalar yapıyordu; sonradan, daha fazla  para  gerekirse,  Willingdon'da  her  zaman  pazarı olan yumurtalar da satılabilirdi. Napoléon'a bakılırsa, tavuklar bunu yel değirmeninin yapımına kendi özel katkıları olarak görmeli, böyle bir özveride bulunmaktan kaçınmamalıydılar.
Hayvanlar, bir kez daha, belli belirsiz bir tedirginliğe kapılmışlardı. İnsanlarla asla iş yapılmayacak! Asla ticarete girilmeyecek! Asla para kullanılmayacak! Jones'un çiftlikten kovulmasından sonra düzenlenen Zafer Toplantısı'nda alınmış olan ilk kararlar değil miydi bunlar? Bu kararların onaylandığını bütün hayvanlar anımsıyorlardı; ya da en azından anımsadıklarını sanıyorlardı. Napoléon'un toplantıları kaldırmasını protesto etmiş olan  dört küçük domuz, seslerini ürkekçe yükseltecek oldularsa da, ansızın köpeklerin ürkünç hırlamaları karşısında susmak zorunda kaldılar. Hemen ardından koyunlar, her zamanki gibi, "Dört ayak iyi, iki ayak kötü!" diye melemeye başladılar ve gergin hava geçiştirilmiş oldu. Az sonra,  Napoléon  ön ayağını kaldırarak herkesi susturdu ve her şeyi çoktan ayarladığını açıkladı. Çiftlikteki hayvanların insanlarla ilişkiye girmesinin son derece sakıncalı olacağını bildiği için, buna gerek kalmayacak koşulları oluşturmaya karar vermişti. Tüm sorumluluğu kendisi  üstlenecekti. Willingdon'da  oturan Bay Whymper adlı bir avukat, Hayvan Çiftliği ile dış dünya arasındaki işlerde aracılık etmeye razı olmuştu; her pazartesi sabahı çiftliğe gelip  Napoléon'dan  talimat alacaktı. Napoléon, konuşmasını  he r  zaman  olduğu  gibi  "Yaşasın  Hayvan Çiftliği!" çığlığıyla tamamladıktan sonra, hayvanlar İngiltere'nin Hayvanları şarkısını söyleyip  dağıldılar.
Çok geçmeden, Squealer, çiftliği dolaşıp hayvanların kafalarında beliren kuşkuları gidermeye koyuldu. İnandırıcı bir dille, aslında ticaret yapılmaması ve para kullanılmamasına ilişkin hiçbir karar alınmadığını, dahası böyle bir kararın önerilmesinin bile söz konusu olmadığını anlattı. Bütün bunlar, büyük bir olasılıkla Snowball'un ilk başlarda yaydığı yalanlardan kaynaklanan bir hayal ürünüydü. Squealer, bazılarının kafalarındaki kuşkuların gene de dağılmadığını fark ederek, kurnazca sordu: "Bu, sakın düşünüzde gördüğünüz bir şey olmasın, yoldaşlar? Böyle bir kararın belgesi var mı? Bir yerde yazılı mı?" Gerçekten de, ortalıkta böyle bir yazılı belge bulunmadığından, hayvanlar yanıldıklarını kabullenmek zorunda kaldılar.
Bay Whymper, önceden kararlaştırıldığı gibi, her pazartesi çiftliğe uğruyordu. Ivır zıvır işlerle uğraşan bir avukat olan Bay Whymper, favorili, ufak tefek, bakışları yaramaz bir adamdı. Ama Hayvan Çiftliği'nin eninde sonunda bir komisyoncuya gereksinim duyacağını ve bu komisyoncunun payının hiç de az olmayacağını çok önceden fark edecek kadar da açıkgözdü. Hayvanlar, onun gelip gidişlerini ürkerek izliyorlar, onunla karşılaşmaktan elden geldiğince kaçınıyorlardı. Ama gene de, dört ayaklı Napoléon'un iki ayaklı Whymper'a buyruklar verdiğini görmek, gururlarını okşuyor, bu yeni durumu bir ölçüde de olsa benimsemelerini sağlıyordu. İnsan soyuyla ilişkileri pek eskisi gibi değildi artık. İnsanların Hayvan Çiftliği'ne duydukları nefret azalmış değildi; tam tersine çiftliğin geliştiğini gördükçe her zamankinden daha çok nefret eder olmuşlardı. Hepsi de, çiftliğin eninde sonunda sıfırı tüketeceğine, daha da önemlisi yel değirmeni tasarısının tam bir fiyaskoyla sonuçlanacağına yürekten inanıyordu. Meyhanelerde bir araya geliyorlar, yel değirmeninin asla yapılamayacağını, yapılsa bile hiçbir zaman işlemeyeceğini birbirlerine çizimlerle anlatıp kanıtlamaya çabalıyorlardı. Öt e yandan, hayvanların kendi işlerinin üstesinden beceriyle gelmelerine, istemeye istemeye de olsa hayranlık duyuyorlardı. Çiftliğin adının aslında Beylik Çiftlik olduğunu ileri sürüp durmaktan caymış olmaları ve artık Hayvan Çiftliği adını kullanmaları, bunun bir göstergesiydi. Çiftliğini geri alma umudunu yitirip ülkenin başka bir yöresine gitmiş olan Jones'u savunmaktan da vazgeçmişlerdi. Hayvan Çiftliği ile dış dünya arasında, Whymper dışında hiçbir bağ yoktu, ama Napoléon'un ya Foxwood Çiftliği'nden Bay Pilkington'la ya da Pinchfield Çiftliği'nden Bay Frederick'le somut bir iş anlaşması yapmak üzere olduğu yolunda sürekli söylentiler dolaşıyor, ancak hiçbir zaman ikisiyle birden aynı anda anlaşmayacağı konuşuluyordu.
İşte tam o sıralar, domuzlar, çiftlik evine taşındılar, orayı kendilerine mesken edindiler. Hayvanlar bir kez daha böyle bir davranışı yasaklayan bir karar alınmış olduğunu anımsar gibi oldularsa  da,  Squealer onları bir kez daha durumun hiç de böyle olmadığına inandırmayı başardı. Çiftliğin beyinleri olan domuzların sessiz ve sakin bir yerde çalışmalarının kesinlikle gerekli olduğunu söyledi. Kaldı ki, Önderi n (son zamanlarda Napoléon' dan hep "Önder" diye söz eder olmuştu) saygınlığı açısından, basit bir ağıl yerine bir evde yaşaması daha uygundu. Gene de, bazı hayvanlar, domuzların yemeklerini mutfakta yemekle ve oturma odasını eğlence salonu olarak kullanmakla kalmadıklarını, aynı zamanda yataklarda yattıklarını işittiklerinde epeyce rahatsız oldular. Boxer, bu durumu her zamanki gibi, "Napoléon her zaman haklıdır!" diyerek geçiştirdi; ama yatakta yatmayı yasaklayan kesin bir yasa olduğunu anımsar gibi olan Clover, büyük samanlığın duvarının önüne gitti ve orada yazılı olan Yedi Emir'i okumaya çalıştı. Baktı ki, tek tek harflerden başka bir şey sökemiyor, Muriel'i çağırdı.
"Muriel," dedi, "Dördüncü Emir'i ok u bakayım bana. Yatakta asla yatılmaması konusunda bir şey diyor mu?
" Yazıyı güçbela okuyabilen Muriel, "Hiçbir hayvan çarşaf serili yatakta yatmayacak yazıyor," dedi.
Biraz tuhaftı; Clover Dördüncü Emir'de çarşaftan söz edildiğini hiç anımsamıyordu; ama mademki duvarda yazıyordu, o zaman elden bir şey gelmezdi. O sırada yanında iki üç köpekle oradan geçmekte olan Squealer, konuyu yerli yerine oturtmakta gecikmedi.
"Yoldaşlar," dedi. "Anlaşılan, biz domuzların çiftlik evindeki  yataklarda  yattığımızı  duymuşsunuz.  Neden yatmayalım ki? Umarım, yatağı yasaklayan bir buyruk olduğunu sanmıyorsunuzdur! Yatak, yatıp uyunan yerdir.  Böyle bakıldığında, ağıldaki saman yığını da yatak sayılır.  Buyrukta,  bir  insan  buluşu  olan  çarşaf  yasaklanıyordu. Biz de çiftlik evinin yataklarındaki çarşafları kaldırdık, battaniyelerle yatıyoruz. Üstelik yataklar çok rahat! Am a inanın bana, bugünlerde bir sürü konuda kafa  patlatmak  zorunda  kalan  bizler  için  bir  yatak  çok görülmemeli. Bu rahatlığı bize çok görmezsiniz, değil mi yoldaşlar?  Görevlerimizi  yerine  getiremeyecek  kadar yorgun düşmemizi istemezsiniz herhalde. Hiç sanmıyorum ki, içinizde Jones'un geri dönmesini isteyen olsun!" Hayvanlar  bu  konuda  Squealer'a  hemen  güvence verdiler ve bir daha da domuzların çiftlik evindeki yataklarda yatmaları konusunu açmadılar.  Birkaç  gün  sonra, domuzların  artık sabahları  öteki  hayvanlardan bir  saat geç kalkacakları açıklandığında, kimsenin sesi çıkmadı.
Güz geldiğinde, hayvanlar yorgun, ama mutluydular. Zorlu bir yılı geride bırakmışlardı. Gerçi saman ve ekinlerin bir bölümü satıldıktan sonra kışlık yiyecek stokunun pek bol olduğu söylenemezdi, ama yel değirmeni bu açığı kapatacaktı. İnşaatın yarısına yakını tamamlanmıştı. Hasattan sonra havalar açmıştı, hayvanlar her zamankinden daha sıkı çalışıyorlar, sabahtan akşama kadar taş taşımaya değer diye düşünüyorlardı, yeter ki yel değirmeninin duvarları bir karış daha yükselsin. Boxer, geceleri bile boş geçirmiyor;  dolunayın  ışığında  tek  başına  bir  iki  saat çalışıyordu. Hayvanlar, boş vakitlerinde, yarıya kadar yükselmiş yel değirmeninin çevresinde dolanıp duruyor, dimdik yükselen sağlam duvarları hayran hayran seyrediyor, böylesine görkemli bir yapıyı nasıl ortaya çıkarabildiklerine kendileri de şaşıyorlardı. Yel değirmeni konusunda coşkuya kapılmaktan kaçınan tek hayvan, ihtiyar Benjamin'di; her zaman yaptığı gibi, "Eşekler uzun yaşar," gibisinden anlaşılmaz sözler söylemekle yetiniyordu.
Kasım ayı, lodostan esen sert rüzgârlarla geldi. İnşaatı durdurmak zorunda kalmışlardı; havalar çok yağışlı gittiğinden çimento karmak mümkün olmuyordu. En sonunda, bir gece öyle şiddetli bir fırtına koptu ki, çiftlik binaları temelinden sarsıldı, samanlığın damından kiremitler uçtu. Tavuklar  korkuyla gıdaklayarak uyandılar; hepsi birden aynı anda gördükleri düşte uzaklarda bir yerde silah atıldığını duymuşlardı. Sabahleyin bir de baktılar, bayrak direği yıkılmış, meyve bahçesindeki karaağaçlardan biri turp gibi kökünden sökülmüş. Daha ne olduğunu anlayamadan, bütün hayvanlar dehşete kapılarak çığlıklar atmaya başladılar: Yel değirmeni yıkılmıştı.
Hep birlikte yel değirmeninin oraya koşuştular. Koşar adım yürüdüğü bile görülmemiş olan Napoleon en önde tozu dumana katmıştı. Nice uğraş verip onca emek harcadıkları yel değirmeni yerle bir olmuş, bin bir güçlükle kırıp taşıdıkları taşlar dört bir yana dağılmıştı. Dilleri tutulmuşçasına, orada öyle durmuş, çevreye saçılmış taşlara bakakalmışlardı. Napoleon, ikide bir toprağı koklayarak sessizce volta atıyor, dimdik olmuş kuyruğunu hızlı hızlı iki yana sallamasına bakılırsa beyninde şimşekler çakıyordu. Birden, kararını vermişçesine durdu.
Sesini yükseltmeden, "Yoldaşlar," dedi. "Bu işi kim yaptı biliyor musunuz? Geceleyin buraya gelip yel değirmenimizi yıkan düşmanın kim olduğunu biliyor musunuz?" Sonra birden gürledi: "Snowball!  Snowball'un işi bu! Bu hain, sırf  kötülük etmek için, planlarımızı bozmak ve aşağılanarak kovuluşunun intikamını almak için, gecenin karanlığına sığınarak buraya kadar geldi ve bir yıllık emeğimizi yok etti. Yoldaşlar, Snowball'u şu anda idam cezasına çarptırmış bulunuyorum. Ona hak ettiği cezayı veren hayvana, 'İkinci Dereceden Kahraman Hayvan' nişanı ve yarım kova elma. On u sağ getirene bir kova elma!"
Snowball'un böyle bir suç işleyebileceğini o güne kadar akıllarının ucundan bile geçirmemiş olan hayvanlar donakalmışlardı. Öfkeyle homurdanıyorlar, bir daha gelecek olursa Snowball'u nasıl yakalayacaklarını hesaplıyorlardı. Az sonra, küçük tepenin biraz ilerisinde otlar arasında bir domuzun ayak  izlerine rastlandı. İzler birkaç metr e sürüyor, anlaşıldığı kadarıyla çitteki bir deliğe kadar geliyordu. Napoléon uzun uzun kokladıktan sonra izlerin Snowball'a ait olduğunu açıkladı. Snowball'un, Foxwood Çiftliği'nin bulunduğu yönden geldiğini tahmin ediyordu.
Napoléon, ayak izlerini inceledikten sonra, "Vakit kaybetmeyelim, yoldaşlar!" diye bağırdı. "Yapılacak çok işimiz var. Bu sabahtan başlayarak yel değirmenini yeniden  inşa  edeceğiz.  Kış  boyunca  kar  çamur  demeden çalışacağız. Bu alçak haine, bizi o kadar kolay alt edemeyeceğini göstereceğiz. Aklınızdan çıkarmayın, yoldaşlar, planlarımızda en küçük bir aksama olmamalı, günü gününe uygulanmalı bütün  planlar. Haydi, yoldaşlar! Yaşasın yel değirmeni! Yaşasın Hayvan Çiftliği!"

11 Ocak 2019 Cuma

HAYVAN ÇİFLİĞİ BİR PERİ MASALI (5.blm.) ~ GEORGE ORWELL

GEORGE ORWELL
HAYVAN ÇİFLİĞİ
BİR PERİ MASALI
BEŞİNCİ BÖLÜM
Kış yaklaştıkça, Mollie daha da tuhaflaşıyordu. Her sabah işe geç geliyor, uyuyakaldığını söyleyerek özür diliyor, iştahı yerinde olmasına karşın akıl sır erdiremediği bazı sancılardan yakınıyordu. Bir bahane uydurup işten kaçıyor, yalağın başına gidip aptal aptal sudaki yansısını seyrediyordu. Am a ortalıkta daha ciddi söylentiler de dolaşıyordu. Bir gün, Mollie, ağzında bir saman sapı, kuyruğunu sallayarak keyifle avluya girdiğinde, Clover onu bir kenara çekti. "Bak, Mollie," dedi, "çok ciddi bir şey söyleyeceğim sana. Bu sabah, Hayvan Çiftliği'ni Foxwood Çiftliği'nden ayıran çitin üzerinden bakarken gördüm seni. Çitin öbür yanında da Bay Pilkington'ın adamlarından biri vardı. Gerçi çok uzaktaydım, ama seninle konuştuğunu, senin de burnun u okşamasına ses çıkarmadığını gördüğüme neredeyse emindim. Ne demek oluyor bu, Mollie?" "Hayır! Burnumu falan okşamadı!" diye bağırdı Mollie. "Ben öyle bir şey yapmadım! Yalan!"Ter ter tepiniyor, ayaklarıyla yeri eşeliyordu.
"Mollie! Yüzüme bak. O adamın senin burnunu okşamadığına namusun üstüne yemin eder misin?
" Mollie, "Yalan! Öyle bir şey olmadı!" diye yinelediyse de, gözlerini Clover'ın gözlerinden kaçırdı; tarlaya doğru dörtnala tabanları yağladı.
Birden, Clover'ın kafası bir şeye takıldı. Kimseye bir şey söylemeden Mollie'nin ahırdaki bölmesine girdi, ayağıyla biraz eşeleyince samanların arasına bir avuç kesmeşeker ile çeşitli renklerde kurdeleler gizlenmiş olduğunu gördü.
Üç gün sonra Mollie ortadan kayboldu. Uzun süre nerede olduğuna ilişkin hiçbir bilgi edinilemedi, ta ki güvercinler onu Willingdon'ın orada gördüklerini bildirene kadar. Bir meyhanenin önünde duran, kırmızı-siyah, küçük, şık bir arabaya koşuluymuş. Meyhaneciye benzeyen, ekose pantolonlu, tozluklu, şişman, al yanaklı bir adam, Mollie'nin burnunu okşuyor, ona şeker yediriyormuş. Tüyleri yeni kırkılmış olan Mollie'nin perçemine kızıl bir kurdele bağlıymış. Güvercinlere bakılırsa, keyfi yerinde görünüyormuş. O günden sonra hayvanlar Mollie'nin adını bir daha anmadılar. Ocak ayında havalar müthiş soğudu. Toprak o kadar sertti ki, tarlalarda çalışmak olanaksızdı. Büyük samanlıkta toplantı üstüne toplantı yapılıyor,  domuzlar gelecek mevsimin işlerini planlamaya çalışıyorlardı. Çiftlik siyasetiyle  ilgili  bütü n  konularda  karar  verme  yetkisi, öteki hayvanlardan açıkça daha zeki olan domuzlara verilmişti; verdikleri kararların oy çokluğuyla onaylanması gerekse de. Hemen her konuda takışan Snowball ile Napoléon arasında ikide bir hırgür çıkmasa, bu düzen pek güzel işleyecekti. Biri arpa ekilen alanın daha da genişletilmesini önerecek olsa, öbürü yulaf ekilen alanın genişletilmesi gerektiğini savunmaya kalkıyor; biri bir tarlanın lahana yetiştirmeye  elverişli olduğunu  söyleyecek olsa, öbürü o tarlada kökbitkilerden başka hiçbir şey yetişmeyeceğini ileri sürüyordu. İkisinin de yandaşları vardı; bazen şiddetli tartışmalar patlak veriyordu. Snowball, parlak söylevleriyle, toplantılarda çoğu zaman oyların çoğunluğunu elde etmeyi başarıyordu; ama Napoléon da, kulis çalışmalarında  kendine destek bulma  konusunda az becerikli değildi. Özellikle de koyunları  etkilemeyi çok iyi biliyordu. Son zamanlarda yerli yersiz "Dört ayak iyi, iki ayak kötü!" diye melemeyi alışkanlık edinmiş olan koyunlar, toplantının sık sık kesilmesine yol açıyorlardı. Özellikle de Snowball'un konuşmasının can  alıcı yerlerinde, "Dört ayak iyi, iki ayak kötü!" diye melemeye başlamaları gözden kaçmıyordu. Snowball, çiftlik evinde bulduğu Çiftçi ve Hayvan Yetiştiricisi adlı derginin eski sayılarını okuyup incelemiş, çiftliğin yenilenmesi ve geliştirilmesiyle ilgili bir sürü tasarı oluşturmuştu. Tarlalarda su kanalları açılması, yemlerin silolarda korunması, dışkılardan nasıl yararlanılacağı gibi konuları ne kadar iyi bildiğini gösteren konuşmalar yapıyordu. Tü m hayvanların dışkılarını doğrudan doğruya tarlaya, hem de her gün tarlanın farklı bir yerine yapmalarıyla ilgili karmaşık bir tasarı geliştirmişti; böylece, dışkıları arabalarla tarlalara taşımak için emek ve zaman harcamaktan da kurtulacaklardı. Napoléon ise tek bir özgün düşünce bile geliştirmiyor, Snowball'un tasarılarının hiçbir işe yaramayacağını sessizce çevresine yayıyor, sanki uygun zamanı kolluyordu. Ama aralarındaki tartışmaların en şiddetlisi, yel değirmeni konusunda patlak verecekti.
Çiftlik binalarının az ilerisinde uzanıp giden çayırda, küçük bir tepe vardı. Burası, çiftliğin en yüksek yeriydi. Zemini iyice inceleyen Snowball, bir yel değirmeni için en uygun yerin burası olduğunu açıkladı. Yel değirmeni bir dinamoyu çalıştırabilir ve tü m çiftliğe elektrik gücü sağlayabilirdi. Böylece, ahırlar aydınlatılabilir ve kışın ısıtılabilir; yuvarlak testere, ot ve saman bıçkısı, pancar doğrayıcı ve elektrikli süt sağma makinesi gibi aletler kullanılabilirdi. Hayvanlar daha önce hiç böyle bir şey duymamışlardı (Nuh Nebi'den kalma bir çiftlik olan Beylik Çiftlik'te yalnızca en ilkel aletler bulunuyordu); o düşsel aygıtları gözlerinin önünde canlandıran Snowball'u şaşkınlık içinde dinliyorlardı. Snowball'un anlattıklarına bakılırsa, bu akıl almaz aygıtlar çiftliğin bütün işlerini görecek, onlar da kırlarda yan gelip keyif çatacaklar, kitap okuyup söyleşerek kendilerini geliştireceklerdi.
Snowball'un yel değirmeniyle ilgili planları birkaç haftada sonuçlandırıldı. Mekanik ayrıntıların büyük bir bölümü, Bay Jones'un üç kitabından elde  edildi: Eviniz İçin Binbir Bilgi, Kendi Duvarını Kendin Yap ve On Derste Elektrik. Snowball, bir zamanlar kuluçka makinelerinin durduğu, düzgün ahşap döşemesi çizim yapmaya elverişli barakayı çalışma odası olarak kullanıyordu. Bazen saatlerce kapandığı oluyordu barakaya. Yere açtığı kitaplarının sayfaları üzerine  taş ağırlıklar koyuyor,  ön ayağının toynakları arasına bir tebeşir tutturuyor, çizimleri hızla gerçekleştirirken heyecandan soluğu kesiliyor, kesik kesik hırıltılar çıkıyordu gırtlağından. Snowball'un çizimleri yavaş yavaş manivelalar ve dişli çarklardan oluşan karmaşık bir yığına dönüştü, barakanın yarısından fazlasını kapladı. Öteki hayvanlar bütün bunlardan hiçbir şey anlamıyor, ama çok etkileyici buluyorlardı. Her gün en az bir kez gelip Snowball'un çizimlerine bakıyorlardı. Tavuklar ve ördekler de geliyor, tebeşirle çizilmiş çizgilere basmamak için akla karayı seçiyorlardı. Bir tek, yel değirmenine karşı olduğunu daha en başından açıklamış olan Napoléon uzak duruyordu oradan. Ama gene de dayanamadı, bir gün durup dururken çizimleri görmeye geldi. Barakanın  içinde ağır  ağır dolandı, çizimlerin her bir ayrıntısını uzun uzadıya inceledi, birkaç kez koklayıp yokladı, bir süre öyle durup göz ucuyla gözledi, sonra birden bacağını kaldırıp çizimlerin üstüne işedi ve tek bir söz söylemeden çıktı gitti.
Yel değirmeni sorunu, çiftlikte derin bir bölünmeye yol açmıştı. Snowball, yel değirmeninin yapımının çok zor olacağını yadsımıyordu. Taşocağından taş taşınacak, duvarlar örülecek, yel değirmeninin kanatları yapılacak, sonra da dinamolar ve kablolar bulmak gerekecekti. (Snowball, bütün bu işlerin üstesinden nasıl gelineceğinden hiç söz etmiyordu) Yalnızca, bütün işlerin bir yıl içinde biteceğini ileri sürmekle yetiniyordu. Ona kalırsa, yel değirmeni tamamlandığında işler o kadar kolaylaşacaktı ki, hayvanların haftada yalnızca üç gün çalışmaları gerekecekti. Buna karşılık Napoléon, en büyük  gereksinimlerinin besin üretimini artırmak olduğunu, yel değirmeniyle zaman yitirilirse herkesin açlıktan öleceğini öne sürüyordu. Hayvanlar, "Oyunuzu Snowball'a atın, haftada üç gün çalışın!" ve "Oyunuzu Napoléon'a atın, hiç aç kalmayın!" sloganları altında iki hizbe ayrılmışlardı. Hiziplerin dışında kalan tek hayvan Benjamin'di. Ne bolluk geleceğine inanıyordu, ne de yel değirmeninin işleri kolaylaştıracağına. "Yel değirmeni olsa da, olmasa da, şu kötü hayatımızda değişen bir şey olmayacak," diyordu.
Yel değirmeni tartışmaları süredursun, bir de çiftliğin savunulması sorunu vardı. İnsanların, Ağıl Savaşında bozguna uğratılmış olmalarına karşın, çiftliği yeniden ele geçirip Bay Jones'a geri vermek için, daha da kararlı ikinci bir girişimde bulunabilecekleri artık bütün hayvanlarca kavranmıştı. Uğradıkları yenilginin haberi tüm köylere yayılarak, komşu çiftliklerdeki  hayvanların  daha da asileşmelerine yol açmış; bu yüzden, insanların yeniden saldırıya geçme olasılığı daha da artmıştı.  Snowball  ile Napoléon, her konuda olduğu gibi bu konuda da anlaşamadılar. Napoléon'a göre, hayvanların bir yerlerden ateşli silahlar bulmaları ve bunları kullanmayı öğrenmeleri gerekiyordu. Snowball ise, öteki çiftliklerin üzerine daha çok güvercin salmaları ve hayvanları başkaldırmaya kış tartmaları gerektiği kanısındaydı. Biri, kendilerini savunamazlarsa, eninde sonunda mutlaka yenileceklerini ileri sürüyor; öbürü ise, her yerde ayaklanmalar patlak verirse, kendilerini savunmalarına gerek kalmayacağını söylüyordu. Hayvanlar bir Napoléon'a, bir Snowball'a kulak veriyorlar, ama hangisinin haklı olduğu konusunda bir türlü karara varamıyorlardı. Daha doğrusu, o sırada kim konuşuyorsa ona hak veriyorlardı.
En sonunda, Snowball'un planları gerçek oldu. Ertesi pazar düzenlenecek Toplantı'da, yel  değirmeni yapım çalışmalarının başlatılması önerisi oya sunulacaktı. Hayvanlar büyük samanlıkta toplandıklarında, Snowball ayağa kalktı ve konuşmasının ikide bir koyunların melemeleriyle kesilmesine aldırmaksızın, yel değirmeninin yapılması gerektiğinin nedenlerini sayıp döktü. Ardından, yanıt vermek üzere Napoléon kalktı ayağa. Çok sakin bir sesle, yel değirmeninin saçmalıktan başka bir şey olmadığını, yel değirmenine oy vermeyi kimseye öğütleyemeyeceğini söyledi ve hemen yerine oturdu. Konuşması yarım dakika bile sürmemişti; sözlerinin etkisinin farkında değilmiş gibi görünüyordu. Bunun üzerine, yerinden fırlayan Snowball, yeniden melemeye başlayan koyunları susturarak, yel değirmeninin nimetlerini anlatan ateşli bir söylev çekti. O ana kadar, yel değirmenini isteyen hayvanlarla yel değirmenine karşı çıkan hayvanların sayısı aşağı yukarı eşit görünüyordu, ama Snowball'un söz ustalığı eşitliği bir anda bozuverdi. Parlak sözlerle, hayvanların köle gibi çalışmaktan kurtulacakları bir Hayvan Çiftliği tablosu çizen Snowball'un düş gücü artık saman bıçkılarının, pancar doğrayıcıların çok ötesine uzanmıştı. Harman makineleri, sabanlar, kesek kırma makineleri, silindirler, biçerdöverler ve biçerbağlarların elektrik gücüyle çalışacağını, her ahırın kendi ışığına, sıcak ve soğuk suyuna, kendi elektrikli ısıtıcısına kavuşacağını söylüyordu. Konuşmasını bitirdiğinde, oyların kime gideceği konusunda kimsenin kuşkusu kalmamıştı. Ama tam o sırada Napoléon  ayağa  kalktı,  Snowball'a yan yan baktıktan sonra, o güne değin kimsenin işitmediği kadar tiz bir çığlık attı.
Bunun üzerine, dışarıdan korkunç havlamalar duyuldu, az sonra çivili tasmalarıyla dokuz iri köpek zıpkın gibi içeri daldı. Dosdoğru Snowball'un üzerine atıldılar. Snowball, tam zamanında yerinden fırlamasa, azgınca saldıran köpeklere yem olacaktı. Hemen kendini dışarı attı, köpekler de peşinden. Şaşkınlık ve korkudan nutku tutulan hayvanlar, kapıya yığılıp kovalamacayı seyre koyuldular. Snowball, bir domuzun koşabileceği kadar hızlı koşuyor, çayırı geçip anayola kavuşmaya çabalıyordu. Ama köpekler de ensesindeydi. Birden kayıp düştü; herkes artık kesin yakalandı derken, yeniden ayağa kalktı ve daha da hızlı koşmaya başladı. Köpekler de fırtına gibiydiler, avlarına eriştiler erişeceklerdi. Bir tanesi tam kuyruğunu kapacaktı ki, Snowball tam zamanında kaçırdı kuyruğunu. Köpeklerle arasında neredeyse bir karış kalmışken, son bir çabayla ileri atılarak, çitteki deliklerden birinden kaçtı gitti. Bir daha da Snowball'u gören olmadı.
Hayvanlar, suskun ve sinmiş, samanlığa geri döndüler. Az sonra köpekler de koşarak geldiler. Bu canavarların nereden çıktığını ilk başta hiç kimse anlayamamıştı, ama çok geçmeden gerçek ortaya çıktı. Bunlar, Napoléon'un annelerinden ayırıp özel olarak yetiştirdiği yavrulardı. Henüz tam büyümemiş olmalarına karşın fazlasıyla iriydiler; bir kurt kadar yabanıl görünüyorlardı.
Napoléon'un yanından ayrılmıyorlardı. Tıpkı öteki köpeklerin Bay Jones'a yaltaklandıkları gibi, onların da Napoléon'a kuyruk salladıkları kimsenin gözünden kaçmadı.
Napoléon, arkasında köpekleri, bir zamanlar Koca Reis'in konuşma yapmış olduğu yükseltiye çıktı ve pazar sabahı toplantılarına artık son verileceğini açıkladı:  Bu gereksiz toplantılar vakit kaybından başka bir şey değildi. Bundan böyle, çiftliğin işleyişiyle ilgili bütün sorunlar, kendisinin başkanlığındaki özel bir domuzlar kurulunca çözülecekti. Kurul sorunları kapalı oturumlarda ele alacak,  kararları  sonradan  öteki  hayvanlara  bildirecekti. Hayvanlar pazar sabahları gene bayrağı selamlamak, İngiltere'nin Hayvanları şarkısını söylemek ve haftalık buyrukları almak için toplanacaklar, ama tartışmalara artık asla izin verilmeyecekti.
Daha Snowball'un kovuluşunun şaşkınlığını savuşturamamış olan hayvanlar, bu açıklama karşısında iyice umutsuzluğa kapıldılar. Bazıları, doğru dürüst bir gerekçe bulabilseler, karşı çıkacaklardı. Boxer bile tedirgindi. Kulaklarını arkaya yatırdı, yelesini sallayarak kafasını toparlamaya çalıştı; ama söyleyecek söz bulamadı. Domuzlardan bazıları ise düşüncelerini açıkça dile getirmekten çekinmediler. Ön sıradaki dört genç domuz, hep birlikte ayağa fırlayarak, olup bitenleri onaylamadıklarını bağıra bağıra açıkladılar. Ama Napoléon'un ayakları dibinde yatmakta olan  köpekler birden ürkütücü bir  biçimde hırlayınca, susup yerlerine oturmak zorunda kaldılar. O sırada, koyunlar da, kulakları sağır eden bir sesle, "Dört ayak iyi, iki ayak kötü!" diye melemeye başlamışlardı. Gösteri o kadar uzun sürdü ki, konunun tartışılmasına olanak kalmadı. Bir süre sonra, çiftliği dolaşıp yeni düzeni öteki hayvanlara anlatma görevi Squealer'a verildi.
"Yoldaşlar," dedi Squealer, "Napoléon Yoldaş'ın böyle bir görevi üstlenmekle ne kadar büyük bir özveride bulunduğunu, buradaki tüm hayvanların çok iyi anladığından hiç kuşkum yok. Yoldaşlar, sakın önderliğin yan gelip keyif çatmak olduğunu sanmayın. Tam tersine, önderlik, çok ağır bir sorumluluk yükler. İçimizde, bütün hayvanların eşit olduğuna en çok inanan, Napoléon Yoldaş'tır. Kararları kendi başınıza almanıza izin vermekten büyük mutluluk duyacaktır. Ama, yoldaşlar, bazen yanlış kararlar da alabilirsiniz, o zaman halimiz nice olur? Örneğin, şu yel değirmeni saçmalığını savunan Snowball'un izinden gitmeye karar verseydiniz, ne yapardık? Hainin teki olduğu artık açıkça ortaya çıkmadı mı Snowball' un?"
Hayvanlardan biri, "Snowball, Ağıl Savaşında yiğitçe çarpıştı," diyecek oldu.
"Yiğitlik yeterli değildir," diye karşılık verdi Squealer. "Sadakat ve itaat daha önemlidir. Ağıl Savaşına gelince; SnowrbaH'un bu savaştaki rolünün çok fazla abartıldığını bir gün anlayacağınıza  inanıyorum.  Disiplin, yoldaşlar, demir disiplin! Bugün parolamız bu olmalı. Tek bir yanlış adım atmayagörelim, düşmanlarımız o saat tepemize binecektir. Yoldaşlar, herhalde Jones'un geri gelmesini istemezsiniz!"
Bu soru da yanıtsız kaldı. Jones'un geri gelmesini elbette istemiyorlardı; pazar sabahları yapılan toplantıların, Jones'un geri gelmesine yol açma olasılığı varsa, tartışmalara kuşkusuz son verilmeliydi. Olup bitenleri kafasında evirip çeviren Boxer, herkesin düşüncesini dile getirdi: "Napoléon Yoldaş öyle diyorsa öyledir." O günden sonra da, kendi adına benimsediği "Daha çok çalışacağım" parolasının yanı sıra, "Napoléon her zaman haklıdır" sözünü düstur edindi. İlkbaharla birlikte havalar ısınmış, tarlalar sürülmeye başlamıştı. Snowball'un yel değirmeni çizimlerini yaptığı baraka kapatılmış, söylenenler doğruysa yerdeki çizimler de silinmişti. Hayvanlar, her pazar sabahı saat onda büyük samanlıkta  toplanıp haftalık buyrukları alıyorlardı.
Koca Reis'in artık bütünüyle kurumuş olan kafatası, meyve bahçesinde gömüldüğü yerden çıkarılmış, bayrak direğinin dibinde, tüfeğin yanında duran bir kütüğün üzerine yerleştirilmişti. Hayvanlar, bayrak göndere çekildikten sonra kafatasının önünden saygıyla geçerek girmek zorundaydılar samanlığa. Samanlıkta da artık eskiden olduğu gibi bir arada oturulmuyordu. Napoléon, yükseltinin önünde oturuyor; şiir yazıp şarkı besteleme konusunda olağanüstü yetenekli olan Minimus adlı bir başka domuz ile Squealer da iki yanına çöküyorlardı. Dokuz genç köpek onların çevresinde yarım daire oluşturuyor, öteki domuzlar ise daha arkada oturuyorlardı. Geri kalan hayvanların tümü, yüzleri onlara dönük, yükseltinin karşısına diziliyordu. Napoléon haftalık buyrukları asker gibi, sert bir sesle okuyor, İngiltere'nin Hayvanları  şarkısı tek bir kez söyleniyor ve herkes dağılıyordu.
Snowball'un çiftlikten kovuluşunun üzerinden topu topu üç pazar geçmişti. Napoléon birdenbire yel değirmeninin yapılması gerektiğini açıklayınca, tüm hayvanlar donup kaldılar. Bu apansız düşünce değişikliğinin nedenini söylemedi Napoléon, yalnızca bu ağır işin çok sıkı çalışmalarını gerektireceğini belirterek herkesi uyardı; tayınların azaltılması bile söz konusu olabilirdi. Ama planlar en ince ayrıntılarına kadar hazırlanmıştı. Domuzlardan oluşan  özel bir kurul, üç haftadır kafa patlatıyordu. Yel değirmeni yapımı, bazı değişikliklerle birlikte, iki yıl sürebilirdi.
O akşam Squealer, öteki hayvanlara,  Napoléon'un yel değirmeni tasarısına aslında hiçbir zaman karşı çıkmadığını anlattı. Tam tersine, bu tasarıyı ilk savunan Napoléon olmuştu; nitekim, Snowball'un barakanın döşemesine çizdiği tasarımlar, aslında Napoléon'un dosyaları arasından çalınmış olan çizimlerdi. Yel değirmeni, gerçekte, onun düşüncesinden doğmuştu. Hayvanlardan biri sormadan edemedi: "Onun düşüncesinden doğmuştu da, Napoléon neden o kadar şiddetle karşı çıkmıştı yel değirmenine?" Squealer'ın yüzünde şeytansı bir anlatım belirdi: "Napoléon Yoldaş kurnazca davrandı," dedi. "Snowball, tehlikeli biriydi, herkese kötü örnek oluyordu. Napoléon Yoldaş da, ondan kurtulmak için yel değirmenine karşıymış gibi göründü." Squealer'a bakılırsa, artık Snowball ortadan kalktığına göre yel değirmeni tasarısı rahatça uygulamaya konulabilirdi. İşte, taktik diye buna derlerdi. Squealer, hoplaya zıplaya, şen kahkahalar atıp kuyruğunu sallayarak birkaç kez, "Taktik, yoldaşlar, taktik!" diye yineledi. Hayvanlar, "taktik" sözcüğünden pek bir şey anlamamışlardı doğrusu;  ama Squealer o kadar inandırıcı konuşuyordu, kuşkusuz bir rastlantı sonucu onun yanında bulunan üç köpek öylesine ürkütücü bir biçimde hırlıyordu ki, Squealer'ın açıklamasını daha fazla karşı çıkmadan kabul ettiler.

9 Ocak 2019 Çarşamba

HAYVAN ÇİFLİĞİ BİR PERİ MASALI (4.blm.) ~ GEORGE ORWELL

GEORGE ORWELL
HAYVAN ÇİFLİĞİ
BİR PERİ MASALI

DÖRDÜNCÜ BÖLÜM
Hayvan Çiftliği'nde olup bitenleri, yaz sonlarına doğru neredeyse bütün ülke duymuş bulunuyordu. Snowball ile Napoléon'un her gün uçurdukları posta güvercinleri, komşu çiftliklerdeki hayvanlarla dostluk kuruyor, onlara Ayaklanma'nın öyküsünü anlatıyor, İngiltere'nin Hayvanları şarkısını öğretiyorlardı. Bu arada,  Bay Jones,  zamanının büyük bölümünü Willingdon'daki Kırmızı Aslan meyhanesinde pinekleyerek geçiriyor;  kendisini dinleyecek birilerini bulmayagörsün, hemen yakınmaya başlıyor, korkunç bir haksızlığa uğradığını, bir avuç aşağılık hayvan tarafından çiftliğinden kovulduğunu anlatıyordu. Öteki çiftçiler onu anlayışla karşılamışlar, ama başlangıçta yardım etmeye de pek yanaşmamışlardı. Her biri, Jones'un uğradığı talihsizlikten nasıl yararlanabileceğini düşünüyordu içten içe. Neyse ki, Hayvan Çiftliği'ne komşu iki çiftliğin sahipleri birbirleriyle hiç geçinemezlerdi.  Foxwood,  büyük,  bakımsız,  köhne bir çiftlikti;  dört bir yanını çalılar bürümüş, otlakları sararıp solmuş, çitleri paramparça olmuştu. Foxwood'un sahibi Bay Pilkington, zamanının büyük bölümünü balık mevsiminde balık tutarak, av mevsiminde ava çıkarak  geçirirdi;  rahatına  düşkün,  efendi  bir adamdı. Pinchfield Çiftliği ise daha küçük, ama daha bakımlıydı. Pinchfield'ın sahibi Bay Frederick, kabadayı ve kurnaz bir adamdı; ikide bir mahkemelik olurdu; dini imanı paraydı, elini veren kolunu alamazdı. Bu ikisi birbirlerinden öylesine nefret ederlerdi ki, kendi çıkarlarına olan bir konuda bile anlaşamazlardı. Ne var ki, ikisi de Hayvan Çiftliği'ndeki Ayaklanma'dan çok korkmuştu; kendi çiftliklerindeki hayvanların ayaklanma konusunda ayrıntılı bilgi edinmelerini önlemek için ellerinden geleni yapıyorlardı. Aslına bakılırsa, başlangıçta, hayvanların bir çiftliği kendi başlarına yönetebileceğine çok gülmüşler; çok değil, on on beş güne kadar bu iş nasıl olsa yatar, diye düşünmüşlerdi. Beylik Çiftlik'teki (çiftlikten Beylik Çiftlik diye söz etmekte diretiyorlar, "Hayvan Çiftliği" adına katlanamıyorlardı) hayvanların birbirleriyle durmadan dalaştıkları, pek yakında açlıktan ölecekleri söylentisini yaymışlardı. Ama bir süre sonra hayvanların açlıktan ölmedikleri ortaya çıkınca, ağız değiştirdiler, Hayvan Çiftliği'ndeki akıllara durgunluk veren şeytanlıklardan dem vurmaya başladılar. Bu iki çiftçiye bakılırsa, Hayvan Çiftliği'nde yamyamlık almış yürümüştü; hayvanlar kızgın nallarla birbirlerine işkence yapıyorlar, dişilerini de ortaklaşa kullanıyorlardı. Frederick ile Pilkington, bütün bunların, Doğa yasalarına başkaldırmanın doğal sonucu olduğunu söylüyorlardı. Ama bu hikâyeler hiç kimseye inandırıcı gelmiyordu. Hayvanların, insanları kovarak kendi işlerini kendileri gördükleri olağanüstü bir çiftlikten söz ediliyor,  bu konudaki söylentiler olanca belirsizliğiyle ve çarpıtılarak sürüyordu.  Çevredeki çiftliklerde yıl boyunca bir başkaldırı dalgası yükseldi. Yumuşak başlı bilinen boğalar ansızın azıyor, koyunlar çitleri yıkıp yoncaları mideye indiriyor, inekler kovaları tepip deviriyor, atlar buyruk dinlemiyor, birden durarak üstlerindekileri parmaklıkların üzerinden öbür tarafa fırlatıyorlardı. En önemlisi, İngiltere'nin Hayvanları şarkısının ezgisi ve sözleri artık her yerde biliniyordu. Umulmadık bir hızla yayılmıştı. İnsanlar, çok gülünç bulduklarını söylemekle birlikte, bu şarkıyı duyduklarında büyük bir öfkeye kapılmaktan kendilerini alamıyorlardı. Böylesine rezil ve saçma bir şarkının hayvanlar tarafından söylenebilmesini bile akıllarının almadığını ileri sürüyorlardı. Şarkıyı söylerken yakalanan hayvanlar oracıkta kırbaçlanıyor, gene de şarkının yayılması engellenemiyordu. Karatavuklar çalılıkların arasında ıslık çalarken, güvercinler ağaçlarda ötüşürken hep bu şarkıyı söylüyorlar; şarkının ezgileri, demircilerin çekiç vuruşlarına, kiliselerin çan seslerine karışıyordu. Ekim başlarıydı; ekinler biçilip istiflenmiş, harman büyük ölçüde kaldırılmıştı. Bir gün birden posta güvercinleri hızla dolanarak geldiler, telaşla çırpınarak Hayvan Çiftliği'nin avlusuna kondular. Getirdikleri habere bakılırsa, Jones ile adamları, Foxwood ve Pinchfield çiftliklerinden yarım düzine adamla birlikte, parmaklıklı kapıdan içeri girmişler, araba yolundan çiftliğe geliyorlardı. Jones, elinde bir tüfek, en önde yürüyor; eli sopalı adamlar da onu izliyorlardı. Besbelli, çiftliği geri almayı kafalarına koymuşlardı.
Aslında, böyle bir girişim uzun zamandır beklendiği için bütün önlemler alınmış, gerekli bütün hazırlıklar yapılmıştı. Çiftlik evinde bulduğu eski bir kitabı okuyarak Julius Caesar'ın seferleriyle ilgili kapsamlı bilgiler edinmiş olan Snowball, savunma harekâtının komutanlığına getirilmişti. Hemen buyruklarını verdi; bütün hayvanlar birkaç dakikada yerlerini aldılar.
İnsanlar çiftlik binalarına yaklaştıkları sırada, Snowball ilk saldırıyı başlattı. Tam otuz beş güvercin, adamların başlarının üzerinde uçuşarak tepelerine pisledi. Adamlar güvercinleri  kovalamaya  çabalarken,  çitin  arkasına gizlenmiş olan kazlar birden ileri atılarak baldırlarını vahşice gagalamaya başladılar. Ne var ki, bu yalnızca ortalığı biraz karıştırmaya yönelik göstermelik bir saldırıydı; nitekim, adamlar kazları sopalarıyla kolayca geri püskürttüler. Bu kez Snowball ikinci saldırıyı başlattı. Muriel, Benjamin ve bütün koyunlar, başlarında Snowball, ileri atılıp adamlara dört bir yandan tos vurmaya, boynuz atmaya koyuldular; bu arada Benjamin, dönüp dönüp çifte atıyordu. Ama ellerinde sopaları, ayaklarında kabaralı botlarıyla adamlar, gene de hayvanlardan güçlüydüler. Snowball birden ciyaklayarak geri çekil işareti verince, tüm hayvanlar geri döndüler, geçitten geçerek avluya daldılar.
Zafer naraları atan adamlar, düşmanlarının kaçmakta olduğunu sanarak, darmadağınık arkalarından  koşuşturdular.  Snowball'un  istediği  de buydu. Hepsi  avluya girince, ağılda pusuya yatmış olan üç at, üç inek ve öteki domuzlar ansızın ortaya çıkıp adamların arkasını kestiler. Snowball işte tam o anda saldırı işaretini verdi ve dosdoğru Jones'un üstüne atıldı. Snowball'un üstüne geldiğini gören Jones, tüfeğini doğrultup ateş etti. Saçmalar Snowball'un sırtında kanlı karıklar açtı; koyunlardan biri oracıkta can verdi. Snowball, bir an duraksamadan, yüz kiloluk gövdesiyle Jones'un bacaklarına dalıverdi. Jones bir gübre yığınının üstüne yuvarlanırken, tüfeği elinden fırladı gitti. Ama en korkunçları Boxer'dı; arka ayakları üzerinde şaha kalkmış, demir nallı koca ayaklarını savurarak  bir  aygır  gibi  dövüşüyordu.  İlk  darbe  Foxwood Çiftliği'nden bir seyisin kafasına indi, çamurların içine yıkılan delikanlı ruhunu oracıkta teslim etti. Bunu gören adamların birçoğu sopalarını bırakıp kaçmaya yeltendi. Ürküye kapılmışlardı. O saat, tü m hayvanlar, adamların ardına  düştüler,  onları avlunun  çevresinde  kovalamaya başladılar. Boynuz vuruyor, çifteliyor, ısırıyor, arkada kalanı ezip geçiyorlardı. Adamlardan kendince öcünü almayan tek bir hayvan kalmadı çiftlikte. Kedi bile damdan ansızın bir sığırtmacın sırtına atladı, tırnaklarını ensesine geçirerek acı acı bağırttı adamı. Adamlar bir fırsatını bulur bulmaz avludan dışarı fırladılar, anayola doğru tabana kuvvet koşmaya başladılar. Çiftliği basalı daha beş dakika olmamıştı ki, onur kırıcı bir bozguna uğramışlar, geldikleri gibi gidiyorlardı. Tıslayarak arkalarından gelen bir kaz sürüsü, yol boyunca bacaklarını gagaladı.
Hepsi kaçmıştı, biri dışında. Boxer, avluda, çamurun içinde yüzüstü yatmakta olan seyisi ön ayağıyla iteliyor, sırtüstü çevirmeye çalışıyor, ama oğlan kımıldamıyordu.
Boxer, üzüntüyle, "Ölmüş," dedi. "Öldürmek gibi bir niyetim yoktu. Ayaklarımda demir nallar olduğunu unutmuşum. İsteyerek yapmadığıma kim inanır şimdi?" Yaraları hâlâ kanamakta olan Snowball, "Duygusallığa gerek yok, yoldaş!" diye bağırdı. "Savaş savaştır. En iyi insan, ölü insandır."
"Ben kimsenin canını almak istemem," dedi Boxer. Gözleri dolu dolu olmuştu. Tam o sırada, birisi, "Mollie nerede?" diye haykırdı. Gerçekten de, Mollie kayıptı. Birden ortalık karıştı.
Başına bir şey mi gelmişti yoksa? Adamlar Mollie'yi ka- çırmış olmasınlardı? Uzun aramalardan sonra Mollie'yi ahırda buldular; ahırdaki bölmesine saklanmış, kafasını yemlikteki samanlara gömmüştü. Silahlar patlar patlamaz ürküp kaçmıştı. Mollie'yi aramaya çıkanlar avluya döndüklerinde bir de baktılar, seyis ortalarda yok. Anlaşılan, öldü sandıkları delikanlı aslında yalnızca bayılmıştı; sonradan kendine gelmiş, tabanları yağlayıvermişti.
Hayvanlar çılgınca bir coşkuyla yeniden bir araya gelmişler, savaşta gösterdikleri kahramanlıkları avazları çıktığı kadar bağırarak birbirlerine anlatıyorlardı. Zaferi kutlamak için  hemen  oracıkta bir  tören  düzenlediler.
Bayrağı göndere çekip  birkaç kez İngiltere'nin Hayvanları şarkısını söylediler. Ardından, savaşta yitirdikleri koyun için ağırbaşlı bir gömme töreni düzenlendi, mezarının üstüne bir alıç fidanı dikildi. Mezar başında kısa bir konuşma yapan Snowball, gerekirse bütün hayvanların Hayvan Çiftliği uğruna ölmeye hazır olmaları gerektiğini vurguladı.
Hayvanlar, oybirliğiyle, bir askeri nişan oluşturulmasını kararlaştırdılar. "Birinci Dereceden Kahraman Hayvan" nişanı, hemen orada Snowball ile Boxer'a verildi. Bu pirinç madalyalar (aslında, koşum takımlarının durduğu odada buldukları eski at takılarıydı) pazarları ve bayram günleri takılacaktı. Savaşta hayatını yitirmiş olan koyun ise "İkinci Dereceden Kahraman Hayvan" nişanına değer görüldü.
Savaşa ne ad verileceği uzun uzadıya tartışıldı. Sonunda, "Ağıl Savaşı"nda karar kılındı; pusuya yatan hayvanlar oradan saldırıya geçmişlerdi. Bay Jones'un tüfeği çamurun içinde bulundu. Çiftlik evinde birkaç kutu fişek olduğunu biliyorlardı. Tüfeğin, top gibi, bayrak direğinin dibine yerleştirilmesi ve biri Ağıl Savaşı'nın yıldönümü olan 12 Ekim'de, öbürü de Ayaklanma'nın gerçekleştiği Yaz Dönümü'nde olmak üzere yılda iki kez tören atışı yapılması kararlaştırıldı.

8 Ocak 2019 Salı

HAYVAN ÇİFLİĞİ BİR PERİ MASALI (3.blm.) ~ GEORGE ORWELL

GEORGE ORWELL 
HAYVAN ÇİFLİĞİ
BİR PERİ MASALI

ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
Hasadı kaldırana kadar ırgatlar gibi çalıştılar, baştan ayağa tere battılar! Ama emekleri boşa gitmemişti, hasat umduklarından da bereketliydi.
Zaman zaman analarından emdikleri süt burunlarından geldi; aletler hayvanlara göre değil, insanlara göre yapılmıştı; arka ayaklarının üzerine kalkmalarını gerektiren aletleri kullanamamaları çok büyük bir zorluk çıkarıyordu. Ama domuzlar o kadar akıllıydılar ki, her güçlüğün üstesinden gelmenin bir yolunu buluyorlardı. Atlara gelince; onlar tarlayı karış karış biliyorlar, ekinlerin biçilip toplanması işinden Jones ile adamlarından çok daha iyi anlıyorlardı. Domuzlar, doğrudan çalışmıyorlar, öbürlerini yönetiyor ve denetliyorlardı. Üstün bilgileriyle, önderliği üstlenmeleri doğaldı. Boxer ile Clover, kendilerini atla çekilen tarağa koşuyor (kuşkusuz, artık gem ve dizgin kullanılmıyordu), tarlanın çevresinde ağır ağır dönenip duruyorlar; arkalarından gelen domuz da ikide bir, "Deh, yoldaş!" ya da "Çüş, yoldaş!" diye sesleniyordu. Ekinlerin biçilip toplanmasında en irisinden en ufağına bütün hayvanlar çalışıyorlardı. Ördeklerle tavuklar bile, sabahtan akşama kadar güneşin altında oradan oraya koşuşturuyor, gagalarıyla birer tuta m da olsa ot taşıyorlardı. Sonunda,  hasadı, Jones  ile  adamlarının  kaldırdığından iki gün kadar daha kısa bir sürede kaldırdılar. Dahası, çiftliğin o güne kadar gördüğü en büyük hasattı bu. Üstelik, hiçbir şey boşa harcanmamış, keskin gözlü tavuklar ve ördekler en küçük ot saplarına kadar her şeyi toplamışlardı. Çiftlik hayvanlarının bir teki bile hırsızlığa yeltenmemişti.
O yaz çiftlikte işler yolundaydı. Hayvanlar asla hayal edemeyecekleri kadar mutluydular. Artık, pinti sahiplerinin gıdım gıdım verdiği yeme muhtaç değildiler; kendileri tarafından ve kendileri için üretilen, tümüyle kendilerinin olan yiyecekleri yiyorlardı ya, her lokmadan büyük bir tat alıyorlardı. Ciğeri beş para etmez, asalak insanlar yok olup gittikleri için, herkese daha çok yiyecek düşüyordu. Deneyimden yoksun olmalarına karşın, daha çok boş vakit bulabiliyorlardı. Birçok güçlükle karşılaşıyorlardı; örneğin, mevsim ilerleyip de hasat zamanı geldiğinde, çiftlikte harman makinesi bulunmadığından, başakları eski çağlardaki gibi ayaklarıyla ezmek, kabuklarını da üfleyerek havaya savurmak zorunda kalmışlardı; ama domuzların zekâsı ve Boxer'ın güçlü kaslarıyla her türlü zorluğun üstesinden gelebiliyorlardı. Boxer'a herkes hayrandı. Jones'un zamanında da yorulmak nedir bilmeyen bir hayvan olan Boxer, şimdi neredeyse üç beygir gücünde çalışıyordu; öyle günler oluyordu ki, çiftliğin işleri tümden onun güçlü omuzlarına yıkılıyordu. İşin en ağır olduğu yerde her zaman o vardı; sabahtan akşama kadar dur durak bilmeden uğraş veriyordu. Kendisini sabahları ötekilerden yarım saat önce uyandırması için genç horozlardan biriyle anlaşmıştı; gündelik işler başlayana kadar, en çok gerek duyulan yere koşuyor, orada gönüllü olarak çalışıyordu. Çalışmayı kendisine yasa edinmişti sanki: Bir sorun, bir terslik çıkmayagörsün, o saat, "Daha da sıkı çalışacağım!" deyip işe koyuluyordu. Aslında, herkes kendi gücü ve yeteneğine göre iyi çalışıyordu. Sözgelimi, tavuklar ve ördekler, ortalığa saçılmış tahıl tanelerini toplayarak neredeyse yirmi kile ekini kurtarmışlardı. Hiç kimse çalıp çırpmıyor, hiç kimse kendisine ayrılan tayın konusunda homurdanıp söylenmiyordu; bir zamanlar çiftlikteki hayatın olağan özelliklerinden sayılan kavgalar, ısırmalar, kıskançlıklar neredeyse tümüyle ortadan kalkmıştı. Kimse işten kaçmıyordu, bir kişi dışında. Evet, Mollie'nin sabahları erken kalkamamak gibi bir sorunu vardı; üstelik, ikide bir, toynağına giren bir taşı bahane ederek işi erken bıraktığı da oluyordu. Doğrusu, kedi de bir tuhaftı. Bir süre sonra, yapılacak bir iş çıktığında hiçbir zaman ortalıkta görünmediği anlaşılmıştı. Saatlerce ortadan kayboluyor, ama yemek vakti geldiğinde ya da akşamüstü işler sona erdiğinde hiçbir şey olmamışçasına ortaya çıkıyordu. Ama her seferinde öyle güzel bahaneler uyduruyor, öylesine sevecen mırlıyordu ki, herkesi iyi niyetine inandırmayı başarıyordu. Yaşlı eşek Benjamin, Ayaklanma'dan bu yana hiç değişmemiş gibiydi. Tıpkı Bay Jones'un zamanında olduğu gibi, gene uyuşuk ve dik kafalıydı; ne işten kaytarıyordu, ne de fazla çalışmaya gönül veriyordu. Ayaklanma ve sonuçları konusunda en küçük bir görüş belirtmiyordu. Jones çiftlikten gittikten sonra daha mutlu olup olmadığı  sorulduğunda, "Eşekler uzun yaşar. Hiç ölmüş bir eşek gördünüz mü hayatınızda?" demekle yetiniyor, herkesi bu belirsiz yanıtla yetinmek zorunda bırakıyordu.
Pazarları çalışılmıyordu. Her günkünden bir  saat geç yapılan kahvaltıdan sonra, her pazar mutlaka göndere bayrak çekilmesiyle başlayan bir tören düzenleniyordu. Snowball, koşum takımlarının durduğu odada, Bayan Jones'un eski bir masa örtüsünü bulmuş, yeşil örtünün üzerine beyaz boyayla bir toynak ve bir de boynuz resmi yapmıştı. Bayrak pazar sabahları çiftlik evinin bahçesindeki göndere çekiliyordu. Snowball'un açıklamasına göre, bayrağın yeşil zemini İngiltere'nin yemyeşil çayırlarını temsil ediyor, toynak ile boynuz ise insan soyu bir daha geri gelmemek üzere ortadan kaldırıldığında doğacak olan, geleceğin Hayvan Cumhuriyeti'ni simgeliyordu. Bayrağın göndere çekilmesinden sonra, tüm hayvanlar büyük samanlığa doluşarak, Toplantı denilen genel kurula katılıyorlardı. Toplantıda, bir sonraki haftanın işleri konuşuluyor, alınacak kararlar tartışılıyordu. Alınması gereken kararlar her zaman domuzlar tarafından ortaya atılıyordu. Öteki hayvanlar nasıl oy verileceğini biliyorlar, ama kendi başlarına bir karara yaramıyorlardı. Toplantıların en ateşli tartışmacıları, Snowball ile Napoléon'du. Ama bu ikisi asla anlaşamıyorlardı: Birinin ak dediğine öbürü mutlaka kara diyordu. Kimsenin karşı çıkamayacağı bir karara varıldığında bile, birbirlerine girmenin bir yolunu buluyorlardı. Örneğin, meyve bahçesinin arka tarafındaki çayırın artık çalışamaz durumda olan hayvanların dinlenme yeri olarak belirlenmesi kararlaştırıldıktan sonra, farklı türden hayvanların emeklilik yaşlarının ne olması gerektiği konusunda kapışmışlardı. Her toplantının sonunda mutlaka İngiltere'nin Hayvanları şarkısı söyleniyor, öğleden sonraları ise eğlenceye ayrılıyordu.
Domuzlar,  koşum takımlarının  durduğu  odayı karargâh edinmişlerdi. Akşamları burada,  çiftlik  evinden getirmiş  oldukları kitaplardan nalbantlık,  marangozluk gibi gerekli uğraşları okuyup  öğreniyorlardı. Snowball, ayrıca, öteki hayvanların Hayvan Kurulları'nda örgütlenmesiyle de uğraşmakta, bu iş için bıkmadan usanmadan çaba harcamaktaydı. Okuma yazma sınıflarının yanı sıra, tavuklar için Yumurta Üretim Kurulu, inekler için Temiz Kuyruklar Birliği, sıçanlar ve tavşanların evcilleştirilmesi için Yabanıl Yoldaşların Yeniden Eğitimi Kurulu'nu kurmuş, koyunlar için de Daha Beyaz Yün Hareketi'ni oluşturmuştu. Bu atılımların çoğu bir sonuca varamadı. Sözgelimi, yabanıl hayvanları evcilleştirme girişimi daha başından başarısızlığa uğradı. Yabanıl hayvanlar eskisi gibi davranmayı sürdürüyorlar, kendilerine gösterilen hoşgörüyü hemen kötüye kullanıyorlardı. Kedi, Yeniden Eğitim Kurulu'na katılmış ve bir süre canla başla çalışmıştı. Bir gün bir de bakmışlardı, damda oturmuş, erişemeyeceği uzaklıktaki serçelerle konuşuyor; onlara, artık bütün hayvanların yoldaş olduğunu, dilerlerse hiç çekinmeden gelip pençesine konabileceklerini anlatıyordu. Ama serçeler, kedinin yanına bile yaklaşmamışlardı.
Öte yandan, okuma yazma sınıfları çok başarılı olmuştu. Güz geldiğinde, çiftlikteki hemen her hayvan az çok okuma yazma biliyordu.
Domuzların okuma yazması kusursuzdu. Köpekler, okumayı çok iyi öğrenmişlerdi, gel gör ki Yedi Emir den başka bir şey okudukları yoktu. Keçi Muriel'in okuması köpeklerden de iyiydi; bazı akşamlar, çöplükte bulduğu gazete parçalarını getirip öbür hayvanlara okuyordu. Domuzlar kadar iyi okuyabilen Benjamin'in ise, bu yeteneğini kullandığı pek görülmemişti. "Ben okumaya değer bir şey göremiyorum," diyordu. Clover, alfabeyi baştan sona öğrenmişti, ama sözcükleri sökemiyordu. Boxer'a gelince,  o D'den ileri gidememişti. Koca ayağıyla toprağın üzerine A, B, C, D harflerini yazıyor, sonra kulaklarını arkaya yatırıp yelesini sallayarak harflere aval aval bakıyor, D'den sonra gelen harfi çıkarmaya çabalıyor, ama bir türlü beceremiyordu. Birkaç kez E, F, G, H'yi de öğrenmiş, ama öğrenir öğrenmez bu kez A, B, C, D yi unuttuğunu fark etmiş, en sonunda alfabenin ilk dört harfiyle yetinmeye karar vermişti; unutmamak için bu dört harfi  her  gün  bir  iki  kez  yazıyordu.  Mollie ise, adındaki altı harften başka tek bir harf öğrenmemekte diretiyordu. İnce dalları yan yana getirerek adını yazıyor, dalları birkaç çiçekle süslüyor, sonra da hayran hayran çevresinde dolanıyordu.
Çiftlikteki öteki hayvanların hiçbiri A harfinden öteye geçememiş; koyun, tavuk ve ördek gibi en ahmak hayvanların Yedi Emir'i bir türlü ezberleyemedikleri görülmüştü. Bu sorunun çözümüne epey kafa yoran Snowball, sonunda, Yedi Emir'in aslında tek bir özdeyişe indirgenebileceğini açıkladı. Yedi Emir, bal gibi, "dört ayak iyi, iki ayak kötü" özdeyişine indirgenebilirdi. Snowball'a bakılırsa, bu özdeyiş, hayvancılığın temel ilkesini içeriyordu. Bu temel ilkeyi iyice kavramış olan herkes insanoğlunun zararlı etkilerinden korunabilirdi. Kuşlar, ilk başta, kendilerinin de iki ayaklı oldukları gerekçesiyle bu özdeyişe karşı çıkacak oldular; ama Snowball yanıldıklarını kanıtlamakta gecikmedi.
"Yoldaşlar," dedi. "Kuşun kanadı, iş görmek için değil, devinmek için kullanılan bir organdır. Dolayısıyla, kanat, ayak olarak kabul edilmelidir. İnsanoğlu'nun farklılığı, bütün şeytanlıkları yaptığı alet olan el'dedir."
Kuşlar, Snowball'un sözlerinden hiçbir şey anlamamalarına karşın, yaptığı açıklamayı kabullendiler. Tüm hayvancıklar, yeni özdeyişi ezberlemeye koyuldular Ambarın duvarına, Yedi Emir'in yukarısına, üstelik daha büyük harflerle DÖRT AYAK İYİ, İKİ AYAK KÖTÜ yazıldı. Koyunlar, bu sözleri ezberledikten sonra özdeyişi o kadar sevdiler ki,  çayırda uzanıp keyif çatarlarken hep birlikte, "Dört ayak iyi, iki ayak kötü! Dört ayak iyi, iki ayak kötü!" diye bıkmadan saatler boyu melemeyi alışkanlık haline getirdiler.
Napoléon, Snowball'un kurullarıyla hiç ilgilenmemişti. Gençleri eğitmenin, yetişkinler için yapılabilecek herhangi bir şeyden çok daha önemli olduğu kanısındaydı. Jessie ile Bluebell, hasattan hemen sonra yavrulamışlar, dokuz sağlıklı yavru dünyaya getirmişlerdi. Yavrular sütten kesilir kesilmez, Napoléon, eğitimlerini kendisinin üstleneceğini söyleyerek onları analarından ayırmıştı. Sonra da, yavruları, sadece koşum takımlarının durduğu odadaki bir merdivenden çıkılabilen tavan arasına kapatmış, öylesine gözlerden ırak tutmuştu ki, öteki hayvanlar bir süre sonra varlıklarını bile unutmuşlardı.
Sütlerin nereye gittiği çok geçmeden anlaşıldı. Sütler her gün domuzların lapasına karıştırılıyordu. Elmalar artık olgunlaşmaya yüz tutmuşlardı; meyve
bahçesinin çimenleri rüzgârla dökülen elmalarla kaplıydı. Hayvanlar, doğal olarak, elmaların eşit bir biçimde paylaşılacağını umuyorlardı; oysa bir gün ağaçlardan dökülen tüm elmaların toplanması ve koşum takımlarının durduğu odaya getirilerek domuzlara teslim edilmesi buyuruldu. Bazı hayvanlar homurdandıysa da bir yararı olmadı. Bütün domuzlar, Snowball ile Napoléon bile bu konuda aynı düşüncedeydiler.
Öteki hayvanlara gerekli açıklamaları yapmakla görevlendirilen Squealer, "Yoldaşlar!" diye haykırdı. "Umarım, biz domuzların bunu bencilliğimizden, ayrıcalık düşkünlüğümüzden yaptığını sanmıyorsunuzdur. Aslında çoğumuz süt ve elmadan hoşlanmayız. Ben de hoşlanmam. Bu elmalara el koymamızın tek bir amacı var, o da sağlığımızı korumak. Sütte ve elmada domuzların sağlığı açısından kesinlikle gerekli olan bazı maddeler var. Bilim bunu kanıtlamıştır, yoldaşlar. Biz domuzlar düşün emekçisiyiz. Bu çiftliğin tüm yönetim ve düzeninden biz sorumluyuz. Gecemizi gündüzümüze katarak, sizin sağlığınızı koruyoruz. Bu sütleri sizin uğrunuza içiyor, bu elmaları sizin uğrunuza yiyoruz. Biz domuzlar görevimizi gereğince yerine getiremezsek ne olur, biliyor musunuz? Jones geri gelir! Evet, Jones geri gelir! Bundan en küçük bir kuşkunuz olmasın, yoldaşlar." Sonra da, oradan oraya sıçrayıp kuyruğunu oynatarak bağırdı: "Aranızda Jones'un geri gelmesini isteyen tek bir hayvan yoktur sanırım!"
Hayvanların en küçük bir kuşku duymadıkları tek bir şey varsa, o da Jones'un geri dönmesini istemedikleriydi. Domuzları sağlıklı tutmanın önemi çok açıktı. Böylece, tartışma büyümeden, bütün sütün ve rüzgârla ağaçlardan dökülen elmaların (doğaldır ki, olgunlaştıkları zaman ağaçlardan toplanan elmaların da) hepsinin domuzlara ayrılması herkesçe kabul edildi.

7 Ocak 2019 Pazartesi

HAYVAN ÇİFLİĞİ BİR PERİ MASALI (2.blm.) ~ GEORGE ORWELL

GEORGE ORWELL 
HAYVAN ÇİFLİĞİ
BİR PERİ MASALI

İKİNCİ BÖLÜM
Koca Reis, üç gece sonra, uykusunda huzur içinde öldü. Meyve bahçesinin kıyısında bir yere gömdüler. 
Reis öldüğünde mart ayının ilk günleriydi. Bunu izleyen üç ay boyunca bir sürü gizli  etkinlik yürütüldü. Reis'in konuşması, çiftliğin daha akıllı hayvanlarının hayata yepyeni bir gözle bakmalarını sağlamıştı. Öngördüğü Ayaklanma'nın ne zaman meydana geleceğini bilen yoktu; böyle bir başkaldırıyı görebilecek kadar yaşayıp yaşamayacaklarını da bilmiyorlardı; ama görevlerinin o güne hazırlamak olduğunu açık seçik görebiliyorlardı. Ötekileri eğitme ve örgütleme işi, doğal olarak, genellikle hayvanların en zekileri diye bilinen domuzlara verildi. Domuzların en yeteneklileri, Bay Jones'un satmak için yetiştirdiği, Snowball ve Napoléon adlı iki genç erkek domuzdu. Napoléon, irikıyım, sert bakışlı bir Berkshire domuzuydu; daha doğrusu, çiftlikteki tek Berkshire'dı. Pek konuşkan sayılmazdı, ama istediğini söke söke almayı bilen biri olarak tanınırdı. Snowball, Napoléon'dan daha canlı, daha hayat dolu bir domuzdu; hem ağzı daha iyi laf yapardı, hem de daha yaratıcıydı; ama kişiliğinin Napoléon kadar sağlam olmadığı söylenirdi. Çiftliğin erkek domuzlarının hepsi de besi domuzuydu. İçlerinde en  ünlüsü,  tombalak  Squealer,  yanakları  yusyuvarlak, gözlerini sürekli kırpıştıran, şirret sesli, yerinde duramayan bir hayvandı. Parlak bir konuşmacıydı; zorlu bir konuyu tartışırken bir o yana bir bu yana sıçrar, kuyruğunu hızlı hızlı oynatırdı; nedendir bilinmez, bu hareketleri çok inandırıcı olmasını sağlardı. Squealer için, "Karayı ak yapar," derlerdi. 

Bu üçü, Koca Reis'in düşüncelerini geliştirerek dört dörtlük bir öğretiye dönüştürmüşler, adına da "Animalizm" demişlerdi. Haftanın birkaç gecesi, Bay Jones uyuduktan sonra, samanlıkta gizli toplantılar düzenliyor, Hayvancılığın temel ilkelerini öbür hayvanlara anlatıyorlardı. İlk başlarda, büyük bir ahmaklık ve vurdumduymazlıkla karşılaşmışlardı. Bazı hayvanlar, "Efendimiz"  dedikleri Bay Jones'a bağlılığın bir görev olduğundan dem vuruyorlar; bazıları da, "Bay Jones bizi besliyor. O olmasa, açlıktan ölürüz," gibisinden salakça laflar ediyorlardı. Kimileri, "Biz öldükten sonra olacakların bize ne yararı dokunur ki?" ya da "Madem bu Ayaklanma nasıl olsa gerçekleşecek, bu uğurda çalışmışız çalışmamışız ne fark eder?" gibi sorular soruyorlardı. Domuzlar, bu tür konuşmaların Hayvancılığın ruhuna aykırı olduğunu kavratana kadar akla karayı seçiyorlardı. Soruların en ahmakçası ak kısrak Mollie'den gelmişti; Mollie'nin Snowball'a sorduğu ilk soru, "Ayaklanma'dan  sonra da  şeker bulabilecek miyiz?" olmuştu. 

Snowball, "Hayır," diye kesip atmıştı. "Bu çiftlikte şeker meker üretemeyiz. Kaldı ki, şeker gerekmeyecek. Dilediğin kadar yulaf ve saman yiyebileceksin." Bu kez, "Peki, yeleme gene kurdele takabilecek miyim?" diye sormuştu Mollie. Snowball, "Bak, yoldaş," demişti. "Senin onsuz edemediğin kurdele, köleliğin simgesidir. Özgürlüğün kurdelelerden çok daha değerli olduğunu kafan almıyor mu?" 
Mollie, "Kabul," derken pek inanmış görünmüyordu.

Domuzlar, evcil kuzgun Moses'ın yaydığı yalanların önünü almak için daha da zorlu bir savaşım vermek zorunda kaldılar. Bay Jones'un gözdesi olan Moses, gammazın, dedikoducunun tekiydi, ama ağzı iyi laf yapardı. Gene bir masal  uydurmuştu: Sözümona, Balbadem Diyarı denen gizemli bir ülke vardı, bütün hayvanlar öldükleri zaman  oraya gidiyorlardı. Moses'a bakılırsa  bu ülke gökyüzünde bir yerde, bulutların az ötesindeydi. Balbadem Diyarı'nda her gün pazardı; dört mevsim yonca biter, ağaçlar ve çalılar, kesmeşeker ve keten tohumu küspesinden geçilmezdi. Gerçi hayvanlar, gününü masal anlatmakla geçirdiği ve hiç çalışmadığı için Moses'dan nefret ediyorlardı; ama gene de, Balbadem Diyarı masalına inananlar çıkmadı değil. Domuzlar, onları böyle bir yer olmadığına inandırabilmek için az dil dökmediler. 

En sadık tilmizleri, iki araba atı, Boxer ile Clover'dı. Kendi başlarına düşünmekte epeyce zorlanan bu iki at, domuzları öğretmen belledikten sonra onların her dediğini tartışmasız benimsemiş ve olduğu gibi öteki hayvanlara aktarmışlardı. Samanlıktaki gizli toplantıları hiç kaçırmıyor; her toplantının bitiminde söylenen İngiltere' nin Hayvanları şarkısında başı  çekiyorlardı. 

Derken, Ayaklanma, umulandan çok daha erken, herkesin beklediğinden çok daha kolay gerçekleşti. Bay Jones, hayvanlara çok sert davranmasına karşın becerikli bir çiftçiydi, ama son zamanlarda işleri bozulmuştu. Hele bir davada para kaptırınca umudunu iyiden iyiye yitirmiş, sağlığını bozacak ölçüde içkiye vermişti kendini. Bazen günlerce mutfaktaki koltuğunda aylak aylak oturuyor, gazete okuyup içkisini içiyor, arada sırada biraya batırdığı ekmek parçalarıyla Moses'ı besliyordu. Yanında çalışanlar tembel ve sahtekârdı; tarlaları ayrıkotları bürümüştü; binaların damlarının onarılması gerekiyordu; çitler bakımsızdı; hayvanlar doğru dürüst beslenmiyordu. 

Haziran gelmişti, otlar biçilmeye neredeyse hazırdı. Bay Jones, bir cumartesi gününe denk düşen yaz gündönümünden hemen önce Willingdon'a gidip Kırmızı Aslan meyhanesinde körkütük sarhoş olunca, çiftliğe ancak pazar günü öğle saatlerinde dönebildi. İşçiler sabah erkenden inekleri sağmışlar, hayvanların yemini vermeden tavşan avlamaya gitmişlerdi. Bay Jones, eve döner dönmez, oturma odasındaki kanepeye uzanmış, News of the World gazetesine göz atarken uyuyakalmıştı. Hava karardığında hâlâ aç olan hayvanlar sonunda dayanamadılar. İneklerden biri boynuzuyla ambarın kapısını kırdı; içeri dalan hayvanlar yem kovalarından karınlarını doyurmaya koyuldular. Tam o sırada uyanıveren Bay Jones, dört işçisini de yanına alıp ambara koştu; hep birlikte hayvanları kırbaçlamaya başladılar. Bu da, hayvanların sabrını taşıran son damla oldu.  Önceden hiçbir şey tasarlamamalarına   karşın,   topluca   zorbaların   üstüne   atıldılar. Jones'la işçilerine dört bir yandan tos vurup çifte atıyorlardı.  Hayvanları  daha  önce  hiç  böyle görmemiş olan  adamlar ne yapacaklarını şaşırmışlar; o güne değin diledikleri  gibi  sopa  atıp  eziyet  ettikleri  hayvanların  bu umulmadık başkaldırısı karşısında dehşete kapılmışlardı. Baktılar olacak gibi değil, korunmaya çabalamayı bırakıp tabanları  yağladılar.  Patikadan  aşağı  anayola  doğru yel yepelek koştururlarken, hayvanlar da zafer çığlıkları atarak onları kovalıyorlardı. Bayan Jones, yatak odasının penceresinden olup biteni  görmüştü.  Birkaç parça eşyayı toparladığı gibi bir heybeye  tıkıştırıp, çiftliğin  arka  yolundan  savuşuverdi. Moses da, tüneğinden sıçradı, kanat çırpıp avazı çıktığı kadar bağırarak kadının ardına takıldı. Bu arada, hayvanlar, Jones ile adamlarını yola kadar kovalamışlar, beş kol demiri bulunan çiftlik kapısını arkalarından hızla çarpıp kapatmışlardı. Böylece, daha ne olduğunu anlamalarına kalmadan, Ayaklanma başarıyla sonuçlanmış, Jones çiftlikten kovulmuş, Beylik Çiftlik onlara kalmıştı. 

Hayvanlar, talihlerinin böylesine yolunda gittiğine bir süre inanamadılar. Önce, köşede bucakta saklanmış bir insan olup olmadığını anlamak için, bir araya toplanıp çiftliği çepeçevre dolaştılar. Sonra, çiftlik binalarına koşup Jones'un uğursuz saltanatının son izlerini de yok etmeye koyuldular. Ahırların bitimindeki, koşum takımlarının durduğu odanın kapısı kırıldı; gemler, burun halkaları, köpek zincirleri, Bay Jones'un domuzları ve kuzuları iğdiş ederken kullandığı kıyıcı bıçaklar kuyunun dibini boyladı. Dizginler, yularlar, meşin göz siperleri, onur kırıcı yem torbaları, avluda çöplerin yakıldığı ateşe atıldı. Kamçılar da. Kamçıların alevlere karıştığını gören bütün hayvanlar sevinç içinde hoplayıp zıplıyorlardı. Snowball, pazara gidildiği günlerde atların yelelerini ve kuyruklarını süsleyen kurdeleleri de ateşe attı. 
"Giysi, İnsanoğlu'nu çağrıştırır," dedi. "Kurdele de giysiden sayılır. Tüm hayvanlar çıplak dolaşmalıdır." 
Snowball'un bu sözleri üzerine, Boxer da, yazın kulaklarını sineklerden korumak için kafasına geçirdiği küçük hasır şapkayı kaptığı gibi ateşe attı. 
Kısa bir süre sonra hayvanlar, kendilerine Bay Jones'u anımsatan ne varsa yok etmiş bulunuyorlardı. Napoléon, hepsini yeniden ambara götürdü, herkese ikişer tayın mısır, köpeklere de ikişer peksimet dağıttı. Ardından, İngiltere'nin Hayvanları şarkısını baştan sona tam  yedi kez söylediler; gece inerken herkes kendi köşesine çekilip uykuya daldı. Dünyaya geleli beri hiç bu kadar rahat bir uyku çekmemişlerdi. Ama her zamanki gibi şafak vakti uyanıp da bir gün önce gerçekleştirdikleri görkemli başkaldırıyı anımsar anımsamaz, hep birlikte çayıra koştular. Çayırın biraz aşağısında, çiftliğin büyük bir bölümünü  gören  küçük bir tepe vardı. Hemen tepeye tırmandılar, sabahın duru ışığında çevreyi seyre daldılar. Evet, burası onlarındı artık; göz görebildiğince önlerinde uzanan her şey onlarındı! Bu düşünceyle kendilerinden geçerek hoplayıp zıplamaya, büyük bir coşkuyla havalara sıçramaya başladılar. Çiy düşmüş çimenlerin üzerinde yuvarlanıyor, tatlı yaz otlarını koparıp yutuyor, kara toprağı eşeleyip havaya savuruyor, toprağın güzelim kokusunu içlerine çekiyorlardı. Sonra, çiftliği baştan başa dolaşıp denetimden geçirdiler; tarlayı, otlağı, meyve bahçesini, gölcüğü, koruyu dilleri tutulmuşçasına, hayran hayran izlemekten alamadılar kendilerini. Sanki buraları daha önce hiç görmemişlerdi; bütün bunların artık kendilerinin olduğuna hâlâ inanamıyorlardı. 

Daha sonra, sıra olup çiftlik binalarına döndüler; çiftlik evinin kapısının önüne geldiklerinde, soluklarını tutu p durdular. Bu ev de onlarındı artık, ama içeri girmeye korkuyorlardı. Derken, Snowball ile Napoléon'un kapıyı omuzlayıp kırmasıyla, hayvanlar birerlekol halinde içeri girdiler. Ortalığı altüst etmemek için attıkları adımlara büyük özen gösteriyorlar; parmaklarının ucuna basarak odadan odaya geçerken, seslerinin duyulacağından korkuyormuşçasına fısıldaşarak konuşuyorlar; içerideki görkeme, kuştüyü şilteli yataklara, aynalara, at kılından dokunmuş kumaş kaplı sedire, Brüksel halısına, Kraliçe Victoria'nın oturma odasındaki şömine rafının üstünde duran taşbaskı portresine biraz gözleri kamaşarak, biraz da korka korka bakıyorlardı. Tam merdivenlerden inerlerken, Mollie'nin ortalıkta olmadığını fark ettiler. Birkaçı yukarı seğirtip odaları tek tek yoklamaya başladı. Evin en şık yatak odasının kapısını açtıklarında bir de ne görsünler! Mollie, Bayan Jones'un tuvalet masasından aldığı anlaşılan mavi bir kurdeleyi omzuna tutmuş, ahmakça bir hayranlıkla aynada kendini seyretmiyor mu! 
Mollie'yi fena halde azarlayıp evden çıktılar. Mutfakta asılı duran jambonlar götürülüp gömüldü, bir de kilerdeki bira fıçısı Boxer'ın bir çiftesiyle parçalandı, o kadar; evde başka hiçbir şeye dokunulmadı. Hemen oracıkta, oybirliğiyle bir karar alındı: Çiftlik evi, müze olarak korunacaktı. Aralarında en küçük bir düşünce ayrılığı yoktu: Bu evde hiçbir hayvan yaşamamalıydı. Snowball ile Napoléon, kahvaltıdan sonra  hayvanları yeniden toplantıya çağırdı. 
"Yoldaşlar," dedi Snowball. "Saat daha altı buçuk, uzun bir gün bizi bekliyor. Bugün otları biçmeye başlıyoruz. Ama daha önce halledilecek bir işimiz var." 
Sonunda anlaşıldı ki iki domuz, çöpler arasında Bay Jones'un çocuklarının bir okuma kitabını bulmuş, son üç ay  boyunca  bu  kitaptan  okuma  yazma öğrenmişlerdi. Napoléon, siyah ve beyaz boya kutularını getirtti, hayvanların başına geçerek onları anayola açılan çiftlik kapısının oraya götürdü. Snowball da (en iyi yazı yazan oydu)  fırçayı  iki  toynağının  arasına  geçirip  kapının  en üstteki kol demirine yazılı BEYLİK ÇİFTLİK adını karaladı, yerine HAYVAN ÇİFTLİĞİ yazdı. Çiftlik artık bu adla anılacaktı. Daha sonra, çiftlik binalarına geri dönüldü; Snowball ile Napoléon bir merdiven getirtip büyük samanlığın duvarına dayadılar. Domuzlar, üç aydır sürdürdükleri  çalışmalar  sonucunda,  Hayvancılığın temel ilkelerini yedi emirde toplamayı başarmışlardı. Şimdi bu yedi emir  duvara yazılacak, Hayvan Çiftliği'ndeki tü m hayvanlar bundan böyle hayatlarının sonuna dek bu değişmez yasalara uyacaklardı.  Snowball merdivene güçbela tırmandı (bir domuzun merdiven üzerinde dengesini bulması hiç de kolay değildir) ve işe koyuldu; Squealer da birkaç basamak aşağıda boya kutusunu tutuyordu. Yedi  emir,  katran  kaplı  duvara,  yirmi  otuz  metreden okunabilen iri beyaz harflerle yazıldı:

YEDİ EMİR 
1. İki ayak üstünde yürüyen herkesi düşman bileceksin
2. Dört ayak  üstünde yürüyen ya  da kanatları olan herkesi dost bileceksin. 
3. Hiçbir hayvan giysi giymeyecek.
4. Hiçbir  hayvan  yatakta  yatmayacak. 
5. Hiçbir hayvan içki içmeyecek.
6. Hiçbir hayvan başka  bir hayvanı öldürmeyecek. 
7. Bütün  hayvanlar eşittir.

Emirler büyük bir özenle yazılmıştı; "dost"un "tost" diye, s'lerden birinin de ters yazılmış olması dışında, hiçbir yazım yanlışı yoktu. Snowball, herkes anlasın diye, emirleri baştan sona yüksek sesle okudu. Hayvanların hepsi de kafalarını sallayarak emirler karşısında boyunlarının kıldan  ince  olduğunu belirttiler. En akıllı olanlarıysa hemen ezberlemeye başladı. 
Snowball, boya fırçasını yere atıp "Haydi yoldaşlar!" diye bağırdı. "Doğru tarlaya! Harmanı, Jones ve adamlarından daha çabuk kaldırmanın onurunu yaşayalım." 
Ama tam o sırada, bir süredir gergin  görünen  üç inek böğürmeye başladı. Sütleri yirmi dört saattir sağılmamış olduğundan memeleri patladı patlayacaktı. Domuzlar, biraz düşündükten sonra kovaları getirttiler, ön ayakları bu işe yatkın olduğu için ustalıkla sağdılar inekleri. Çok geçmeden kovalar köpüklü kaymaklı sütle dolmuştu; hayvanların birçoğu sütlere ağızları sulanarak bakıyorlardı. İçlerinden biri, "Bu kadar süt ne olacak?" diye soracak oldu. 
"Jones bazen yemimize süt katardı," dedi tavuklardan biri. 
Bunun üzerine, Napoléon, kovaların önüne geçerek, "Sütü kafanıza takmayın, yoldaşlar!" diye bağırdı. "Gereği yapılır, merak etmeyin. Hasat daha önemli. Snowball Yoldaş başı çekecek. Ben de birazdan geliyorum. İleri, yoldaşlar! Hasat bizi bekler." 
Hayvanlar sürü halinde tarlaya varıp hasadı kaldırmaya koyuldular. Akşam geri döndüklerinde, sütlerin ortadan kaybolmuş olduğunu fark edeceklerdi.

6 Ocak 2019 Pazar

HAYVAN ÇİFTLİĞİ BİR PERİ MASALI(1.blm.) ~ GEORGE ORWELL

GEORGE ORWELL 
HAYVAN ÇİFLİĞİ
BİR PERİ MASALI
BİRİNCİ BÖLÜM

   Beylik Çiftlik'in sahibi Bay Jones, her gece yaptığı gibi kümesin kapısını  örtmüş, ama çok  sarhoş olduğu için tavukların girip çıktıkları delikleri kapatmayı unutmuştu. Avluda tökezlene tekerlene yürürken, elindeki fenerin ışığı da bir o yana bir bu yana yalpa vuruyordu. Arka kapıda botlarını çıkarıp attı, kilerdeki fıçıdan son bir bardak daha  bira doldurup bir dikişte içti, sonra üst kata çıkıp yatak odasına girdi. Bayan Jones horul horul uyuyordu. 
   Yatak odasının ışığı söner sönmez, çiftliğin tü m binalarında bir patırtı, bir koşuşturmadır başladı. Gündüzden haber salınmıştı: Koca Reis dedikleri, bir zamanlar ödül kazanmış kır erkek domuz, bir gece önce gördüğü garip düşü tüm hayvanlara anlatmak istiyordu. Bay Jones ortalıktan çekilir çekilmez, herkesin büyük samanlıkta toplanması kararlaştırılmıştı. Koca Reis'e (yarışmaya Willingdon Güzeli adıyla katılmıştı, ama herkes ona Koca Reis diyordu) çiftlikte o kadar büyük bir saygı duyuluyordu ki, onun ne diyeceğini öğrenmek için herkes uykusundan olmaya razıydı. 
   Reis, büyük samanlığın bir köşesinde, tavandaki kirişlerden birinden sarkan bir fenerin aydınlattığı bir yükseltinin üzerine serili saman döşeğine kurulmuştu bile. 
  On iki yaşındaydı, son zamanlarda gövdesi biraz yağ bağlamıştı; uzun sivri köpekdişleri hiç kesilmemiş olmasına karşın, bilge ve babacan görünen heybetli bir domuzdu. Çok geçmeden öteki hayvanlar da birbiri ardı sıra sökün ettiler; yolu yordamınca yerlerini almaya başladılar. Önce Bluebell, Jessie ve Pincher adlı üç köpek göründü; ardından domuzlar geldiler, yükseltinin hemen önündeki samanların üzerine yerleştiler. Tavuklar pencere eşiklerine tünediler, güvercinler çatı kirişlerine kondular, koyunlarla inekler domuzların arkasına uzanıp geviş getirmeye koyuldular. Boxer ve Clover adlı iki araba atı içeri birlikte girdiler; samanların arasında göremeyecekleri kadar küçük bir hayvan bulunabileceği kaygısıyla ağır ağır yürüyor, kıllı, kocaman ayaklarını yere usulca basıyorlardı. Clover, orta yaşlı sayılabilecek, iriyarı, anaç bir kısraktı; dördüncü tayını doğurduktan sonra eski endamını bir türlü bulamamıştı. Boxer ise neredeyse iki metre yüksekliğinde, iki beygir gücünde, çok iri bir hayvandı. Alnından burnunun üstüne doğru inen akıtma onu biraz ahmak gösteriyordu; gerçekten de çiftlikteki hayvanların en zekisi sayılmazdı, ama sağlam kişiliği ve akıllara durgunluk veren çalışkanlığıyla herkesin saygısını kazanmıştı. Atların ardından, beyaz keçi Muriel ile Benjamin adlı eşek göründüler. Benjamin,  
çiftliğin en yaşlı, en huysuz hayvanıydı. Ağzından bal damladığı söylenemezdi, ama az söyler, öz söylerdi: "Tanrı bana sinekleri kovayım diye bir kuyruk vermiş; ama keşke sinekler de olmasaydı, kuyruğum da." Çiftlikteki hayvanlar arasında bir tek o hiç gülmezdi. Neden gülmediğini soranlara, "Gülünecek ne var ki?" diye karşılık verirdi. Ama, açıkça belli etmemesine karşın, Boxer'a hayrandı; ikisi pazar günlerini birlikte geçirir, genellikle meyve bahçesinin arkasındaki çayırda hiç konuşmadan yan yana otlarlardı. İki at henüz yere uzanmışlardı ki, annelerini yitirmiş yavru ördekler ciyak ciyak bağırarak birerlekol halinde samanlığa girdiler; paytak paytak koşturuyor, ayaklar altında ezilmeyecekleri bir yer aranıyorlardı. Clover, kocaman  ön  ayağıyla ördek  yavrularının  çevresine bir duvar ördü; onlar da oraya sığınıp birbirlerine sokuldular ve o saat uykuya daldılar. Son anda, Bay Jones'un iki tekerlekli arabasını çeken saçı uzun aklı kısa, beyaz kısrak Mollie  çıkageldi;  ağzında  kesmeşekeri,  süzüm  süzüm süzülerek içeri girdi. Kendine önlerde bir yer seçti; bakışları üzerinde toplamak umuduyla kırmızı kurdelelerle örülü beyaz yelesini iki yana sallamaya başladı. Son olarak da kedi göründü; huyu kurusun, hemen en sıcak yeri aranmaya başladı, sonunda Boxer ile Clover'ın arasına sığıştı; Koca Reis'in söylevinin sonuna kadar -söylediklerinin bir tekine bile kulak vermeden keyifli keyifli mırlayıp durdu. 
   Arka kapının oradaki tünekte uyuyan evcil kuzgun Moses'ı saymazsak, hayvanların tümü gelmişti artık. Reis, baktı ki herkes yerini almış suspus bekliyor, gırtlağını temizleyip konuşmaya başladı: "Yoldaşlar, dün gece garip bir düş gördüğümü hepiniz biliyorsunuz. Düşe sonra geleceğim. Size daha önce başka bir şey söylemek istiyorum. Yoldaşlar, fazla bir ömrüm kaldığını sanmıyorum. Onun için, bugün e kadar edindiğim bilgileri, deneyimleri sizlere aktarmayı görev biliyorum. Çok uzun yaşadım, ağılımda bir başıma yatarken düşünecek çok zamanım oldu; bu dünyanın düzenini, yaşamakta olan her  hayvan kadar kavradığımı söyleyebilirim. Bugün sizlerle konuşmak istediğim de bu işte. 
"Evet yoldaşlar, yaşadığımız hayat nasıl bir hayattır? Açıkça söylemekten korkmayalım: Şu kısa ömrümüz yoksulluk içinde, sabahtan akşama kadar uğraşıp didinmekle geçip gidiyor. Dünyaya geldikten sonra yaşamamıza yetecek kadar yiyecek verirler; ayakta kalanlarımızı canı çıkana kadar çalıştırırlar; işlerine yaramaz duruma geldiğimizde de korkunç bir acımasızlıkla boğazlarlar. İngiltere'de, bir yaşına geldikten sonra, hiçbir hayvan mutluluk nedir bilmez, hiçbir hayvan dinlenip eğlenemez. İngiltere'de hiçbir hayvan
özgür değildir. Hayatımız sefillikten, kölelikten başka nedir ki! İşte, tüm çıplaklığıyla gerçek budur. "Peki, bu durum, Doğa'nın bir yasası mıdır? Ülkemiz, topraklarında yaşayanlara düzgün bir hayat sunamayacak kadar yoksul mudur? Hayır, yoldaşlar, asla! İngiltere toprakları bereketlidir; havası suyu iyidir yurdumuzun; bugün bu ülkede yaşayan hayvanlardan çok daha fazlasına bol bol yiyecek sağlayabilir. Yalnızca şu bizim çiftlik bile bir düzine atı, yirmi ineği, yüzlerce koyunu besleyebilir; besleyebilir ne demek, onlara bugün bizim hayal bile edemeyeceğimiz kadar rahat ve onurlu bir hayat yaşatabilir. Öyleyse, bu sefilliğe neden boyun eğelim? 
İnsanlar, emeğimizle ürettiklerimizin neredeyse tümünü bizden çalıyorlar. İşte, yoldaşlar, tüm sorunlarımızın yanıtı burada. Tek bir sözcükte özetlenebilir: İnsan. Tek gerçek düşmanımız İnsandır. İnsan'ı ortadan kaldırın, açlığın ve köle gibi çalışmanın temelindeki neden de sonsuza dek silinecektir yeryüzünden. 
"İnsan, üretmeden tüketen tek yaratıktır. Süt vermez, yumurta yumurtlamaz, sabanı çekecek gücü yoktur, tavşan yakalayacak kadar  hızlı koşamaz. Gene de, tüm hayvanların efendisidir. Hayvanları çalıştırır, karşılığında onlara açlıktan ölmeyecekleri kadar yiyecek verir, geri kalanını kendine ayırır. Bizse emeğimizle tarlayı sürer, gübremizle toprağı besleriz; oysa hiçbirimizin postundan başka bir şeyi yoktur. Siz, şu karşımda oturan inekler; bu yıl kaç bin litre süt verdiniz? Güçlü kuvvetli danalar yetiştirmek için gerekli olan sütleriniz nereye gitti? Her bir damlası düşmanlarımızın midesine indi. Siz, tavuklar; bu yıl kaç yumurta yumurtladınız, o yumurtaların kaçından civciv çıkarabildiniz? Tümüne yakını pazarda satıldı, Jones ve adamlarına para kazandırdı. Ve sen, Clover, doğurduğun o dört tay nerede; yaşlandığında sırtını dayayacağın, keyfini süreceğin o taylar nerede? Dördü de bir yaşına geldiklerinde satıldı; onları bir daha hiç göremeyeceksin. İnsanlara verdiğin o dört tay ve tarlalardaki emeğinin karşılığında bir avuç yem ve soğuk bir ahırdan başka ne gördün? 
"Kaldı ki, yaşadığımız şu sefil hayatın doğal sonuna varmasına bile izin vermezler. Ben gene talihli sayılırım, onun için pek o kadar yakınmıyorum.  On  iki yaşındayım, dört yüzden fazla çocuğum oldu.  Bir domuz  için çok doğal. Ama hiçbir hayvan sonunda o gaddar bıçaktan  kaçamaz. Siz, karşımda oturan  genç  domuzlar; bir yıla kalmaz, bıçağın altında ciyaklaya ciyaklaya can verirsiniz.  İnekler,  domuzlar,  tavuklar, koyunlar;  bu  korkunç son hepimizi bekliyor, hepimizi. Atların ve köpeklerin yazgısı da bizimkinden farklı sayılmaz. Sen, Boxer, şu koca kasların gücünü yitirmeye görsün, Jones o saat, sakat ve kocamış atları alan kasaba satar seni. Kasap da gırtlağını keser, kazanda kaynatıp av köpeklerine mama yapar. Köpeklere gelince; yaşlanıp dişleri dökülmeye görsün, Jones boyunlarına bir taş bağlar, en yakın göle atar. 
"Öyleyse, yoldaşlar, bu hayatta başımıza gelen tüm kötülüklerin insanların zorbalığından kaynaklandığı gün gibi açık değil mi? Şu İnsanoğlu'ndan kurtulalım, emeğimizin ürünü bizim olsun. İşte o zaman zengin ve özgür olacağız. Öyleyse, ne yapmalı? Gece gündüz, var gücümüzle insan soyunu alt etmeye çalışmalı!  İşte, söylüyoru m yoldaşlar: Ayaklanın! Bu Ayaklanma ne zaman gerçekleşir bilemem, bir haftaya kadar da olabilir, yüz yıla kadar da; ama şu ayaklarımın altındaki samanı gördüğüm gibi görüyorum: Hak er geç yerini bulacaktır. Yoldaşlar, şu kısa ömrünüzde bunu aklınızdan çıkarmayın! Ve en önemlisi, bu öğüdümü sizden sonra gelenlere iletin ki, gelecek kuşaklar zafere kadar savaşsın. 
"Ve yoldaşlar, kararlılığınız asla, ama asla sarsılmasın. Hiçbir tartışma sizi yolunuzdan saptırmasın. İnsan ile hayvanların ortak bir çıkarı vardır, birinin dirliği öbürlerinin de dirliğidir, diyenler çıkabilir. Onlara sakın kulak asmayın. Hepsi yalan. İnsanoğlu, kendinden başka hiçbir yaratığın çıkarını gözetmez. Bu savaşımımızda hayvanlar arasında tam bir birlik kurun, kusursuz bir yoldaşlık sağlayın. Bütün insanlar düşmandır! Bütün hayvanlar yoldaştır!" 
   Tam o sırada müthiş bir gürültü koptu. Koca Reis konuşurken, deliklerinden dışarı süzülen dört iri sıçan, arka ayaklarının üzerine oturmuş, onu dinlemeye koyulmuşlardı. Köpekler, onları görür görmez saldırıya geçmişler; sıçanlar çarçabuk deliklerine kaçarak  canlarını zor kurtarmışlardı. Reis, ön ayağını kaldırarak herkesi susturdu: 
"Yoldaşlar. Çözmemiz gereken bir sorun var. Sıçanlar ve tavşanlar gibi yabanıl hayvanlar, dostumuz mu, düşmanımız mı? Oylamaya koyalım. Şu soruyu soruyorum: Sıçanlar yoldaşımız mıdır?" Hemen oylamaya geçildi; çok büyük bir çoğunlukla sıçanların yoldaş olduklarına karar verildi. Yalnızca dört karşı oy çıkmış, onlar da üç köpekle kediden gelmişti. Sonradan, kedinin hem evet, hem de hayır oyu kullandığı anlaşıldı. Koca Reis, sözünü sürdürdü: 
"Daha fazla bir şey söyleyecek değilim. Yalnız tekrarlamak istediğim bir nokta var: İnsan'a ve onun başının altından çıkan tüm uğursuzluklara karşı düşmanca davranmanın göreviniz olduğunu hiçbir zaman akıldan çıkarmayın. İki ayaklılar düşmanımızdır. Dört ayaklılar ve kanatlılar dostumuzdur. Şunu da unutmayın ki, İnsan'a karşı savaşırken sonunda ona benzememeliyiz. Onu alt ettiğiniz zaman bile, onun kötü alışkanlıklarını benimsemeye kalkmayın. Hiçbir hayvan asla bir evde yaşamamalı, yatakta yatmamalı, giysi giymemeli, içki ve sigara içmemeli, paraya el sürmemeli,  ticaretle uğraşmamalı. İnsan'ın bütün alışkanlıkları kötüdür. Ve en önemlisi, hiçbir hayvan kendi türünden olanlara zorbalık etmemeli. Güçlüsü güçsüzü, akıllısı akılsızı, hepimiz kardeşiz. Hiçbir hayvan başka bir hayvanı öldürmemeli. Bütün hayvanlar eşittir. 
"Yoldaşlar, artık dün gece gördüğüm düşten söz edebilirim. Tam olarak anlatmam mümkün değil, ama İnsan ortadan kalktıktan sonra yeryüzünün nasıl bir yer olacağını gördüm diyebilirim. Çoktandır unutmuş olduğum bir şeyi anımsadım. Yıllar önce, ben küçük bir domuzken, annem ve öteki dişi domuzlar, yalnızca ezgisini ve ilk üç sözcüğünü bildikleri eski bir şarkı söylerlerdi. Şarkının ezgisini çocukken öğrenmiştim, ama nicedir aklımdan çıkmıştı. Dün gece düşümde geri geldi şarkının ezgisi. Dahası, şarkının sözlerini de anımsadım. Hiç kuşkum yok, hayvanların çok eski çağlarda söyledikleri, kuşaklardır unutulmuş olan şarkının sözleriydi bunlar. Şimdi, yoldaşlar, size bu şarkıyı söyleyeceğim. Yaşlıyım, sesim kısık, ama ezgisini öğrettiğim zaman siz şarkıyı çok daha güzel söyleyebilirsiniz. Şarkının adı, İngiltere'nin Hayvanları." Koca Reis, gırtlağını temizleyip şarkıya başladı. Gerçekten de kısıktı sesi, ama hiç de fena söylemiyordu. Şarkının coşkulu bir ezgisi vardı, Clementine ile La Cucuracha arası bir şarkıydı. Sözleri şöyleydi: 
İngiltere ve İrlanda'nın hayvanları, Bütün ülkelerin, bütün iklimlerin hayvanları, Kulak verin müjdelerin en güzeline, Düşlediğimiz Altın Çağ önümüzde.

Er geç bir gün gelecek, Zorba İnsan devrilecek, İngiltere'nin bereketli topraklarında Yalnızca hayvanlar gezinecek.

Burnumuza geçirilen halkalar, Sırtımıza vurulan semer sökülüp atılacak, Karnımıza saplanan mahmuz çürüyüp paslanacak, Acımasız kırbaç bir daha şaklamayacak.

Zenginlikler düşlere sığmayacak, Buğdayı arpası, yulafı samanı, Yoncası, baklası, pancarı, O gün hepsi bizim olacak.

İngiltere'nin çayırları daha yeşil, Irmakları daha aydınlık olacak, Rüzgârlar daha
tatlı esecek, Biz özgürlüğümüze kavuşunca.

O günü göremeden ölüp gitsek de, Herkes bu uğurda savaşmalı,  İneklerle atlar, kazlarla hindiler el ele, Özgürlük uğruna ter akıtmalı.

İngiltere ve İrlanda'nın hayvanları, Bütün ülkelerin, bütün iklimlerin hayvanları, Kulak verin müjdeme, haber salın her yere, Düşlediğimiz Altın Çağ önümüzde. Şarkı, hayvanların yüreğine yabanıl bir coşku salmıştı. Reis daha sonuna gelmeden, hep birlikte söylemeye başlamışlardı. En aptalları bile şarkının ezgisini ve birkaç sözünü kapmıştı; domuzlar ve köpekler gibi akıllı olanlarıysa şarkının tümünü birkaç dakikada ezberlemişti. Birkaç denemeden sonra, he p bir ağızdan söyledikleri İngiltere'nin Hayvanları ile inledi çiftlik. İnekler böğürüyor, köpekler havlıyor, koyunlar meliyor, atlar kişniyor, ördekler vaklıyordu. O kadar hoşlarına gitmişti ki, şarkıyı baştan sona tam beş kez söylediler; Bay Jones uyanmasa, belki de sabaha kadar söyleyeceklerdi. Ama ne yazık ki, Bay Jones gürültüden uyandı; avluya tilki girdiğini sanarak yatağından fırladı. Her zaman yatak odasının köşesinde duran tüfeğini kaptığı gibi karanlığa saçma yağdırdı. İri saçmalar samanlığın duvarına saplanır saplanmaz, toplantıdaki hayvanlar çil yavrusu gibi dağıldılar. Herkes yattığı yere koştu. Kuşlar tüneklerine sıçradılar, hayvanlar saman döşeklerine uzandılar. Çok geçmeden bütün çiftlik uykuya daldı.