Öne Çıkan Yayın

Nazım Hikmet / CEVAP

  CEVAP  O duvar o duvarınız,                 vız gelir bize vız! Bizim kuvvetimizdeki hız, ne bir din adamının dumanlı vaadinden, ne de bir...

11 Haziran 2019 Salı

BULUŞMA ~ Ahmet ERHAN

BULUŞMA

Hiçlik'te bulaşalım sevgilim, oturup konuşalım 
Dört yanımız dizboyu insan 
Yağmurdan bile usanalım 
Yağmurla sevişirken 

Bende inanmaların çağı geçti 
Sende sanki ilkbahar 
Bizimkisi karşıtların birliği 
Böyle sevgili olunur herhal 

Nihilist bir otobiyografi 
Buldum iç cebime astım 
Ben de bir kelimeyim ölümün dağarcığında 
Türkiye benim yurdum 

Hiçlik'te buluşalım, öpüşürken göz kırpalım 
Başağrısı çekelim üç gün üç gece 
Yalnızlığın sularını bulandıralım 
Görünmesin bir şey geride 

Ben ki boynumda süpürgeler taşırım 
Ardımdan gelenler ırgalamaz 
Hiçlik'te buluşalım ve konuşmayalım 
Dünyaya çarpan yürek onmaz 

Hızla yaşadım genç ölmedim 
Bir koşuymuş yaşam geç anladım 
Otuzu geçiyorken saate baktım 
Ben yanlız bir adamım tırnaklarım uzamaz 

Beni kimseler sevmez...
Ahmet ERHAN

5 Mayıs 2019 Pazar

AY ~ Haydar ERGÜLEN

AY

Eksik bıraktığını ay tamamlıyor şimdi
Uzak sessizliğin ki anı kadar siyah
Sözleriyle hicran kuyusuna kapattı beni:
Ay nice batsa da meğer insanlar kadar
Karanlıkta bırakmazmış kimseyi! Sen bütün
Geceyi topladın üstüne ve bir bir söndü
Masumluğun küçük fenerleri, yıldızlar
Bir kez aydınlatır çünkü gövdeyi, bir kez
Gölge düşmesin anıya, birbirimizden önce
Onlar terkeder bizi: Yıldızlarla dolu
Olabilir mi seninle beraber bakmadığımız
Gökyüzü? Ah eski kamer, nerede o aşk
Gibi içime doğduğun geceler, yeni ay fena
Çıktı aramıza, çarpışarak karanlık sulara
Gömülen şu gövdelere bak, dil karanlık
Söylemese de sular da aydınlanır ve aysar
Ruhlarımız buluşurdu ya gövdenin sahilinde,
Gürültünün yolunda gittiğini fısıldar gibi
Şimdi ruhların eksikliğini de gövde tamamlar
Ayın altında daha karanlıktır bazı anılar...
Haydar ERGÜLEN

BİR GÜN ÖLÜRÜM ~ Metin ALTIOK

BİR GÜN ÖLÜRÜM
 
Uzak, solgun çocukluğum;
Akşam alacası, kasaba,
Çatılarda kargalar,
Hüzünlü gençliğim;
Sabahçı kahveleri,
Umutsuz aşklar.
Bir anı tüneği şimdi
Yaşadığım geçmiş yıllar.

Ben derim ki;
Ömrüm, ömrüm!
Mumlar neden eriyip sönerler de
Tersine doğru yanmazlar
Uzayarak yeniden
Ve insan doğmak ister mi
Bir daha ölmek için?

Ölümü arayarak geçti
Bunca yılım.
Kötü annem
Beni komşunun oğlu kadar seven,
Yok olan babamdı belki
Ölüm tutkumu pekiştiren.

Elbet bir gün ölürüm.
Ömrüm, ömrüm
Ve yanan mum,
Kara bir fitil bırakan ardında.
Ne kadar benziyor birbirine.

Zifiri karanlık gece.
Mum bitti, yanmadı tersine.
Beyaz mürekkeple yazdım
Bu şiiri karanlığın üstüne.

Ben derim ki;
Geçip gider zaman.
Geri alınmaz bazı şeyler.

Ömrüm, ömrüm
Ve yanan mum biter.

Soğur cehennem bile!
Metin ALTIOK

ANLIKLAR ~ Şükrü ERBAŞ

ANLIKLAR
i
kimseleri istemiyorum
düşüncelerimde yola çıktığım vakit
gerçeğin beni bunalttığı günlerde
dilimden düşürmediğim bir şarkı gibi
sen ol sesimin konak yerlerinde
yeter…
ii
yüzün de olmasaydı
dünyayı yumuşatan o yaz bulutu gülüşün
günlerim neye benzerdi, ya ömrüm?
karanlık bir mahzende soluk bir resim
rutubet, toz ve küf kokuları içinde
eskir eskir eskirdi.
iii
insan kendini duymadığı bir günü
nereye kadar taşıyabilir
alın çizgisinin sıkıntı çukurunda
sesinde senin adın
ufkunda yüzün yoksa..
iv
bir salkım söğüde benzetiyorum seni
uzak, çok uzak kıyıları süsleyen
kendimi unutulmuş bir ırmağa
yalnızlığın ufuklarını bütünleyen
düşmüyor bür gün olsun
sularıma gölgen..
v
ılık bir esinti gibi incecik
süzülen bulutundan parmaklarının
öksüz bir boşluk kaldı avucumda
içinde ömrümün yaralı yılları
ve yeni yeni güzelleşmeye başlayan
ankara çırpınan..
vi
senin bana gelişin günler içinde
bir su serinliğidir olsa olsa
ince kırılışlarla güneşin altın kanatlarından
ağustos topraklarına dökülen
içtikçe susuzluğumu arttırır gülüşün.
vii
yanlış bir kapıyım ben
önünde yanılmış bir çocuğun durduğu
açılsam acılara değer kanatlarım
açılmasam
simsiyah bir mutsuzluktur duruşum
viii
sabah yüzündür, akşam yüzünü dönüşün
gece, bıraktığın boşluktur ardına
ve şiir
o ince hilaldir lacivert yalnızlıklarda
sarınıp süzgün ışığına
katlanmanın türküsünü söylediğin..
ix
“değişme” diyen sesin kaldı geride
terkedilmiş evlerde hayal gibi yankılanan
“sen böyle güzelsin…”
değişemezdim. değişmedim.
ömür sürüyor yine yırtarak yürek zarını
aykırı soruların o bildik seyrinde
küçücük bir incelikle ışıklanıp
düşerek gölgeler içinde
aldanışın içedönük o gücenik ülkesine.
x
seni koruyacağım sana bile sezdirmeden
gökyüzü gibi uzaktan ve beklentisiz
gereceğim yüreğimi üzerine.
– sevmek biraz da bu değil midir? –
ıslatmasa da sesini bir daha
bir isyan türküsü gibi sürdüreceğim yağmurunu
düşlere ömürler veren o duygu bulutunun…
Şükrü ERBAŞ

30 Nisan 2019 Salı

UNUTMAK YOK ~ Pablo Neruda

U N U T M A K  Y O K

Nerelerdeydin diye sorarsan
"Hep eskisi gibi", diyeceğim.

Toprağı örten taşlardan söz edeceğim,
sürdükçe kendini harcayan ırmaktan

Ben yalnız kuşların yitirdiklerini bilirim,
gerilerde kalan denizi bilirim,
bir de ağlayan ablamı

Neden ayrı adlarla anılıyor ülkeler,
neden günler yeni günleri izliyor?
Neden koyu bir gece birikiyor ağızda?

Neden ölüler?

Nereden geliyorsun diye sorarsan,
bölük pörçük kelimelerle konuşmak zorundayım,
ağzı zehir gibi yakan araçlarla,
çoğu çürümeye yüz tutmuş hayvanlarla
ve avutamadığım yüreğimle.

Andaç değil yanımızda götürdüklerimiz,
unutuşta uyuklayan sarımsı kumru değil,
yaşlarla kaplı yüzler, boğazımıza yapışan eller
ve yapraklardan sıyrılan şey:
aşınmış bir günün karanlığı,
acıyı kanımızda tatmış bir günün

İşte menekşeler, işte kırlangıçlar,
bize sevinç veren ne varsa,
geçici ve küçük duyarlıkların yan yana göründüğü
süslü kartpostallarda.

Ama bu sınırın ötesine geçmeliyim,
dişlemeliyim sessizliğin çevresindeki kabuğu,
ne karşılık vereceğimi bilemem:

öyle çok ki ölüler,
ve öyle çok ki al güneşle yarılmış hendekler,
ve öyle çok ki gemilere vuran miğferler,
ve öyle çok ki öpüşlerle kilitli eller

ve öyle çok ki unutmak istediklerim.
P a b l o  N e r u d a

22 Mart 2019 Cuma

YAĞMUR ve FRANSIZCA ~ Haydar ERGÜLEN

YAĞMUR ve FRANSIZCA
1.
Eski arkadaşlıklar resimliydi
‘canım arkadaşıma cansız hatıra’
fotoğraflar siyah-beyaz, hatırası derindi
bir gözü tenhaydı Şahin’in bir gözü kalabalık
arkadaşı gibi gözü var mı insanın
nasıl olsa dünyaya aynı gözle bakacaktık
Ben senin tenha gözün olacaktım hem
tek başıma en kalabalık arkadaşın
yarım bir çocuk olarak beni
bu dünyaya erkenden bırakmasaydın
2.
İnsan arkadaşına benzer
ve iyidir benzemesi
arkadaşlığın da eski bir şehre
hele usul sesliyse şehir, trenler de
bölmemişse henüz arkadaşlığın sesini
Ben benzemenin iyi olduğu şehirlerden
yani benzediğim ne varsa eskiden
yavaş akan bir şehir, sakin kitaplar,
su aziz ve biz büyüdükçe yeşil
bir nehir, kuşları bile dalında yerli
bir şehirden birden kanatsız uçtum
kayıp ikizlerle dolu bir şehre düştüm
baktım herkes benzersizin peşinde
herkes kayıp arayan yok kendini
anladım beyhûdeymiş benzerimi aramak
eski arkadaşlıkların payına bir damla bile
gözyaşının düşmediği şehirde
3.
Biz iki çocuktuk, şimdi çok eski
isimler gibi hatırda dursa da dile gelmeyen
şiirler gibi kimse anlamayacaktı zaten
bizim birbirimizden ne anladığımızı
Biz iki çocuktuk ve kelimeler
yeniydi, dilimizi yakıyordu,
büyüktü, çocuk ruhumuzu dağlıyordu
sokaktan nereye kaçsak
filmlere, kitaplara, evlere
gözün suçu hızla ağırlaşıyordu
Biz iki çocuktuk, iki arkadaş
birbirimizden başka kahramanımız yoktu
gözlerimiz arkadaşlıkla dolu dolu
çıkıyorduk filmlerden, romanlardan da
sessizce yürüyorduk birbirimize çıkan
içimizdeki en uzun yolu
4.
Biz iki çocuktuk gülün gözünde
kim daha çok yağacak! Nefes nefese,
Fransızca karatahtada rouge et noir, pencerede
Türkçe bir bulut öyle mavi öyle saf
ikimizin de aklında gülden aferin almak
aferin çocuklar, aferin sevinçli bulut
böyle derdi Gazi Eğitim’den Gül hoca:
Dil bir buluttur, yağdıkça şiir olur…
Bu şiiri yazarsam sanki o bulutun gözlerinden
yaşlar boşanacak gibi mutluluk ve kederden
sanki, sanki diye bir mevsimmiş anılar
gibi diye bir günmüş çocuk ömrümüz
birbirine baka baka mavi iki bulutmuşuz da biz
çıkmazmış ikimizden mavi bir yağmur
ve mavi bir umutsuzluktan kararırmış hayatımızdaki gül
kararmış bir gül yağmurda heves bırakmaz
heves yarım kalırsa mavi de yarım
yağmur yarım kalırsa Fransızca da yarım
iki çocuktan hangi bahçeye kalsa gül yarım
yarım gülden kalan şiir başka gülde açılmaz
5.
“Kimsenin gözlerinde böyle bir kalp görmedim
aradım da bir daha kimsede o kadar
göz o kadar siyah ve öyle bordo
bir gül ki yarısı bile kelimeleri yakar
o kelimeler ki söylenmemiştir daha
ve şımartmamıştır bir şiiri henüz
çünkü ben bir buluttum öldüğümde
yağmur olacak kadar kelime yoktu elimde
yazda haylaz, güzde gazel, yolda avare
değildi bize benzerdi kelimelerimiz
aynı evdeydik sanki, kelimeler de annemiz
Dünya gurbetinden dönenler söylüyor şimdi
arkadaşım yağmur olmuş: unutulmamak ne iyi
ve ne güzel Türkçe gibi mavi bir şiir yazmak,
yağmurda bir gülü Fransızca hatırlamak
Il pleu sur la rose… sur la rose… rose…
İki bulut bir gül olduk hemen dağıldık
bulut öldü, gül karardı, yağmuru bıraktık
yapayalnız gurbete, bilmem bu zalimliği
yağmura nasıl yaptık: ona kaldı yarım
bıraktığımız her şeyden yarım hatıra,
yarım gül, yarım şiir ve yarım arkadaşlık…”
6.
Yağmur gibi Fransızca konuşacaktık
bulut gibi Türkçe ağlayacaktık
biz, iki çocuk kalacaktık, büyürsek
dokunur diye gözlerimiz o güle
Konuşmadık
ağlamadık
dokunmadık
biz, iki çocuk…
Kalmadık!
7.
Keşke burada olsaydın
keşke burada olsaydım

Haydar ERGÜLEN

5 Şubat 2019 Salı

GÖZDEKİ ZERRE ~ Sylvia PLATH


GÖZDEKİ ZERRE

Gün ışığı gibi masumca durup baktım
Atlardan bir tarlaya, boyunlar eğilmiş, yeleler rüzgârda,
Kuyruklar akmakta çınarların
Yeşil zeminine. Damların üzerinden
Kilisenin beyaz kulelerine çarpmakta güneş,
Tutarak atları, bulutları, yaprakları
Adamakıllı kök salmışlar, bir deryadaki kamışlar misali
Sola doğru yüzse bile hepsi.
O vakit kıymık uçup saplandı gözüme,
Batıp kararttı gözümü. Sıcak bir yağmurda
Biçimlerin eriyişini gördüm sonra:
Atlar eğilmişti değişken yeşile,
Çift hörgüçlü develer ya da ünikornlar gibi tuhaftılar,
Tek renkli bulanık kenarlarda otlamaktaydı,
Daha iyi bir zamandan kalma vahanın hayvanları.
Aşındırarak göz kapaklarımı, yanmaktadır küçük zerre:
Kendimin, atların ve filizlerin etrafında
Dönendiği o kırmızı cüruf.
Ne göz yaşları ne de göz banyolarının
Dindiren taşkını çıkarabilir bu parçayı:
Batıyor, ve bir haftayı buldu batıp durması:
Kabul ederim artık tenin kaşıntısını,
Kör olmaktır bunun sonu ve başı.
Düşlerim Ödipus olmayı.
Yataktan önceki, bıçaktan önceki,
Broş iğnesinden ve bu parantezlerde
Beni bağlayan merhemden önceki
Kendime geri dönmektir istediğim;
Atlar akıyor rüzgârda,
Bir mekân, bir zaman, çıkıp gitmiş akıldan.

Çeviren: İsmail Haydar Aksoy
[1959]
Sylvia PLATH

25 Ocak 2019 Cuma

OĞUL ~ Ahmet ERHAN

                        
OĞUL
Anne ben geldim, üstüm başım
Uzak yolların tozlarıyla perişan
Çoktan paralandı ördüğün kazak
Üzerinde yeşil nakışlar olan

Anne ben geldim, yoruldum artık
Her yolağzında kendime rastlamaktan
Hep acılı, sarhoş ve sarsak
Şiirler çırpıştıran bi adam

Kurumuş kuyunun suyu, incirin
sütü çoktan çekilmiş
Bir zamanlar dünya sandığım bahçeyi
Ayrık otları, dikenler bürümüş

Kapıdaki çıngırak kararmış nemden
Atnalı ve sarmısak duruyor ama
Oğlum, mektup yaz diyen
Sesin hala kulaklarımda

Anne ben geldim, ağdaki balık
Bardaktaki su kadar umarsızım
Dizlerin duruyor mu başımı koyacak?
Anne ben geldim, oğlun, hayırsızın..
              Ahmet ERHAN

15 Ocak 2019 Salı

KADINLAR ~ Bejan MATUR

KADINLAR

Mavi dövmeleri
Ve bitmek bilmez yasların çürük izleriyle
Durup ateşe bakıyorlar.
Rüzgar estiğinde hepsi ürperiyor
Göğüsleri değiyor toprağa

Ellerinde yanan odunlar taşıyan kadınlar
Siyah kazanların pası çökmüş yaşlılığıyla
Dolaşıp duruyorlar.
Ateşin öfkesi kabardığında
Sesler artıyor.
Orada ateş hiç bitmiyor
Söndürmek bir bela

Göğüsleri pörsüyen kadınlar
Ellerinin korkunç inceliğiyle
Tutacakları odunların sertliğini düşünmekte
Ve susmaktalar.
Sustuklarında yaşları farkedilmiyor
Toprak kokuyor bağırdıklarında

Nereye yaslanacaklarını unuttuklarından
Gözlerini toprağa bırakıyorlar
Çünkü bulutlar gökte kalıcı değil
En içten
Toprağa veriyorlar kendilerini
Ve kokuyorlar arasıra
Bejan MATUR

VİYOLONSEL YALNIZLIĞI ~ Attilâ İLHAN

VİYOLONSEL YALNIZLIĞI

sonra çoğalıyorum tuz içerek
engerek korkuları arasında
isa'nın bilmem kaçıncı haftasında
baş baş istanbul'u büyüterek
sonra doktor sabiha siyaha en yakın
yenice paketinin arkasında
elleri cezayir savaşında
zehirini sağıyor karanlığın
sonra kış müthiş bir ivan akşamı
dostoyevskiy yaşamasında
çarın saltanat arabasında
eski nihilistlerin kanı

sonra hüzzam makamından bir beste ki
tıbbiyelilerin boğdurulduğu
abdulhamid sarayının uğursuzluğu
tüy kalemlerinin üstündeki
kaiser bıyıklarıyla ve genç osmanlılar
zilkade gözlüklerinde kar suyu
paris'te ahmed rıza grubu
boulevard des italiens'de orospular
sonra doktor sabiha iki miyop
bir yerde bırakmış doktorluğunu
harbiye nezaretinde tutuklu
ölümünü görüyor sinemaskop

karanlıkta çaktığım sonra o kibrit
meşveret gazetesini aydınlatıyor
uykularım kıvamsız çabuk dağılıyor
zincirini koparmış içimdeki it
sonra kürt mustafa divanharbında
ölüm gömleğimiz en padişah mor
bir kadın Cezayir'de ud çalıyor
işlek bilekleri kurtuluş komitasında
sonra doktor sabiha'nın ebonit ağızlığı
yaşamak oldum olasıya böyle zor
özgür olmadı mı insan yaşamıyor
boylu boyunca viyolonsel yalnızlığı
Attilâ İLHAN

14 Ocak 2019 Pazartesi

GÜLLER AĞLAR İÇİMDE ~ Ümit Yaşar OĞUZCAN

GÜLLER AĞLAR İÇİMDE


Ne zaman ayrılık saati gelse
En vazgeçilmez yerinde yaşamın
Duysak ayak seslerini akşamın
Ve sokaklardan el ayak çekilse
Bir ürpertiyle duyarım o zaman
Seni çağıran sesi uzaklardan


Ne zaman ayrılık saati gelse
Bir gariplik çöker içime birden
Kalan tek anı gibi bir devirden
Durmadan çalınır o gamlı beste
Sanki bilir dem hazin öykümüzü
Bulutlar ağlar, kararır gökyüzü


Ne zaman ayrılık saati gelse
Bir çaresizliğe anlatır gibi
Birden değişir gözlerinin rengi
Mavi solar, koyulaşır yeşilse
Sarınca ruhunu eski bir hüzün
Uçar gider pembeliği yüzünün


Ne zaman ayrılık saati gelse
Uzatsan özlemle dudaklarını
Tüm ağaçlar döker yapraklarını
Ne çiçek kalır ortada, ne bahçe
Sadece uğultusu o rüzgarın
Ve bir umut kırıntısı: Belki yarın


Ne zaman ayrılık saati gelse
Bir fırtına çıkmışcasına, büyük
İçimdeki güllerin boynu bükük
Bir zaman kalakalırım öylece
Neden sonra gittiğini anlarım
İçimde güller ağlar, ben ağlarım...
Ümit Yaşar OĞUZCAN

HAYVAN ÇİFLİĞİ BİR PERİ MASALI (6.blm.) ~ GEORGE ORWELL

GEORGE ORWELL
HAYVAN ÇİFLİĞİ
BİR PERİ MASALI

ALTINCI BÖLÜM
Koca bir yıl köle gibi çalıştılar. Ama böyle çalışmaktan mutluydular; ne yapıyorlarsa, bir avuç aylak ve soyguncu insanın çıkarı için değil, kendi çıkarları uğruna ve gelecek kuşaklar için yaptıklarının bilincinde olduklarından, var güçleriyle çabalıyorlar, her türlü özveriye sessizce katlanıyorlardı.
İlkbahar ve yaz boyunca haftada altmış saat çalışmışlardı. Ağustos geldiğinde, Napoléon, pazarları öğleden sonra da çalışılacağını açıkladı. Bu kesinlikle gönüllü bir çalışma olacak, ama işe gelmeyen her hayvanın tayını yarıya indirilecekti. Böyle olmasına karşın, bazı işlerin yapılmasından vazgeçmek zorunda kalındı. Hasat önceki yıl kadar bereketli değildi; iki tarla, vaktinde sürülemediği için ekilememişti. Yaklaşmakta olan kışın zorlu geçeceğini kestirmek için de kâhin olmak gerekmiyordu.
Yel değirmeni beklenmedik güçlükler çıkarıyordu. Çiftlikte büyük bir kireçtaşı ocağı vardı; küçük binalardan birinde kum ve çimento bulunmuştu; dolayısıyla, her türlü inşaat malzemesi ellerinin altındaydı. Ama hayvanların ilk başta çözemedikleri sorun, taşların uygun boyutta parçalara nasıl ayrılacağıydı. Keski ve balyoz gerekiyordu, oysa hayvanlar arka ayaklarının üzerinde duramadıkları için bu aletleri kullanamıyorlardı. Haftalar boyu düşünüp taşındılar, tam umutlarını yitirmek üzereydiler ki biri, bir çözüm buldu: Yerçekiminden yararlanacaklardı. Taşocağı, kırılmadan kullanılamayacak kadar büyük kaya parçalarıyla doluydu. Bu kaya parçalarını iplerle bağladılar; sonra inekler, atlar, koyunlar, ipi tutabilen tüm hayvanlar −zor durumlarda domuzlar bile− kayaları ağır ağır yokuş yukarı taşocağının tepesine kadar çektiler. Oradan salıverdikleri kayalar aşağıda paramparça oluyordu. Taşları taşımak daha kolaydı. Atların çektiği yük arabaları çok işe yaradı; koyunlar taşları teker teker sürüklediler; Muriel ile Benjamin bile kendilerini eski bir arabaya koşarak katkıda bulundular. Yaz sonuna kadar yeterince taş yığılınca, domuzların gözetimi altında inşaat başladı.
Ne var ki çok vakit alan zorlu bir uğraş vermişlerdi. Tek bir kaya parçasının taşocağının tepesine çıkartılması çoğu zaman bütün bir günlerini alıyor ve olağanüstü bir çaba  gerektiriyordu.  Bazen  de,  aşağı  yuvarlanan  kaya parçalanmıyordu.  Gücü,  neredeyse  geri kalan  hayvanların tümünün gücüne eşit olan Boxer olmasaydı, belki de bu işin üstesinden gelemeyeceklerdi. Tepeden aşağıya kayan  kaya  parçasıyla  birlikte sürüklendiklerini  gören hayvanlar  umarsızca  bağırmaya  başlayınca,  Boxer hemen imdada yetişiyor, ipe olanca gücüyle asılarak kayayı durduruyordu. Hayvanlar, onun kayanın kaymasını önlemek  için soluk  soluğa  didinişini,  ayaklarının  ucuyla toprağa tutunuşunu, geniş sağrılarının kan ter içinde kalışını hayranlıkla izliyorlardı. Bazen Clover onu kendisini fazla zorlamaması için uyarıyor ama Boxer ona asla kulak asmıyordu. "Daha çok çalışacağım" ve "Napoléon  her zaman haklıdır" sloganları, onun gözünde, bütün sorunların ilacıydı. Kendisini yarım saat değil de, kırk beş dakika erken uyandırması için küçük horozla anlaşmıştı. Bütün bunlar yetmiyormuş gibi, artık iyice azalmış olan boş vakitlerinde de tek başına taşocağına gidiyor, kırılmış taşları topluyor, kimseden yardım görmeksizin sürükleyerek yel değirmeninin yapılacağı yere getiriyordu.
İşlerin ağırlığına karşın, hayvanlar o yazı çok da kötü geçirmediler. Tayınları Jones'un zamanındakinden daha çok değildi, ama daha az da sayılmazdı. En azından, artık doymak nedir bilmeyen beş insanı beslemekten kurtulmuşlardı; yalnızca kendilerini besliyor olmalarının keyfi o kadar büyüktü ki, çektikleri güçlüklere seve seve katlanıyorlardı. Ayrıca, hayvanların iş görme yöntemi birçok bakımdan daha verimliydi ve emek savurganlığını önlüyordu. Sözgelimi, yaban otlarının ayıklanması gibi işler, insanların hiçbir zaman erişemeyeceği bir yetkinlikle yapılıyordu. Artık hiçbir hayvan hırsızlığa yeltenmediği için de, otlağı tarlalardan çitlerle ayırmaya gerek kalmamıştı; bu da, çitlerin ve parmaklıkların bakımı ve onarımına harcanan emekten kazanılmasını sağlıyordu. Gene de, yaz ilerledikçe, önceden kestirilemeyen bazı eksiklikler kendini duyurmaya başladı. Gazyağı, çivi, ip ve köpek bisküvisine; atnalı için demire gereksinim vardı; üstelik, bunların hiçbiri çiftlikte üretilebilecek şeyler değildi. Sonradan, tohum ve suni gübreye, çeşitli aletlere ve yel değirmeni için birtakım makine parçalarına da gereksinim duyulacaktı. Bunların nasıl sağlanacağını kimse bilemiyordu.
Bir pazar sabahı, buyruk almak için toplanıldığında, Napoléon yeni  bir  siyaset  belirlediğini  açıkladı.  Artık Hayvan Çiftliği  komşu  çiftliklerle  alışverişe  girecekti. Hiç kuşkusuz, tecimsel amaçlarla değil, yalnızca ivedilikle gerekli olan bazı malzemeleri edinebilmek amacıyla. Napoléon, "Yel değirmeninin gereksinimleri her şeyin üstünde tutulmalıdır," diyordu. Bu yüzden de, büyük bir saman yığınını ve o yılın buğday ürününün bir bölümünü satmak üzere anlaşmalar yapıyordu; sonradan, daha fazla  para  gerekirse,  Willingdon'da  her  zaman  pazarı olan yumurtalar da satılabilirdi. Napoléon'a bakılırsa, tavuklar bunu yel değirmeninin yapımına kendi özel katkıları olarak görmeli, böyle bir özveride bulunmaktan kaçınmamalıydılar.
Hayvanlar, bir kez daha, belli belirsiz bir tedirginliğe kapılmışlardı. İnsanlarla asla iş yapılmayacak! Asla ticarete girilmeyecek! Asla para kullanılmayacak! Jones'un çiftlikten kovulmasından sonra düzenlenen Zafer Toplantısı'nda alınmış olan ilk kararlar değil miydi bunlar? Bu kararların onaylandığını bütün hayvanlar anımsıyorlardı; ya da en azından anımsadıklarını sanıyorlardı. Napoléon'un toplantıları kaldırmasını protesto etmiş olan  dört küçük domuz, seslerini ürkekçe yükseltecek oldularsa da, ansızın köpeklerin ürkünç hırlamaları karşısında susmak zorunda kaldılar. Hemen ardından koyunlar, her zamanki gibi, "Dört ayak iyi, iki ayak kötü!" diye melemeye başladılar ve gergin hava geçiştirilmiş oldu. Az sonra,  Napoléon  ön ayağını kaldırarak herkesi susturdu ve her şeyi çoktan ayarladığını açıkladı. Çiftlikteki hayvanların insanlarla ilişkiye girmesinin son derece sakıncalı olacağını bildiği için, buna gerek kalmayacak koşulları oluşturmaya karar vermişti. Tüm sorumluluğu kendisi  üstlenecekti. Willingdon'da  oturan Bay Whymper adlı bir avukat, Hayvan Çiftliği ile dış dünya arasındaki işlerde aracılık etmeye razı olmuştu; her pazartesi sabahı çiftliğe gelip  Napoléon'dan  talimat alacaktı. Napoléon, konuşmasını  he r  zaman  olduğu  gibi  "Yaşasın  Hayvan Çiftliği!" çığlığıyla tamamladıktan sonra, hayvanlar İngiltere'nin Hayvanları şarkısını söyleyip  dağıldılar.
Çok geçmeden, Squealer, çiftliği dolaşıp hayvanların kafalarında beliren kuşkuları gidermeye koyuldu. İnandırıcı bir dille, aslında ticaret yapılmaması ve para kullanılmamasına ilişkin hiçbir karar alınmadığını, dahası böyle bir kararın önerilmesinin bile söz konusu olmadığını anlattı. Bütün bunlar, büyük bir olasılıkla Snowball'un ilk başlarda yaydığı yalanlardan kaynaklanan bir hayal ürünüydü. Squealer, bazılarının kafalarındaki kuşkuların gene de dağılmadığını fark ederek, kurnazca sordu: "Bu, sakın düşünüzde gördüğünüz bir şey olmasın, yoldaşlar? Böyle bir kararın belgesi var mı? Bir yerde yazılı mı?" Gerçekten de, ortalıkta böyle bir yazılı belge bulunmadığından, hayvanlar yanıldıklarını kabullenmek zorunda kaldılar.
Bay Whymper, önceden kararlaştırıldığı gibi, her pazartesi çiftliğe uğruyordu. Ivır zıvır işlerle uğraşan bir avukat olan Bay Whymper, favorili, ufak tefek, bakışları yaramaz bir adamdı. Ama Hayvan Çiftliği'nin eninde sonunda bir komisyoncuya gereksinim duyacağını ve bu komisyoncunun payının hiç de az olmayacağını çok önceden fark edecek kadar da açıkgözdü. Hayvanlar, onun gelip gidişlerini ürkerek izliyorlar, onunla karşılaşmaktan elden geldiğince kaçınıyorlardı. Ama gene de, dört ayaklı Napoléon'un iki ayaklı Whymper'a buyruklar verdiğini görmek, gururlarını okşuyor, bu yeni durumu bir ölçüde de olsa benimsemelerini sağlıyordu. İnsan soyuyla ilişkileri pek eskisi gibi değildi artık. İnsanların Hayvan Çiftliği'ne duydukları nefret azalmış değildi; tam tersine çiftliğin geliştiğini gördükçe her zamankinden daha çok nefret eder olmuşlardı. Hepsi de, çiftliğin eninde sonunda sıfırı tüketeceğine, daha da önemlisi yel değirmeni tasarısının tam bir fiyaskoyla sonuçlanacağına yürekten inanıyordu. Meyhanelerde bir araya geliyorlar, yel değirmeninin asla yapılamayacağını, yapılsa bile hiçbir zaman işlemeyeceğini birbirlerine çizimlerle anlatıp kanıtlamaya çabalıyorlardı. Öt e yandan, hayvanların kendi işlerinin üstesinden beceriyle gelmelerine, istemeye istemeye de olsa hayranlık duyuyorlardı. Çiftliğin adının aslında Beylik Çiftlik olduğunu ileri sürüp durmaktan caymış olmaları ve artık Hayvan Çiftliği adını kullanmaları, bunun bir göstergesiydi. Çiftliğini geri alma umudunu yitirip ülkenin başka bir yöresine gitmiş olan Jones'u savunmaktan da vazgeçmişlerdi. Hayvan Çiftliği ile dış dünya arasında, Whymper dışında hiçbir bağ yoktu, ama Napoléon'un ya Foxwood Çiftliği'nden Bay Pilkington'la ya da Pinchfield Çiftliği'nden Bay Frederick'le somut bir iş anlaşması yapmak üzere olduğu yolunda sürekli söylentiler dolaşıyor, ancak hiçbir zaman ikisiyle birden aynı anda anlaşmayacağı konuşuluyordu.
İşte tam o sıralar, domuzlar, çiftlik evine taşındılar, orayı kendilerine mesken edindiler. Hayvanlar bir kez daha böyle bir davranışı yasaklayan bir karar alınmış olduğunu anımsar gibi oldularsa  da,  Squealer onları bir kez daha durumun hiç de böyle olmadığına inandırmayı başardı. Çiftliğin beyinleri olan domuzların sessiz ve sakin bir yerde çalışmalarının kesinlikle gerekli olduğunu söyledi. Kaldı ki, Önderi n (son zamanlarda Napoléon' dan hep "Önder" diye söz eder olmuştu) saygınlığı açısından, basit bir ağıl yerine bir evde yaşaması daha uygundu. Gene de, bazı hayvanlar, domuzların yemeklerini mutfakta yemekle ve oturma odasını eğlence salonu olarak kullanmakla kalmadıklarını, aynı zamanda yataklarda yattıklarını işittiklerinde epeyce rahatsız oldular. Boxer, bu durumu her zamanki gibi, "Napoléon her zaman haklıdır!" diyerek geçiştirdi; ama yatakta yatmayı yasaklayan kesin bir yasa olduğunu anımsar gibi olan Clover, büyük samanlığın duvarının önüne gitti ve orada yazılı olan Yedi Emir'i okumaya çalıştı. Baktı ki, tek tek harflerden başka bir şey sökemiyor, Muriel'i çağırdı.
"Muriel," dedi, "Dördüncü Emir'i ok u bakayım bana. Yatakta asla yatılmaması konusunda bir şey diyor mu?
" Yazıyı güçbela okuyabilen Muriel, "Hiçbir hayvan çarşaf serili yatakta yatmayacak yazıyor," dedi.
Biraz tuhaftı; Clover Dördüncü Emir'de çarşaftan söz edildiğini hiç anımsamıyordu; ama mademki duvarda yazıyordu, o zaman elden bir şey gelmezdi. O sırada yanında iki üç köpekle oradan geçmekte olan Squealer, konuyu yerli yerine oturtmakta gecikmedi.
"Yoldaşlar," dedi. "Anlaşılan, biz domuzların çiftlik evindeki  yataklarda  yattığımızı  duymuşsunuz.  Neden yatmayalım ki? Umarım, yatağı yasaklayan bir buyruk olduğunu sanmıyorsunuzdur! Yatak, yatıp uyunan yerdir.  Böyle bakıldığında, ağıldaki saman yığını da yatak sayılır.  Buyrukta,  bir  insan  buluşu  olan  çarşaf  yasaklanıyordu. Biz de çiftlik evinin yataklarındaki çarşafları kaldırdık, battaniyelerle yatıyoruz. Üstelik yataklar çok rahat! Am a inanın bana, bugünlerde bir sürü konuda kafa  patlatmak  zorunda  kalan  bizler  için  bir  yatak  çok görülmemeli. Bu rahatlığı bize çok görmezsiniz, değil mi yoldaşlar?  Görevlerimizi  yerine  getiremeyecek  kadar yorgun düşmemizi istemezsiniz herhalde. Hiç sanmıyorum ki, içinizde Jones'un geri dönmesini isteyen olsun!" Hayvanlar  bu  konuda  Squealer'a  hemen  güvence verdiler ve bir daha da domuzların çiftlik evindeki yataklarda yatmaları konusunu açmadılar.  Birkaç  gün  sonra, domuzların  artık sabahları  öteki  hayvanlardan bir  saat geç kalkacakları açıklandığında, kimsenin sesi çıkmadı.
Güz geldiğinde, hayvanlar yorgun, ama mutluydular. Zorlu bir yılı geride bırakmışlardı. Gerçi saman ve ekinlerin bir bölümü satıldıktan sonra kışlık yiyecek stokunun pek bol olduğu söylenemezdi, ama yel değirmeni bu açığı kapatacaktı. İnşaatın yarısına yakını tamamlanmıştı. Hasattan sonra havalar açmıştı, hayvanlar her zamankinden daha sıkı çalışıyorlar, sabahtan akşama kadar taş taşımaya değer diye düşünüyorlardı, yeter ki yel değirmeninin duvarları bir karış daha yükselsin. Boxer, geceleri bile boş geçirmiyor;  dolunayın  ışığında  tek  başına  bir  iki  saat çalışıyordu. Hayvanlar, boş vakitlerinde, yarıya kadar yükselmiş yel değirmeninin çevresinde dolanıp duruyor, dimdik yükselen sağlam duvarları hayran hayran seyrediyor, böylesine görkemli bir yapıyı nasıl ortaya çıkarabildiklerine kendileri de şaşıyorlardı. Yel değirmeni konusunda coşkuya kapılmaktan kaçınan tek hayvan, ihtiyar Benjamin'di; her zaman yaptığı gibi, "Eşekler uzun yaşar," gibisinden anlaşılmaz sözler söylemekle yetiniyordu.
Kasım ayı, lodostan esen sert rüzgârlarla geldi. İnşaatı durdurmak zorunda kalmışlardı; havalar çok yağışlı gittiğinden çimento karmak mümkün olmuyordu. En sonunda, bir gece öyle şiddetli bir fırtına koptu ki, çiftlik binaları temelinden sarsıldı, samanlığın damından kiremitler uçtu. Tavuklar  korkuyla gıdaklayarak uyandılar; hepsi birden aynı anda gördükleri düşte uzaklarda bir yerde silah atıldığını duymuşlardı. Sabahleyin bir de baktılar, bayrak direği yıkılmış, meyve bahçesindeki karaağaçlardan biri turp gibi kökünden sökülmüş. Daha ne olduğunu anlayamadan, bütün hayvanlar dehşete kapılarak çığlıklar atmaya başladılar: Yel değirmeni yıkılmıştı.
Hep birlikte yel değirmeninin oraya koşuştular. Koşar adım yürüdüğü bile görülmemiş olan Napoleon en önde tozu dumana katmıştı. Nice uğraş verip onca emek harcadıkları yel değirmeni yerle bir olmuş, bin bir güçlükle kırıp taşıdıkları taşlar dört bir yana dağılmıştı. Dilleri tutulmuşçasına, orada öyle durmuş, çevreye saçılmış taşlara bakakalmışlardı. Napoleon, ikide bir toprağı koklayarak sessizce volta atıyor, dimdik olmuş kuyruğunu hızlı hızlı iki yana sallamasına bakılırsa beyninde şimşekler çakıyordu. Birden, kararını vermişçesine durdu.
Sesini yükseltmeden, "Yoldaşlar," dedi. "Bu işi kim yaptı biliyor musunuz? Geceleyin buraya gelip yel değirmenimizi yıkan düşmanın kim olduğunu biliyor musunuz?" Sonra birden gürledi: "Snowball!  Snowball'un işi bu! Bu hain, sırf  kötülük etmek için, planlarımızı bozmak ve aşağılanarak kovuluşunun intikamını almak için, gecenin karanlığına sığınarak buraya kadar geldi ve bir yıllık emeğimizi yok etti. Yoldaşlar, Snowball'u şu anda idam cezasına çarptırmış bulunuyorum. Ona hak ettiği cezayı veren hayvana, 'İkinci Dereceden Kahraman Hayvan' nişanı ve yarım kova elma. On u sağ getirene bir kova elma!"
Snowball'un böyle bir suç işleyebileceğini o güne kadar akıllarının ucundan bile geçirmemiş olan hayvanlar donakalmışlardı. Öfkeyle homurdanıyorlar, bir daha gelecek olursa Snowball'u nasıl yakalayacaklarını hesaplıyorlardı. Az sonra, küçük tepenin biraz ilerisinde otlar arasında bir domuzun ayak  izlerine rastlandı. İzler birkaç metr e sürüyor, anlaşıldığı kadarıyla çitteki bir deliğe kadar geliyordu. Napoléon uzun uzun kokladıktan sonra izlerin Snowball'a ait olduğunu açıkladı. Snowball'un, Foxwood Çiftliği'nin bulunduğu yönden geldiğini tahmin ediyordu.
Napoléon, ayak izlerini inceledikten sonra, "Vakit kaybetmeyelim, yoldaşlar!" diye bağırdı. "Yapılacak çok işimiz var. Bu sabahtan başlayarak yel değirmenini yeniden  inşa  edeceğiz.  Kış  boyunca  kar  çamur  demeden çalışacağız. Bu alçak haine, bizi o kadar kolay alt edemeyeceğini göstereceğiz. Aklınızdan çıkarmayın, yoldaşlar, planlarımızda en küçük bir aksama olmamalı, günü gününe uygulanmalı bütün  planlar. Haydi, yoldaşlar! Yaşasın yel değirmeni! Yaşasın Hayvan Çiftliği!"

13 Ocak 2019 Pazar

AYSARI ÇİÇEKLERİ ~ Necati CUMALI

AYSARI ÇİÇEKLERİ

Aysarı çiçekleri
Bir gecede açtılar
Kar ağaçları
Eridiler bütün gün
Bense yattığım yerden
Kokularını duydum
Tavana vuran
Işıklarını gördüm
Boş yere sağa döndüm
Boş yere sola döndüm
Bilirim ne geldin
Ne geleceğin var
Aysarı çiçekleri
Kar ağaçları
Hepsi masal
Necati CUMALI

BUGÜN DEĞİL ~ Hermann HESSE

BUGÜN DEĞİL

Biliyorum bu vakitte bana
Ne söylemek istediğini –
Söyleme! Gör kararan zeminini
Küçük gölün ve telaşını dümdüz bulutların
İhtişamlı ve kapkara –
Söyleme! Bu gece kötü bir gece.
Biliyorum bu vakitte
Zorlanıyor için ta derinden
Sormak zorunda olduklarından.
Sorma! Tereddüt etmekte
Dilinde üzüntü verici kelimeler-
Söyleme! Bu gece kötü bir gece.
Ne söyleyeceksen yarın söyle-
Bilemeyiz ki, belki yarın
Çok kolay olur herşey,
Bugün hiçbir yüreğin kaldıramayacağı
Ve beni çok üzecek şey için-
Söyleme! Bu gece kötü bir gece.

Hermann HESSE

11 Ocak 2019 Cuma

HAYVAN ÇİFLİĞİ BİR PERİ MASALI (5.blm.) ~ GEORGE ORWELL

GEORGE ORWELL
HAYVAN ÇİFLİĞİ
BİR PERİ MASALI
BEŞİNCİ BÖLÜM
Kış yaklaştıkça, Mollie daha da tuhaflaşıyordu. Her sabah işe geç geliyor, uyuyakaldığını söyleyerek özür diliyor, iştahı yerinde olmasına karşın akıl sır erdiremediği bazı sancılardan yakınıyordu. Bir bahane uydurup işten kaçıyor, yalağın başına gidip aptal aptal sudaki yansısını seyrediyordu. Am a ortalıkta daha ciddi söylentiler de dolaşıyordu. Bir gün, Mollie, ağzında bir saman sapı, kuyruğunu sallayarak keyifle avluya girdiğinde, Clover onu bir kenara çekti. "Bak, Mollie," dedi, "çok ciddi bir şey söyleyeceğim sana. Bu sabah, Hayvan Çiftliği'ni Foxwood Çiftliği'nden ayıran çitin üzerinden bakarken gördüm seni. Çitin öbür yanında da Bay Pilkington'ın adamlarından biri vardı. Gerçi çok uzaktaydım, ama seninle konuştuğunu, senin de burnun u okşamasına ses çıkarmadığını gördüğüme neredeyse emindim. Ne demek oluyor bu, Mollie?" "Hayır! Burnumu falan okşamadı!" diye bağırdı Mollie. "Ben öyle bir şey yapmadım! Yalan!"Ter ter tepiniyor, ayaklarıyla yeri eşeliyordu.
"Mollie! Yüzüme bak. O adamın senin burnunu okşamadığına namusun üstüne yemin eder misin?
" Mollie, "Yalan! Öyle bir şey olmadı!" diye yinelediyse de, gözlerini Clover'ın gözlerinden kaçırdı; tarlaya doğru dörtnala tabanları yağladı.
Birden, Clover'ın kafası bir şeye takıldı. Kimseye bir şey söylemeden Mollie'nin ahırdaki bölmesine girdi, ayağıyla biraz eşeleyince samanların arasına bir avuç kesmeşeker ile çeşitli renklerde kurdeleler gizlenmiş olduğunu gördü.
Üç gün sonra Mollie ortadan kayboldu. Uzun süre nerede olduğuna ilişkin hiçbir bilgi edinilemedi, ta ki güvercinler onu Willingdon'ın orada gördüklerini bildirene kadar. Bir meyhanenin önünde duran, kırmızı-siyah, küçük, şık bir arabaya koşuluymuş. Meyhaneciye benzeyen, ekose pantolonlu, tozluklu, şişman, al yanaklı bir adam, Mollie'nin burnunu okşuyor, ona şeker yediriyormuş. Tüyleri yeni kırkılmış olan Mollie'nin perçemine kızıl bir kurdele bağlıymış. Güvercinlere bakılırsa, keyfi yerinde görünüyormuş. O günden sonra hayvanlar Mollie'nin adını bir daha anmadılar. Ocak ayında havalar müthiş soğudu. Toprak o kadar sertti ki, tarlalarda çalışmak olanaksızdı. Büyük samanlıkta toplantı üstüne toplantı yapılıyor,  domuzlar gelecek mevsimin işlerini planlamaya çalışıyorlardı. Çiftlik siyasetiyle  ilgili  bütü n  konularda  karar  verme  yetkisi, öteki hayvanlardan açıkça daha zeki olan domuzlara verilmişti; verdikleri kararların oy çokluğuyla onaylanması gerekse de. Hemen her konuda takışan Snowball ile Napoléon arasında ikide bir hırgür çıkmasa, bu düzen pek güzel işleyecekti. Biri arpa ekilen alanın daha da genişletilmesini önerecek olsa, öbürü yulaf ekilen alanın genişletilmesi gerektiğini savunmaya kalkıyor; biri bir tarlanın lahana yetiştirmeye  elverişli olduğunu  söyleyecek olsa, öbürü o tarlada kökbitkilerden başka hiçbir şey yetişmeyeceğini ileri sürüyordu. İkisinin de yandaşları vardı; bazen şiddetli tartışmalar patlak veriyordu. Snowball, parlak söylevleriyle, toplantılarda çoğu zaman oyların çoğunluğunu elde etmeyi başarıyordu; ama Napoléon da, kulis çalışmalarında  kendine destek bulma  konusunda az becerikli değildi. Özellikle de koyunları  etkilemeyi çok iyi biliyordu. Son zamanlarda yerli yersiz "Dört ayak iyi, iki ayak kötü!" diye melemeyi alışkanlık edinmiş olan koyunlar, toplantının sık sık kesilmesine yol açıyorlardı. Özellikle de Snowball'un konuşmasının can  alıcı yerlerinde, "Dört ayak iyi, iki ayak kötü!" diye melemeye başlamaları gözden kaçmıyordu. Snowball, çiftlik evinde bulduğu Çiftçi ve Hayvan Yetiştiricisi adlı derginin eski sayılarını okuyup incelemiş, çiftliğin yenilenmesi ve geliştirilmesiyle ilgili bir sürü tasarı oluşturmuştu. Tarlalarda su kanalları açılması, yemlerin silolarda korunması, dışkılardan nasıl yararlanılacağı gibi konuları ne kadar iyi bildiğini gösteren konuşmalar yapıyordu. Tü m hayvanların dışkılarını doğrudan doğruya tarlaya, hem de her gün tarlanın farklı bir yerine yapmalarıyla ilgili karmaşık bir tasarı geliştirmişti; böylece, dışkıları arabalarla tarlalara taşımak için emek ve zaman harcamaktan da kurtulacaklardı. Napoléon ise tek bir özgün düşünce bile geliştirmiyor, Snowball'un tasarılarının hiçbir işe yaramayacağını sessizce çevresine yayıyor, sanki uygun zamanı kolluyordu. Ama aralarındaki tartışmaların en şiddetlisi, yel değirmeni konusunda patlak verecekti.
Çiftlik binalarının az ilerisinde uzanıp giden çayırda, küçük bir tepe vardı. Burası, çiftliğin en yüksek yeriydi. Zemini iyice inceleyen Snowball, bir yel değirmeni için en uygun yerin burası olduğunu açıkladı. Yel değirmeni bir dinamoyu çalıştırabilir ve tü m çiftliğe elektrik gücü sağlayabilirdi. Böylece, ahırlar aydınlatılabilir ve kışın ısıtılabilir; yuvarlak testere, ot ve saman bıçkısı, pancar doğrayıcı ve elektrikli süt sağma makinesi gibi aletler kullanılabilirdi. Hayvanlar daha önce hiç böyle bir şey duymamışlardı (Nuh Nebi'den kalma bir çiftlik olan Beylik Çiftlik'te yalnızca en ilkel aletler bulunuyordu); o düşsel aygıtları gözlerinin önünde canlandıran Snowball'u şaşkınlık içinde dinliyorlardı. Snowball'un anlattıklarına bakılırsa, bu akıl almaz aygıtlar çiftliğin bütün işlerini görecek, onlar da kırlarda yan gelip keyif çatacaklar, kitap okuyup söyleşerek kendilerini geliştireceklerdi.
Snowball'un yel değirmeniyle ilgili planları birkaç haftada sonuçlandırıldı. Mekanik ayrıntıların büyük bir bölümü, Bay Jones'un üç kitabından elde  edildi: Eviniz İçin Binbir Bilgi, Kendi Duvarını Kendin Yap ve On Derste Elektrik. Snowball, bir zamanlar kuluçka makinelerinin durduğu, düzgün ahşap döşemesi çizim yapmaya elverişli barakayı çalışma odası olarak kullanıyordu. Bazen saatlerce kapandığı oluyordu barakaya. Yere açtığı kitaplarının sayfaları üzerine  taş ağırlıklar koyuyor,  ön ayağının toynakları arasına bir tebeşir tutturuyor, çizimleri hızla gerçekleştirirken heyecandan soluğu kesiliyor, kesik kesik hırıltılar çıkıyordu gırtlağından. Snowball'un çizimleri yavaş yavaş manivelalar ve dişli çarklardan oluşan karmaşık bir yığına dönüştü, barakanın yarısından fazlasını kapladı. Öteki hayvanlar bütün bunlardan hiçbir şey anlamıyor, ama çok etkileyici buluyorlardı. Her gün en az bir kez gelip Snowball'un çizimlerine bakıyorlardı. Tavuklar ve ördekler de geliyor, tebeşirle çizilmiş çizgilere basmamak için akla karayı seçiyorlardı. Bir tek, yel değirmenine karşı olduğunu daha en başından açıklamış olan Napoléon uzak duruyordu oradan. Ama gene de dayanamadı, bir gün durup dururken çizimleri görmeye geldi. Barakanın  içinde ağır  ağır dolandı, çizimlerin her bir ayrıntısını uzun uzadıya inceledi, birkaç kez koklayıp yokladı, bir süre öyle durup göz ucuyla gözledi, sonra birden bacağını kaldırıp çizimlerin üstüne işedi ve tek bir söz söylemeden çıktı gitti.
Yel değirmeni sorunu, çiftlikte derin bir bölünmeye yol açmıştı. Snowball, yel değirmeninin yapımının çok zor olacağını yadsımıyordu. Taşocağından taş taşınacak, duvarlar örülecek, yel değirmeninin kanatları yapılacak, sonra da dinamolar ve kablolar bulmak gerekecekti. (Snowball, bütün bu işlerin üstesinden nasıl gelineceğinden hiç söz etmiyordu) Yalnızca, bütün işlerin bir yıl içinde biteceğini ileri sürmekle yetiniyordu. Ona kalırsa, yel değirmeni tamamlandığında işler o kadar kolaylaşacaktı ki, hayvanların haftada yalnızca üç gün çalışmaları gerekecekti. Buna karşılık Napoléon, en büyük  gereksinimlerinin besin üretimini artırmak olduğunu, yel değirmeniyle zaman yitirilirse herkesin açlıktan öleceğini öne sürüyordu. Hayvanlar, "Oyunuzu Snowball'a atın, haftada üç gün çalışın!" ve "Oyunuzu Napoléon'a atın, hiç aç kalmayın!" sloganları altında iki hizbe ayrılmışlardı. Hiziplerin dışında kalan tek hayvan Benjamin'di. Ne bolluk geleceğine inanıyordu, ne de yel değirmeninin işleri kolaylaştıracağına. "Yel değirmeni olsa da, olmasa da, şu kötü hayatımızda değişen bir şey olmayacak," diyordu.
Yel değirmeni tartışmaları süredursun, bir de çiftliğin savunulması sorunu vardı. İnsanların, Ağıl Savaşında bozguna uğratılmış olmalarına karşın, çiftliği yeniden ele geçirip Bay Jones'a geri vermek için, daha da kararlı ikinci bir girişimde bulunabilecekleri artık bütün hayvanlarca kavranmıştı. Uğradıkları yenilginin haberi tüm köylere yayılarak, komşu çiftliklerdeki  hayvanların  daha da asileşmelerine yol açmış; bu yüzden, insanların yeniden saldırıya geçme olasılığı daha da artmıştı.  Snowball  ile Napoléon, her konuda olduğu gibi bu konuda da anlaşamadılar. Napoléon'a göre, hayvanların bir yerlerden ateşli silahlar bulmaları ve bunları kullanmayı öğrenmeleri gerekiyordu. Snowball ise, öteki çiftliklerin üzerine daha çok güvercin salmaları ve hayvanları başkaldırmaya kış tartmaları gerektiği kanısındaydı. Biri, kendilerini savunamazlarsa, eninde sonunda mutlaka yenileceklerini ileri sürüyor; öbürü ise, her yerde ayaklanmalar patlak verirse, kendilerini savunmalarına gerek kalmayacağını söylüyordu. Hayvanlar bir Napoléon'a, bir Snowball'a kulak veriyorlar, ama hangisinin haklı olduğu konusunda bir türlü karara varamıyorlardı. Daha doğrusu, o sırada kim konuşuyorsa ona hak veriyorlardı.
En sonunda, Snowball'un planları gerçek oldu. Ertesi pazar düzenlenecek Toplantı'da, yel  değirmeni yapım çalışmalarının başlatılması önerisi oya sunulacaktı. Hayvanlar büyük samanlıkta toplandıklarında, Snowball ayağa kalktı ve konuşmasının ikide bir koyunların melemeleriyle kesilmesine aldırmaksızın, yel değirmeninin yapılması gerektiğinin nedenlerini sayıp döktü. Ardından, yanıt vermek üzere Napoléon kalktı ayağa. Çok sakin bir sesle, yel değirmeninin saçmalıktan başka bir şey olmadığını, yel değirmenine oy vermeyi kimseye öğütleyemeyeceğini söyledi ve hemen yerine oturdu. Konuşması yarım dakika bile sürmemişti; sözlerinin etkisinin farkında değilmiş gibi görünüyordu. Bunun üzerine, yerinden fırlayan Snowball, yeniden melemeye başlayan koyunları susturarak, yel değirmeninin nimetlerini anlatan ateşli bir söylev çekti. O ana kadar, yel değirmenini isteyen hayvanlarla yel değirmenine karşı çıkan hayvanların sayısı aşağı yukarı eşit görünüyordu, ama Snowball'un söz ustalığı eşitliği bir anda bozuverdi. Parlak sözlerle, hayvanların köle gibi çalışmaktan kurtulacakları bir Hayvan Çiftliği tablosu çizen Snowball'un düş gücü artık saman bıçkılarının, pancar doğrayıcıların çok ötesine uzanmıştı. Harman makineleri, sabanlar, kesek kırma makineleri, silindirler, biçerdöverler ve biçerbağlarların elektrik gücüyle çalışacağını, her ahırın kendi ışığına, sıcak ve soğuk suyuna, kendi elektrikli ısıtıcısına kavuşacağını söylüyordu. Konuşmasını bitirdiğinde, oyların kime gideceği konusunda kimsenin kuşkusu kalmamıştı. Ama tam o sırada Napoléon  ayağa  kalktı,  Snowball'a yan yan baktıktan sonra, o güne değin kimsenin işitmediği kadar tiz bir çığlık attı.
Bunun üzerine, dışarıdan korkunç havlamalar duyuldu, az sonra çivili tasmalarıyla dokuz iri köpek zıpkın gibi içeri daldı. Dosdoğru Snowball'un üzerine atıldılar. Snowball, tam zamanında yerinden fırlamasa, azgınca saldıran köpeklere yem olacaktı. Hemen kendini dışarı attı, köpekler de peşinden. Şaşkınlık ve korkudan nutku tutulan hayvanlar, kapıya yığılıp kovalamacayı seyre koyuldular. Snowball, bir domuzun koşabileceği kadar hızlı koşuyor, çayırı geçip anayola kavuşmaya çabalıyordu. Ama köpekler de ensesindeydi. Birden kayıp düştü; herkes artık kesin yakalandı derken, yeniden ayağa kalktı ve daha da hızlı koşmaya başladı. Köpekler de fırtına gibiydiler, avlarına eriştiler erişeceklerdi. Bir tanesi tam kuyruğunu kapacaktı ki, Snowball tam zamanında kaçırdı kuyruğunu. Köpeklerle arasında neredeyse bir karış kalmışken, son bir çabayla ileri atılarak, çitteki deliklerden birinden kaçtı gitti. Bir daha da Snowball'u gören olmadı.
Hayvanlar, suskun ve sinmiş, samanlığa geri döndüler. Az sonra köpekler de koşarak geldiler. Bu canavarların nereden çıktığını ilk başta hiç kimse anlayamamıştı, ama çok geçmeden gerçek ortaya çıktı. Bunlar, Napoléon'un annelerinden ayırıp özel olarak yetiştirdiği yavrulardı. Henüz tam büyümemiş olmalarına karşın fazlasıyla iriydiler; bir kurt kadar yabanıl görünüyorlardı.
Napoléon'un yanından ayrılmıyorlardı. Tıpkı öteki köpeklerin Bay Jones'a yaltaklandıkları gibi, onların da Napoléon'a kuyruk salladıkları kimsenin gözünden kaçmadı.
Napoléon, arkasında köpekleri, bir zamanlar Koca Reis'in konuşma yapmış olduğu yükseltiye çıktı ve pazar sabahı toplantılarına artık son verileceğini açıkladı:  Bu gereksiz toplantılar vakit kaybından başka bir şey değildi. Bundan böyle, çiftliğin işleyişiyle ilgili bütün sorunlar, kendisinin başkanlığındaki özel bir domuzlar kurulunca çözülecekti. Kurul sorunları kapalı oturumlarda ele alacak,  kararları  sonradan  öteki  hayvanlara  bildirecekti. Hayvanlar pazar sabahları gene bayrağı selamlamak, İngiltere'nin Hayvanları şarkısını söylemek ve haftalık buyrukları almak için toplanacaklar, ama tartışmalara artık asla izin verilmeyecekti.
Daha Snowball'un kovuluşunun şaşkınlığını savuşturamamış olan hayvanlar, bu açıklama karşısında iyice umutsuzluğa kapıldılar. Bazıları, doğru dürüst bir gerekçe bulabilseler, karşı çıkacaklardı. Boxer bile tedirgindi. Kulaklarını arkaya yatırdı, yelesini sallayarak kafasını toparlamaya çalıştı; ama söyleyecek söz bulamadı. Domuzlardan bazıları ise düşüncelerini açıkça dile getirmekten çekinmediler. Ön sıradaki dört genç domuz, hep birlikte ayağa fırlayarak, olup bitenleri onaylamadıklarını bağıra bağıra açıkladılar. Ama Napoléon'un ayakları dibinde yatmakta olan  köpekler birden ürkütücü bir  biçimde hırlayınca, susup yerlerine oturmak zorunda kaldılar. O sırada, koyunlar da, kulakları sağır eden bir sesle, "Dört ayak iyi, iki ayak kötü!" diye melemeye başlamışlardı. Gösteri o kadar uzun sürdü ki, konunun tartışılmasına olanak kalmadı. Bir süre sonra, çiftliği dolaşıp yeni düzeni öteki hayvanlara anlatma görevi Squealer'a verildi.
"Yoldaşlar," dedi Squealer, "Napoléon Yoldaş'ın böyle bir görevi üstlenmekle ne kadar büyük bir özveride bulunduğunu, buradaki tüm hayvanların çok iyi anladığından hiç kuşkum yok. Yoldaşlar, sakın önderliğin yan gelip keyif çatmak olduğunu sanmayın. Tam tersine, önderlik, çok ağır bir sorumluluk yükler. İçimizde, bütün hayvanların eşit olduğuna en çok inanan, Napoléon Yoldaş'tır. Kararları kendi başınıza almanıza izin vermekten büyük mutluluk duyacaktır. Ama, yoldaşlar, bazen yanlış kararlar da alabilirsiniz, o zaman halimiz nice olur? Örneğin, şu yel değirmeni saçmalığını savunan Snowball'un izinden gitmeye karar verseydiniz, ne yapardık? Hainin teki olduğu artık açıkça ortaya çıkmadı mı Snowball' un?"
Hayvanlardan biri, "Snowball, Ağıl Savaşında yiğitçe çarpıştı," diyecek oldu.
"Yiğitlik yeterli değildir," diye karşılık verdi Squealer. "Sadakat ve itaat daha önemlidir. Ağıl Savaşına gelince; SnowrbaH'un bu savaştaki rolünün çok fazla abartıldığını bir gün anlayacağınıza  inanıyorum.  Disiplin, yoldaşlar, demir disiplin! Bugün parolamız bu olmalı. Tek bir yanlış adım atmayagörelim, düşmanlarımız o saat tepemize binecektir. Yoldaşlar, herhalde Jones'un geri gelmesini istemezsiniz!"
Bu soru da yanıtsız kaldı. Jones'un geri gelmesini elbette istemiyorlardı; pazar sabahları yapılan toplantıların, Jones'un geri gelmesine yol açma olasılığı varsa, tartışmalara kuşkusuz son verilmeliydi. Olup bitenleri kafasında evirip çeviren Boxer, herkesin düşüncesini dile getirdi: "Napoléon Yoldaş öyle diyorsa öyledir." O günden sonra da, kendi adına benimsediği "Daha çok çalışacağım" parolasının yanı sıra, "Napoléon her zaman haklıdır" sözünü düstur edindi. İlkbaharla birlikte havalar ısınmış, tarlalar sürülmeye başlamıştı. Snowball'un yel değirmeni çizimlerini yaptığı baraka kapatılmış, söylenenler doğruysa yerdeki çizimler de silinmişti. Hayvanlar, her pazar sabahı saat onda büyük samanlıkta  toplanıp haftalık buyrukları alıyorlardı.
Koca Reis'in artık bütünüyle kurumuş olan kafatası, meyve bahçesinde gömüldüğü yerden çıkarılmış, bayrak direğinin dibinde, tüfeğin yanında duran bir kütüğün üzerine yerleştirilmişti. Hayvanlar, bayrak göndere çekildikten sonra kafatasının önünden saygıyla geçerek girmek zorundaydılar samanlığa. Samanlıkta da artık eskiden olduğu gibi bir arada oturulmuyordu. Napoléon, yükseltinin önünde oturuyor; şiir yazıp şarkı besteleme konusunda olağanüstü yetenekli olan Minimus adlı bir başka domuz ile Squealer da iki yanına çöküyorlardı. Dokuz genç köpek onların çevresinde yarım daire oluşturuyor, öteki domuzlar ise daha arkada oturuyorlardı. Geri kalan hayvanların tümü, yüzleri onlara dönük, yükseltinin karşısına diziliyordu. Napoléon haftalık buyrukları asker gibi, sert bir sesle okuyor, İngiltere'nin Hayvanları  şarkısı tek bir kez söyleniyor ve herkes dağılıyordu.
Snowball'un çiftlikten kovuluşunun üzerinden topu topu üç pazar geçmişti. Napoléon birdenbire yel değirmeninin yapılması gerektiğini açıklayınca, tüm hayvanlar donup kaldılar. Bu apansız düşünce değişikliğinin nedenini söylemedi Napoléon, yalnızca bu ağır işin çok sıkı çalışmalarını gerektireceğini belirterek herkesi uyardı; tayınların azaltılması bile söz konusu olabilirdi. Ama planlar en ince ayrıntılarına kadar hazırlanmıştı. Domuzlardan oluşan  özel bir kurul, üç haftadır kafa patlatıyordu. Yel değirmeni yapımı, bazı değişikliklerle birlikte, iki yıl sürebilirdi.
O akşam Squealer, öteki hayvanlara,  Napoléon'un yel değirmeni tasarısına aslında hiçbir zaman karşı çıkmadığını anlattı. Tam tersine, bu tasarıyı ilk savunan Napoléon olmuştu; nitekim, Snowball'un barakanın döşemesine çizdiği tasarımlar, aslında Napoléon'un dosyaları arasından çalınmış olan çizimlerdi. Yel değirmeni, gerçekte, onun düşüncesinden doğmuştu. Hayvanlardan biri sormadan edemedi: "Onun düşüncesinden doğmuştu da, Napoléon neden o kadar şiddetle karşı çıkmıştı yel değirmenine?" Squealer'ın yüzünde şeytansı bir anlatım belirdi: "Napoléon Yoldaş kurnazca davrandı," dedi. "Snowball, tehlikeli biriydi, herkese kötü örnek oluyordu. Napoléon Yoldaş da, ondan kurtulmak için yel değirmenine karşıymış gibi göründü." Squealer'a bakılırsa, artık Snowball ortadan kalktığına göre yel değirmeni tasarısı rahatça uygulamaya konulabilirdi. İşte, taktik diye buna derlerdi. Squealer, hoplaya zıplaya, şen kahkahalar atıp kuyruğunu sallayarak birkaç kez, "Taktik, yoldaşlar, taktik!" diye yineledi. Hayvanlar, "taktik" sözcüğünden pek bir şey anlamamışlardı doğrusu;  ama Squealer o kadar inandırıcı konuşuyordu, kuşkusuz bir rastlantı sonucu onun yanında bulunan üç köpek öylesine ürkütücü bir biçimde hırlıyordu ki, Squealer'ın açıklamasını daha fazla karşı çıkmadan kabul ettiler.