Öne Çıkan Yayın

Nazım Hikmet / CEVAP

  CEVAP  O duvar o duvarınız,                 vız gelir bize vız! Bizim kuvvetimizdeki hız, ne bir din adamının dumanlı vaadinden, ne de bir...

Şükrü ERBAŞ etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Şükrü ERBAŞ etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

17 Haziran 2021 Perşembe

Şükrü Erbaş / Pervane [ Gölgelik ]

Gölgelik


Ağaçlar şarkısını döktü Boncuk Hanım

Bahçelerin duası ölüm üzerine nicedir

Deniz çekildi çekildi, buğday başağı bir çocuk

Harman yerlerinde köpüklenip duruyor

On parmağın gösterdiği güneşler

Çatılarda bir yoksulluk ürpertisi

Islık çalan kirpiklerde yıldız tozları

Puhu kuşlarından bir yatakta uzaklar

Yorgunlukla sürmelenmiş bir rüya şimdi

Bir kandil soluğu gökyüzünde rüzgâr.


Önce Ömür diyorum, sonra Hayal

Sonra sonsuz karlar içinde bir nar

Bir adam her gün biraz daha ölüyor

Gövdesi ağardıkça canı heves yarası

Ağzı geçikmiş zamanlardan bir kuyu

Rodos gülünü örtünmemiş üstüne

Limon çiçeklerine mahcup

Varsa yoksa gülhatmilerden bir yoksul harf

Kimi sevse gözlerinin bebeğinde o çığlık:

“Dinle imdi sen o zarı arı inler bal içinde.”*


Dünya aklında tutmaz kimseyi sürmelim

Benim, sevgilim diye diye çırpındığın

Senin, huzur diye unuttuğun

Ne varsa gövdemizde tüten

-Bir karabatak sulara dalıp dalıp çıkıyor-

Bir yasemin kokusu kadar sürmez hükmü

Tanrının can bulduğu bu gölgelikte…


Şükrü Erbaş / Pervane, 2014


* Pir Sultan Abdal

Şükrü Erbaş / Çırpınma

🎨 Leiko Ikemura / Siyah iniş, 1999


Çırpınma


Sen evden çıktın ya, eşik önünden aktı, pencere ardından koştu. Kalabalık içinde yabancı kalma diye aynadaki gülüşün, kâküllerindeki rüya, sandıktaki kokun, üstüne gökyüzü oldu. O uzak, soğuk, kocaman şehir birden ev içine döndü. Ben titreyerek baktım ardından. Kötü bir yalnızlık seni incitmesin diye avuçlarındaki hayat çizgisinden sessizce öptüm. Hatırlar mısın, sokağın başında bir kadın, ölüme bakar gibi bakıyordu çocuğuna. Sen korktun, ben korktum. Kar mıydı, akşam mıydı, büyümüş müydük, zamanın sahibi kimdi, gelecek nerelerden gelecekti, bilmiyorduk. Sen sakindin, ben kötü bir telaştım. Sen güzeldin, ben katıydım. Sen kalbine tutunmuştun, ben öfkemi seviyordum. Dünya bir kibir fotoğrafıydı. Kocaman bir yapının önünde durdun. Bütün pencereler sana baktı. Sen bütün güzelliğinle onların geldikleri yerleri gördün. Ben o gün orada öğrendim, çocukluğu olmayanın büyüklüğü de olmazmış.


Akrep de yelkovan da iki kaşının arasında durdu.


Şimdi dünya herkesten yapılmış bir gönül yorgunluğu. Şimdi dünya soğuk. İnsan büyüdükçe bir bir ayrılıyormuş sevdiklerinden. İnsan güzellikten önce korkuyu görüyormuş. Şimdi dünya eşiklerde bir salkım gözyaşı. Kimse odalara sığmıyor. Yollar bir yalnızlık ıslığı. Herkes topuklarında bir tomurcuk arzuyla uyuyor. Şimdi dünya başsız sonsuz bir alın çizgisi. İçinde bütün kadınlardan bir anne. İçinde bütün babalar sigara dumanı. Sen bir basma entarisin ki gittiğin her yer eteklerinde çiçekleniyor. Gülmüyorsun da gökyüzü yıldızlarını döküyor üstümüze. Kömür kokularını sevdiğim kadın, sen ne zaman büyüdün. Ne zaman bütün şarkıların kederi oldun. O yoksulluk içinde bizi ne zaman doğurdun. Nasıl sevdin bu kadar yalan insanı. Köpükler, gamzeler, menevişler… ölümü nerende sakladın.


Şimdi dünya evlerde bir ayrılık ayini.


Sen evden çıktın ya, önce duvarlar nemlendi. Çatı, odalara indi. Pencereler birer örümcek ağı. Eşik çoktan darağacı. Sokaklar zülüflerinden esmiyor artık. Zaman eşyada boğuldu. Ev değil, yaprak döken bir hatıra. Yalnızlık her yerden ses veriyor. Bunaldım diyorum, herkes biraz daha kabuğunun içinde. Bir elim ötekinde çırpınıyor. İnsanın yalnız ağlaması ne kadar acıymış.


Sen evden çıktın ya, kırk beş yıl çıkmıyor işte…


Mayıs, 2017

Şükrü Erbaş

7 Haziran 2021 Pazartesi

Şükrü Erbaş / Bağbozumu Şarkıları [ Yaseminlerin Sabahı ]

🎨 Daniel Gerhartz


 Yaseminlerin Sabahı


Gökyüzü bulut bulut uyanıyordu

Tanrının büyük yalnızlığından

Ağaçlar birer ses salkımıydı kuşların ağzında

Ayın puslu cümlesinde evler okunaksız harflerdi

Yasemin kokularından bir ışık sokaklarda

Gittim denizin lacivert bahçesine oturdum

Ölümün mü hecesiydim yaşamın mı bilmiyorum

Arzuyla vazgeçiş canımda halkalanıyordu

Ses değil sessizlik değil zaman değil mekân değil

Ağzımda bir çocuktan kalma süt kokuları

Kirpik ırmakları dil pınarlari parmak yağmurları

Kayaların masalını dinliyordum kumlardan

Dağlar gecenin merhametinde çıkıyordu sabaha

Ey yalnızlığın yaprak döken mahşeri

Ayrılığın büyük harfiydi her şey

Sen bir deniz kıyısında gonca zamandın

Ben eski şarkılardan eskiydim kımsesizdim

İçimde dünyanın bütün akşamları

Tuttum ağzının sabahına sözler söyledim

Ey güzelliğin ölümden büyük yaşama gücü

Yalnız ölenler unutur birbirini

Seni sevmeye yeni başladım..


Şükrü Erbaş

Bağbozumu Şarkıları

18 Eylül 2020 Cuma

AYKIRI YAŞAMAK, ŞÜKRÜ ERBAŞ

AYKIRI YAŞAMAK


Geriye bakarak yanıtlıyoruz birbirimizi

Bir destek aranır bir güç alırcasına

Dönerek ikide bir anıların ülkesine..

Alnımızı gererek konuşuyoruz, kaşlarımızı

Bir ince eğimle siper edip bakışlarımıza

Çok iyi bildiğimiz bir duyguyu

-  O biraz yenilgiye biraz ezikliğe benzer

   Ortak yaşadığımız sızım sızım -

Saklamaya çalışıyoruz birbirimizden.



Uzun uzun susuyoruz sözün kıyılarında

Hangi kapıyı aralasak bir uzaklık esiyor

Hiçbir düşünceyi sonuna dek götüremiyoruz.

-  Böyle belirlenmiş sınırlar içinde

   Bir iç denetimle, bir dış denetimle

   Konuşmasak da eski tadını yitirdi -

Düşler kuruyoruz yeniden gelecek üzerine

Kaldırıp kirpiklerimizi ayak uçlarımızdan

Dağlara bakıyoruz, ufuklara, bulutlara

-   Ah, o insan yüreğinin değişmeyen tutkusu -



Bir güncel sesle sonra, çirkin ve çiğ

Bir kirli görüntüyle hayata ilişkin

Dönüyoruz gerçeğin o kalın çizgisine..

Yeni yeni yaşamlar kuruyoruz ödünler vererek

Aklımızda yüzlerce geçerli açıklama:

"Yaşamak zorundayız nasılsa, iyidir

Hiç yoktan var olmak" adına

Karşı çıktığımız ne varsa yapıyoruz hepsini.

Bir kan pıhtısı gibi yarada kuruyan

Binlerce uyuşturucu merhemle donuyor kalbinizde

Anılar inançlar incelikler düşler..


ŞÜKRÜ ERBAŞ

5 Mayıs 2019 Pazar

ANLIKLAR ~ Şükrü ERBAŞ

ANLIKLAR
i
kimseleri istemiyorum
düşüncelerimde yola çıktığım vakit
gerçeğin beni bunalttığı günlerde
dilimden düşürmediğim bir şarkı gibi
sen ol sesimin konak yerlerinde
yeter…
ii
yüzün de olmasaydı
dünyayı yumuşatan o yaz bulutu gülüşün
günlerim neye benzerdi, ya ömrüm?
karanlık bir mahzende soluk bir resim
rutubet, toz ve küf kokuları içinde
eskir eskir eskirdi.
iii
insan kendini duymadığı bir günü
nereye kadar taşıyabilir
alın çizgisinin sıkıntı çukurunda
sesinde senin adın
ufkunda yüzün yoksa..
iv
bir salkım söğüde benzetiyorum seni
uzak, çok uzak kıyıları süsleyen
kendimi unutulmuş bir ırmağa
yalnızlığın ufuklarını bütünleyen
düşmüyor bür gün olsun
sularıma gölgen..
v
ılık bir esinti gibi incecik
süzülen bulutundan parmaklarının
öksüz bir boşluk kaldı avucumda
içinde ömrümün yaralı yılları
ve yeni yeni güzelleşmeye başlayan
ankara çırpınan..
vi
senin bana gelişin günler içinde
bir su serinliğidir olsa olsa
ince kırılışlarla güneşin altın kanatlarından
ağustos topraklarına dökülen
içtikçe susuzluğumu arttırır gülüşün.
vii
yanlış bir kapıyım ben
önünde yanılmış bir çocuğun durduğu
açılsam acılara değer kanatlarım
açılmasam
simsiyah bir mutsuzluktur duruşum
viii
sabah yüzündür, akşam yüzünü dönüşün
gece, bıraktığın boşluktur ardına
ve şiir
o ince hilaldir lacivert yalnızlıklarda
sarınıp süzgün ışığına
katlanmanın türküsünü söylediğin..
ix
“değişme” diyen sesin kaldı geride
terkedilmiş evlerde hayal gibi yankılanan
“sen böyle güzelsin…”
değişemezdim. değişmedim.
ömür sürüyor yine yırtarak yürek zarını
aykırı soruların o bildik seyrinde
küçücük bir incelikle ışıklanıp
düşerek gölgeler içinde
aldanışın içedönük o gücenik ülkesine.
x
seni koruyacağım sana bile sezdirmeden
gökyüzü gibi uzaktan ve beklentisiz
gereceğim yüreğimi üzerine.
– sevmek biraz da bu değil midir? –
ıslatmasa da sesini bir daha
bir isyan türküsü gibi sürdüreceğim yağmurunu
düşlere ömürler veren o duygu bulutunun…
Şükrü ERBAŞ

6 Ocak 2019 Pazar

YALNIZLIĞIN RUH ATLASI ~ Şükrü ERBAŞ

YALNIZLIĞIN RUH ATLASI

Benim gittiğim uzaklar değil, içimdeki sözlerdir.

Buğday tarlalarının uykusunu, yüksek seslerin kışını,
kırlangıçların akşamını geçti çocuk.
Gaz lâmbasından güneşler yapıyor düşen gövdesine.
Benim gittiğim o çocuğun kalbindeki gecedir.

Bir kadın yemenisini tutuyor inen tokada, bir kendinden
daracık odalarda. Gün iki kez bitmiş, gece bir daha siyah.
Çocuk üç büyük korkuyla büyük. Kadın değil de tokat parçalanıyor.
Benim gittiğim kadının yemenisindeki hayat bilgisidir.

Tebeşir tozları içinde bir belikli su, boğuk taşlarına yürüyor
kasabanın. Ağaçlar kirpiklerinde yapraklanıyor. Gökyüzü
bastığı yer. Ölüler bir daha bakıyor ardından hayatlarına.
Benim gittiğim, o suyun annesinde kuruyan göldür.

Trenler, gemiler, yıldızların aktığı yerler… Değil hiçbiri. Kim
alır da canına mühür yapar yenilginizi, ey briyantinli saçların
sinema koltukları… Sizden uzun yaşayacak ne kadar çırpınsanız,
çıkış kapılarında her zaman babalarınız. Benim gittiğim bütün
şarkıların ıslıkla söylendiği yaşlardır.

Yeşil seccadelerde tükenmiş tanrılar; bir camiden çıkıyorlar,
kalabalıktan öte… Bu kaçıncı duadır ey yalnızlık… Sonra uzun
geceler boyu şüphe. Sabah, güneş kerim, otlar rahim. Benim gittiğim,
günahın insanı büyüten gizidir.

Bu ağır oyaları bu hayal zamanlara sizler işlediniz. Işık ipliğinizdi,
iğne parmaklarnız. Kalbiniz taşranızdan büyüktü, erkendi. Sonra o
annenizden geçen yenilgi. Benim gittiğim, kızınızda sürecek hayıfdır.

Kasaba minibüslerinde uzun yollar gidilir. Bahçıvan gelinir esnaf gidilir.
Herkes kapısına yeni boncuklar asar. Cesaret de korku da bu ikircimdedir.
Benim gittiğim, çamaşır iplerine serilen gölgelerdir.

Benim gittiğim, yalnız yokluktan değil, varlıktan da devrim yapan inceliklerdir.
Ara sokaklardan geçerken suçlu; bir kadının ağzında açarken mahcup,
yeni şarkılar söylerken kederli; bilmediği diller önünde ezik; şiddete karşı mağrur…

Benim gittiğim, bilmediğim hayatlarda süren yalnızlığımdır.
Şükrü ERBAŞ

31 Mayıs 2018 Perşembe

ÖMRÜMÜ BÖYLE UZATIYORUM ~ Şükrü ERBAŞ


ÖMRÜMÜ BÖYLE UZATIYORUM

Ağaçları suluyorum durmadan
Işığın ve rüzgârın peşinde
Uzun yürüyüşlere çıkıyorum
Yerimi çocuklara veriyorum
Parklarda ve otobüslerde
Çocukları büyüklerden çok seviyorum
Bir genç kızın halka halka gülüşü
Duvar diplerinde soluklanan ihtiyar
Aynı hazzı veriyor aynı yalınlıkla
Gökyüzünü biçimleyen bulutlar.
Eğiliyorum toprak, eğiliyorum sular
Bir kıyısız zamana kanat vuruyor
Üzerimden uçan bütün kuşlar.
Dört mevsim bire indi uzaya uzaya
İyimser, geniş, dingin ve turuncu.
Kimseleri kıskanmıyorum artık
Kimselere gücenmiyorum
Gerilerde kaldı, çok gerilerde
Hayatın yüreğime verdiği acı
Işıklı vitrinlerin gövdemdeki kırbacı.
Yeni bir gülümseme edindim yüzüme
Bozkır sabrında ve tenime yakışan.
İnsanların çevremde açtığı yalnızlığı
Yine onlarla doldurmak için
Güneşle birlikte çıkıp yataklardan
Ay ışığı ile dönüyorum evlere
Azalan ömrümü böyle uzatıyorum.
Şükrü ERBAŞ

6 Nisan 2018 Cuma

TANRIM, NASIL - Şükrü ERBAŞ

TANRIM, NASIL

Caddeler bu yükü nasıl kaldırır tanrım
Bu kalabalık fazla
Bu akşam fazla
Bu yağmur fazla

Odalar Tanrım nasıl dayanır bu boşluğa
Akşamlara kadar
Sabahlara kadar
Uzaklara kadar

İnsan sevgisiz tanrım nasıl yaşar
Bunca arzudan sonra
Bunca büyüden sonra
Bunca gözyaşından sonra

Zaman tanrım nasıl büyütür bizi
Güzellik olmasa
Yalnızlık olmasa
Unutmak olmasa

Ölümü insan nasıl kabul eder tanrım
Ağaçlar yaşarken
Bulutlar yaşarken
Çocuklar yaşarken
 
Şükrü ERBAŞ

5 Nisan 2018 Perşembe

KÖTÜLÜK SİMGESİ OLARAK KALACAKSINIZ - Şükrü ERBAŞ

KÖTÜLÜK SİMGESİ OLARAK KALACAKSINIZ

Ne yapsanız çaresiz
Kendinizden sonraya kalmayacaksınız
Zaman yenecek sizi
O telaşsız bilge, o silahsız güç
Silecek yüzünüzden kibrinizi
Hükmünüz ömrünüzle sınırlı olacak
Öldüğünüz gün unutulacaksınız
Yıkıntılar kalacak ardınızda yalnız
Yaşarken, korkunun ağır gölgesiyle
Örtüp sakladığınız
Sindirip susturduğunuz
İncinmiş onurlar bunalmış öfkeler
Düşler ve acılardan oluşmuş
Yıkıntılar kalacak...
Babasız çocuklar irkilecek evlerde
Oğulsuz anneler erkeksiz kadınlar,
Açık yaralardan bir ayaz gibi
Geçtikçe adınız acılı konuşmalarda
Soğuk bir ürperti gezinecek
Evlerin camlarında
Mezarlara hapislere uzanan
Yaralı tarihinde bir ince düşüncenin
- Bir güzel ülkenin o iyi insanların -
Kötülük simgesi olarak kalacaksınız
Şükrü ERBAŞ

12 Mart 2018 Pazartesi

ÖMÜR HANIMLA GÜZ KONUŞMALARI Şükrü ERBAŞ

ÖMÜR HANIMLA GÜZ KONUŞMALARI

...Ve güz geldi Ömür hanım. Dünya aydınlık sabahlarını
yitiriyor usul usul. İnsanın içini karartan bulutların seferi var
göğün maviliğinde. Yağmur ha yağdı ha yağacak. İn-
cecik bir çisenti yokluyor boşluğunu insan yüreğinin.
Hüznün bütün koşulları hazır. Nedenini bilmediğim bir
keder akıyor damarlarımdan. Kalbimin üstünde binlerce
bıçak ağzı... ve yüzüm ömrümün atlası; düzlükleri bunaltı,
yükseklikleri korku, uçurumları yıkıntılarımla dolu bir
engebeler atlası. Yaşamak bir can sıkıntısı mıdır Ömür
hanım?

Her şeyi iyi yanından görmeyi kim öğretti bize? Acıyı
görmeyen insan, umutsuzluğu yaşamayan, iliklerine dek
kederin işleyip yaralamadığı bir insan, mutluluktan,
umuttan, sevinçten ne anlar? Göğü görmeden, denizi gör-
meden maviyi anlamaya benzemez mi bu? Bir güz dü-
şünün ki Ömür hanım, ilkyazı olmamış, yazı yaşanmamış,
böyle bir güzün hüznü hüzün müdür? Başlamanın bir
anlamı varsa bitişi göze almak, bitişin bir anlamı varsa
başlangıcı olmak değil midir? Yaşamı düz bir çizgide tut-
mak tükenmektir. Yaşamak zorunda olduğumuz şunca yılı
aykırı uçlar arasında gezdirip geçirmedikçe, alışkanlıkların
sınırlarını aşmadıkça zaman zaman, yaşamak nasıl yenilik
olur tükenmek değil de?
  
Yağmur yağıyor Ömür hanım...gökten değil, yüreğimin
boşluğundan ömrümün ıssız toprağına...Ve ben sonsuz
bir düzlükte bir küçücük, bir silik nokta gibi eriyip gi-
diyorum. Seslensem kim duyar sesimi yalnızlıklar ka-
tından?
  
Dönelim...Dönmek yenilmektir biraz da, yarım kalmasıdır
çıkışlarımızın, korkaklıktır, alışkanlıkların güvenli küflü
kabuklarına sığınmaktır...Olsun dönelim biz yine de. Bi-
lincinde olmadan üstlendiğimiz sorumluluklarımız var.
Evlere dönelim, sırtımızın kamburu evlere, cılızlığımızın
görkemli korunaklarına, yalnızlığımızın kalelerine dö-
nelim. Ölçüsüz yaşamak bize göre değil Ömür hanım.
Büyürken geniş ufuklarımız olmadı bizim. Küçücük
avuçlarımızla sınırlarımızı genişletmek istedikçe yaşamın
binlerce engeli yığıldı önümüze. Hangi birini yenebilirdik
bunca olanaksızlık içinde. Umutsuzluğu tanıdık, yenilgiyi
öğrendik böylece.

Yaşama sevinci adına bir tutamağım kalmadı Ömür hanım.
Bir garip boşlukta çiviliyim günlerdir gözbebeklerimden.
Sahi nedir yaşamın anlamı? Geriye dönüyorum sık sık
yanıt aramak adına, yüreğimin silik izler bırakıp, ağır
yükler aldığı zamanın derin denizlerine. Bakıyorum umut
karamsarlığın, sevinç acının azıcık soluk almasından başka
ne ki? Yaşamsa gerçekle düşün umutsuz bir savaşı, her şeyi
içine alan kocaman bir yanılsama... Değil mi yoksa?
  
Öyle büyük umutlarım olmadı benim, büyük düşlerim,
özlemlerim, büyük beklentilerim olmadı. Koşullarım beni
oluşturdu ben acılarımı buldum. Herkes gibi yaşasaydım
eğer, yaşamı onlar gibi görebilseydim çarşılar yeterdi
avutmaya beni. Bir gömlek, bir ayakkabı, bir elbise; bir
yemek lokantalarda; televizyon, halı, masa ve daha nice
eşya yeterdi yalnızlığı örtmeye, kendimi göstermeye, va-
rolmaya, 'dar çevre yitikleri'nde önem kazanmaya...
  
Oysa ben bir akşamüstü oturup turuncu bir yangının
eteklerine, yüreği avuçlarımda atan bir can yoldaşıyla
dünyayı ve kendimi tüketmek isterdim. Öyle bir tüketmek
ki, sonucu yepyeni bir "ben"e ulaştırırdı beni, kederli dal-
gınlığımdan her döndüğümde...Bir ben ki tüm ilişkilerin
perde arkasını görür de gülerdim sessizce yapay ya-
kınlıklarına insanların. Kim kimi ne kadar anlayabilir
Ömür hanım?

Susmak yalnızlığın ana dilidir, Ömür hanım, şiiridir, beni
konuşmaya zorlama ne olur. Sözün sularını tükettim ben,
kaynağını kuruttum. Geriye bir büyük sessizlik kaldı yü-
reğimde, kalabalıklar, kalabalıklar kadar büyük...Yalnızım
Ömür hanım, geceler boyu akıp giden ırmaklar gibi ka-
ranlıklar içre, öyle yitik, öyle üzgün, yalnızım...Sularım
toprağa sızıyor bak. Yüzümü geceler örtüyor. Binlerce taş
saklanıyor içimde. Kim kimin derinliğini görebilir, hem
hangi gözle?
  
Kendilerinin olan tek sözcük yok dillerinde, öyle çok ko-
nuşuyorlar ki...Bir söz insanın neresinden doğar dersiniz?
Dilinden mi, yüreğinden mi, aklından mı? Düşlerinden
mi yoksa gerçeğinden mi? Ve kaç kapıdan geçip yerini
bulur bir başka insanda? Yerini bulur mu gerçekten? Sözü
yasaklamalı Ömür hanım yasaklamalı...Kimsenin kimseyi
anlamadığı bir dünyada söz boşluğu dövmekten başka ne
işe yarıyor ki? Olanağı olsa da insanların yürekleri ko-
nuşabilseydi dilleri yerine, her şey daha yalansız, daha içten
olurdu. Aklı silmeli diyorum insan ilişkilerinden. Yanılıyor
muyum? Olsun. Yanıldığımı biliyorum ya...
  
Yeni bir şeyler söyle bana ne olur, yeni bir şeyler. Kurşun
aktı kulaklarıma hep aynı sözleri, aynı sesleri duymaktan.
Belirsizlik güzeldir, de örneğin, kesinlik çirkin. Sessizlik
sesten -hele de güncel ve kof-  her zaman iyidir; düş gücü,
iç zenginliği verir insana. Dünyanın usul usul ağaran o
puslu sabahları ve günün turuncu tülleriyle örtünen dingin
akşamları bu yüzden etkiler bizi, duygulandırır, de. Anlık
izlenimler sürekli görünümlerden her zaman daha güçlü,
kalıcı ömürlüdür...Alışkanlıklar öldürür güzelliğimizi,
bizi değişmek çirkinleştirir de.
  
Kimse düşlerine yetişemez ve kimse geçemez gerçeğini bir
adım bile; bu yüzden sıkıntı verir zaman, kısa kalır, sonsuz
olur, insanın küçücük ömrünün karşısında. İstemenin kuralı
yoktur, de, açıklaması sınırı suçu yoktur; istemek ya-
şamın kendiliğinden sonucudur, ne haklı ne haksız,
ne yerinde ne yersiz...

Biz hepimiz dikenli tellerle sarılıyız, her ilişkide bir par-
çamız kalır ve bölüne bölüne biteriz de. En büyük hü-
nerimiz kendimize karşı olmak, aykırı yaşamaktır, acı
kaynaklarımızı ellerimizle yaratarak...Kıyılarımız duy-
gularımızın boyunda, derinliğimiz aklımızın ölçüsündedir;
ufuklarımızsa sisler içinde...O kıyısız gökyüzü nasıl sığar
küçücük gözlerimize, bir bardak suya, demirli bir pen-
cereye...Nasıl gizleriz ağız dil vermez bir geceye? Ve nedir
ki gizi, daraldığımız her yerde bir genişlik duygusu verir
içimize. Çözemeyiz, de, bu güdük bilinç, bu sığ yürek,
bu ezbere yaşamla.

Dünya bir testidir, de, Ömür hanım, ömür bir su...Sızar
iğneucu gözeneklerinden zamanın, bir içim serinlik bir
yudum mutluluk için. Ve bir gün ölümün balkonundan...
dökülür toprağa el içi kadar bir su. Yerde birkaç damla
nem, bir avuç ıslaklık...Ölümü bilerek nasıl yaşar insan,
geride dünyanın kalacağını bilerek nasıl ölür; bilmek bütün
acıların anasıdır, de...
  
Sars aklımın cılız ayaklarını, kuşat beni. Değişik şeyler
söyle ne olur, yeni bir şeyler söyle. Yıldım ömrümün ka-
lıplarından. Beni duy ve anla.
  
Yağmur dindi Ömür hanım. Gökyüzü masmavi gülümsedi
yine. Doğa aynı oyununu oynuyor bizimle. Umudun
ucunu gösteriyor usulca, iyimserliğin ışığını süzüyor mavi
atlasından. Ne aldanış! Bulutların rengi mavi-beyaz mıdır,
kurşuni-külrengi mi yoksa?
  
Gökyüzünü öpmek isterdim Ömür hanım, gözlerimle değil
dudaklarımla. Yoruldum bulutları kirpiklerimde taşı-
maktan. Delilik mi dedin? Kim bilir...Belki de yerde sü-
rünmenin bir tepkisidir bu, ya da ne bileyim bilinçsiz bir
aykırı olmak duygusu. Gökyüzü de olmak isteyebilirdim
değil mi? Kim ne diyebilir ki?

Kimseler görmedi Ömür hanım, bu dünyadan ben geçtim.
İçimde umudun kırk kilitli sandıkları, elimde bir avuç düş
ölüsü yüreğim -içinde senin ve benim ağırlığım- benim
olmayan bir garip gülümsemeyle yüzümde, incelik adına,
ben geçtim...Yerini bulmamış bir içtenlik, yanılmış bir
saygı ve bir hüzün eğrisi olarak ilişkilerin gergefinde,
ördüm ömrümün dokusunu ilmek ilmek. Beni cam kı-
rıklarıyla anımsasın insanlar, savrulan bir yaprak hüznü
ve dağınıklığı ile... Yükümü yanlış bedestanlara çözdüm.

Ezilmiş bir gül hüznü var yüreğimde. Saatlerce dayak
yemiş bir sanığın çözülmesi içindeyim. Ürperiyorum. Bir
at kestanesi durmadan yaprak döküyor yalnızlığın so-
kaklarında, örtüyor ömrümün ilk yazını. İçimde bir çocuk,
yalın ayak koşuyor yaşlılığa doğru, binlerce kez yenilmiş
umut ölülerini çiğneyerek. Sahi yaşlılık, derin bir iç çekiş,
yanılmış bir çocukluk olmasın Ömür hanım?
 
Şükrü ERBAŞ

19 Şubat 2018 Pazartesi

ÇERÇEVESİZ FOTOĞRAF ~ Şükrü ERBAŞ

ÇERÇEVESİZ FOTOĞRAF

Kendine zehir cümlesiyim kalbin
Parmaklar, alın kırışıklığı, yere düşen yüz

Ben çok gider az gelirim kalabalığa
Korurum yalnızlıkta sözlerimi

Çekiyorum çerçevesiz fotoğrafımı
Ey gizimi mülk edinmek isteyen dünya

Ne payım var ömrünüzde bir şarkıdan fazla
Mezarını ağzında gezdirenler

Şimdi evlerin birinde eşyalar Leyla’sı
Demiştim o çocuğa, adil değil hiçbir yakınlık

Seni kim öğretti bize ey güvenlik duygusu
Herkes gövdesine borçlu ölüyor

Ben giderim denizlere ki bir dar zaman
Ne kadar genişlerse odalar ve asfalt

Binlerce eşik saçımızdan tırnağımıza
Kötü bir geçmiştir hayal diye tutunduğumuz

Geçtim pervasız mevsimini konuşmanın
Unutarak kuruyorum ömrümü

Bu kaçıncı öğrenişim seni pişmanlık
Herkes nasıl bir seferde biliyor

Narhı yok saygımın
İç sesiyim bu pazar yerinin

Sussam ikrar söylesem kusur
O yanlışım kalbin cümlesine dokunan
Şükrü ERBAŞ

12 Aralık 2017 Salı

KÖYLÜLERİ NİÇİN ÖLDÜRMELİYİZ? - Şükrü ERBAŞ

Fotoğraf
KÖYLÜLERİ NİÇİN ÖLDÜRMELİYİZ?

Köylüleri niçin öldürmeliyiz?

Çünkü onlar ağır kanlı adamlardır
Değişen bir dünyaya karşı
Kerpiç duvarlar gibi katı
Çakır dikenleri gibi susuz
Kayıtsızca direnerek yaşarlar.
Aptal, kaba ve kurnazdırlar.
İnanarak ve kolayca yalan söylerler.
Paraları olsa da
Yoksul görünmek gibi bir hünerleri vardır.
Her şeyi hafife alır ve herkese söverler.
Yağmuru, rüzgarı ve güneşi
Bir gün olsun ekinleri akıllarına gelmeden
Düşünemezler…
Ve birbirlerinin sınırlarını sürerek
Topraklarını büyütmeye çalışırlar.

Köylüleri niçin öldürmeliyiz?

Çünkü onlar karılarını döverler
Seslerinin tonu yumuşak değildir
Dışarda ezildikçe içerde zulüm kesilirler.
Gazete okumaz ve haksızlığa
Ancak kendileri uğrarlarsa karşı çıkarlar.
Adım başı pınar olsa da köylerinde
Temiz giyinmez ve her zaman
Bir karış sakalla gezerler.
Çocuklarını iyi yetiştiremezler
Evlerinde, kitap, müzik ve resim yoktur.
Bir gün olsun dişlerini fırçalamaz
Ve şapkalarını ancak yatarken çıkarırlar.

Köylüleri niçin öldürmeliyiz?

Çünkü onlar köpekleri boğuşunca kavga ederler.
Birbirlerinin evlerine ancak
Ölümlerde ve düğünlerde giderler.
Şarkı söylemekten ve kederlenmekten utanırlar
Gülmek ayıp eğlenmek zayıflıktır
Ancak rakı içtiklerinde duygulanır ve ağlarlar.
Binlerce yılın kalın kabuğu altında
Yürekleri bir gaz lambası kadar kalmıştır.
Aldanmak korkusu içinde
Sürekli birbirlerini aldatırlar.
Bir yere birlikte gitmeleri gerekirse
Karılarından en az on adım önde yürürler
Ve bir erkeklik işareti olarak
Onları herkesin ortasında döverler.

Köylüleri niçin öldürmeliyiz?

Çünkü onlar yanlış partilere oy verirler
Kendilerinden olanlarla alay edip
Tuhaf bir şekilde başkalarına inanırlar.
Devlet, tapu dairesi, banka borcu ve hastanedir.
Devletten korkar ve en çok ona hile yaparlar.
Yiğittirler askerde subay dövecek kadar
Ama bir memur karşısında -bu da tuhaftır-
Ezim ezim ezilirler.
Enflasyon denilince buğday ve gübre fiyatlarını bilirler.
Cami duvarı, kahve ya da bir ağaç gövdesine yaslanıp
Onbir ay gökyüzünden bereket beklerler.
Dindardırlar ahret korkusu içinde
Ama bir kadının topuklarından
Memelerini görecek kadar bıçkındırlar
Harmanı kaldırdıktan sonra yılda bir kez
Şehre giderler!

Köylüleri niçin öldürmeliyiz?

Çünkü onlar otobüslerde ayaklarını çıkarırlar
Ayak ve ağız kokuları içinde kurulup koltuklara
Herkesi bunalta bunalta, yüksek perdeden
Kızlarının talihsizliğini
ve hayırsız oğullarını anlatırlar.
Yoksulluktan kıvrandıkları halde, şükür içinde
Bunun, Tanrının bir lütfu olduğuna inanırlar.
Ve önemsiz bir şeyden söz eder gibi, her fırsatta
Gizli bir övünçle, uzak şehirdeki
Zengin bir akrabalarından söz ederler.
Kibardırlar lokantada yemek yemeyi bilecek kadar
Ama sokağa çıkar çıkmaz sümküre sümküre
Yollara tükürürler..
Ve sonra şaşarak temizliğine ve düzenine
Şehirde yaşamanın iyiliğinden konuşurlar.

Köylüleri niçin öldürmeliyiz?

Çünkü onlar ilk akşamdan uyurlar.
Yarı gecelerde yıldızlara bakarak
Başka dünyaları düşünmek gibi tutkuları yoktur.
Gökyüzünü, baharda yağmur yağarsa
Ve yaz güneşleri ekinlerini yetirirse severler.
Hayal güçleri kıttır ve hiçbir yeniliğe
-Bu verimi yüksek bir tohum bile olsa-
Sonuçlarını görmeden inanmazlar.
Dünyanın gelişimine bir katkıları yoktur.
Mülk düşkünüdürler amansız derecede
Bir ülkenin geleceği
Küçücük topraklarını ipoteği altındadır.
Ve birer kaya parçası gibi dururlar su geçirmeden
Zamanın derin ırmakları önünde…

KÖYLÜLERİ, SÖYLEYİN NASIL
NASIL KURTARALIM?
Şükrü ERBAŞ

6 Aralık 2017 Çarşamba

AYKIRI YAŞAMAK - Şükrü ERBAŞ

Fotoğraf
AYKIRI YAŞAMAK

Geriye bakarak yanıtlıyoruz birbirimizi
Bir destek aranır bir güç alırcasına
Dönerek ikide bir anıların ülkesine..
Alnımızı gererek konuşuyoruz, kaşlarımızı
Bir ince eğimle siper edip bakışlarımıza
Çok iyi bildiğimiz bir duyguyu
-  O biraz yenilgiye biraz ezikliğe benzer
   Ortak yaşadığımız sızım sızım -
Saklamaya çalışıyoruz birbirimizden.

Uzun uzun susuyoruz sözün kıyılarında
Hangi kapıyı aralasak bir uzaklık esiyor
Hiçbir düşünceyi sonuna dek götüremiyoruz.
-  Böyle belirlenmiş sınırlar içinde
   Bir iç denetimle, bir dış denetimle
   Konuşmasak da eski tadını yitirdi -
Düşler kuruyoruz yeniden gelecek üzerine
Kaldırıp kirpiklerimizi ayak uçlarımızdan
Dağlara bakıyoruz, ufuklara, bulutlara
-   Ah, o insan yüreğinin değişmeyen tutkusu -

 Bir güncel sesle sonra, çirkin ve çiğ
Bir kirli görüntüyle hayata ilişkin
Dönüyoruz gerçeğin o kalın çizgisine..
Yeni yeni yaşamlar kuruyoruz ödünler vererek
Aklımızda yüzlerce geçerli açıklama:
"Yaşamak zorundayız nasılsa, iyidir
Hiç yoktan var olmak" adına
Karşı çıktığımız ne varsa yapıyoruz hepsini.
Bir kan pıhtısı gibi yarada kuruyan
Binlerce uyuşturucu merhemle donuyor kalbinizde
Anılar inançlar incelikler düşler..
Şükrü ERBAŞ

7 Ağustos 2017 Pazartesi

AŞKI ÖLÜMLE KUŞATILMIŞ BİR ÜLKEDE... - Şükrü ERBAŞ


Fotoğraf

AŞKI ÖLÜMLE KUŞATILMIŞ BİR ÜLKEDE...
O adamları ay ışında bir kadın fısıltıyla öpseydi;
o adamlar önleri sardunyalı pencerelerden rüzgarlara baksaydı;
o adamların çatılarına her bahar leylekler yuva yapsaydı;
o adamlar söğütlerin dibinden akan sularla menevişli, uzaklara aksaydı;
o adamlara akşamlar birazcık gölge düşürseydi;
o adamların kirpikleri bir vakitler hiç nedensiz nemlenmiş olsaydı;
o adamlar yağmur altında yalın ayak yollarda koşsaydı;
o adamları uçurumun kıyısında birileri göğsüne gömseydi;
o adamlar bir gün olsun güneşi serçelerle karşılasaydı;
o adamların dilinde keder bir erguvan dinginliğine dönseydi…
Yaşlılar, bedenlerinde bir ince sızı, parklarda öpüşen çocuklarla
gönenirdi. Kimse kendi rengini başkasının burcuna
çekmeye çalışmazdı. Evler evlerin üstüne bir değirmen taşı
gibi kurulmazdı. Herkes durduğu yeri biricik doruk, dünyanın
tek gerçeği sanmazdı. Pencereler yıldızlarla ürpere ürpere
sevişirdi. Aşkı ölümle kuşatılmış bir ülkede mutluluk, mutluluk
sayılmazdı. Özgürlük insanın aldığı soluktan belli olurdu.
Kimsenin eli kimseye ölüm için uzanmazdı. Doğanın büyüsüyle
yüreğin gizi akla iyilikler katardı. Bir hüznü söylerken
bile söz, insana güven ve incelik verir, bir gökyüzü genişliği
ile dünyaya barış getirirdi.
Şimdi mi? İnsanların gözleri uzun bir uçurumu ezber etmeye çalışan bir çift korku çiçeği, bir imdat çığlığı; sevincine bakarken bile ışığını ağır bir kuşku, boğuk bir önlem duygusundan alıyor. Herkes eliyle göğüs kafesine yerleştirdiği kocaman bir kayanın altında kirpikleriyle kuş resimleri çiziyor gökyüzüne. Zorun, paranın ve yalanın Tanrıları, aşk, iyilik, eşitlik, onur, özgürlük gibi tüm insani değerleri bir ihanet saplantısı, bir bölünme paranoyası ile ufkun dışına itiyor. Bütün korkakların azılı azılı bir kahraman kesildiği şarkıları bozulmuş bir ülkede ölüm, sorunların tek çözümü, hakların ve halkların ilk ve son ödülü oluyor. Özgürlük, bir uygunlukla iğdiş edilmemişse ancak hapishanelerde soluk alıyor. Yatağını cehalet, ihtiras ve çirkinliğin serdiği odalar ve olanaklar içinde, yeteneksizlik parayla yatıp kötülükle kalkıyor. Yoksulluk insanları evlere kapattıkça dünyadan ışığı kesilenler, soğuk bir karanlıkla Tanrıyı çoğaltıyor. Namusu cinsel organlara indirgeyen adamların mutsuz kadınları, bedenlerini soğuk yataklara çarpa çarpa tiksintiyi ve şiddeti doğuruyor. Şarkılar durmadan ayrılık ve ölümü söylüyor. Sesine dağları almış çocuklar, incecik boyunlarında binlerce yılın örseli yükü, gözlerinin ve parmaklarının buğulu pınarıyla yangın yerlerine, taş duvarlara su taşıyor.
Ve kendilerinden başka kimseyi sevmeyen, sevgisizliğin doğurduğu o adamlar, konumlarını ve kişiliklerini oluşturan korku, kabalık ve kurnazlığın o kırıcı nefti uzaklığından, yalnızca görmek istediklerini görüp duymak istediklerini duyarak, hakim olmanın şehveti ve olanaklarıyla ülkeyi tek bir renge indirmeye devam ediyorlar… Halk mı? Tanrı, devlet ve yokluğun üç ağızlı bıçağında, bilenmek mi dilinmek mi belli olmayan bir çırpınış içinde, dalıp dalıp gittiği boşluğa benziyor gittikçe…
Fotoğraf
Şükrü ERBAŞ