Öne Çıkan Yayın

Nazım Hikmet / CEVAP

  CEVAP  O duvar o duvarınız,                 vız gelir bize vız! Bizim kuvvetimizdeki hız, ne bir din adamının dumanlı vaadinden, ne de bir...

27 Şubat 2018 Salı

TILSIM VE TRAJEDİ - Enis BATUR

TILSIM VE TRAJEDİ

Bir ucunda Trajedi vardı bu kalemin,
Tılsım öteki ucunda. Uyuduğumda kim
uyanıyordu içimde, hangimiz sürdürüyordu
gündüşlerini, hangi yüzüm kanıyordu,
neden bir ucu seçip sivriltiyordum da
köreliyordu o an öteki uçtaki güdülerim,
kalemin bir ucunda Trajedi, Tılsım
benden yanaydı: Nereye çevirirsem çevireyim
öfke doğuruyordu hüzün doğuruyordu öfke:
İki ucunda kalemin
ebabil kuşları taş topluyordu.
Gelecek ardımda kalmış bir melek:
Defterim dolmuş, bir tek hece taşım için
karasız bir beyit oyalıyor şimdi beni.
Köprüler, dehlizler ve tünellerden geçtim,
oğullarım dağınık bir başkaldırı kavmi,
kızlarım sonsuza ayarlı birer arayış tohumu,
bu kadını sevmiştim: Koptu gitti dünyamdan,
sönmüş fer. Bu kadını da: doyamadığım.
Bir de onu: Yanıbaşımda fırtına gibi yaşayan,
tül gibi ölen. Yalnızım artık, nasıl yalnız
yaşamışsam gamlı bir şahinken.

Defterlerim dolu: Yaklaştım, erişemedim
Sancının ortasında, huzur kutbuna teğet,
varacağım noktaya doğru ilerlerken
ondan uzaklaştım belki de. Yandı canım
biricik olanı kendime ayırırken,
gün geldi içimde biriken ağu
çekti benden dışımda biriken uyumu:
Karanlık, sinsi, delici bir çağda
kırdım tek tek elimdeki kelimeleri.

Herşey geçti sonra, ben kaldım —
bir de bende bana direnen doğrular
ve yanlışlar: Hassas terazi, dik merdiven,
birkaç bozuk kum saatı, dilini unuttuğum
bir pusulayla gecelerimi paylaştığım
o tuhaf hayvanlar: Akrep ve örümcek,
semender ve şahin ve ebabil kuşları
taş topluyorlardı. Doğaya baktıkça
içimde dinlenen tufan insana baktıkça
kabardı; seyrek ve acemiydi kaçışlarım,
yüzümü döndüm nerede yakıcı bir hal
görsem, duydum ağızdan kaçırılmış
bir heceyi bile, bir tuzak kazıp
içinde salıvermek için mutlak bir av
bekledim.

Böyle başladı ve sürdüydü önümdeki katışıksız
yokuş: Sandım ve inandırdım belki,
gönlümü ve aklımı dağlamamış hiçbir işarete
oysa inanmadım. Hazırdım her an
kurduğum çadırı söküp yolcu çıkmaya,
kaldım burada: İğne ve ağ, ipek ve masal,
sis ve köpük arası yazdım öykümü defterden
deftere: Aradım bulamadım altın anlamı,
ama farkettim altındaki anlamı — uyanıp
kan içinde bir gece, sivrilttim öteki ucu
iyice:

Etrafımdaki nesneler cansız mı, kıpırtı
dolu: Dokunsam kendi dillerine çevirecekler
bende bildiklerini: Bu saatı ben durdurtmuştum,
ben çıkartmıştım bu yüzüğü, bile bile kırdığım
fanus ile bir başkasının kırdığı fanusu neden
içiçe geçirmiştim? İşte masam, kurutma kağıdım,
çocukluğumdan bu yana bana eşlik eden bir çift
kemik zar. İşte duvardaki ölü resimler,
yerdeki bu boz halı, başucumda yatağımın
opalin bir lamba ve siyah deri kaplı derin
defterler: Dokunuyorum ve dile geliyor
yıldan yıla bu odaya sinen saf korku:

Biraz daha arınmış ışık gerek bana,
biraz daha koyu bir mürekkep,
biraz daha felç sağ elim ve parmakları için,
biraz daha zaman ve bu zamandan geçmek:
Birkaç soluk boyu belki, belki birkaç çağ için
biraz daha cüret
ve korku,
Tılsım ve Trajedi gerek.
Enis BATUR

GÜNEŞ YANIĞI - Yücel KAYIRAN

Fotağraf: Arild Heitmann

GÜNEŞ YANIĞI
yüzümüzdeki leke arzu güneşinden hatıra
sesimdeki girdap
içimden sökülen kökdala

uzun geceler bazen böyle
gövdeme vura vura içerden
uyandırıyorum ya kendimi Necati!
rüyada bana görünenler olmasa
beni uykuya götürenler olmasa
tekrar nasıl dönerim ben kendime Necati!

suçluluk izin vermiyor özgürlük duygusuna
günışığına çıkınca kamaşıyor göz
bakarken güneşin utkusuna
akın var akın, içimden akın
beni güneşe götürüp yakın
güneşe varamayanlar
güneşin uykusuna yakın

sökülerek gidiyor insan
boşluk halinde her durak düşerken benzine
kökleri iç açılarının toplamında
biriken bir krizle gidiyor
öyle akarak dipten dalın benzine
baksalar alev alır, ağır alev
baksalar güneşini yitirmişin benzine

doluluk yok bizim gecemizde
içimizde büyürdü güneş
sayrılık hatırlamadı ulkusunu sesimizde
çok seneler geçti, geçmedi
öyle memnun ki yerinden
sadece “keşke”lerdi beliren gönümüzde

böyle çıktıkça dünyadaki yerimden
gölgeler neden kısalıyor içimde
bilen yok ne yapacağımı kayg› belirdiğinde
kefilim yok! yok kelimelerden başka
yok olan bu güneş tutulmasında
şimdi tekrar nasıl dönerim ben kendime

Bu cıvayı kim koydu kalbimize Necati?
Yücel KAYIRAN

BASİT BİR YALNIZLIK DA YETERDİ Egemen BERKÖZ

BASİT BİR YALNIZLIK DA YETERDİ

Basit bir kareli defter de yeterdi 
Samatya istasyonunu anlatmak için 
akşamı beklerken 
beklerken parçalanmış umutları 
biraz önce yağmur yağmış o istasyon 
hüzün dağıtırken 
uzaktan bakanlara bile 
kıyı yolundan geçenlere 
ve yolculara ki hüznün kendisidir 
biraz şairdir akşama doğru 
anlayışla bakar istasyon şefi 
hafif gülümseyerek 
ve aldırmaz bile 
ve birden gün geçer 
aldırmaz 
tirenlerle yolcularla yüklerle 
biletlerle pasolarla geçer gün 
ve Egemen Berköz evine döner 
Kupkuru yüreği hüzünden 
hat boyu kırık dökük ev içlerinden akşama doğru 
bir gün bir kadın çamaşır asarken memelerini görmüştür 
bir gün don fanle bir adamı sabah sabah pilav yerken 
bir gün her gün çocuklar görmüştür kirli ve arsız 
bir gün her gün insanlar biletler istasyon memurları 
ve bir gün Egemen Berköz evine döner 
Sabah midesi bozuk 
öğlen fasulye kılçıklı 
bir parti satranç oynamış 
iki metin yazmış 
Pavese’den birkaç sayfa okumuş 
birkaç çıplak kadın resmi bakmış 
pencerede birkaç dal ağaç 
ve birkaç ondört onbeşinci kat uzaklarda 
rüzgarda perde uçuşmuş durmuş 
sonra aklında kaktüsleri 
sonra Ben Shahn’nın ve Amerika’nın insanları 
sonra Töbder’in ve Türkiye’nin insanları 
sonra çantasında bir ufak yeni 
sonra elinde bir küçük kavun 
sonra içinde kıpırdanan bir şeyler 
Egemen Berköz evine döner 
Tirenden inip istasyondan çıkıp 
istavritlere kolyozlara bir göz atıp 
tırmanır Mütesellim yokuşunu 
tırmanır Ünal apartmanının merdivenlerini 
düşünür ta beşinci kat onaltı numaranın kapısına kadar 
düşünür basit bir kareli defter de yeterdi 
basit bir kareli defter de. 
Egemen BERKÖZ

ÇİÇEK DÜRBÜNÜ BENZETİSİ İYİMSERCE ~ Nilgün MARMARA

ÇİÇEK DÜRBÜNÜ BENZETİSİ İYİMSERCE

Yerleşik yabancılığın acısı 
Öz düşmanları kendilerinin sevgisiz bilisiz 
Ve acımasız kabukluların zincirlediği 
Kara tamlama. 
Bir neden yabancıya? 
Bir neden yerleşiğe? 
Bir neden yerleşik yabancıya? 
Susturduklarından sonsuzun dilini, 
Dışıyla gerçeğin çizgisini kalın koca leş doğrusuyla Belirleme. 
Bakıldığında göz değirmisinden bir çiçek dürbünün 
Değil midir renklenme olasılıkları tabanında 
Görülen parçacıkların 
Yoksamak kurutan kısır umutları, geleneksel 
Tanrıları,sürülerin çorak gerçekliğini 
Ve kanatlanarak yaşamak kendi dağılımında... 
Kaydır hafifçe elini sağa ve bak 
Elin hafifçe sağa kaymıştır 
(bir gül bir güldür bir güldür bir gül) 
Görünür ayrımı şimdi yenilenen renk konumunun. 
Yürü dört adım, dört kez çevir sevgili kırmızı 
Nesneyi (kırmızıydı ilk ve tek olan) 
Bak görülene tutkuyla bak 
Dört ayrı kez dört ayrı çümbüş... 
Sarıl, benzerlerine dokun... 
Bir bilinmeyen nicelikte duyumlarının sevinci, 
Benzeş özdeşliklerine küçük, 
Renkli bölünmüşlüklerin,ne hoş, ne düzenli, ne dağınık, ne düşlenmez 
Yer değişimlerini! 
Dizelerini sırala kendince kendiliğinden, 
Oyuncağını yuvarla ve yaklaştır bakışını, 
Uygun değil mi sözcüklerine kırıkların gözalan 
Dizilişi kendince kendiliğinden? 
Sorma! 
Ya bir gölge oluşmaz mı hiç,
Hep ışık var mı oluyor camdan yüreğine 
Akan duru, düzensiz kararlılık için? 
Korkarak kırılmasından saydam nesnelerin 
Parçacıkların yitiminden, kapılmasından 
Ötelerin el koyucu rüzgarın yetkesine, 
Başka coğrafyalara doğru. 
Kov kara duygulu olasılığı bilincinin 
Gücüyle biçimleri kesikler yaratmadan tininde 
-yeni çiçek dürbünleri bul ertesinde düş kırıklığının 
Gizlenmişlerse senden, kur öz yaratısını 
Saflığının. 
Geldiğince yüreğinden geçtiğince 
Yapıla benzerini, 
Daha yetkin oluşlar özgül ayrımlar 
Bekler seni uğraşında,şaşarsın dantel yüreğine 
İnce yeteneğine. 
Bekleme bir anı gelsin kurtuluşun 
Parlak renklerden ve 
Karanlık soyutta haz kırıntılarını 
Düşlemenin, 
Sokak bilincine göre 
Erince kavuşmanın. 

O çocuksuluğun ayırdında olamayan 
Ve direnmeye karşın etkilerini 
Zorbalıkla yayan kurnazlarca 
Huniler ve sinsilikle 
İçirilen beklentiler... 

Tüm hücrelerinle kus cellat yargıları! 
Seslen sonra övünçle bir gelecek insanlığına 
Oynadığın eşsiz 
Mikalarla...
Nilgün MARMARA

BOŞLUK ~ Ahmet GÜNBAŞ

Fotoğraf
Görsel: Joakım NORDIN

BOŞLUK
Bana bir yalan mı bağışladınız
sonra unutuluş
Lanetli bir yalnızlık
aldanışlar cumhuriyeti
Bari yangınımın adını yazsaydınız
Cehennem kulvarında koşarken soluksuz
bir kucak yaprakla kestiniz bileti

Geç öğrendim yaramı gülle sağaltmayı
Buzdan kılıçlarla çözmeden suyun alfabesini
Aynalara bakmadan göçtüğüm doğru
Aşkla kuşatılmadan
dilsiz ve sağır geçrnişin gizinde
koklamadan ince bir yağmuru
Bu yüzden suçlayamam sesimdeki çıngıyı
bitkin kulaçlarıma dikilen anaforu

İsle yazıldı tarihim / Nasıl anlatsam
Ateşi çoğaltan ben değildim
Ben değildim erken bir isyanı uyandıran
Geç öğrendim yaramı gülle sağaltmayı
geç öğrendim
Nasıl anlatsam düşmeye yatkın bir kayayı
Uçuruma sorulur mu böyle bir soru

Boşluğa çizendim gözü kapalı 
Ahmet GÜNBAŞ

26 Şubat 2018 Pazartesi

BUZ ÜSTÜNE YAZILAN ŞİİR ~ Ahmet ERHAN

BUZ ÜSTÜNE YAZILAN ŞİİR 

Buz üstüne yazmak isterdim 
Bütün bu şiirleri 
Üç beş gün öyle kalır 
Sonra eriyip giderdi. 
Kaybolursa da ne çıkar 
Yazılmış o kadar şiir? 
Onca acı, tedirginlik 
Bir avuç su oluverir. 
Buz üstüne yazmak isterdim 
Bütün bu şiirleri 
Ya da denizin yaladığı 
Bir kıyıya bırakmak... 
Boğulup gitsin sesim 
Uçsuz bucaksız bir koroda 
Duyulmayacaksa silah sesleri 
Girdiğimiz her sokakta. 
Çektiğimiz bunca acıyı 
Varsın hiç bilmesin çocuklar 
Barışa, kardeşliğe dair 
Yarın nice şiir yazarlar. 
Buz üstüne yazmak isterdim 
Bütün bu şiirleri 
Ve sonra çekip gitmek 
Dalgın bir cırcır böceği gibi. 
Ahmet ERHAN

BENİMDE HAYALLERİM VARDI ~ Nuri CAN

BENİMDE HAYALLERİM VARDI

Benimde hayallerim vardı bir zamanlar, ümitlerim vardı herkesin olduğu gibi. Mutluluk düşleri saklamıştım kalbime. Büyüyünce hep güzel günlerin geleceğini hayal ederdim kendi hayatımın kahramanı olarak. Aşka, sevgiye, dostluğa, mutluluğa yürüyecektim küçücük adımlarla kendi hesabıma...

Benimde hayallerim vardı bir zamanlar herkesin olduğu gibi. Sevdalarım, sevinçlerim vardı. bir güvercin sıcaklığı taşırdım çocuk yüreğimde hep. Dağlı çocuklarla pınarlara, esip geçen rüzgarlara güler geçerdim. En çok kuşları, çiçekleri, beyaz yeleli atları ve menekşe gözlü bir kızı severdim. Güller açardı ne zaman ellerimi uzatsam ellerine. Serin serin yeller eserdi saçlarımda...

Benimde hayallerim vardı sizin olduğu gibi. Kendime göre küçük bir yuva kuracaktım, Neşesiyle güleceğim, hüznüyle hüzünleneceğim ve beni en iyi anlayacak bir eşim olacaktı. Doğacak çocuklarımlarımla sorunsuz yaşayacaktım. Mutlu yaşayıp, hiç üzülmeyecektim hep gülecektim. Kin, nefret, intikam, yalan olmayacaktı benim hanemde. Strese girmeyecek, kırılmayacaktım, kırmayacaktım kimseyi...

Bir dünyam olacaktı küçücük, herkesin içinde dost olduğu, dostça geçindiği. Mutlu, küçücük bir dünya. Herkesin biribirini kardeşçe sevdiği... 
...../
Hayat bir türküdür sanardım dağ eteklerinde söylenen, güneş atarken karşı yamaçlara ve gülerken pınarlara kırmızı benekli çiçekler. Hayat bir türküdür sanardım, dağ rüzgarlarının çocuklara söylediği her seher vakti.

Benimde hayallerim vardı bir zamanlar, ümitlerim vardı sizin olduğu kadar. Hayallerdeki gibi sanardım yaşamı, oyunlardaki gibi. Hani bir pınar başında kurulan düşler yada çocukken oynanan oyunlar gibi. Nasıl ki, size rolünüz biçiliyorsa ve siz buna bütün yeteneğiniz, gücünüz ve azminizle sarılıp oyununuzu ve size verilen rolü başarıyla bitirmek istiyorsanız.

Oysa hiçte öyle olmadı, hiçte öyle değil yaşamında acımasızlığın farkına varanlar için. Anladım ki, insan olmak, insan kalmak başlı başına bir eziyet. Vefası yok bu nankör zamanın, ayağın kaymayıp bir kere düşmeyi gör, her yerden bir darbe gelir.

Hayatta kazandıklarımdan çok kaybettiklerim oldu. Kazandıklarım bir dal yaprak, kaybettiklerim koca bir ormandı. Ne geldiyse başıma iyi niyetliliğimden, sevmekten, dürüstlükten, olduğum gibi görünmekten geldi. Ama kendimden utanmadım hiç bir zaman, başı dik gezdim gezdiğim yerde, birileriyle karşılaşınca önüne bakan olmadım hiç. Kırmadım kırdılar, üzmedim üzdüler. Hayatta edindiğim o kadar çok yaram var ki anlatamam.

Kimsenin bilmediği, düşünmediği, anlamadığı bir yarayla kanıyorum şimdi. Ama hiç bir acı, ihanetin acısı kadar acı vermiyor insana. Kırdılar artık en kötüsü. Kırıldık ve kırılanda artık yerine konmuyor. İnsanın yüreğinde açılan yaralar kolay kapanmıyor. Asıl yaşamımdaki, rolüm benim için zor, ağır ve kahredici…

Öyle bir ateş yakıyor ki içimi... Sevince uzanan bütün yollar kapalı... Sevdasına yandığım dünyada, içinde suskun volkanlar taşıyan bir derviş gibi boynu bükük geziyorum gönül ülkemi her gece...

Hayallerim vardı benim de sizin gibi, umutlarım vardı benim de. Suya düştü hepsi. Şimdi acılar toplayan bir huma kuşuyum bu vefasız dünyada. 
Kimseye soru sormuyorum artık, cevapta vermiyorum...
Gül döküp yaralarıma susuyorum öylece...
Nuri CAN

KAR AYDINLIĞINDA ~ Necati CUMALI

KAR AYDINLIĞINDA

Uyandım kar aydınlığında
O küçük kasaba uykuda
Uykusuz bir sıra kavak
Hem gider hem dinlerim
Düş önüme yol göster derem benim
Kar mıhı atımın nallarında
Cebimde bir şişe konyak
Evlerinin avlusunda ayna nar
Sedirinde acı biber rengi bir kilim
Odan ıslak tahta kokar biraz da toprak
Gözlerim sana değer ısınır
Uzattım mı mangalına ellerimi
Her yanım tane tane mısır
Sanırdım patladı patlayacak
Sen sıcaktın yataklar sıcak
Pencerende aydınlık kar
Ateşim kömürüm esmerim benim
O günlerin tadı başka nerde var
Gençtik âşıktık deliydik
Seviştikçe ağardı karanlıklar
Bunca dağın karlarını erittik
Necati CUMALI

25 Şubat 2018 Pazar

YAĞMURUN ALTINDA ~ Melih Cevdet ANDAY

YAĞMURUN ALTINDA

Yirminci yüzyılı yaşadım
Ertelenmiş bir yüzyıldı bu
Yıkık bir sur yazgımızın uydusu
Bekletir ömrü yürüyen ayla birlikte
Bırakmaz günün adını koyalım.

Yanıtsız bir yaşamdı erdemimiz
Herkes içindi ve kimse içindi
Okunmamış bir yazı, umudu doyuran,
Duaları düşünmek neye yarar
Kurgular tutuşturdu bacalardan.

Yirminci yüzyılı taşıdım
Tedirginliğimizin zorbalığıdır sanrılar
Ve tohumun beklenmedik gürültüsüyle
Çıplak su gibi yinelenir zaman
Gökyüzünde usumuzun dirliği

Aklın başarısızlığa uğradığı içtenlik
Bir şive gibidir insan, ey öldürülmüş insan
Bilinmeyen bir hayvana özgü bir ses gibi
Sabırsız testi, hep dolar gibi olan
Her şeyin sese dönüşeceği bilinemez ki!

Bilip de diyenimiz yok.

Yiminci yüzyılı yaşadım
Parlak suyunda boğulmuş sahipsiz
İnsan yeryüzünde durur, bulutlar
Bulutlar düşümüzde doludizgin
Soylu bir çılgınlıktı gündemimiz.

Ellerinde oyuk gözlü idoller
Yüreğimin yalanını besler üç güzel
Bir dağın tepesinde buldum üç güzeli
Ama ses yok, sessizlik yok, önce erte yok.
Bir mezar gördüm içinde kimse yok.

Yirminci yüzyılı taşıdım
Golgota’ ya dirilemem ki,
Taşlar arasında yabanıl erinç
Ölümü diriltiyorduk hep
Yaşam tabular arasında bir esinti.
Sorup da dönenimiz yok.

Mevsimler kurgularla oyaladı bizi
Tarlaya bırakılmış bir at gibi
Bağlı, yalnız ve özgür,
Umudumuz sabrın tutamadığı ırmak
Umutsuzluğumuz insan kalmak içindi.

Yirminci yüzyılı yaşadım
Dingin karştlıkların adını bulmalı
Sel gibi kuruyor yaşlılık, gençlik
Sanki melekleri gördük uzun saçları
Tanrının unutkan kuzgunu idik.

Nasıl unuturum ey doğa
Bana bir diyeceğin vardı, kalakaldım,
Vaktim yetmedi, ölüm kalım,
Bütün yüzyılları yaşadım
Vaktim yetmedi anlamaya.

Yirminci yüzyılı taşıdım
Atalardan kalma huysuzluk
Kuşku, yeryüzü deliliği,
Kıralımız doğuştan yarım
Ama tanrımız Ara Ara idi.

Yaşayamadım yirminci yüzyılı
Kim yaşadı ki kendi yüzyılını
Akarsuyun dilinden sezenimiz yok
Orpheus’ tan sonra ben geldim
Giz dönüp baktığımız yerde kaldı.
Görüp de bilenimiz yok.

Ah acımasızdır uykusuz soru
Delice zeytin yerdi atamız Homeros
Biz yemezdik, aşılı zeytindi bizimki
Suskun arpa, uyur uyanık harlı toprak
Ama yüzyılımız hamdı, delice idi.

Yirminci yüzyılı yaşadık
O çağa bu çağa gömüldük
Bir şey var, susar, bakar durur
Ölümün soluduğu denizle varolan
Gökyüzünden başka çağ yoktur.

Oysa ne cok geçmis var, ne çok zaman
Ne cok gelecek, ne az zaman
Benzerlikle karşılaştık, susalım,
Kapalı bir avuçtur sözcük
Neden açıp da sormak ister insan?

Sorup da dönenimiz yok.

Hiçbir yüzyılı yaşamadım
Tüy kuşun ruhudur, ses teni
Hep anlar gibi oldum duvara vuran güneşi
Nesne ve bilinç birdir, çağ atlattı beni
Bir hoş bilmece içinde yaşadım.

Dingin ol ruhum, belki uzaklarda
Bir yerde nicedir ilk dizeleri
Yaratılıyor acıklı destanımızın
Çağlar sonra hayranlıkla okunmak için
Belki benzer umursamazlığımız kahramanlığa.

Kalk dostum ormana gidelim
Geyik sesleri içine çökelim
Yeniden doğuş, kıvanç, uyum
Kurgular bir yana, biz bir yana
İlk kez düşünmeden görelim

Martılar gibi yağmurun altında.
Melih Cevdet ANDAY

24 Şubat 2018 Cumartesi

NE DİYE ANSINLAR ADIMI? ~ Bertolt BRECHT

NE DİYE ANSINLAR ADIMI?

Eskiden düşünürdüm: İlerde, çok ilerde
Çökünce oturduğum evler
Bindiğim gemiler çürüyünce
Anarlar benim de adımı
Başka adlarla birlikte.

Çünkü ben faydalı’yı övdüm
Adi buluyorlardı yaşadığım günlerde.
Çünkü ben dinlerle savaştım
Zulme karşı çıktım çünkü
Ya da başka bir şeyden ötürü.

Çünkü ben insanlardan yanaydım,
Saygı duydum, onlara bıraktım her şeyi;
Şiir yazdım, dili zenginleştirdim,
Pratik yollar öğrettim çünkü,
Ya da başka bir şeyden ötürü.

Düşündüm bu yüzden adım anılır benim
Durur bir taşın üstünde,
Alınır kitaplardan basılır
Yeni yeni kitaplara.

Bugünse
Pekâlâ, unutulsun!
Ne diye
Ekmek varsa yeterince, sorulsun fırıncı?
Ne diye yeni kar bekleniyorsa
Övülsün erimiş kar?
Ne diye
Bir gelecek varsa
Dursun bir geçmiş?
Ne diye
Anılsın adım?
Bertolt BRECHT
Türkçesi: Behçet Necatigil

BU ÇİÇEK SENİN İÇİN ~ Victor HUGO

BU ÇİÇEK SENİN İÇİN

Doruktan senin için kopardım bu çiçeği
O sarp bayırdan hani, suya iner eteği
Kartalın bildiği yalnız ve yaklaşabildiği
Sessizce seprilmişti kayanın çatlağında.
Gölgeler yıkıyordu burnun sağrılarını
Açıkça görüyordum: bir yengi alanında
Nasıl kızıl ve parlak bir utku anıtı
Olanca görkemiyle bir anda kurulursa
İşte tıpkı öylece
Güneşin gömülüp gittiği yerde gece
Bulutlardan bir tak yapıyordu kendine.
Yelkenliler bir bir erirken uzakta
Birkaç çatı eğimli bir vadinin dibinde
Parlayıp görünmekten ürker gibiydi sanki.
Sevdiğim, senin için kopardım bu çiçeği!
Evet, rengi uçuk ve koku yok tacında
Çünkü kökü dağların bu çetin yamacında
Yalnız su yosununun acı tuzunu içmiş.
Dedim ki: garip çiçek, şu tepenin üstünden
Bulutların, yosunun ve teknenin gittiği
Uçsuz bucaksızlığa yolcu olmalıydın sen.
Git öyleyse bir kalbin
Her şeyden daha derin uçurumunda dağıl
Başka bir acun olan o göğüste sol artık
Göğün seni sular için yarattığı besbelli
Ben’se Sevda’ya adadım işte seni!
Rüzgar birbirine katıyordu suları;
Yavaş yavaş silinen
Belirsiz bir ışık kalmıştı yalnız günden
Ah! nasıl acılıydım ve nasıl da derinden! ..
Düşler içindeydim ve kapkaranlık Gece
Sonsuz titreyişlerle doluyordu içime.
Victor HUGO

23 Şubat 2018 Cuma

PSİKANALİZ VE DİN (I- SORUN) Erich FROMM

PSİKANALİZ VE DİN

I

SORUN
   
    Günümüzde  insanlık,  hep  peşinde  koştuğu  umutlan gerçekleştirme  olanağına  her  zamankinden  daha  yakındır. Bilimsel  buluşlarımız  ve  teknik  başarılarımız  sayesinde* sofranın  yemek  isteyen  herkes  için  kurulacağı  günleri,  in­san soyunun birleşik bir toplum kurarak aynı birimler halinde  yaşamayı  bırakacağı  günleri  zihnimizde  kolayca  canlandırabiliyoruz.          İnsanın  zihinsel  olanaklarının  böylesine gün  ışığına  çıkması,  toplumu  örgütleme  ve  bütün  gücünü amaçlı  etkinliklerde  yoğunlaştırma  yeteneğinin  böylesine artması  için  binlerce yılın  geçmesi  gerekmiştir.  İnsan,  ken­di  yasaları  ve  kendi  yazgısı  olan  yeni  bir  dünya yaratmış­tır.  Yarattığı  esere  bakınca,  gerçekten  kıvanç  duyabilir.
    Ama dönüp  de  kendisine  baktığında ne  diyecektir? İn­san soyunun  bir  başka  düşü  olan insanın  kusursuzlaşması ülküsünü gerçekleştirme evresine yaklaşmış  mıdır?  Komşu­sunu seven, haksız davranmaktan kaçman, her zaman doğ­ruyu  konuşan  ve  Tanrı’nın  yeryüzündeki  görüntüsü  olma yeteneğine  sahip olduğunu  kavrayan  insanı  gerçekleştirme evresine  yaklaşmış mıdır?
    Bu  sorunun  ortaya  atılması,  insana  sıkıntı  vermekte­dir; çünkü  yanıtı açık  seçik ve üzücüdür. Harika şeyler ya­ratmış  olmakla birlikte,  bu  görkemli uğraşının  hakkını  ve­recek insanlar haline gelmeyi başarabildiğimiz söylenemez. Bizim  yaşamımız,  kardeşçe,  mutlu,  erinçli  bir  yaşam  değil; çılgınlık  durumuna  tehlikeli  bir  biçimde  yaklaşan  manevi kargaşanın ve  aymazlığın damgasını  taşıyan  bir yaşamdır. Burada sözünü ettiğim  çılgınlık durumu,  Ortaçağ’da  görülen histeri  türü bir çılgınlık  değil»  içsel  gerçeklikle bağlan­tının  koptuğu ve  düşüncenin duygudan  ayrıldığı  şizofreni­ye  yakın  bir  çılgınlıktır.
    Her sabah,  her akşam  gazetelerde  okuduğumuz  ya  da yayın  organlarında  izlediğimiz  bazı  haberleri  anımsamak yeter.  New  York'ta  yaşanan  su  sıkıntısına  çare  olarak,  bir yandan  kiliselerde  yağmur  duasına  çıkılması  önerilirken, öte yandan da bilim çevrelerinde kimyasal yöntemlerle yağ­mur  yağdırma  girişimlerine  tanık  olunuyor.  Bir  yılı  aşkın süreden  beri,  uçan  dairelerin  görüldüğüne  ilişkin  haberler birbirini  ziliyor;  kimileri  uçan  daire  diye  bir  şeyin  olmadı­ğını  söylerken,  kimileri  bunların  gerçek ve  bizim  ülkemize ya  da  yabancı  ülkelere  ait  yeni  askeri  araçlar  olduklarını söylüyorlar;  kimileri  de,  ciddi  ciddi,  bunların  başka  geze­genlerde  yaşayanlarca  gönderilen  makineler  olduklarını öne  sürüyorlar. Amerika’nın parlak bir gelecek  kurma ola­nağının ilk  kez  bu  denli  güçlü  olduğunu  öğreniyoruz;  ama yine  aynı  sayfada  savaş  çıkabileceği  dile  getiriliyor  ve  bi­lim adamları, atom silahlarının yerküreyi toptan yıkıma sü­rükleyip  sürüklemeyeceğini  tartışıyorlar.
    İnsanlar  kiliselere  giderek,  sevgi  ve  yardımseverlik  il­kelerinin  öğütlendiği  vaazlar dinliyorlar;  ama yine aynı in­sanlar,  bir  malı,  maddi  bakımdan  kaldıramayacağını  bil­dikleri  bir müşteriye  satmakta  bir  an  bile  duraksamazlar. Pazar  günleri  kilise  okuluna  giden  çocuklar,  dürüstlüğün, doğruluğun  ve  canlılara sevgiyle  yaklaşmanın, yaşama  yol gösteren  ilkeler  olması  gerektiğini  öğrenirler;   oysa  «ya­şamdın  bize  öğrettiği  ders,  bu  ilkelere  uyarsak,  en  iyi  ola­sılıkla,  gerçeklerden  kopup  hayal  dünyasında  yaşayan  ki­şiler haline geleceğimizdir.  Basın,  radyo ve televizyonla  ile­tişim  alanında  en  olağanüstü  imkânlara  sahibiz;  ama  yine de her  gün,  daha  önce  aşılanmamış  olan  çocukların  zihni­ni  bulandıracak  nitelikteki  bir  sürü  saçmalıkla  besleniyo­ruz.  Birçoklan,  yaşam  biçimimizin  bizi  mutlu  ettiğini  dile getiriyorlar. Peki bu sıralarda mutlu olan kaç kişi var? Lifedergisinde bir süre Önce yayımlanan ve bir cadde köşesinde* yeşil ışığın yanmasını bekleyen bir grup insanı gösteren do­ğal  bir  fotoğrafı  anımsamak  ilginç  olacaktır. Bu fotoğrafın böylesine  dikkat  çekici  ve  böylesine  sersemletici  olmasına yol  açan  şey,  hepsi  de  donup  kalmış  ve ürkmüş  gibi  görü­nen  bu  insanların,  korkunç  bir  kazaya  tanık olmuş  insan­lar değil,  işine  giden  sıradan insanlar olmalarıydı.
    Mutlu  olduğumuz  inancına  sarılıyoruz;  çocuklarımıza, kendimizden  önceki  bütün  kuşaklardan  daha  ileri  olduğu* muzu, her arzunun eninde sonunda gerçekleşeceğini ve ula­şamayacağımız  hiçbir  şeyin  bulunmadığını  öğretiyoruz. Durmaksızın  zihinlerimize  perçinlenen  bu  inanç,  görüntü­lerle  destekleniyor.
    Ama  çocuklarımız,  gidecekleri  yönü  ve  yaşama  amaç­larını  bildiren  bir  ses  işitecekler  mi?  Bütün  insanlar  gibi onlar  da yaşamın  bir  anlamı olması  gerektiğini  hissediyor­lar;  ama nedir  bu  anlam?  Ne  yana dönseler  karşı  karşıya kaldıkları  çelişkilerde  mi,  incir  çekirdeğini  doldurmayan sözlerde mi, ikiyüzlü  teslimiyette mi  bulacaklar bu anlamı? Onlar  mutluluğun,  doğruluğun,  adaletin,  sevginin  ve  bağ­lanacak  bir  şeyin  özlemini  çekiyorlar;  onların  bu  özlemini karşılayabilecek  miyiz?
    Biz  de  onlar  kadar  umarsız  durumdayız.  Yanıtı  bilmi­yoruz,  çünkü biz de  soruyu  sormayı  unuttuk.  Yaşamımızın sağlam  temellere dayandığı  iddiasını  sürdürüyor;  bir  türlü* kurtulamadığımız  huzursuzluk,   kaygı  ve  kafa  karışıklığı bulutlanın  görmezlikten geliyoruz.
    Bazı  insanlar,  çareyi  dine  dönmekte  buluyorlar;  ama bunu,  inanç  sahibi  oldukları  için  değil,  dayanılmaz  ağırlık­taki  bir  kuşkudan  kaçmak  için  yapıyorlar;  onların  bu  ka­rarını  belirleyen,  bir  şeye  adanma  isteği  değil,  güvenlik arayışıdır.  Uzmanlık  alanı  çağdaş  ortam  olan  ve  kiliseyle değil  de  insan  ruhuyla  ilgilenen  kişiler,  bu  yönelişi,  sinir rahatsızlığının  bir  başka  belirtisi  olarak  görüyorlar.
    Geleneksel  dine  yönelerek  bir  çözüme  ulaşmaya  çabalayan  kişiler,  dincilerin  sık  sık  önerdikleri bir  görüşün  et­kisi  altında  kalıyorlar.  Bu  görüşe  göre,  yalnızca  içgüdüse* gereksinmelerimizi karşılamayı  ve maddi rahatlığımızı sağ­lamayı  amaçlayan yaşam  biçimi ile  din arasında bir  seçimi yapmamız  gerekir;  eğer  Tanrı'ya  inanmıyorsak,  ruha  ve onun gereklerine inanmamız için de bir nedenimiz —ve hak­kımız— olmaz. Buhla ilgilenen tek meslek grubu,  sevgi, doğ­ruluk  ve  adalet  ülkülerinin  biricik  savunucuları  sanki  pa­pazlar ve din  adamlarıymış gibi bir görüntü yaratılıyor.
    Konuya  tarihsel  açıdan  yaklaşılırsa,  gerçeğin  her  zaman böyle olmadığı görülür. Mısır kültürü gibi bazı kültür­lerde, rahipler «ruh hekimi»  işlevi yüklenmekle birlikte, Yu­nan  kültürü  gibi  bazı  kültürlerde  de  bu  işlev,  hiç  değilse bir  ölçüde,  düşünürlerce  paylaşılmıştır.   Sokrates,  Platon, Aristoteles  gibi düşünürler, herhangi bir dinsel vahyin söz­cüleri  olduklarını  öne  sürmemekle  birlikte, mantığın verdi­ği  güçle,  insan  mutluluğuna ve insan ruhunun  gelişmesine duydukları  ilginin  verdiği  güçle  konuştuklarını  dile  getir­mişlerdir. Onlar, en önemli irdeleme konusu olarak gördük­leri insanı, başlıbaşına bir amaç olarak ele almışlardır. On­lann felsefe ve ahlâk üzerine olan denemeleri,  aynı zaman­da  ruhbilimle  ilgili  yapıtlardır.  Bu  ilkçağ  geleneği,  Röne­sans’ta  da  sürdürülmüştür  ve  başlığında   «Psychologia» (ruhbilim)  sözcüğünü kullanan ilk kitabın altbaşlığınm Hocest de Perfectione  Hominis  (İnsanın Kusursuzluğu Üzerine­dir) ı  olması  son  derece  anlamlıdır.  Bu gelenek,  Aydınlan­ma  Dönemi'nde  doruk  noktasına  ulaşmıştır.  İnsan  ruhunu incelemeyi  de  kendilerine  amaç  edinen  Aydınlanma  düşü­nürleri, insanın mantığına yürekten inandıkları için, siyasal zincirlerin yanı sıra boş  inanç ve  cehalet  zincirlerinden  de kurtulmuş  bir  insanlığı  savunmuşlardır.  Onlar,  insanlığa, yanılsamaların  sürdürülmesini  gerektiren  yaşama  koşulla­rını ortadan kaldırmayı öğretmişlerdir.  Onlann ruhbilimsel sorgulamaları,  insan  mutluluğunun  koşullarını  ortaya  çı­karma  çabasından  doğmuştur.  Onlann  anlayışına  göre, mutluluk,  ancak insanın iç özgürlüğüne  kavuşmasıyla ger­çekleşebilir, çünkü ancak o zaman insan zihinsel bakımdan sağlıklı olabilir.  Ne var ki, son  birkaç kuşak içinde,  Aydın- ianma’nın  akılcılığı  köklü  değişiklikler  geçirmiştir.  Yeni*)  Rudolf  Goeckel,  1590» maddi zenginliğin ve doğayı denetlemede ulaştığı başarının sarhoşluğuna kapılan  insan,  kendisini,  yaşamın  ve  kuram­sal sorgulamaların başlıca konusu olarak görmez olmuştur. Doğruyu  ortaya  çıkarmanın  ve  olguların  görünür  yüzeyi­nin  altındaki  öze  ulaşmanın  aracı  olan  aklın  yerini,  salt nesneleri ve insanları  idare etmenin  aracı olan zeka almış­tır.  İnsan,  davranışla  ilgili  kurallara  ve  fikirlere  aklın  gü­cüye  geçerlilik  kazandırılabileceğine  inanmaz  olmuştur.
    Zihin  ve  duygu  ortamındaki  bu  değişiklik,  ruhbilimin bir  bilim  dalı  olarak  gelişmesini  derinden  etkilemiştir  Ni- etzsche  ve  Kierkegaard  gibi  istisnai  kişilikleri  saymazsak, ruhbilimi,  insanın erdemi  ve mutluluğu  bakımından ruhun incelenmesi olarak ele  alan  anlayış terkedilmiştir.  Doğa bi­limlerini ve ölçme, sayma gibi laboratuvar yöntemlerini tak­lit etmeye kalkışan akademik ruhbilim, ruh dışında her şey­le  ilgilenir  olmuştur.  İnsanın  laboratuvarda  araştırılabilen yönlerini anlamaya çabalamış; vicdan, değer yargıları, iyiyi ve  kötüyü  ayırt  edebilme  gibi  özelliklerin  metafizik  kav­ramlar olduklarını ve  ruhbilim  sorunları  sayılamayacaklarını  öne  sürmüştür;  insanın  önemli  sorunlarını  incelemek için  yeni  yöntemler  geliştirmek  yerine,  sözde  bilimsel  bir yönteme uygun düşen önemsiz sorunlarla uğraşmayı yeğle­miştir.  Böylece  ruhbilim,  ana  inceleme  konusu  olan  ruhu kapsamayan bir bilim olup çıkmıştır;  mekanizmalarla,  tep­ki  geliştirmelerle,  içgüdülerle  ilgilenmiş,  ama  en  başta  in­sana  özgü  olan  sevgi,  akıl,  vicdan,  değerler  gibi  olgularla uğraşmamıştır.
    Daha  sonra.  Aydınlanma  akılcılığının  son  büyük  tem­silcisi ve bu anlayışın sınırlılığım gösteren ilk kişi olan Fre- ud  adını duyurmuştur.  Freud, 'salt zekanın  zafer şarkılan- nı  susturma yürekliliğini  göstermiştir.  Aklın  en  değerli  ve en  özgül  insan  yeteneği  olduğunu,  ama yine  de  tutkuların çarpıtıcı  etkisinden  kurtulamadığını,  insan  aklının  işlevini hakkıyla yerine getirebilmesi  için  insan  tutkularının anla­şılması gerektiğini ortaya koymuştur. İnsan aklının gücünü gözler önüne  serdiği  gibi kusurlarını  da gün  ışığına çıkar­mış ve  «Doğrular sizi  özgürleştirir»  sözünü,  yeni bir sağal­tım  (terapi)  anlayışının  yol  gösterici  ilkesi  yapmıştır. Freud,  ilk  başlarda,  yalnızca  bazı  hastalık  türleri  ve bunların tedavisiyle uğraştığını sanmıştır. Ama zaman için­de, tıp  alanının çok dışına çıktığını ve insan ruhunu incele­yen bir bilim dalı olarak ruhbilimi, yaşama sanatının, mut­luluğa  ulaşmanın  kuramsal  temeli haline  getiren  bir anla­yışı  benimsediğini  farketmiştir.
    Freud’un  uyguladığı  yöntem  olan  psikanaliz  (ruhçö- zümleme), ruhun  en ince ayrıntısına değin ve en yakından incelenmesini  sağlamıştır.  Psikanalistin  «laboratuvar»mda, hiç  araç-gereç  yoktur.  Psikanalist,  bulgularını  ölçemez  ya da  sayamaz;  ama  düşler,  düşlemler  ve  çağrışımlar  aracılı­ğıyla,  hastasının  saklı  kalmış  arzularma  ve  kaygılarına ulşmayı  başarır.  «Laboratuvar*mda,  yalnızca  gözlemlerine, aklına ve  bir insan  olarak  sahip olduğu  deneyimlere  daya­narak,  akıl hastalığının,  manevi  sorunlardan  ayn  düşünül­düğünde  anlaşılamayacağını,  çözümlediği  kişinin,  ruhunun gerksinmelerini savsakladığı için hasta olduğunu ortaya çı­karır.  Psikanalist,  bir  tannbilimci  ya  da  düşünür  değildir ve  bu  alanlarda  uzmanlık  iddiasında  bulunmaz;  ama  bir ruh  hekimi  olarak  o,  felsefenin  ve  tanrıbilimin  uğraştığı sorunların  aynısıyla,  yani  insan  ruhu ve  onun sağaltımıyla uğraşmaktadır.
    Psikanalistin  işlevini  bu  şekilde  tanımlarsak,  şu  anda iki meslek  grubunun ruhu  kendisine  konu  edindiğini  görü­rüz;  bu  gruplar,  din  adamları  ve  psikanalistlerdir.  Bu  iki grubun  karşılıklı  ilişkisi  nedir?  Psikanalistler  din  adamla­rının  alanını  işgal  etmeye  mi  çalışıyorlar;  bunlar arasında rekabetin  doğması  kaçınılmaz  mıdır?  Yoksa  bu  iki  grup, aynı amaçlar için  çalışan ve gerek kuramda  gerekse  uygu­lamada birbirinin alanına geçip yardımlaşması gereken bağ­laşık  gruplar  mıdır?         
    Birinci bakış  açısı,  hem  psikanalistlerce  hem  de  din adamlarınca  dile  getirilmiştir.  Freud'un Bir  YanılsamanınGeleceği  (The Future of an Illusion) * ve Sheen'in Ruh Barışı (Peace of  SouD*  adlı  yapıtları,  rekabetten  yana  olan  tutu­mun  örnekleridir.  C.G.  Jung'un*  ve  Haham  Liebman’m* yazırlarında ise  psikanalizle  dini  uzlaştırma  çabası  dikkati çekmektedir.  Oldukça önemli sayıda din adamının  psikana­liz öğrenimi görmesi, psikanaliz ile dini kaynaştırmanın ya­rarına  olan  inancın,  dinsel  uygulama  alanında  hangi  aşar maya  geldiğinin  bir  göstergesidir.
    Psikanaliz ve  din sorununu  burada yeni  baştan  ele  al­manın  nedeni,  uzlaşmaz  karşıtlık  ya  da  çıkar  birliği  seçe­neklerinden  birisini  benimsemenin  yararsız  olduğunu  gös­termek  istememdir.  Çokyönlü  ve  soğukkanlı  bir  tartışma, din ile ruhbilim arasındaki ilişkinin, bu basit ve kolaycı tu­tumların  birisine  ya  da  diğerine  sığdırılamayacak  kadar karmaşık  olduğunu  ortaya koyabilir.

2)   Liverlght  Publlshlng  Corporation,  1949.
3)   Bu konu  bazen  talihsiz  bir  biçimde  ele  alınmaktadır;  bu  talihsiz tu­tumun  bir  örneği  de  Monsenyör  Sheen'in  Ruh  Barışı’ndaki  (VVhlttlesey House,  1949)  sözleridir. Şöyle yazıyor Sheen:  «'Maske düşmüştür:  [psi­kanaliz]  Tanrı'nın  ve  ahlaksal  bir  ülkünün  yadsınmasına  yol  açmakta­dır*  (Freud,  Bir  Yanılsamanın  Geleceği,  s.  64)  diye  yazan  Freud, bu  sö­züyle,  bir  kurama  akıldışı  bir  önyargının  damgasını  vurmuş  oluyor.» Sheen,  burada  aktardığı  söz  Freud'un  kendi  görüşüyümüş  gibi  bir  iz­lenim  uyandırıyor.  Oysa  Freud'un  kitabındaki  ilgili  bölüme  bakılırsa, aktarılan  cümlenin  şu  sözlerden  sonra  geldiği  görülecektir:  «Eğer  şim­di,  tepki  çekebilecek  böyle  sözlerle  ortaya  çıkarsam,  insanlar  hiç  za­man  yitirmeden,  benim  kişiliğimle  ilgili  duygularını  psikanalize  yansı­tacaklardır. işte gördünüz  mü/ diyeceklerdir, 'psikanalizin  neye yol  aç­tığını?’  (İtalikler  benim.  E.F.)  Maske  düşmüştür;  gerçekten  bizim  her zaman  düşündüğümüz  gibi,  bu,  Tanrı’nın  ve  ahlaksal  bir  ülkünün  ayd- sınmasına  yol  açmaktadır.  Bu  gerçeği  bulmamıza  engel  olmak  amacıy­la,  psikanalizin  felsefi  bir  tutum  olmadığına  ve  olamayacağına  inandı­rıldık.»  Freun’un,  kendi  görüşünü  açıklamak  yerine,  insanların  psikana­lize  hangi  silahlarla  saldıracaklarına  seğinmektedir.  Yapılan  çarpıtma, Freud'un yalnızca Tanrı'yı  değil,  ahlaksal  bir ülküyü de  yadsıdığı  varsa­yımından  kaynaklanmaktadır.  Varsayımın  birinci  bölümü  doğru  olmakla birlikte,  ikinci  bölümü  Freud'un  tutumuyla  uyuşmamaktadır.   Tanrı’yı 
    Eğer  din  kurallarını  benimsemiyorsak,  ruha  duyduğu­muz ilgiden  vazgeçmemizin doğru  olmayacağını  ilerki  say- falrada göstermek istiyorum. Psikanalist, gerek dinin gerek­se  dindışı  simge  sistemlerinin  arkasındaki  insan  gerçeğini incelemek  durumundadır. Ö zaman,  asıl  sorunun,  insanın dine  yönelerek  Tann’ya  inanıp  inanmaması  değil,  sevgiyi yaşayıp  yaşamadığı  ve  doğruyu  düşünüp  düşünmediği  ol­duğunu görecektir. Eğer böyle davranırsa, kullandığı simge sistemleri  ikinci  derecede  önem  taşır;  ama eğer böyle  dav­ranmazsa,  bu  sistemlerin  hiçbir  önemi  yoktur.yadsımanın  ahlaksal  ülküleri  de  yadsımak  anlamına  geldiğine  inanmak elbette  Sheen'e  kalmış  bir  şeydir;  ama  bunu  Freud’un  kendi  görüşüy­müş  gibi  sunmaya  kalkışmak  yakışık  almaz.  Eğer  Sheen,  «gerçekten bizim  her zaman düşündüğümüz  gibi»  sözlerini  koruyarak ya da bu  söz­lerin  alıntıdan  çıkarıldığını  belirterek  Freud’un  sözlerini  doğru  aktarsaydı,  okuyucuyu  kolayca  yanıltamazdı.

4)  Ruhbilim  ve Din  (Psychology  and  Rellgion), Yale  Unlversity  Press. 1938.
5)  Zihin  Barışı, (Peace  of  Mlnd),  Slmon  and  Schuster,  1946.
Erich FROMM