Öne Çıkan Yayın

Nazım Hikmet / CEVAP

  CEVAP  O duvar o duvarınız,                 vız gelir bize vız! Bizim kuvvetimizdeki hız, ne bir din adamının dumanlı vaadinden, ne de bir...

23 Şubat 2018 Cuma

PSİKANALİZ VE DİN (I- SORUN) Erich FROMM

PSİKANALİZ VE DİN

I

SORUN
   
    Günümüzde  insanlık,  hep  peşinde  koştuğu  umutlan gerçekleştirme  olanağına  her  zamankinden  daha  yakındır. Bilimsel  buluşlarımız  ve  teknik  başarılarımız  sayesinde* sofranın  yemek  isteyen  herkes  için  kurulacağı  günleri,  in­san soyunun birleşik bir toplum kurarak aynı birimler halinde  yaşamayı  bırakacağı  günleri  zihnimizde  kolayca  canlandırabiliyoruz.          İnsanın  zihinsel  olanaklarının  böylesine gün  ışığına  çıkması,  toplumu  örgütleme  ve  bütün  gücünü amaçlı  etkinliklerde  yoğunlaştırma  yeteneğinin  böylesine artması  için  binlerce yılın  geçmesi  gerekmiştir.  İnsan,  ken­di  yasaları  ve  kendi  yazgısı  olan  yeni  bir  dünya yaratmış­tır.  Yarattığı  esere  bakınca,  gerçekten  kıvanç  duyabilir.
    Ama dönüp  de  kendisine  baktığında ne  diyecektir? İn­san soyunun  bir  başka  düşü  olan insanın  kusursuzlaşması ülküsünü gerçekleştirme evresine yaklaşmış  mıdır?  Komşu­sunu seven, haksız davranmaktan kaçman, her zaman doğ­ruyu  konuşan  ve  Tanrı’nın  yeryüzündeki  görüntüsü  olma yeteneğine  sahip olduğunu  kavrayan  insanı  gerçekleştirme evresine  yaklaşmış mıdır?
    Bu  sorunun  ortaya  atılması,  insana  sıkıntı  vermekte­dir; çünkü  yanıtı açık  seçik ve üzücüdür. Harika şeyler ya­ratmış  olmakla birlikte,  bu  görkemli uğraşının  hakkını  ve­recek insanlar haline gelmeyi başarabildiğimiz söylenemez. Bizim  yaşamımız,  kardeşçe,  mutlu,  erinçli  bir  yaşam  değil; çılgınlık  durumuna  tehlikeli  bir  biçimde  yaklaşan  manevi kargaşanın ve  aymazlığın damgasını  taşıyan  bir yaşamdır. Burada sözünü ettiğim  çılgınlık durumu,  Ortaçağ’da  görülen histeri  türü bir çılgınlık  değil»  içsel  gerçeklikle bağlan­tının  koptuğu ve  düşüncenin duygudan  ayrıldığı  şizofreni­ye  yakın  bir  çılgınlıktır.
    Her sabah,  her akşam  gazetelerde  okuduğumuz  ya  da yayın  organlarında  izlediğimiz  bazı  haberleri  anımsamak yeter.  New  York'ta  yaşanan  su  sıkıntısına  çare  olarak,  bir yandan  kiliselerde  yağmur  duasına  çıkılması  önerilirken, öte yandan da bilim çevrelerinde kimyasal yöntemlerle yağ­mur  yağdırma  girişimlerine  tanık  olunuyor.  Bir  yılı  aşkın süreden  beri,  uçan  dairelerin  görüldüğüne  ilişkin  haberler birbirini  ziliyor;  kimileri  uçan  daire  diye  bir  şeyin  olmadı­ğını  söylerken,  kimileri  bunların  gerçek ve  bizim  ülkemize ya  da  yabancı  ülkelere  ait  yeni  askeri  araçlar  olduklarını söylüyorlar;  kimileri  de,  ciddi  ciddi,  bunların  başka  geze­genlerde  yaşayanlarca  gönderilen  makineler  olduklarını öne  sürüyorlar. Amerika’nın parlak bir gelecek  kurma ola­nağının ilk  kez  bu  denli  güçlü  olduğunu  öğreniyoruz;  ama yine  aynı  sayfada  savaş  çıkabileceği  dile  getiriliyor  ve  bi­lim adamları, atom silahlarının yerküreyi toptan yıkıma sü­rükleyip  sürüklemeyeceğini  tartışıyorlar.
    İnsanlar  kiliselere  giderek,  sevgi  ve  yardımseverlik  il­kelerinin  öğütlendiği  vaazlar dinliyorlar;  ama yine aynı in­sanlar,  bir  malı,  maddi  bakımdan  kaldıramayacağını  bil­dikleri  bir müşteriye  satmakta  bir  an  bile  duraksamazlar. Pazar  günleri  kilise  okuluna  giden  çocuklar,  dürüstlüğün, doğruluğun  ve  canlılara sevgiyle  yaklaşmanın, yaşama  yol gösteren  ilkeler  olması  gerektiğini  öğrenirler;   oysa  «ya­şamdın  bize  öğrettiği  ders,  bu  ilkelere  uyarsak,  en  iyi  ola­sılıkla,  gerçeklerden  kopup  hayal  dünyasında  yaşayan  ki­şiler haline geleceğimizdir.  Basın,  radyo ve televizyonla  ile­tişim  alanında  en  olağanüstü  imkânlara  sahibiz;  ama  yine de her  gün,  daha  önce  aşılanmamış  olan  çocukların  zihni­ni  bulandıracak  nitelikteki  bir  sürü  saçmalıkla  besleniyo­ruz.  Birçoklan,  yaşam  biçimimizin  bizi  mutlu  ettiğini  dile getiriyorlar. Peki bu sıralarda mutlu olan kaç kişi var? Lifedergisinde bir süre Önce yayımlanan ve bir cadde köşesinde* yeşil ışığın yanmasını bekleyen bir grup insanı gösteren do­ğal  bir  fotoğrafı  anımsamak  ilginç  olacaktır. Bu fotoğrafın böylesine  dikkat  çekici  ve  böylesine  sersemletici  olmasına yol  açan  şey,  hepsi  de  donup  kalmış  ve ürkmüş  gibi  görü­nen  bu  insanların,  korkunç  bir  kazaya  tanık olmuş  insan­lar değil,  işine  giden  sıradan insanlar olmalarıydı.
    Mutlu  olduğumuz  inancına  sarılıyoruz;  çocuklarımıza, kendimizden  önceki  bütün  kuşaklardan  daha  ileri  olduğu* muzu, her arzunun eninde sonunda gerçekleşeceğini ve ula­şamayacağımız  hiçbir  şeyin  bulunmadığını  öğretiyoruz. Durmaksızın  zihinlerimize  perçinlenen  bu  inanç,  görüntü­lerle  destekleniyor.
    Ama  çocuklarımız,  gidecekleri  yönü  ve  yaşama  amaç­larını  bildiren  bir  ses  işitecekler  mi?  Bütün  insanlar  gibi onlar  da yaşamın  bir  anlamı olması  gerektiğini  hissediyor­lar;  ama nedir  bu  anlam?  Ne  yana dönseler  karşı  karşıya kaldıkları  çelişkilerde  mi,  incir  çekirdeğini  doldurmayan sözlerde mi, ikiyüzlü  teslimiyette mi  bulacaklar bu anlamı? Onlar  mutluluğun,  doğruluğun,  adaletin,  sevginin  ve  bağ­lanacak  bir  şeyin  özlemini  çekiyorlar;  onların  bu  özlemini karşılayabilecek  miyiz?
    Biz  de  onlar  kadar  umarsız  durumdayız.  Yanıtı  bilmi­yoruz,  çünkü biz de  soruyu  sormayı  unuttuk.  Yaşamımızın sağlam  temellere dayandığı  iddiasını  sürdürüyor;  bir  türlü* kurtulamadığımız  huzursuzluk,   kaygı  ve  kafa  karışıklığı bulutlanın  görmezlikten geliyoruz.
    Bazı  insanlar,  çareyi  dine  dönmekte  buluyorlar;  ama bunu,  inanç  sahibi  oldukları  için  değil,  dayanılmaz  ağırlık­taki  bir  kuşkudan  kaçmak  için  yapıyorlar;  onların  bu  ka­rarını  belirleyen,  bir  şeye  adanma  isteği  değil,  güvenlik arayışıdır.  Uzmanlık  alanı  çağdaş  ortam  olan  ve  kiliseyle değil  de  insan  ruhuyla  ilgilenen  kişiler,  bu  yönelişi,  sinir rahatsızlığının  bir  başka  belirtisi  olarak  görüyorlar.
    Geleneksel  dine  yönelerek  bir  çözüme  ulaşmaya  çabalayan  kişiler,  dincilerin  sık  sık  önerdikleri bir  görüşün  et­kisi  altında  kalıyorlar.  Bu  görüşe  göre,  yalnızca  içgüdüse* gereksinmelerimizi karşılamayı  ve maddi rahatlığımızı sağ­lamayı  amaçlayan yaşam  biçimi ile  din arasında bir  seçimi yapmamız  gerekir;  eğer  Tanrı'ya  inanmıyorsak,  ruha  ve onun gereklerine inanmamız için de bir nedenimiz —ve hak­kımız— olmaz. Buhla ilgilenen tek meslek grubu,  sevgi, doğ­ruluk  ve  adalet  ülkülerinin  biricik  savunucuları  sanki  pa­pazlar ve din  adamlarıymış gibi bir görüntü yaratılıyor.
    Konuya  tarihsel  açıdan  yaklaşılırsa,  gerçeğin  her  zaman böyle olmadığı görülür. Mısır kültürü gibi bazı kültür­lerde, rahipler «ruh hekimi»  işlevi yüklenmekle birlikte, Yu­nan  kültürü  gibi  bazı  kültürlerde  de  bu  işlev,  hiç  değilse bir  ölçüde,  düşünürlerce  paylaşılmıştır.   Sokrates,  Platon, Aristoteles  gibi düşünürler, herhangi bir dinsel vahyin söz­cüleri  olduklarını  öne  sürmemekle  birlikte, mantığın verdi­ği  güçle,  insan  mutluluğuna ve insan ruhunun  gelişmesine duydukları  ilginin  verdiği  güçle  konuştuklarını  dile  getir­mişlerdir. Onlar, en önemli irdeleme konusu olarak gördük­leri insanı, başlıbaşına bir amaç olarak ele almışlardır. On­lann felsefe ve ahlâk üzerine olan denemeleri,  aynı zaman­da  ruhbilimle  ilgili  yapıtlardır.  Bu  ilkçağ  geleneği,  Röne­sans’ta  da  sürdürülmüştür  ve  başlığında   «Psychologia» (ruhbilim)  sözcüğünü kullanan ilk kitabın altbaşlığınm Hocest de Perfectione  Hominis  (İnsanın Kusursuzluğu Üzerine­dir) ı  olması  son  derece  anlamlıdır.  Bu gelenek,  Aydınlan­ma  Dönemi'nde  doruk  noktasına  ulaşmıştır.  İnsan  ruhunu incelemeyi  de  kendilerine  amaç  edinen  Aydınlanma  düşü­nürleri, insanın mantığına yürekten inandıkları için, siyasal zincirlerin yanı sıra boş  inanç ve  cehalet  zincirlerinden  de kurtulmuş  bir  insanlığı  savunmuşlardır.  Onlar,  insanlığa, yanılsamaların  sürdürülmesini  gerektiren  yaşama  koşulla­rını ortadan kaldırmayı öğretmişlerdir.  Onlann ruhbilimsel sorgulamaları,  insan  mutluluğunun  koşullarını  ortaya  çı­karma  çabasından  doğmuştur.  Onlann  anlayışına  göre, mutluluk,  ancak insanın iç özgürlüğüne  kavuşmasıyla ger­çekleşebilir, çünkü ancak o zaman insan zihinsel bakımdan sağlıklı olabilir.  Ne var ki, son  birkaç kuşak içinde,  Aydın- ianma’nın  akılcılığı  köklü  değişiklikler  geçirmiştir.  Yeni*)  Rudolf  Goeckel,  1590» maddi zenginliğin ve doğayı denetlemede ulaştığı başarının sarhoşluğuna kapılan  insan,  kendisini,  yaşamın  ve  kuram­sal sorgulamaların başlıca konusu olarak görmez olmuştur. Doğruyu  ortaya  çıkarmanın  ve  olguların  görünür  yüzeyi­nin  altındaki  öze  ulaşmanın  aracı  olan  aklın  yerini,  salt nesneleri ve insanları  idare etmenin  aracı olan zeka almış­tır.  İnsan,  davranışla  ilgili  kurallara  ve  fikirlere  aklın  gü­cüye  geçerlilik  kazandırılabileceğine  inanmaz  olmuştur.
    Zihin  ve  duygu  ortamındaki  bu  değişiklik,  ruhbilimin bir  bilim  dalı  olarak  gelişmesini  derinden  etkilemiştir  Ni- etzsche  ve  Kierkegaard  gibi  istisnai  kişilikleri  saymazsak, ruhbilimi,  insanın erdemi  ve mutluluğu  bakımından ruhun incelenmesi olarak ele  alan  anlayış terkedilmiştir.  Doğa bi­limlerini ve ölçme, sayma gibi laboratuvar yöntemlerini tak­lit etmeye kalkışan akademik ruhbilim, ruh dışında her şey­le  ilgilenir  olmuştur.  İnsanın  laboratuvarda  araştırılabilen yönlerini anlamaya çabalamış; vicdan, değer yargıları, iyiyi ve  kötüyü  ayırt  edebilme  gibi  özelliklerin  metafizik  kav­ramlar olduklarını ve  ruhbilim  sorunları  sayılamayacaklarını  öne  sürmüştür;  insanın  önemli  sorunlarını  incelemek için  yeni  yöntemler  geliştirmek  yerine,  sözde  bilimsel  bir yönteme uygun düşen önemsiz sorunlarla uğraşmayı yeğle­miştir.  Böylece  ruhbilim,  ana  inceleme  konusu  olan  ruhu kapsamayan bir bilim olup çıkmıştır;  mekanizmalarla,  tep­ki  geliştirmelerle,  içgüdülerle  ilgilenmiş,  ama  en  başta  in­sana  özgü  olan  sevgi,  akıl,  vicdan,  değerler  gibi  olgularla uğraşmamıştır.
    Daha  sonra.  Aydınlanma  akılcılığının  son  büyük  tem­silcisi ve bu anlayışın sınırlılığım gösteren ilk kişi olan Fre- ud  adını duyurmuştur.  Freud, 'salt zekanın  zafer şarkılan- nı  susturma yürekliliğini  göstermiştir.  Aklın  en  değerli  ve en  özgül  insan  yeteneği  olduğunu,  ama yine  de  tutkuların çarpıtıcı  etkisinden  kurtulamadığını,  insan  aklının  işlevini hakkıyla yerine getirebilmesi  için  insan  tutkularının anla­şılması gerektiğini ortaya koymuştur. İnsan aklının gücünü gözler önüne  serdiği  gibi kusurlarını  da gün  ışığına çıkar­mış ve  «Doğrular sizi  özgürleştirir»  sözünü,  yeni bir sağal­tım  (terapi)  anlayışının  yol  gösterici  ilkesi  yapmıştır. Freud,  ilk  başlarda,  yalnızca  bazı  hastalık  türleri  ve bunların tedavisiyle uğraştığını sanmıştır. Ama zaman için­de, tıp  alanının çok dışına çıktığını ve insan ruhunu incele­yen bir bilim dalı olarak ruhbilimi, yaşama sanatının, mut­luluğa  ulaşmanın  kuramsal  temeli haline  getiren  bir anla­yışı  benimsediğini  farketmiştir.
    Freud’un  uyguladığı  yöntem  olan  psikanaliz  (ruhçö- zümleme), ruhun  en ince ayrıntısına değin ve en yakından incelenmesini  sağlamıştır.  Psikanalistin  «laboratuvar»mda, hiç  araç-gereç  yoktur.  Psikanalist,  bulgularını  ölçemez  ya da  sayamaz;  ama  düşler,  düşlemler  ve  çağrışımlar  aracılı­ğıyla,  hastasının  saklı  kalmış  arzularma  ve  kaygılarına ulşmayı  başarır.  «Laboratuvar*mda,  yalnızca  gözlemlerine, aklına ve  bir insan  olarak  sahip olduğu  deneyimlere  daya­narak,  akıl hastalığının,  manevi  sorunlardan  ayn  düşünül­düğünde  anlaşılamayacağını,  çözümlediği  kişinin,  ruhunun gerksinmelerini savsakladığı için hasta olduğunu ortaya çı­karır.  Psikanalist,  bir  tannbilimci  ya  da  düşünür  değildir ve  bu  alanlarda  uzmanlık  iddiasında  bulunmaz;  ama  bir ruh  hekimi  olarak  o,  felsefenin  ve  tanrıbilimin  uğraştığı sorunların  aynısıyla,  yani  insan  ruhu ve  onun sağaltımıyla uğraşmaktadır.
    Psikanalistin  işlevini  bu  şekilde  tanımlarsak,  şu  anda iki meslek  grubunun ruhu  kendisine  konu  edindiğini  görü­rüz;  bu  gruplar,  din  adamları  ve  psikanalistlerdir.  Bu  iki grubun  karşılıklı  ilişkisi  nedir?  Psikanalistler  din  adamla­rının  alanını  işgal  etmeye  mi  çalışıyorlar;  bunlar arasında rekabetin  doğması  kaçınılmaz  mıdır?  Yoksa  bu  iki  grup, aynı amaçlar için  çalışan ve gerek kuramda  gerekse  uygu­lamada birbirinin alanına geçip yardımlaşması gereken bağ­laşık  gruplar  mıdır?         
    Birinci bakış  açısı,  hem  psikanalistlerce  hem  de  din adamlarınca  dile  getirilmiştir.  Freud'un Bir  YanılsamanınGeleceği  (The Future of an Illusion) * ve Sheen'in Ruh Barışı (Peace of  SouD*  adlı  yapıtları,  rekabetten  yana  olan  tutu­mun  örnekleridir.  C.G.  Jung'un*  ve  Haham  Liebman’m* yazırlarında ise  psikanalizle  dini  uzlaştırma  çabası  dikkati çekmektedir.  Oldukça önemli sayıda din adamının  psikana­liz öğrenimi görmesi, psikanaliz ile dini kaynaştırmanın ya­rarına  olan  inancın,  dinsel  uygulama  alanında  hangi  aşar maya  geldiğinin  bir  göstergesidir.
    Psikanaliz ve  din sorununu  burada yeni  baştan  ele  al­manın  nedeni,  uzlaşmaz  karşıtlık  ya  da  çıkar  birliği  seçe­neklerinden  birisini  benimsemenin  yararsız  olduğunu  gös­termek  istememdir.  Çokyönlü  ve  soğukkanlı  bir  tartışma, din ile ruhbilim arasındaki ilişkinin, bu basit ve kolaycı tu­tumların  birisine  ya  da  diğerine  sığdırılamayacak  kadar karmaşık  olduğunu  ortaya koyabilir.

2)   Liverlght  Publlshlng  Corporation,  1949.
3)   Bu konu  bazen  talihsiz  bir  biçimde  ele  alınmaktadır;  bu  talihsiz tu­tumun  bir  örneği  de  Monsenyör  Sheen'in  Ruh  Barışı’ndaki  (VVhlttlesey House,  1949)  sözleridir. Şöyle yazıyor Sheen:  «'Maske düşmüştür:  [psi­kanaliz]  Tanrı'nın  ve  ahlaksal  bir  ülkünün  yadsınmasına  yol  açmakta­dır*  (Freud,  Bir  Yanılsamanın  Geleceği,  s.  64)  diye  yazan  Freud, bu  sö­züyle,  bir  kurama  akıldışı  bir  önyargının  damgasını  vurmuş  oluyor.» Sheen,  burada  aktardığı  söz  Freud'un  kendi  görüşüyümüş  gibi  bir  iz­lenim  uyandırıyor.  Oysa  Freud'un  kitabındaki  ilgili  bölüme  bakılırsa, aktarılan  cümlenin  şu  sözlerden  sonra  geldiği  görülecektir:  «Eğer  şim­di,  tepki  çekebilecek  böyle  sözlerle  ortaya  çıkarsam,  insanlar  hiç  za­man  yitirmeden,  benim  kişiliğimle  ilgili  duygularını  psikanalize  yansı­tacaklardır. işte gördünüz  mü/ diyeceklerdir, 'psikanalizin  neye yol  aç­tığını?’  (İtalikler  benim.  E.F.)  Maske  düşmüştür;  gerçekten  bizim  her zaman  düşündüğümüz  gibi,  bu,  Tanrı’nın  ve  ahlaksal  bir  ülkünün  ayd- sınmasına  yol  açmaktadır.  Bu  gerçeği  bulmamıza  engel  olmak  amacıy­la,  psikanalizin  felsefi  bir  tutum  olmadığına  ve  olamayacağına  inandı­rıldık.»  Freun’un,  kendi  görüşünü  açıklamak  yerine,  insanların  psikana­lize  hangi  silahlarla  saldıracaklarına  seğinmektedir.  Yapılan  çarpıtma, Freud'un yalnızca Tanrı'yı  değil,  ahlaksal  bir ülküyü de  yadsıdığı  varsa­yımından  kaynaklanmaktadır.  Varsayımın  birinci  bölümü  doğru  olmakla birlikte,  ikinci  bölümü  Freud'un  tutumuyla  uyuşmamaktadır.   Tanrı’yı 
    Eğer  din  kurallarını  benimsemiyorsak,  ruha  duyduğu­muz ilgiden  vazgeçmemizin doğru  olmayacağını  ilerki  say- falrada göstermek istiyorum. Psikanalist, gerek dinin gerek­se  dindışı  simge  sistemlerinin  arkasındaki  insan  gerçeğini incelemek  durumundadır. Ö zaman,  asıl  sorunun,  insanın dine  yönelerek  Tann’ya  inanıp  inanmaması  değil,  sevgiyi yaşayıp  yaşamadığı  ve  doğruyu  düşünüp  düşünmediği  ol­duğunu görecektir. Eğer böyle davranırsa, kullandığı simge sistemleri  ikinci  derecede  önem  taşır;  ama eğer böyle  dav­ranmazsa,  bu  sistemlerin  hiçbir  önemi  yoktur.yadsımanın  ahlaksal  ülküleri  de  yadsımak  anlamına  geldiğine  inanmak elbette  Sheen'e  kalmış  bir  şeydir;  ama  bunu  Freud’un  kendi  görüşüy­müş  gibi  sunmaya  kalkışmak  yakışık  almaz.  Eğer  Sheen,  «gerçekten bizim  her zaman düşündüğümüz  gibi»  sözlerini  koruyarak ya da bu  söz­lerin  alıntıdan  çıkarıldığını  belirterek  Freud’un  sözlerini  doğru  aktarsaydı,  okuyucuyu  kolayca  yanıltamazdı.

4)  Ruhbilim  ve Din  (Psychology  and  Rellgion), Yale  Unlversity  Press. 1938.
5)  Zihin  Barışı, (Peace  of  Mlnd),  Slmon  and  Schuster,  1946.
Erich FROMM

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder