PSİKANALİZ VE DİN
I
SORUN
Günümüzde insanlık, hep peşinde koştuğu umutlan gerçekleştirme olanağına her zamankinden daha yakındır. Bilimsel buluşlarımız ve teknik başarılarımız sayesinde* sofranın yemek isteyen herkes için kurulacağı günleri, insan soyunun birleşik bir toplum kurarak aynı birimler halinde yaşamayı bırakacağı günleri zihnimizde kolayca canlandırabiliyoruz. İnsanın zihinsel olanaklarının böylesine gün ışığına çıkması, toplumu örgütleme ve bütün gücünü amaçlı etkinliklerde yoğunlaştırma yeteneğinin böylesine artması için binlerce yılın geçmesi gerekmiştir. İnsan, kendi yasaları ve kendi yazgısı olan yeni bir dünya yaratmıştır. Yarattığı esere bakınca, gerçekten kıvanç duyabilir.
Ama dönüp de kendisine baktığında ne diyecektir? İnsan soyunun bir başka düşü olan insanın kusursuzlaşması ülküsünü gerçekleştirme evresine yaklaşmış mıdır? Komşusunu seven, haksız davranmaktan kaçman, her zaman doğruyu konuşan ve Tanrı’nın yeryüzündeki görüntüsü olma yeteneğine sahip olduğunu kavrayan insanı gerçekleştirme evresine yaklaşmış mıdır?
Bu sorunun ortaya atılması, insana sıkıntı vermektedir; çünkü yanıtı açık seçik ve üzücüdür. Harika şeyler yaratmış olmakla birlikte, bu görkemli uğraşının hakkını verecek insanlar haline gelmeyi başarabildiğimiz söylenemez. Bizim yaşamımız, kardeşçe, mutlu, erinçli bir yaşam değil; çılgınlık durumuna tehlikeli bir biçimde yaklaşan manevi kargaşanın ve aymazlığın damgasını taşıyan bir yaşamdır. Burada sözünü ettiğim çılgınlık durumu, Ortaçağ’da görülen histeri türü bir çılgınlık değil» içsel gerçeklikle bağlantının koptuğu ve düşüncenin duygudan ayrıldığı şizofreniye yakın bir çılgınlıktır.
Her sabah, her akşam gazetelerde okuduğumuz ya da yayın organlarında izlediğimiz bazı haberleri anımsamak yeter. New York'ta yaşanan su sıkıntısına çare olarak, bir yandan kiliselerde yağmur duasına çıkılması önerilirken, öte yandan da bilim çevrelerinde kimyasal yöntemlerle yağmur yağdırma girişimlerine tanık olunuyor. Bir yılı aşkın süreden beri, uçan dairelerin görüldüğüne ilişkin haberler birbirini ziliyor; kimileri uçan daire diye bir şeyin olmadığını söylerken, kimileri bunların gerçek ve bizim ülkemize ya da yabancı ülkelere ait yeni askeri araçlar olduklarını söylüyorlar; kimileri de, ciddi ciddi, bunların başka gezegenlerde yaşayanlarca gönderilen makineler olduklarını öne sürüyorlar. Amerika’nın parlak bir gelecek kurma olanağının ilk kez bu denli güçlü olduğunu öğreniyoruz; ama yine aynı sayfada savaş çıkabileceği dile getiriliyor ve bilim adamları, atom silahlarının yerküreyi toptan yıkıma sürükleyip sürüklemeyeceğini tartışıyorlar.
İnsanlar kiliselere giderek, sevgi ve yardımseverlik ilkelerinin öğütlendiği vaazlar dinliyorlar; ama yine aynı insanlar, bir malı, maddi bakımdan kaldıramayacağını bildikleri bir müşteriye satmakta bir an bile duraksamazlar. Pazar günleri kilise okuluna giden çocuklar, dürüstlüğün, doğruluğun ve canlılara sevgiyle yaklaşmanın, yaşama yol gösteren ilkeler olması gerektiğini öğrenirler; oysa «yaşamdın bize öğrettiği ders, bu ilkelere uyarsak, en iyi olasılıkla, gerçeklerden kopup hayal dünyasında yaşayan kişiler haline geleceğimizdir. Basın, radyo ve televizyonla iletişim alanında en olağanüstü imkânlara sahibiz; ama yine de her gün, daha önce aşılanmamış olan çocukların zihnini bulandıracak nitelikteki bir sürü saçmalıkla besleniyoruz. Birçoklan, yaşam biçimimizin bizi mutlu ettiğini dile getiriyorlar. Peki bu sıralarda mutlu olan kaç kişi var? Lifedergisinde bir süre Önce yayımlanan ve bir cadde köşesinde* yeşil ışığın yanmasını bekleyen bir grup insanı gösteren doğal bir fotoğrafı anımsamak ilginç olacaktır. Bu fotoğrafın böylesine dikkat çekici ve böylesine sersemletici olmasına yol açan şey, hepsi de donup kalmış ve ürkmüş gibi görünen bu insanların, korkunç bir kazaya tanık olmuş insanlar değil, işine giden sıradan insanlar olmalarıydı.
Mutlu olduğumuz inancına sarılıyoruz; çocuklarımıza, kendimizden önceki bütün kuşaklardan daha ileri olduğu* muzu, her arzunun eninde sonunda gerçekleşeceğini ve ulaşamayacağımız hiçbir şeyin bulunmadığını öğretiyoruz. Durmaksızın zihinlerimize perçinlenen bu inanç, görüntülerle destekleniyor.
Ama çocuklarımız, gidecekleri yönü ve yaşama amaçlarını bildiren bir ses işitecekler mi? Bütün insanlar gibi onlar da yaşamın bir anlamı olması gerektiğini hissediyorlar; ama nedir bu anlam? Ne yana dönseler karşı karşıya kaldıkları çelişkilerde mi, incir çekirdeğini doldurmayan sözlerde mi, ikiyüzlü teslimiyette mi bulacaklar bu anlamı? Onlar mutluluğun, doğruluğun, adaletin, sevginin ve bağlanacak bir şeyin özlemini çekiyorlar; onların bu özlemini karşılayabilecek miyiz?
Biz de onlar kadar umarsız durumdayız. Yanıtı bilmiyoruz, çünkü biz de soruyu sormayı unuttuk. Yaşamımızın sağlam temellere dayandığı iddiasını sürdürüyor; bir türlü* kurtulamadığımız huzursuzluk, kaygı ve kafa karışıklığı bulutlanın görmezlikten geliyoruz.
Bazı insanlar, çareyi dine dönmekte buluyorlar; ama bunu, inanç sahibi oldukları için değil, dayanılmaz ağırlıktaki bir kuşkudan kaçmak için yapıyorlar; onların bu kararını belirleyen, bir şeye adanma isteği değil, güvenlik arayışıdır. Uzmanlık alanı çağdaş ortam olan ve kiliseyle değil de insan ruhuyla ilgilenen kişiler, bu yönelişi, sinir rahatsızlığının bir başka belirtisi olarak görüyorlar.
Geleneksel dine yönelerek bir çözüme ulaşmaya çabalayan kişiler, dincilerin sık sık önerdikleri bir görüşün etkisi altında kalıyorlar. Bu görüşe göre, yalnızca içgüdüse* gereksinmelerimizi karşılamayı ve maddi rahatlığımızı sağlamayı amaçlayan yaşam biçimi ile din arasında bir seçimi yapmamız gerekir; eğer Tanrı'ya inanmıyorsak, ruha ve onun gereklerine inanmamız için de bir nedenimiz —ve hakkımız— olmaz. Buhla ilgilenen tek meslek grubu, sevgi, doğruluk ve adalet ülkülerinin biricik savunucuları sanki papazlar ve din adamlarıymış gibi bir görüntü yaratılıyor.
Konuya tarihsel açıdan yaklaşılırsa, gerçeğin her zaman böyle olmadığı görülür. Mısır kültürü gibi bazı kültürlerde, rahipler «ruh hekimi» işlevi yüklenmekle birlikte, Yunan kültürü gibi bazı kültürlerde de bu işlev, hiç değilse bir ölçüde, düşünürlerce paylaşılmıştır. Sokrates, Platon, Aristoteles gibi düşünürler, herhangi bir dinsel vahyin sözcüleri olduklarını öne sürmemekle birlikte, mantığın verdiği güçle, insan mutluluğuna ve insan ruhunun gelişmesine duydukları ilginin verdiği güçle konuştuklarını dile getirmişlerdir. Onlar, en önemli irdeleme konusu olarak gördükleri insanı, başlıbaşına bir amaç olarak ele almışlardır. Onlann felsefe ve ahlâk üzerine olan denemeleri, aynı zamanda ruhbilimle ilgili yapıtlardır. Bu ilkçağ geleneği, Rönesans’ta da sürdürülmüştür ve başlığında «Psychologia» (ruhbilim) sözcüğünü kullanan ilk kitabın altbaşlığınm Hocest de Perfectione Hominis (İnsanın Kusursuzluğu Üzerinedir) ı olması son derece anlamlıdır. Bu gelenek, Aydınlanma Dönemi'nde doruk noktasına ulaşmıştır. İnsan ruhunu incelemeyi de kendilerine amaç edinen Aydınlanma düşünürleri, insanın mantığına yürekten inandıkları için, siyasal zincirlerin yanı sıra boş inanç ve cehalet zincirlerinden de kurtulmuş bir insanlığı savunmuşlardır. Onlar, insanlığa, yanılsamaların sürdürülmesini gerektiren yaşama koşullarını ortadan kaldırmayı öğretmişlerdir. Onlann ruhbilimsel sorgulamaları, insan mutluluğunun koşullarını ortaya çıkarma çabasından doğmuştur. Onlann anlayışına göre, mutluluk, ancak insanın iç özgürlüğüne kavuşmasıyla gerçekleşebilir, çünkü ancak o zaman insan zihinsel bakımdan sağlıklı olabilir. Ne var ki, son birkaç kuşak içinde, Aydın- ianma’nın akılcılığı köklü değişiklikler geçirmiştir. Yeni*) Rudolf Goeckel, 1590» maddi zenginliğin ve doğayı denetlemede ulaştığı başarının sarhoşluğuna kapılan insan, kendisini, yaşamın ve kuramsal sorgulamaların başlıca konusu olarak görmez olmuştur. Doğruyu ortaya çıkarmanın ve olguların görünür yüzeyinin altındaki öze ulaşmanın aracı olan aklın yerini, salt nesneleri ve insanları idare etmenin aracı olan zeka almıştır. İnsan, davranışla ilgili kurallara ve fikirlere aklın gücüye geçerlilik kazandırılabileceğine inanmaz olmuştur.
Zihin ve duygu ortamındaki bu değişiklik, ruhbilimin bir bilim dalı olarak gelişmesini derinden etkilemiştir Ni- etzsche ve Kierkegaard gibi istisnai kişilikleri saymazsak, ruhbilimi, insanın erdemi ve mutluluğu bakımından ruhun incelenmesi olarak ele alan anlayış terkedilmiştir. Doğa bilimlerini ve ölçme, sayma gibi laboratuvar yöntemlerini taklit etmeye kalkışan akademik ruhbilim, ruh dışında her şeyle ilgilenir olmuştur. İnsanın laboratuvarda araştırılabilen yönlerini anlamaya çabalamış; vicdan, değer yargıları, iyiyi ve kötüyü ayırt edebilme gibi özelliklerin metafizik kavramlar olduklarını ve ruhbilim sorunları sayılamayacaklarını öne sürmüştür; insanın önemli sorunlarını incelemek için yeni yöntemler geliştirmek yerine, sözde bilimsel bir yönteme uygun düşen önemsiz sorunlarla uğraşmayı yeğlemiştir. Böylece ruhbilim, ana inceleme konusu olan ruhu kapsamayan bir bilim olup çıkmıştır; mekanizmalarla, tepki geliştirmelerle, içgüdülerle ilgilenmiş, ama en başta insana özgü olan sevgi, akıl, vicdan, değerler gibi olgularla uğraşmamıştır.
Daha sonra. Aydınlanma akılcılığının son büyük temsilcisi ve bu anlayışın sınırlılığım gösteren ilk kişi olan Fre- ud adını duyurmuştur. Freud, 'salt zekanın zafer şarkılan- nı susturma yürekliliğini göstermiştir. Aklın en değerli ve en özgül insan yeteneği olduğunu, ama yine de tutkuların çarpıtıcı etkisinden kurtulamadığını, insan aklının işlevini hakkıyla yerine getirebilmesi için insan tutkularının anlaşılması gerektiğini ortaya koymuştur. İnsan aklının gücünü gözler önüne serdiği gibi kusurlarını da gün ışığına çıkarmış ve «Doğrular sizi özgürleştirir» sözünü, yeni bir sağaltım (terapi) anlayışının yol gösterici ilkesi yapmıştır. Freud, ilk başlarda, yalnızca bazı hastalık türleri ve bunların tedavisiyle uğraştığını sanmıştır. Ama zaman içinde, tıp alanının çok dışına çıktığını ve insan ruhunu inceleyen bir bilim dalı olarak ruhbilimi, yaşama sanatının, mutluluğa ulaşmanın kuramsal temeli haline getiren bir anlayışı benimsediğini farketmiştir.
Freud’un uyguladığı yöntem olan psikanaliz (ruhçö- zümleme), ruhun en ince ayrıntısına değin ve en yakından incelenmesini sağlamıştır. Psikanalistin «laboratuvar»mda, hiç araç-gereç yoktur. Psikanalist, bulgularını ölçemez ya da sayamaz; ama düşler, düşlemler ve çağrışımlar aracılığıyla, hastasının saklı kalmış arzularma ve kaygılarına ulşmayı başarır. «Laboratuvar*mda, yalnızca gözlemlerine, aklına ve bir insan olarak sahip olduğu deneyimlere dayanarak, akıl hastalığının, manevi sorunlardan ayn düşünüldüğünde anlaşılamayacağını, çözümlediği kişinin, ruhunun gerksinmelerini savsakladığı için hasta olduğunu ortaya çıkarır. Psikanalist, bir tannbilimci ya da düşünür değildir ve bu alanlarda uzmanlık iddiasında bulunmaz; ama bir ruh hekimi olarak o, felsefenin ve tanrıbilimin uğraştığı sorunların aynısıyla, yani insan ruhu ve onun sağaltımıyla uğraşmaktadır.
Psikanalistin işlevini bu şekilde tanımlarsak, şu anda iki meslek grubunun ruhu kendisine konu edindiğini görürüz; bu gruplar, din adamları ve psikanalistlerdir. Bu iki grubun karşılıklı ilişkisi nedir? Psikanalistler din adamlarının alanını işgal etmeye mi çalışıyorlar; bunlar arasında rekabetin doğması kaçınılmaz mıdır? Yoksa bu iki grup, aynı amaçlar için çalışan ve gerek kuramda gerekse uygulamada birbirinin alanına geçip yardımlaşması gereken bağlaşık gruplar mıdır?
Birinci bakış açısı, hem psikanalistlerce hem de din adamlarınca dile getirilmiştir. Freud'un Bir YanılsamanınGeleceği (The Future of an Illusion) * ve Sheen'in Ruh Barışı (Peace of SouD* adlı yapıtları, rekabetten yana olan tutumun örnekleridir. C.G. Jung'un* ve Haham Liebman’m* yazırlarında ise psikanalizle dini uzlaştırma çabası dikkati çekmektedir. Oldukça önemli sayıda din adamının psikanaliz öğrenimi görmesi, psikanaliz ile dini kaynaştırmanın yararına olan inancın, dinsel uygulama alanında hangi aşar maya geldiğinin bir göstergesidir.
Psikanaliz ve din sorununu burada yeni baştan ele almanın nedeni, uzlaşmaz karşıtlık ya da çıkar birliği seçeneklerinden birisini benimsemenin yararsız olduğunu göstermek istememdir. Çokyönlü ve soğukkanlı bir tartışma, din ile ruhbilim arasındaki ilişkinin, bu basit ve kolaycı tutumların birisine ya da diğerine sığdırılamayacak kadar karmaşık olduğunu ortaya koyabilir.
2) Liverlght Publlshlng Corporation, 1949.
3) Bu konu bazen talihsiz bir biçimde ele alınmaktadır; bu talihsiz tutumun bir örneği de Monsenyör Sheen'in Ruh Barışı’ndaki (VVhlttlesey House, 1949) sözleridir. Şöyle yazıyor Sheen: «'Maske düşmüştür: [psikanaliz] Tanrı'nın ve ahlaksal bir ülkünün yadsınmasına yol açmaktadır* (Freud, Bir Yanılsamanın Geleceği, s. 64) diye yazan Freud, bu sözüyle, bir kurama akıldışı bir önyargının damgasını vurmuş oluyor.» Sheen, burada aktardığı söz Freud'un kendi görüşüyümüş gibi bir izlenim uyandırıyor. Oysa Freud'un kitabındaki ilgili bölüme bakılırsa, aktarılan cümlenin şu sözlerden sonra geldiği görülecektir: «Eğer şimdi, tepki çekebilecek böyle sözlerle ortaya çıkarsam, insanlar hiç zaman yitirmeden, benim kişiliğimle ilgili duygularını psikanalize yansıtacaklardır. işte gördünüz mü/ diyeceklerdir, 'psikanalizin neye yol açtığını?’ (İtalikler benim. E.F.) Maske düşmüştür; gerçekten bizim her zaman düşündüğümüz gibi, bu, Tanrı’nın ve ahlaksal bir ülkünün ayd- sınmasına yol açmaktadır. Bu gerçeği bulmamıza engel olmak amacıyla, psikanalizin felsefi bir tutum olmadığına ve olamayacağına inandırıldık.» Freun’un, kendi görüşünü açıklamak yerine, insanların psikanalize hangi silahlarla saldıracaklarına seğinmektedir. Yapılan çarpıtma, Freud'un yalnızca Tanrı'yı değil, ahlaksal bir ülküyü de yadsıdığı varsayımından kaynaklanmaktadır. Varsayımın birinci bölümü doğru olmakla birlikte, ikinci bölümü Freud'un tutumuyla uyuşmamaktadır. Tanrı’yı
Eğer din kurallarını benimsemiyorsak, ruha duyduğumuz ilgiden vazgeçmemizin doğru olmayacağını ilerki say- falrada göstermek istiyorum. Psikanalist, gerek dinin gerekse dindışı simge sistemlerinin arkasındaki insan gerçeğini incelemek durumundadır. Ö zaman, asıl sorunun, insanın dine yönelerek Tann’ya inanıp inanmaması değil, sevgiyi yaşayıp yaşamadığı ve doğruyu düşünüp düşünmediği olduğunu görecektir. Eğer böyle davranırsa, kullandığı simge sistemleri ikinci derecede önem taşır; ama eğer böyle davranmazsa, bu sistemlerin hiçbir önemi yoktur.yadsımanın ahlaksal ülküleri de yadsımak anlamına geldiğine inanmak elbette Sheen'e kalmış bir şeydir; ama bunu Freud’un kendi görüşüymüş gibi sunmaya kalkışmak yakışık almaz. Eğer Sheen, «gerçekten bizim her zaman düşündüğümüz gibi» sözlerini koruyarak ya da bu sözlerin alıntıdan çıkarıldığını belirterek Freud’un sözlerini doğru aktarsaydı, okuyucuyu kolayca yanıltamazdı.
4) Ruhbilim ve Din (Psychology and Rellgion), Yale Unlversity Press. 1938.
5) Zihin Barışı, (Peace of Mlnd), Slmon and Schuster, 1946.
Erich FROMM
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder