ÇÜRÜMENİN KİTABI
ÖLÜME KARŞI ORTAKLIK
Kendi hayatımız zar zor kavranılabilir görünürken, ötekilerin hayatı
nasıl tahayyül edilebilir? Bir varlıkla karşılaşılır; bu varlığın nüfuz
edilemez ve haklı gösterilemez bir dünyaya, gerçekliğin üzerine marazi
bir yapı gibi yerleşen bir kanaat ve arzular yığınına dalmış olduğu
görülür. Kendine bir yanlışlıklar sistemi uydurmuş olduğundan,
hükümsüzlükleriyle zihni ürküten sebeplerden dolayı acı çekiyordur
ve gülünçlüğü göze batan değerlere vermiştir kendini. Girişimleri fasa
fisodan başka bir şey gibi görünebilir mi? Tasa!arındaki hummalı
simetri de bir boş söz mimarisinden daha mı iyi temellendirilmiştir?
Dışarıdan bakana, her hayatın mutlağı bir başkasıyla değiştirilebilir,
her alınyazısı da -özünde yerinden oynatılamaz olmasına rağmen keyfi
görünür. Kanaatlerimiz bize havai bir cinnetin meyvaları gibi
göründüğü zaman, ötekilerin kendilerine ve her günün ütopyası içinde
çoğalmalarına duydukları tutku nasıl hoşgörülebilir ki? Falanca,
tercih ettiği özel bir dünyanın içine, filanca da bir başkasının içine
hangi gereklilikten ötürü kapanır?
Bir dostun ya da tanımadığımız birinin bize sırlarını açmasına maruz
kaldığımız zaman, bu sırların ifşası bizi hayretlere garkeder. Bu
ıstırapları bir facia mı, yoksa bir şaka mı addetmeliyiz? Bu, tamamıyla
yorgunluğumuzun teveccüh göstermesine veya çileden çıkmasına
bağlıdır. Her alınyazısı, birkaç kan lekesi etrafında kıpırdaşan bir nakarattan
başka bir şey olmadığından, bu insanın acılarının tanziminde
yersiz ve oyalayıcı bir düzen ya da bir merhamet bahanesi görmek
asabımıza kalmıştır.
Varlıkların zikrettikleri sebepleri benimsemek güç olduğundan,
her birinden her ayrılışımızda, akla gelen soru değişmez şekilde aynı
dır: Nasıl oluyor da kendini öldürmüyor? Zira ötekilerin intiharını tahayyül
etmekten daha tabii bir şey yoktur. İnsanı altüst eden ve kolaylıkla
yenilenebilen bir sezgiyle kendi yararsız!ığımızın farkına vardıktan
sonra, herhangi birinin de böyle yapmamış olması anlaşılmaz
gelir. Kendini ortadan kaldırmak öyle açık ve öyle basit bir iş gibi gö
rünür ki! Niçin o kadar nadir bir şeydir bu? Niçin herkes bundan kaçar?
Çünkü, her ne kadar akıl yaşama iştahını yok saysa da, fiiliyatın
sürmesine neden olan hiçlik bütün mutlaklardan üstün bir kuvvettedir;
ölümlülerin ölüme karşı sessiz ortaklıklarını izah eder; yalnızca
varoluşun simgesi değil, varoluşun ta kendisidir bu hiçlik; her şeydir.
Ve bu hiçlik, bu bütün, hayata bir anlam veremez, ama hiç değilse hayatı,
olduğu hal içinde sürdürür: Bir intihar etmeme hali.
SIFATIN ÜSTÜNLÜĞÜ
Nihai meseleler karşısında ancak kısıtlı sayıda tavır olabileceği için,
zihin, yayılması esnasında, öz denilen o tabii sınırla, esaslı zorlukları
sonsuza dek çoğaltmanın imk!nsızlığıyla karşılaşır: Tarih, çok sayıda
sorunun ve çözümün yalnızca çehrelerini değiştirmekle uğraşır. Zihnin
icat ettikleri, bir dizi yeni nitelemeden ibarettir; unsurları yeniden
adlandırır yada yegane ve değişmez bir acı için daha az aşınmış sıfatlar
arar. Her zaman ıstırap çekilmiştir; ama ıstırap, o andaki felsefenin
ayakta tuttuğu bütünsel görüşler uyarınca ya "yüce", ya "doğru", ya
da "saçma" olmuştur. Mutsuzluk, soluk alan her şeyin dokusunu oluş
turur; ama çeşitleri evrim geçirmiştir; her varlığı, böylesine ıstırap çeken
ilk insan olduğuna inanmaya iten alt edilmez görünümlerin birbirini
izlemesini sağlayan odur. Tek olmaktan duyduğu gurur, insanı,
kendi derdine aşık olmaya ve tahammül etmeye teşvik eder. Bir ıstı
rap dünyasında, ıstırapların her biri, diğerleri nazarında tekbencidir.
Mutsuzluktaki özgünlük, onu kelime ve hisler bütünü içinde tecrit
eden sözel niteliğe bağlıdır. ..
Niteleyiciler değişir: Bu değişikliğe de zihnin ilerlemesi adı verilir.
Bütün bu niteleyicileri ortadan kaldırın: Uygarlıktan geriye ne kalırdı?
Zeka ile sersemlik arasındaki fark, çeşitlendirilmediği zaman
bayağılığa yol açan sıfat kullanımında ortaya çıkar. Bizzat Tanrı, sadece
kendine eklenen sıfatlarla yaşar; ilahiyatın varoluş nedeni budur.
Böylelikle insan, mutsuzluğunun yeknesaklığını daima farklı biçim-
lerde niteleyerek, ancak tutkulu bir yeni sıfat arayışıyla zihnin önünde
haklı çıkarır kendini.
(Oysa bu arayış acınacak bir şeydir. Zihnin sefaleti olan ifade sefaleti,
kelimelerin yoksulluğunda, tükenmeleri ve değersizleşmelerinde
gösterir kendini: Şeylere ve hislere yüklediğimiz öznitelikler, sonunda
sözel leşler gibi yatarlar önümüzde. Biz de onlara, sadece kapalı
yer kokusu saldıkları zamanı pişmanlıkla arayan bir bakış yöneltiriz.
Her titizlik, kelimeleri havalandırma, solgunluklarını çevik bir incelikle
telafi etme ihtiyacından doğar; fakat ruhun ve kelamın birbirine
karıştıkları ve çürüdükleri bir bezginlik içinde son bulur. (Bir edebiyatın
ve bir uygarlığın ideal olarak son aşaması: Neron ruhlu bir
Valery düşünelim ... )
Taze duyularımız ve saf yüreğimiz, kendilerini bir niteleme evreninde
buldukça ve bundan büyük zevk aldıkça, sıfatın tesadüfleriyle
zenginleşirler; sıfat bir kez teşrih edildiğinde ise uygun olmadığı ve
kifayetsiz kaldığı ortaya çıkar. Mekanın, zamanın ve ıstırabın sonsuz
olduklarını söyleriz; ama sonsuz'un menzili şu kelimelerden fazla değildir:
güzel, yüce, uyumlu, çirkin ... Kişi kendisini kelimelerin temelini
görmeye mecbur kılmak mı istemektedir? Orada hiçbir şey görülmez;
yayılmacı ve bereketli ruhtan kopuk olduğu için, her kelime boş
ve geçersizdir. Zekanın gücü onların üzerine bir ışık tutmaya, onları
parlatmaya ve göz alıcı hale getirmeye çalışır; bu güç sistem mertebesine
yükseltildiğinde kültür adını alır- arkaplanında yokluk bulunan
bir havai fişek gösterisi.)
Emil Michel Cioran
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder