tüm zihinler belediyeci bir yönelimin hizmetine girmiş görünmektedirler.
Sadece onlar -birinciler şüphe, diğerleri ise cinnet yoluyla o tatsız yararlılık saplantısından azade olmuşlardır. Filozof ya da eski fatihlerin külyutmaz
dölleri olmalarına bağlı olarak, keyfiliği bir icraat ya da bir baş dönmesi mertebesine yükselttikleri içindir ki hiçbir şeye bağlı değillerdi: Bu yönleriyle azizleri çağrıştırırlar. Fakat azizler asla çöküntüye uğramamalıyken azizlerin
yazgısı kendi yaptıklarına bağlıydı, kaprislerinin hem efendisi hem kurbanıydılar onlar hakiki yalnızlardı, çünkü yalnızlıkları kısırdı. Hiç kimse bunu örnek almadı, onlar da bunu hiç önermiyorlardı; "hemcinsleri"yle de sadece istihza ve terör yoluyla iletişim kuruyorlardı...
düşkünlüklerdir. Düşünür ve yurttaş gururunun dayandığı yanılgıların
mimarisini kökünden biçmek; tasarlama ve isteme sevincinin dayanaklarını bozulacak derecede yumuşatmak; kinaye ve azabın incelikleriyle geleneksel soyutlamaları ve saygıdeğer ananeleri gözden düşürmek - ne kadar nazik, ne kadar vahşi bir kaynaşma! Tanrıların gözlerimizin önünde ölmedikleri yerde hiçbir çekicilik yoktur. Roma' da, tanrıların yerine yenilerinin konulduğu ya da ithal edildiği, tanrıların kuruyup gitmesinin izlenebildiği o yerde, hayaletleri zikretmek ne büyük bir zevkti; ama yine de o yüce değişkenliğin, sert ve murdarherhangi bir tanrının saldırısı önünde dize gelmesi korkusu vardı...
Nitekim korkulan da gelmiştir başa.
Bir ilahı yıkmak zahmetsiz bir iş değildir: Onu yükseltmek ve ona tapmak için gereken kadar zaman lazımdır bu iş için. Zira onun maddi simgesini yok etmek kafi gelmez, basit bir şeydir bu; ilahın ruhtaki kökleri yok edilmelidir. Geçmişin tasfiye olduğu batış devirlerine gözleri yalnızca boşlukla kamaşabilen insanların önünde- bakışlarını çeviren kişinin, bir uygarlığın ölümü denilen o büyük sanat karşısındaacıma duymaması elde midir?
Olmayacak, hazin ve barbar bir ülkeden, Yunan yanıltmacalanyla güzelleşmiş bir Roma'nın can çekişmesi içinde belirsiz bir perişanlığı dolaştırmak için gelen o kölelerden biri gibi düşlüyorum kendimi...
küçültülmüş ilahlarda, atalarımı, boyunduruklarımı ve pişmanlıklanmı unutmayı başarırdım. Eski simgelerin melankolisine girerek azat olurdum; terk edilmiş tanrıların itibarını benimser; onları kurnaz haçlara karşı, uşaklarla şehitlerin istilasına karşı korurdum; ve gecelerim, Sezarlar'ın cinnet ve sefahatinde huzur arardı. Külyutmazlıkta uzmanlaşmış bir halde -kibar fahişelerin yanında, kuşkucu randevu evlerinde ya da çok gösterişli zulümler sergilenen sirklerde- kokuşmuş bir bilgeliğin bütün oklarıyla yeni coşkuları kalbura çevirir; mantığı, hiç düşlemediği boyutlara kadar, ölmekte olan dünyaların boyutlarına kadar genişletmek için akıl yürütmelerimi zaaf ve kanladoldururdum.
Her birimiz, yalnızlığa karşı işlenen günah, yani insanlarla alışveriş tarafından yozlaştırılmaya yazgılı bir saflık dozuyla doğarız. Zira her birimiz, kendimize hasredilmiş olmamak için elimizden geleni yaparız. Bu durum, mukadderatı değil düşmüşlük eğilimini andırır. Ellerimizi temiz ve kalplerimizi bozulmamış bir halde muhafaza etmekten acizizdir; yabancıların terleriyle temas ederek kendimizi kirletiriz; tiksintiye aç ve vebaya hayran bir halde, toplu çirkefin içine gırtlağımıza kadar gömülürüz. Kutsal suyla dolu ummanları düşlediğimizde de, artık oraya dalmak için çok geç kalmışızdır; iliğimize kemiğimize kadar kokuşmuş olmamız, o ummana dalıp boğulmamızı engeller: Dünya yalnızlığımızı bozmuştur; ötekilerin üzerimizde bıraktığı izler silinmez bir hale gelir.
Mahluklar arasında, sadece insan sürekli bir tiksinti uyandırabilir. Bir hayvanın yarattığı iğrenme geçicidir, düşüncemizde hiç olgunlaş maz; oysa hemcinslerimiz düşünüşümüze musallat olurlar, dünyadan kopukluk mekanizmamıza sızarak itiraz ve katılmama sistemimizi teyit ederler. Sadece incelik derecesiyle bir uygarlığın düzeyine işaret eden her sohbet sonrasında, Sahra'yı aramamak ve bitkilere ya da zoolojinin bitmek bilmeyen monologlarına gıpta etmemek neden imkansızdır?
Hiçlik karşısında her kelimeyle bir zafer kazansak bile, onun zorbalığına daha da fazla maruz kalmamıza yol açar bu. Etrafımıza saçtığımız kelimeler oranında ölürüz... Konuşanların sırrı yoktur. Ve hepimiz konuşuruz. Kendimize ihanet eder, kalbimizi teşhir ederiz; her birimiz dile gelmezliğin celladıyızdır; her birimiz sırları, en başta da kendi sırlarımızı yok etmek için yırtınırız. Ötekilerle görüşmemiz de, kendimizi boşluğa doğru bir yarış içinde hep birlikte alçaltmak içindir; ister fikir teatisi olsun, ister itiraflar ya da entrikalar... Merak, sadece cennetten dünyaya düşüşe değil, her günkü sayısız düşüşe yol açmıştır. Hayat, bu düşme sabırsızlığından; ruhun bakir yalnızlıklarını, Cennet'in en eski ve en gündelik inkarı olan diyalog yoluyla peş keş çekmekten ibarettir. İnsan, aktarılamayan Kelam'ın sonsuz vecdi içinde yalnızca kendini dinlemeliydi; kendi sessizlikleri için kelimelerve sadece kendine ait pişmanlıklar için işitilebilen akortlar uydurmalıydı. Ama evrenin gevezesidir o, ötekiler adına konuşur, benliği çoğul biçimi sever. Ötekiler adına konuşan kişi ise daima bir sahtekardır. Siyasetçiler, reformcular ve kolektif bir bahaneden yana çıkan herkes üçkağıtçıdır. Sadece sanatçının yalanı bütünsel değildir, zira o ancak kendini icat eder. Kendini iletişimsizliğe bırakmanın, tesellisiz ve sessiz heyecanlarımızın ortasındaki gerilimin dışında, hayat, koordinatları belli olmayan bir alan üzerinde kopanları patırtıdır; evren ise, sara hastalığına tutulmuş bir geometri...
(Gizli öznedeki zımni çoğul ile "biz"deki açık çoğul, sahte varoluş için rahat bir sığınak oluşturur. "Ben" demenin sorumluluğunu sadece şair üstlenir; sadece o, kendi adına konuşur; sadece onun buna hakkı vardır. Şiir, içine kehanet ya da doktrin sızdırdığı zaman soysuzlaşır: "Misyon" ezgiyi soluksuz bırakır, fikir uçuşa köstek olur. Shelley'nin "cömert" tarafı eserlerinin büyük bir bölümünü hükümsüzleştirir: İyi ki Shakespeare asla bir şeye "hizmet" etmemiştir.
Aslına uygun olmamanın zaferi felsefi faaliyette, kendini gizli özneyle hoş tutan o faaliyette vuku bulur; bir de kahinlik (dini, ahlaki ya da siyasi) faaliyetinde, "biz"in ululaşmasında... Tanımlama. soyut zihnin yalanıdır;
mülhem formül ise militan zihnin yalanı: Bir tapınağın kökeninde daima bir tanım bulunur; müminleri içinden sıyrılınmaz bir şekilde bir formül toplar oraya.
Bütün öğretiler böyle başlar. O zaman şiire doğru dönmemek elde mi?
Onun da, tıpkı hayat gibi, hiçbir şey kanıtlamama mazereti var.)
ÖLÜME KARŞI ORTAKLIK
Kendi hayatımız zar zor kavranılabilir görünürken, ötekilerin hayatı
nasıl tahayyül edilebilir? Bir varlıkla karşılaşılır; bu varlığın nüfuz
edilemez ve haklı gösterilemez bir dünyaya, gerçekliğin üzerine marazi
bir yapı gibi yerleşen bir kanaat ve arzular yığınına dalmış olduğu
görülür. Kendine bir yanlışlıklar sistemi uydurmuş olduğundan,
hükümsüzlükleriyle zihni ürküten sebeplerden dolayı acı çekiyordur
ve gülünçlüğü göze batan değerlere vermiştir kendini. Girişimleri fasa
fisodan başka bir şey gibi görünebilir mi? Tasa!arındaki hummalı
simetri de bir boş söz mimarisinden daha mı iyi temellendirilmiştir?
Dışarıdan bakana, her hayatın mutlağı bir başkasıyla değiştirilebilir,
her alınyazısı da -özünde yerinden oynatılamaz olmasına rağmen keyfi
görünür. Kanaatlerimiz bize havai bir cinnetin meyvaları gibi
göründüğü zaman, ötekilerin kendilerine ve her günün ütopyası içinde
çoğalmalarına duydukları tutku nasıl hoşgörülebilir ki? Falanca,
tercih ettiği özel bir dünyanın içine, filanca da bir başkasının içine
hangi gereklilikten ötürü kapanır?
Bir dostun ya da tanımadığımız birinin bize sırlarını açmasına maruz
kaldığımız zaman, bu sırların ifşası bizi hayretlere garkeder. Bu
ıstırapları bir facia mı, yoksa bir şaka mı addetmeliyiz? Bu, tamamıyla
yorgunluğumuzun teveccüh göstermesine veya çileden çıkmasına
bağlıdır. Her alınyazısı, birkaç kan lekesi etrafında kıpırdaşan bir nakarattan
başka bir şey olmadığından, bu insanın acılarının tanziminde
yersiz ve oyalayıcı bir düzen ya da bir merhamet bahanesi görmek
asabımıza kalmıştır.
Varlıkların zikrettikleri sebepleri benimsemek güç olduğundan,
her birinden her ayrılışımızda, akla gelen soru değişmez şekilde aynı
dır: Nasıl oluyor da kendini öldürmüyor? Zira ötekilerin intiharını tahayyül
etmekten daha tabii bir şey yoktur. İnsanı altüst eden ve kolaylıkla
yenilenebilen bir sezgiyle kendi yararsız!ığımızın farkına vardıktan
sonra, herhangi birinin de böyle yapmamış olması anlaşılmaz
gelir. Kendini ortadan kaldırmak öyle açık ve öyle basit bir iş gibi gö
rünür ki! Niçin o kadar nadir bir şeydir bu? Niçin herkes bundan kaçar?
Çünkü, her ne kadar akıl yaşama iştahını yok saysa da, fiiliyatın
sürmesine neden olan hiçlik bütün mutlaklardan üstün bir kuvvettedir;
ölümlülerin ölüme karşı sessiz ortaklıklarını izah eder; yalnızca
varoluşun simgesi değil, varoluşun ta kendisidir bu hiçlik; her şeydir.
Ve bu hiçlik, bu bütün, hayata bir anlam veremez, ama hiç değilse hayatı,
olduğu hal içinde sürdürür: Bir intihar etmeme hali.
SIFATIN ÜSTÜNLÜĞÜ
Nihai meseleler karşısında ancak kısıtlı sayıda tavır olabileceği için,
zihin, yayılması esnasında, öz denilen o tabii sınırla, esaslı zorlukları
sonsuza dek çoğaltmanın imk!nsızlığıyla karşılaşır: Tarih, çok sayıda
sorunun ve çözümün yalnızca çehrelerini değiştirmekle uğraşır. Zihnin
icat ettikleri, bir dizi yeni nitelemeden ibarettir; unsurları yeniden
adlandırır yada yegane ve değişmez bir acı için daha az aşınmış sıfatlar
arar. Her zaman ıstırap çekilmiştir; ama ıstırap, o andaki felsefenin
ayakta tuttuğu bütünsel görüşler uyarınca ya "yüce", ya "doğru", ya
da "saçma" olmuştur. Mutsuzluk, soluk alan her şeyin dokusunu oluş
turur; ama çeşitleri evrim geçirmiştir; her varlığı, böylesine ıstırap çeken
ilk insan olduğuna inanmaya iten alt edilmez görünümlerin birbirini
izlemesini sağlayan odur. Tek olmaktan duyduğu gurur, insanı,
kendi derdine aşık olmaya ve tahammül etmeye teşvik eder. Bir ıstı
rap dünyasında, ıstırapların her biri, diğerleri nazarında tekbencidir.
Mutsuzluktaki özgünlük, onu kelime ve hisler bütünü içinde tecrit
eden sözel niteliğe bağlıdır. ..
Niteleyiciler değişir: Bu değişikliğe de zihnin ilerlemesi adı verilir.
Bütün bu niteleyicileri ortadan kaldırın: Uygarlıktan geriye ne kalırdı?
Zeka ile sersemlik arasındaki fark, çeşitlendirilmediği zaman
bayağılığa yol açan sıfat kullanımında ortaya çıkar. Bizzat Tanrı, sadece
kendine eklenen sıfatlarla yaşar; ilahiyatın varoluş nedeni budur.
Böylelikle insan, mutsuzluğunun yeknesaklığını daima farklı biçim-
lerde niteleyerek, ancak tutkulu bir yeni sıfat arayışıyla zihnin önünde
haklı çıkarır kendini.
(Oysa bu arayış acınacak bir şeydir. Zihnin sefaleti olan ifade sefaleti,
kelimelerin yoksulluğunda, tükenmeleri ve değersizleşmelerinde
gösterir kendini: Şeylere ve hislere yüklediğimiz öznitelikler, sonunda
sözel leşler gibi yatarlar önümüzde. Biz de onlara, sadece kapalı
yer kokusu saldıkları zamanı pişmanlıkla arayan bir bakış yöneltiriz.
Her titizlik, kelimeleri havalandırma, solgunluklarını çevik bir incelikle
telafi etme ihtiyacından doğar; fakat ruhun ve kelamın birbirine
karıştıkları ve çürüdükleri bir bezginlik içinde son bulur. (Bir edebiyatın
ve bir uygarlığın ideal olarak son aşaması: Neron ruhlu bir
Valery düşünelim ... )
Taze duyularımız ve saf yüreğimiz, kendilerini bir niteleme evreninde
buldukça ve bundan büyük zevk aldıkça, sıfatın tesadüfleriyle
zenginleşirler; sıfat bir kez teşrih edildiğinde ise uygun olmadığı ve
kifayetsiz kaldığı ortaya çıkar. Mekanın, zamanın ve ıstırabın sonsuz
olduklarını söyleriz; ama sonsuz'un menzili şu kelimelerden fazla değildir:
güzel, yüce, uyumlu, çirkin ... Kişi kendisini kelimelerin temelini
görmeye mecbur kılmak mı istemektedir? Orada hiçbir şey görülmez;
yayılmacı ve bereketli ruhtan kopuk olduğu için, her kelime boş
ve geçersizdir. Zekanın gücü onların üzerine bir ışık tutmaya, onları
parlatmaya ve göz alıcı hale getirmeye çalışır; bu güç sistem mertebesine
yükseltildiğinde kültür adını alır- arkaplanında yokluk bulunan
bir havai fişek gösterisi.)
KAYGILARINDAN KURTULMUŞ ŞEYTAN
Niçin Tanrı o kadar soluk, o kadar dermansız ve o kadar vasat bir çekiciliktedir?
Niçin ilginçlik, tutarlılık ve güncellikten yoksundur ve
bize o kadar az benzer? Bundan daha az insan biçimli ve bundan daha
ucuz bir biçimde uzak bir imge var mıdır? Bu kadar soluk parıltıları
ve bu kadar sallantılı kuvvetleri nasıl yansıtabilmişizdir O'na? Enerjilerimiz
nereye akıp gitmiştir? Arzularımız nereye boşalmıştır? Hayat
veren küstahlık fazlamızı kim alıp götürmüştür peki?
Şeytan'a doğru mu döneceğiz? Fakat ona dua etmeyi beceremezdik:
Ona tapmak, içe dönük bir biçimde dua etmek, kendimize dua etmek
olurdu. Apaçık gerçekliğe dua edilmez: Kesin, tapınma nesnesi
değildir. Tüm öz niteliklerimizi kendi benzerimize yüklemişizdir ve
görkeme benzer bir süs vernek için onu karalarla örtmüşüzdür: Yas
giysilerine bürünmüş hayatlarımız ve meziyetlerimizdir o. Önde gelen
niteliklerimiz olan kötülük ve sebatla donatarak benzerimizi mümkün
olduğu kadar canlı kılmaya uğraşırken tükenmişizdir; onun sureli
ne şekil verirken, onu çevik, oynak, zeki, müstehzi, özellikle de sinsi
kılmaya çabalarken güçlerimiz helak olmuştur. Tanrı'ya şekil vermek
için elimizin altında bulunan enerji stokları bir hiç haline gelmiştir. O
zaman, muhayyileden ve içimizde kalan azıcık kandan medet ummu-
şuzdur: Tanrı, kansızlığımızın ümidi olabilirdi ancak: Sallantılı ve
çarpık bir suret. O yumuşak, iyi, yüce ve doğrudur. Ama aşkınlığa
hapsedilmiş bu gülsuyu kokulu karşımda kendini bulan var mıdır ki?
İkiyüzlü olmayan bir varlık, derinlik ve gizem noksanlığı çeker; hiç
bir şey gizlememektedir. Yalnızca murdarlık gerçeklik işaretidir.
Azizlerin ilginçliklerini tamamen yitinnemiş olmaları da, yüceliklerine
romanın kanşmasından ve ebediyetlerinin biyografiye elverişli olmasındandır;
yaşamları, bizi zaman zaman büyüleyebilen bir tarz için dünyayı terk ettiklerini gösterir ...
Hayatla dolup taştığı için, Şeytan'ın hiçbir sunağı yoktur: İnsan
kendini Şeytan'da çok fazla bulduğu için O'na tapamaz; ondan bilerek
nefret eder; kendinden yüz çevirir ve Tanrı'nın yoksul vasıflannı ayakta
tutar. Ama Şeytan bundan şikayetçi değildir ve bir din kurmaya hiç
heveslenmez: Zayıflatılmamasını ve unutulmamasını temin etmek
için burada değil miyiz biz?
ÇEVREDE GEZİNTİ
Varlıkları bir çıkar ve ümit cemiyetine hapseden çemberin içinde, serap
düşmanı ruh kendine merkezden çevreye doğru bir yol açar. İnsanların
uğultusunu yakından işitmeye artık tahammül edememektedir;
onları birbirine bağlayan lanetli simetriye mümkün olduğu kadar
uzaktan bakmak istemektedir. Her tarafta şehitler görür: Kimileri gö
rünür ihtiyaçlar adına, kimileriyse denetlenemeyen gereklilikler adına
kendilerini feda ediyorlardır; hepsi de adlarını bir kesinliğin altına
gömmeye hazırdırlar; bunu hepsi başaramadığından da, çoğu, düşledikleri
kan fazlasının kefaretini bayağılıklarıyla öderler. .. Hayatları,
istifade edemedikleri uçsuz bucaksız bir ölme özgürlüğünden ibarettir:
Tarihin ifadesiz kurban töreni, toplu mezar, onları yutar.
Fakat ateşli bir ayrılık taraftarı olan kişi, güruhların musallat olmadığı
yollar arayarak en kenara doğru çekilir ve çemberin kenar çizgisi
üzerinde. vücuda tabi olduğu sürece aşamayacağı o çizgi üzerinde
ilerler; bununla birlikte bilinç, varlıksız ve nesnesiz bir sıkıntının
içinde tamamen saf olarak daha uzaklarda süzülür. Artık acı çekmi
yordur, kişiyi ölmeye davet eden bahanelerin üzerindedir ve kendini
taşıyan insan'ı unutur. Bir halisünasyon içinde algılanan bir yıldızdan
daha gerçek dışı bir halde, bir yıldızın fırdöndüsüne benzer bir durum
önerir - ruh ise, bayatın çevresinde, daima sadece kendisiyle ve boş
luğun çağrısına cevap vermedeki güçsüzlüğüyle karşı karşıya kalarak
gezinmektedir.
HAYATIN PAZARLARI
Pazar öğleden sonraları aylarca uzasaydı, ter dökmekten kurtulmuş,
ilk lanetin ağırlığından sıyrılıp hafiflemiş olan insanlık nereye varırdı?
Yaşanmaya değer bir tecrübe olurdu bu. Tek eğlencenin cinayet
olacağı; sefahatın yürek temizliği, naranın melodi, sırıtmanın şefkat
halinde görüneceği hayli muhtemel. Zamanın sınırsızlığı duygusu,
her saniyeyi dayanılmaz bir azaba, darağacına çevirirdi. Şiirle dolu
yüreklere şevksiz bir yamyamlık, bir sırtlan hüznü yerleşirdi; kasap
ve cellatlar bitkin düşüp tükenir, kiliseler ve genelevler iç çekişlerle
dolardı. Bir Pazar öğleden sonrasına dönüşmüş evren... sıkıntının
tasviridir bu -evrenin de sonu... Tarih'in üzerinde sallanan laneti kaldırın:
O anda kendini iptal eder, tılpkı mutlak bir tatil içinde varoluşun
kendi kurgusunu sergilemesi gibi... Gayret, hiçliğin içinde mitosları
inşa eder ve sağlamlaştırır; bu temel sarhoşluk, "gerçekliğe" dair
inancı kışkırtır ve ayakta tutar; oysa salt varoluşu seyre dalma, hareket
ve nesnelerden bağımsız seyre dalma, ancak olmayan'ı özümler ...
Uğraşsızlar uğraşlılardan daha çok şeyi kavrarlar ve daha derindirler:
Ufuklarına sınır çeken hiçbir meşgale yoktur; sonsuz bir Pazar
günü doğmuş olan onlar, seyrederler ve kendilerini seyrederken seyrederler.
Tembellik, fizyolojik bir kuşkuculuktur, tenin şüphesidir.
Aylaklığa batmış bir dünyada bir tek uğraşsızlar katil olmazlardı. Fakat
insanlığın bir parçası değildirler ve ter dökmeyi bilmediklerinden
ötürü Hayat'ın ve Günah'ın sonuçlarına katlanmadan yaşarlar. Ne iyilik
ne de kötülük yaptıkları için insanlık sarasının seyircileri olan
onlar- bilinci boğan çabalara, zamanın haftalarına burun kıvırırlar.
Bazı öğleden sonraların sınırsız ölçüde uzamasından niye ürksünler
ki? Kabalık ölçüsünde basit ve besbelli şeyleri savunmuş olmanın
pişmanlığını duyarlar yalnızca. Bu dunımda, hakikat içinde umarsızca
saplanıp kalmak onları, ötekileri taklit etmeye ve küçültücü bir biçimde
meşgalelerin çekiciliğine kapılarak gönül eğlendirmeye sürükleyebilir.
Cennetin mucizevi kalıntısı olan tembelliği bekleyen tehli"ke
budur.
(Aşkın tek işlevi, bizi bir haftalığına -ve sonsuza dek- yaralayan
ölçüsüz ve acımasız Pazar öğleden sonraları na dayanmamıza yardım
etmesidir.
Atadan kalma kasılmaların sürükleyiciliği olmasa. binlerce göz
gerekirdi bize, saklı gözyaşlarımız için; ya da yenecek tırnaklar, kilometrelerce
tırnak ... Artık akmayan bu zaman başka türlü nasıl öldürü
lür? Bu bitmez tükenmez Pazarlar'da var olma acısı kendini tümüyle
gösterir. Bazen bir şey içinde kendimizi unutmayı başarırız; ama dünya
içinde kendimizi nasıl unutabiliriz? Bu olanaksızlık o acının tanı
mıdır. Bu acının yakaladığı kimse hiçbir zaman iyileşmeyecektir, evren
tamamıyla değişse bile. Değişmesi gereken yüreğidir, oysa yürek
değişmez; onun gözünde, varolma'nın da tek bir anlamı vardır: Acısı
na gömülmek - gündelik bir nirvanaya varma talimi onu gerçeksizliğin
algısına yüceltene dek ... )
İSTİFA
Bir hastanenin bekleme salonundaydım: Yaşlı bir kadın bana dertlerini
anlatıyordu... İnsanların tartıştıkları şeyler, tarihteki kasırgalar -
onun gözünde bir hiçtiler: Zaman ve mekan içinde bir tek onun derdi
hüküm sürüyordu. "Yemek yiyemiyorum, uyku uyuyamıyorum, korkuyorum,
mutlaka cerahat var," diye sıralıyordu, dünyanın kaderi buna
bağlıymış gibi çenesini sıvazlayarak... Tiridi çıkmış, çenesi düşük
bir kadının kendine dikkat edişindeki bu aşırılık, önce beni dehşetle
tiksinti arasında kararsız bıraktı; sonra, sıra bana gelmeden hastaneden
çıktım gittim, ağrılarıma ilelebet sırtçevirmeye karar vermiştim...
"Her bir dakikamın elli dokuz saniyesi," diye söylendim sokaklarda,
"acıya ya da... acı fikrine vakfedilmiş. Keşke bir taş olabilseydim!
'Yürek': Bütün azapların kökeni... Nesneye imreniyorum... maddenin
ve donukluğun lütfuna... Küçük bir sineğin gelgiti bana kıyamet bir iş
gibi görünüyor. Kendinden çıkmak günah işlemektir. Rüzgar, havanın
çılgınlığı! Müzik, sessizliğin çılgınlığı! Bu dünya hayatın önünde
pes ederek hiçliğe karşı kusur işlemiştir... Hareketten ve rüyalarımdan
istifa ediyorum. Namevcudiyet! Tek zaferim sen olacaksın... 'Arzu',
sözlüklerden ve ruhlardan hepten silinsin! Yarınların başdöndürü
cü şakası önünde geriliyorum. Ve bazı ümitlerimi hala muhafaza etsem
dahi, ümit etme melekemi hepten kaybettim."