(FANATİZMİN ŞECERESİ)
Aslında her fikir yansızdır, ya da öyle olmalıdır; ama insan onu canlandınr,
alevlerini ve cinnetlerini yansıtır ona; saflığını yitirmiş, inanca
dönüştürülmüş fikir, zaman içindeki yerini alır, bir olay çehresine
bürünür; Mantıktan sara hastalığına geçiş tamamlanmış olur ... İdeolojiler,
doktrinler ve kanlı şakalar böyle doğar.
İçgüdüsel olarak putlara taptığımız dan, düşlerimizin ve çıkarlarımızın
nesnelerini kayıtsız şartsız şeyler haline getiririz. Tarih, bir
Sahte Mutlaklar Geçidi'nden, bahaneler adına dikilmiş bir tapınaklar
dizisinden, zihnin Gayri Muhtemel önünde küçülmesinden ibarettir.
Dinden uzaklaştığında bile insan dine tabi kalır; bütün çabasıyla tanrı
benzerleri yaratır, sonra da benimser bunları ateşlilikle: İçindeki kurgu
ihtiyacı, mitoloji ihtiyacı, apaçık gerçeğin ve gülünçlüğün üstesinden
gelir. Bütün cinayetlerinin sorumluluğu tapma gücündedir: Bir
tanrıyı yakışıksızca seven kişi, başkalarını da onu sevmeye zorlar, buna
razı olmazlarsa onları yok etmeye de hazırdır. Hiçbir hoşgörüsüzlük,
ideolojik taviz vermezlik veya din yayıcılığı yoktur ki, şevkin
hayvani temelini açığa vurmasın. Hele insan ilgisizlik melikesi'ni bir
yitirsin: Potansiyel bir katil haline gelir. Hele.fikrini tanrıya dönüştürsün:
Bunun sonuçları sayılamayacak kadar çoktur. Ancak bir tanrı ya
da tanrı taklitleri adına insan öldürülür: Akıl Tanrıçası'nın. ulus, sınıf
ya da ırk fikrinin yol açtığı aşınlıklar Engizisyon'un ya da Reform'un kilerle
akrabadır. Kanlı marifetler konusunda coşku dönemlerinin
üzerine yoktur: Azize Teresa ancak yakılan insanlarla çağdaş olabilir-
di, Luther de köylü katliamlarıyla ... Mistik krizlerde, kurban iniltileriyle
vecd iniltileri birbirine paraleldir ... Dar ağaçları, zindanlar, hücreler,
ancak bir imanın gölgesinde çoğalır - ruhu hepten sarmış olan o
inanma ihtiyacının gölgesinde. Bir doğruyu, kendi doğrusunu elinde
bulunduran kişinin yanında şeytan bile epey soluk kalır. Neronlar'a,
Tiberiuslar'a karşı adaletsiz davranıyoruz: Ayrılıkçılık kavramını hiç
de onlar icat etmemiştir: Katliamlarla kendini oyalayan, çığrından
çıkmış hayalciler olmuşlardır sadece. Hakiki' katiller, dini veya siyasi
düzeyde bir ortodokstluk kuranlardır; mümin ile mezhep sapkını arasında
ayrım yapanlardır.
Fikirlerin birbirinin yerine geçebildiğini kabullenmemekte ısrar
edilince, kan akar. .. Kesin kararların altından bir hançer yükselir;
alevli gözler cinayet habercisidir. Hamlet'ten etkilenmiş mütereddit
bir ruh asla zarara yol açmamıştır: Kötülüğün ilkesi irade gerilimindedir,
huzuru yaşayamamaktadır; tıka basa ideallerle dolu, kanaatlerinin
ağırlığı altında patlayan ve şüpheyle tembelliği -bütün faziletlerinden
daha soylu zaaftan- alaya almakla gönül eylemiş olduğu için,
mahvolduğu bir yola, tarihe, o densiz sıradanlık ve kıyamet kanşımı
na ginniş olan bir ırkın Prometheus'vıi.ri megalomanisindedir. .. Orada
kesinlikler çoktur: Bunları kaldırın, özellikle de sonuçlarını kaldırın:
Cenneti yeniden kurarsınız. Düşüş, bir doğrunun peşine takılma ve
onu bulmuş olmaktan emin olma değilse; bir dogma için duyulan tutku,
bir dogmanın içine yerleşme değilse nedir? Bundan fanatizm doğar
-insana iş görür olma, peygamberlik yapma ve terör zevkini veren
temel kusur-, o lirik cüzzam aracılığıyla ruhlara bulaşır, boyun eğdirir;
anları ezer ya da taşkınlaştırır... Bunun elinden bir tek kuşkucular
kurtulur (ya da miskinler ve estetler), çünkü hiçbir şey önermezler,
çünkü -insanlığın hakiki" velinimetleri olan onlar- tarafgirlikleri yok
eder ve içlerindeki sayıklamayı tahlil ederler. Bir *Pyrrhon'un yanında,
kendimi bir Aziz Paulus'un yanında olduğundan daha güvenlikte
hissederim; nüktedan bir bilgeliğin, zincirinden boşanmış bir azizlikten
daha yumuşak olması nedeniyle ... Ateşli bir ruhta, kılık değiştirmiş
bir avcı hayvan bulunur; kişi, bir peygamberin pençelerinden kolay
kolay kurtulamaz ... İster sema adına, ister site veya ba§ka bahaneler
adına sesini yükselttiğinde, uzaklaşın ondan: Yalnızlığınızın satırıdır,
onun hakikatlerinin ve taşkınlıklarının berisinde yaşamanızı affetmez;
hislerinizi, varını yoğunu onunla paylaşmanızı ister; bunu size dayatmak
ve sizi tanınmaz hale getirmek ister. Bir inanç tarafından
ele geçirilip onu ötekilere iletmeye çalışmayan insan, selimet saplantısının
hayatı soluksuz bıraktığı bir yer olan yeryüzüne yabancı bir
olaydır. Etrafınıza bakın: Her tarafta vaaz veren solucanlar; her kurum
bir misyonu dile getirir; tapınaklar gibi belediyelerin de mutlakları
vardır; yönetimin ise yönetmelikleri - maymunların kullanımına
yönelik metafizik ... Hepsi de bütün insanların yaşamına çare bulmaya
çabalar: Dilenciler ve şifasız hastalar bile buna can atarlar: Dünya kaldırımları
ve hastaneler reformcularla dolup taşar. Olay kaynağı haline
gelme isteği, her birinin üzerine zihinsel bir karışıklık, ya da kişinin
kendi istediği bir !il.net gibi etki eder. Toplum - bir kurtarıcılar cehennemi!
Diogenes'in elinde lambasıyla aradığı, ilgisiz biriydi. ..
Birisinin idealden, gelecekten, felsefeden içten bir şekilde söz ettiğini,
emin bir ses tonuyla "biz" dediğini, "diğerleri"ni andığını duymam;
kendini onların tercümanı olarak gördüğüne şahit olmam onu
kendime düşman görmem için yeterlidir. Onda bir tiran müsveddesi,
aşağı yukarı bir cellat görürüm; tiranlar kadar, büyük cellatlar kadar
nefrete müstahaktır. Her imanın bir tür terör icra etmesindendir bu; ve
bunu yerine getirenin "saflar" olması, olayı daha da ürkütücü hale getirir.
Kurnazlara, düzenbazlara, zirzoplara güvenilmez; halbuki tarihteki
hiçbir büyük kargaşa onlara isnat edilemezdi; hiçbir şeye inanmadıkları
için ne yüreklerinize ne de artdüşüncelerinize karışırlar; sizi
kendi gevşekliğinizin, ümitsizliğinizin ya da yararsızlığınızın eline
bırakırlar; insanlık yaşadığı azıcık refah anlarını onlara borçludur: Fanatiklerin
işkence ettiği ve "ldealistler"in batırdığı halkları kurtaran
onlardır. Doktrinsizdirler, sadece kaprisleri ve çıkarları vardır; ilkeli
despotizmin yol açtığı yıkımlardan bin kere daha dayanılır olan
uyumlu zaaflardır bunlar. Zira hayattaki bütün kötülükler bir "hayat
anlayışı"ndan ileri gelir. Olgunlaşmış bir siyaset adamı, eski Sofistler'in
çalışmalarını derinleştirmeli ve şan dersleri almalıdır; - bir de
yolsuzluk dersleri ...
Fanatik ise yolsuzluğa kapılmaz: Bir fikir uğruna öldürüyorsa,
onun için Pekala ölebilir de; her iki durumda da, tiran veya şehit de olsa,
bir canavardır. Bir inanç için acı çekmiş olandan daha tehlikeli
varlık yoktur: En büyük zalimler, kafası kesilmemiş mazlumlar arasından
çıkar. Acı, güç iştahını azaltmak şöyle dursun, onu azdırır; zihin
de kendini bir soytarının meclisinde bir kurbanınkinden daha rahat
hisseder; onu, bir fikir için ölünen gösteriden daha fazla tiksindiren
hiçbir şey yoktur ... Yücelik ve kan dökmeden bıkıp usandığı için,
evrenle eş düzeyde bir taşra sıkıntısının; şüphenin bir olay ve ümidin
bir musibet gibi görüneceği değişmezlikte bir Tarih'in hayalini kurar
...
*Phyrrhon(Piron): MÖ 365-275 yılları arasında yaşamış olan kuşkuculuğun kurucusu ünlü Yunan düşünür. Abderalı Anaksarkhos'un öğrencisi olan Pyrrhon Elis'de öğretmenlik yaptı.
(ANTİ-PEYGAMBER)
Emil Michel Cioran
*Phyrrhon(Piron): MÖ 365-275 yılları arasında yaşamış olan kuşkuculuğun kurucusu ünlü Yunan düşünür. Abderalı Anaksarkhos'un öğrencisi olan Pyrrhon Elis'de öğretmenlik yaptı.
(ANTİ-PEYGAMBER)
Her insanın içinde bir peygamber uyuklar ve o uyandığında, dünyadaki
kötülük biraz daha artar ...
Vaaz verme çılgınhğı içimizde öylesine yer etmiştir ki, korunma
içgüdüsünün bilmediği derinliklerden doğar. Her insan, kendinin bir
şey önereceği iirıı bekler: Ne önerdiği önemli değildir. Bir sesi vardır
ya, o yeter. Ne sağır ne dilsiz olmanın bedelini pahalıya öderiz ...
Çöpçüsünden züppesine kadar herkes, cinai cömertliğinin kesesinden
harcar; hepsi, mutluluk reçeteleri dağıtır; hepsi, herkesin adımlarına
yön vennek ister: Ortaklaşa hayat, bundan ötürü tahammül edilmez
bir hale gelir; insanın kendi hayatı daha da çekilmez olur: Başkalarının
işlerine hiç karışmadığı zaman kişi kendi işleri için o kadar endişe
duyar ki, kendi "benliği"ni bir dine çevirir, yada tersten havarilik
yaparak "benliği "ni yok sayar: Evrensel oyunun kurbanıyızdır ...
Varoluşun veçhelerine getirilen çözüm önerilerinin bolluğu, ancak
bu önerilerin nafılelikleriyle mukayese edilebilir. Tarih: İdeal imalathanesi.
.. huyu suyu belli olmayan mitoloji, sürülerin ve yalnızlann
taşkınlıkları ... gerçekliği olduğu haliyle tasarlamanın reddi, ölümcül
kurgu açlığı. ..
Fiiliyatımıztn kaynağı, kendimizi zamanın merkezi, nedeni ve sonucu
zannetmeye bilinçsizce meyilli olmamızdadır. Reflekslerimiz
ve gururumuz, teşkil ettiğimiz et ve bilinç parçasını bir gezegene dö
nüştürür. Eğer dünyadaki konumumuzu doğru olarak anlayabilseydik;
eğer kıyaslamak, yaşamak'tan ayrılmaz olsaydı, mevcudiyetimizin
ufaklığının açığa çıkması bizi ezerdi. Ama yaşamak, kendi boyutlanna
karşı körleşmektir. ..
Bütün fiiliyatımız -soluk almaktan imparatorluklar ya da metafizik
sistemler kurmaya kadar- kendi önemimiz hakkında bir yanılsamadan,
bilhassa da peygamberlik içgüdüsünden çıktığına göre, kendi
hükümsüzlüğünü doğru bir şekilde görmesi durumunda, işe yarar olmaya
ve kendini kurtarıcı gibi göstermeye kim çalışırdı ki?
"İdeal"siz bir dünya, doktrinsiz bir can çekişme, yaşamsız bir ebediyet
hasreti ... Cennet. .. Fakat kendimizi oyalamaksızın bir saniye bi-
le var olamazdık: İçimizdeki peygamber, bizi kendi boşluğumuzda
ihya eden deli tarafımızdır.
İdeal bir şekilde zihni açık, yani ideal bir şekilde nornıal insan,
içindeki hiçlik'ten başka hiçbir şeye tutunmamalıdır ... Onu işittiğimi
farz ediyorum: "Amaçtan, bütün amaçlardan koparılmışım: arzuları
mın ve buruk:luklarımın sadece formüllerini muhafaza ediyorum. Sonuca
bağlama eğilimine direndiğim için ruhu yendim; tıpkı hayatı da,
onun içinde çözüm aramaktan dehşete kapılarak: yendiğim gibi. .. İnsanın
seyri - ne mide bulandırıcı şey! Aşk- iki tükürüğün karşılaşması
... Bütün duygular mutlak:lannı salgı bezlerinin sefilliğinden alırlar.
Asalet varoluşun yadsınmasındadır, harap olmuş manzaralara tepeden
bakan bir tebessümdedir yalnızca.
(Vaktiyle bir "benliğim" vardı; artık sadece bir nesneyim ... Yalnızlığın
bütün uyuşturucularını tıka basa alıyorum; dünyanın uyuşturucuları
bana benliğimi unutturamayacak: kadar hafiftiler. İçimdeki peygamberi
öldürmüş olduğuma göre, nasıl olur da insanlar arasında h§.lii
bir yerim olabilir ki?)
(TANIMLAR MEZARLIĞINDA)
"Artık benim için hiçbir şey konu olamaz, zira bütün şeylerin tanımını
verdim," diye haykıran bir zihin tahayyül edebilir miyiz acaba? Böyle
bir şeyi tahayyül edebilsek bile, süre içinde nasıl konumlandırılır bu?
Bizi çevreleyen şeylere, onlara isim verdiğimiz -ve ötelerine geç
tiğimiz- ölçüde tahammül ederiz. Ama, bir şeyi bir tanımla benimsemek,
ne kadar keyfi olursa olsun -ne kadar keyfiyse o kadar da vahimdir,
çünkü bu durumda ruh bilginin önüne geçer- o şeyi dışlamaktır;
onu yavanlaştırmak ve yersizleştirmektir, yok etmektir. Avare ve
münhal bir zihin - dünyayla da yalnızca uyku sayesinde bütünleşen
bir zihin- şeylerin isimlerini çoğaltmak, içlerini boşaltmak ve yerlerine
formüller koymaktan başka hangi işi icra edebilir? Sonra, şeylerin
yıkıntıları üzerinde ilerler; artık ihsas yoktur: Yalnızca hauralar. Her
formülün altında bir kadavra yatmaktadır: Varlık veya nesne, mahal
verdiği bahanenin altında ölür. Zihnin havai ve uğursuz hovardalığı
dır bu. Ve bu zihin isimlendirdiği ve kayda düştüğü şeylerin içinde
kendini de heba etmiştir. Sözcüklere il.şık olduğu için, ağır sessizlik
lerdeki esrardan nefret ediyordur ve bu sessizlikleri hafifleştirip saflaştırır:
Bu zihnin kendisi de hafif ve saf bir hale gelmiştir, çünkü her
şeyin yükünü atmış ve her şeyden arınmıştır. Tanımlama zaafı, onu
merhametli bir cani ve uysal bir kurban haline getirmiştir.
Ruhun zihne yaydığı ve ona canlı olduğunu hatırlatan tek leke de
böylece silinmiştir.
(UYGARLIK VE HAVAİLİK)
Küstah ve leziz zihinler eserlerin ve şaheserlerin dokularına ince horgörti
ve hercai alaylardan saçaklar eklemeselerdi, onların aşınmış kütlesine
ve derinliğine nasıl dayanabilirdik? İncelikleriyle toplumun
hem doruklarına hem de kıyısına yerleşen o sevimli varlıklar olmasa,
ataletle görgünün zeki ve beyhude zaaflara gereksiz yere kattığı yasalara,
adetlere, kalpten kopan pasajlara nasıl tahammül ederdik?
Ciddiyeti kötüye kullanmamış, değerlerle oynarruş, bu değerleri
meydana getirmekten ve yok etmekten büyük bir zevk almış uygarlıklara
minnettar olmak gerekir. Yunan ve Fransız uygarlıkları dışında,
şakacı bir zihin açıklığıyla şeylerdeki zarif hiçliğin gösterisini sunan
bir uygarlık biliyor muyuz? Alkibiades'in dönemi ile on sekizinci
yüzyıl Fransası iki teselli kaynağıdır. Halbuki diğer uygarlıklar, hayata
bir yararsızlık lezzeti veren o neşeli icraatın tadını ancak son aşamalarında,
bütün bir inanç ve gelenek sisteminin çöküşünde alabilmişlerdir
bu iki yüzyıl ise, her şeye karşı kaygısız olan ve her şeyi
kabul eden can sıkıntısını en olgun çağlarında, güçlerine ve geleceğe
tam anlamıyla mfilikken yaşamışlardır. Bir yandan hayata lclnet okurken
yine de hayattaki burukluğun hoşluklarını tadan, yaşlı, kör ve ileri
görüşlü Madam du Deffand'dan iyi bir simge var mıdır?
Hiç kimse havailiğe hemen ulaşamaz. O bir ayrıcalık ve bir sanattır;
her tür kesinliğin imkansız olduğunun farkına varan ve kesinliklerden
tiksinen kimselerdeki yüzeysellik arayışıdır; doğal bir şekilde
dipsiz oldukları için hiçbir yere götüremeyecek uçurumlardan uzağa
kaçıştır.
Bununla birlikte, geriye görünümler kalır: Neden bunları bir üslup
düzeyine yükseltmeyelim? Bütün akıllı devirlerin tanımı buradadır.
İfadeyi taşıyan ruhtan ziyade, ifadenin kendisine; sezgiden ziyade teveccühe
itibar edilen noktaya varılır; heyecan bile nazik bir hale gelir. Hiçbir zarafet önyargısı taşımayan, kendi kendine teslim edilmiş
olan varlık bir canavardır; kendi içinde, sadece elikulağında terörün
ve inkarın kol gezdiği karanlık bölgeler bulur. Ölmekte olduğunu bü
tün canlılığıyla bilmek ve bunu gizleyememek bir barbarlık eylemidir.
Her samimi felsefe, sırlarımızı eleyen ve istenen etkilere dönüştürme
işlevi gören uygarlığın ünvanlarını inkfir eder. Böylece havailik,
olduğumuz gibi olma derdine karşı en etkili panzehir haline gelir:
Onun aracılığlyla dünyayı kötüye kullanırız ve derinliklerimizde yatan
yakışıksızlığı gözlerden saklarız. Onun hünerleri olmasa. bir ruh
sahibi olmaktan ötürü nasıl yüzümüz kızarmazdı. Aşırı hassas yalnızlıklarımız,
ötekiler için ne cehennemdir! Ama hep onlar için, bazen de
kendimiz için icat ederiz görünümlerimizi...
( TANRI'NIN İÇİNDE YOK OLMAK )
Farklı özüne itina gösteren ruh, kaçındığı şeyler tarafından her adımda
tehdit edilir. Dikkati -en büyük ayrıcalığı- onu sık sık terk ettiği
için, kaçmak istediği eğilimlere boyun eğer, ya da murdar sırlara yem
olur. .. Bizi hayvanlara ve nihai meselelere yakınlaştıran bu korkulan,
bu titremeleri, bu başdönmelerini kim yaşamamıştır ki? Dizlerimiz
bükülmeden titrer, ellerimiz kavuşmadan birbirini arar, gözlerimiz
hiçbir şey görmeden yukarı bakar. .. Cesaretimizi pekiştiren o dikey
kibri, bizi gösteri yapmaktan muaf tutan duyguyu, o hareketlerden
dehşet duyma duygusunu muhafaza ederiz; gülünçlük derecesinde
ifadeye gelmez olan bakışları örtmek için, göz kapaklarımızın yardı
mını da ... Kayıp gitmemiz yakındır, ama kaçınılmaz değildir; ilginç
bir kazadır, ama hiç yeni değildir; korkularımızın ufkunda şimdiden
bir tebessüm doğmaktadır ... duanın kucağına hiç düşmeyeceğizdir ...
Zira sonunda O kazanmamalıdır; büyük harfle yazılan ismini lekelemek,
istihzamıza düşer; saçtığı titremeleri dağıtmak da yüreğimize ...
Böyle bir varlık gerçekten olsaydı; zayıflıklarımız kararlarımıza,
derinliklerimiz sınamalarımıza üstün gelseydi, o zaman hafif düşünmeyi
sürdürmek beyhude olmaz mıydı? Madem ki zorluklarımız hallolmuş,
sorularımız askıya alınmış ve büyük korkularımız yatıştırılmış
... Fazla kolay olurdu bu. Her mutlak-şahsi veya soyut-, sorunları
es geçmenin bir tarzıdır; sadece sorunları değil, duyuların paniğinden
başka bir şey olmayan köklerini de ...
Tanrı: Ürküntümüzün üzerine dosdoğru düşüş; hiçbir ümide kanmayan
arayışlarımızın ortasına yıldırım gibi inen selfunet; tesellisiz
kalmış ve zaten teselli edilmek de istemeyen kibrimizin dolambaçsız
bir biçimde geçersizleşmesi; bireyin kızağa çekilme yolunda ilerlemesi;
endişe noksanlığı yüzünden ruhun işsiz kalması ...
imandan daha büyük bir feragat var mıdır? İman olmadığında sonsuz
sayıda çıkmaza girildiği doğrudur. Ama hiçbir şeyin sonunun hiç
bir şeye çıkmadığını; evrenin, hüznümüzün bir yan-üıünü olduğunu
bile bile, bu ayak sürüme ve kafamızı yere göğe vura vura ezme zevkinden
kendimizi niye mahrum edelim?
Atadan kalma ödlekliğimizin bize önerdiği çözümler, entelektüel
edebinden yan çizmenin en beter yollarıdır. Yanılmak, kandırılmış
olarak yaşamak ve ölmek; insanların yaptığı budur. Ama bizi Tanrı'nın
içinde yok olmaktan koruyan ve bütün anlarımızı, hiç etmeyeceğimiz
dualara dönüştüren bir haysiyet de vardır.
( ÖLÜM ÜZERİNE ÇEŞİTLEMELER )
I. - Hiçbir şeye dayanmadığı için, bir gerekçenin gölgesi bile bulunmadığı
için, hayatta sebat ederiz. Ölüm fazla kesindir; bütün sebepler
onun tarafında bulunur. İçgüdülerimize esrarengiz gelir; düşünüşü
müzün önünde, berrak ve itibarsız bir halde, bilinmeyenin sahte cazibesi
olmaksızın belirir.
Hükümsüz sırları biriktire biriktire, anlamsızlığı tekeline ala ala,
hayat ölümden fazla ürküntü verir: Büyük Meçhul odur.
Bunca boşluk ve anlaşılmazlık nereye varabilir? Günlere tutunuruz,
çünkü ölme arzusu fazla mantıksaldır, bundan dolayı da işe yaramazdır.
Hayat belirgin, tartışılmaz açıklıkta tek bir gerekçeye sahip
olsaydı kendini yok ederdi; içgüdüler ve ön yargılar Tutarlılık'la temasa
geçtiklerinde ortadan kalkarlar. Soluk alan her şey teyit edilemeyenle
beslenir; birazcık mantık ilavesi bile, varoluş -Sağduyusuzluk
çabası- için uğursuz olurdu. Hayata sarih bir anlam verin: Hemen o
an cazibesini yitirir. Hedeflerindeki belirsizlik onu ölümden üstün kı
lar; bir nebze sarahat bile onu mezarlar kadar bayağılaştırabilirdi. Zira
hayatın anlamını konu alan bir müspet bilim yeryüzünü bir günde
ıssız bırakırdı; Arzu'nun verimli gayri muhtemelliğini de hiçbir çılgın
yeniden canlandıramazdı.
II. -İnsanlar, en nazlı ölçütlere göre sınıflandırılabilir: mizaçları
na göre; eğilimleri, düşleri ya da salgı bezlerine göre ... Kravat değiştirir
gibi fikir değiştirilir; zira her fikir, her ölçüt, dışarıdan, zamanın biçimlenişlerinden
ve tesadüflerinden gelir. Fakat kendimizden gelen,
kendimiz oları bir şey vardır; görünmez, ama içsel olarak teyit edilebilir
bir gerçeklik; her an kavranabilen ve hiçbir zaman kabullenmeye
cesaret edilmeyen ve ancak tüketilmeden önce gündeme gelen uygunsuz
ve ezeli bir mevcudiyet: Ölümdür bu, hakiki ölçüt odur ... Bütün
canlıların en mahrem boyutu olan ölüm, birbirine indirgenemeyen iki
düzene ayırır insanlığı. .. Bu iki düzen arasındaki mesafe, bir akbabayla
bir köstebek, bir yıldızla bir tükürük arasındakinden de fazladır ...
Ölüm duygusu olan insanla bu duyguya hiç sahip olmayan arasında,
iletişimi mümkün olmayan iki dünyanın uçurumu açılırr, bununla birlikte
ikisi de ölür; fakat biri ölümünden habersizdir, ötekiyse bunu bilir;
biri sadece bir anda ölür, ötekiyse sürekli ölmektedir ... Ortak koşulları
ikisini de birbirine karşıt uçlara yerleştirir; iki aşırı uca ve aynı
tanımın içine; uzlaşmazlıklarıyla aynı kadere maruz kalırlar. .. Biri
sanki ebediymiş gibi yaşar; öteki devamlı olarak ebediyetini düşünür
ve bunu her düşüncesinde inkar eder.
Hiçbir şey hayatımızı değiştiremez, hayatı iptal eden kuvvetlerin
içimize aşama aşama sızması dışında hiçbir şey. Ne büyümemiz deki
sürprizler, ne de yeteneklerimizin serpilmesi hayata yeni bir ilke katar;
hayatın nezdinde ancak tabidir onlar. Tabii olan hiçbir şey de bizi
kendimizden başka bir şey haline getiremez.
Ölümün ön belirtisi olan her şey, hayata bir yenilik meziyeti katar,
onu dönüştürür ve büyütür. Sağlık, hayatı olduğu halde, kısır bir kimlik
içinde muhafaza eder; oysa hastalık bir faaliyettir; insanın sergileyebileceği
en yoğun faaliyet, kendini kaybetmiş ve ... duraklamalı bir
harekettir; hareket göstermeksizin bol bol enerji sarf etmektir, tamiri
imkansız bir gök parıltısını düşmanlıkla ve tutkuyla beklemektir.
III. -Ölüm saplantısına karşı, aklın gerekçeleri gibi ümidin kaçamaklarının
da işe yaramaz olduğu ortaya çıkar: Anlamsızlıkları, ölme
iştahını azdırmaktan başka şeye yaramaz. Bu iştahın üstesinden gelmek
için bir tek "yöntem" vardır: Bunu sonuna kadar yaşamak; tüm
hazlarına, tüm boğucu sıkıntılarına maruz kalmak; bundan kaçmak
için hiçbir şey yapmamak. Doyasıya yaşanan her saplantı kendi aşırılıklarıyla
kendini ortadan kaldırır. Ölümün sonsuzluğu üzerinde dura
dura düşünce bunu yıpratmayı başarır, bizi bundan tiksindirir; bu ne-
gatif fazlalığın elinden hiçbir şey kurtulmaz; ölümün itibarını tehlikeye
düşürüp azaltmadan önce, bize hayatın boşunalığını gösterir.
Kendini bunaltının zevklerine kaptırmamış; düşüncelerinde, sö
nüp gitme tehlikesinin lezzetine bakmamış, zalim ve yumuşak yok
oluşların tadını almamış kişideki ölüm saplantısı hiç iyileşmeyecektir:
Bunun ıstırabını çekecektir, çünkü buna direnmiş olacaktır; oysa
bir dehşet disiplininde ustalaşmış kişi, kendi kokuşmuşluğu üzerine
düşünerek kendini kararlılıkla kül haline getirmiş kişi, ölümün geç-
mişi'ne doğru bakacaktır - kendisi de artık yaşayamayan bir dirilmiş'ten
başka bir şey olmayacaktır. "Yöntem"i onu hem hayattan hem
ölümden kurtarmış olacaktır.
Her esaslı tecrübe uğursuzdur: Varoluşun katmanlarında bir kalınlık
noksanlığı vardır; bunları kazan yürek ve varlık arkeoloğu, arayışları-
nın sonunda boş derinliklerle karşılaşır. Görünümlerin zırhını boş yere
özlemle arayacaktır.
Sözüm ona en yüksek sırların ifşaatı olan Antik Esrar' dan bize bilgi
konusunda hiçbir şey intikal etmemiştir. Herhalde müptedilerin
hiçbir şey aktarmama zorunlulukları vardı; fakat yine de aralarından
tek bir gevezenin çıkmamış olması akıl alır gibi değildir; bir sırda
böylesine inat etmekten daha ters bir şey varmıdır insanın tabiatına?
Aslında hiçbir sırrın olmamış olmasındandır bu; olup biten ayinler ve
ürpertilerdir. Perdeler kaldırıldığında, ortaya sonsuz uçurumlardan
başka ne çıkabilirdi? Sadece hiçliğin sırlarına giriş yapılabilir ve
canlı olmanın gülünçlüğünün .
... Yanılgıdan kurtulmuş yüreklerin katılacağı bir Eleusis töreni*
düşünüyorum, tanrıların ve yanılsama ateşliliğinin olmadığı açık bir
Esrar ...
-----*-----
Eleusis töreni*Dini sırları açıklamak için yapılan törenler.
(ANLARIN KIYISINDA)
Şeylerden aldığımız zevki ayakta tutan ve şeylerin hala var olmasını
sağlayan, ağlamanın imkansızlığıdır: Tatlarını tüketmemize ve bunlardan
yüz çevirmemize engel olur. Onca yolun ve kıyının üzerinde,
gözlerimiz kendi içlerinde boğulmayı reddettikleri zaman, kuruluklarıyla,
hayran oldukları nesneyi koruyorlardır. Gözyaşlanmız tabiatı
heba eder, kendinden geçişler de Tanrı'yı. .. Ama sonunda, bizi de heba
ederler. Zira ancak en yüksek arzularımızı serbest mecralarına bı
rakmayı reddederek oluruz: Hayranlığımızın ya da hüznümüzün çemberine
giren şeyler, sadece onları sulu vedalarımızla kurban etmediğimiz
ve kutsamadığımız için orada kalırlar .
... Böylelikle, her geceden sonra, kendimizi yeni bir günün karşı
sında bulduğumuzda, o günü doldurma gerekliliğinin gerçekleştirilemez
oluşu içimizi ürküntüyle doldurur; ve ışık içinde nerede olduğumuzu
şaşırmış bir halde, sanki dünya az önce sarsılmış ve kendi Yıldız'ını
icat etmiş gibi, bir teki bile bizi zamanın dışına çıkarmaya yetecek
olan gözyaşlarından kaçarız.
(ZAMANIN PARÇALARININ BİRBİRİNDEN AYRILMASI)
Anlar birbirini izler: Bir kapsamları olduğu yanılsamasına, ya da bir
anlamları olduğu hayaline kapılmak için hiçbir sebep yoktur; cereyan
ederler; seyirleri bizim seyrimiz değildir; sersem bir algıya hapsolmuş
bir şekilde akışını seyre dalarız onların. Zaman boşluğunun
önünde yürek boşluğu: Karşı karşıya, birbirlerine yokluklarını yansı
tan iki ayna, aynı hiçlik görüntüsü ... Hayalperest bir budalalığın etkisi
altındaymış gibi, her şey aynı seviyeye gelir: Artık doruklar da yoktur,
uçurumlar da ... Yalanlarda ki şiir, bir muammanın dürtüsü artık
nerede keşfedilir?
Sıkıntıyı hiç bilmeyen kişi, çağların doğuşundan önceki dünyanın
çocukluğunda bulunmaktadır hala; ahı gitmiş vahı kalmış, kendi boyutlarına
aldırmayan o yorgun zamana, kendi geleceğinin eşiğindeyken
aniden bir yadsıma lirizmi mertebesine çıkartılmış maddeyi de
beraberinde sürükleyerek çöken zamana kapalı kalır. Sıkıntı, kendi
kendine yarılan zamanın içimizdeki yankısıdır ... boşluğun açığa çıkmasıdır,
hayatı destekleyen -ya da icat eden- o sayıklamanın kurumasıdır...
Değer yaratan insan, tam anlamıyla sayıklayan varlıktır; bir şeyin
var olduğu inancından mustariptir, oysa nefesini tutması kafidir: Her
şey durur. Heyecanlarını askıya alsa: Artık hiçbir şey titremez olur.
Kaprislerini ortadan kaldırsa: Her şey soluklaşır. Gerçeklik aşırılıkla
rımızın, ölçüsüzlüklerimizin ve dengesizliklerimizin bir eseridir. Çar-
pıntılarımızı frenleyebildiğimizde: Dünyanın akışı yavaşlar. Ateşliliğimiz
olmasa, mekan buz tutar. Zaman bile, birazcık zihin açıklığıyla
çırılçıplak ortaya çıkacak o dekoratif evreni doğurduğu için arzuları
mız, akmaktadır. Birazcık açıkgörüşlülük, en baştaki durumumuza
indirger bizi: Çıplaklık. Azıcık istihza, kendimizi aldatmamıza ve yanılsamayı
hayal etmemize imkan veren o gülünç görünüşlü ümitlerden
arındırır: Aksi yönde her yol hayatın dışına götürür. Can sıkıntısı
bu güzergahın başlangıcıdır sadece ... Zamanın fazla uzun olduğunu
hissettirir bize - bir erek gösterme yeteneğine sahip değildir. Her nesneden
kopmuş olan, dışarıdan özümleyecek hiçbir şeyi de olmayan
bizler ağır ağır kendimizi imha ederiz, çünkü gelecek bize bir oluş nedeni
sunmaktan çıkmıştır.
Sıkıntı bize, zamanın aşımı değil de yıkımı olan bir ebediyeti ifşa
eder; batıl inanç noksanlığından çürümüş ruhların sonsuzudur o:
Kendi düşüşlerinin peşinde olan şeylerin kendi etraflarında dönmelerine
hiçbir şeyin engel olmadığı düz bir mutlak.
Hayat sayıklama içinde yaratılır ve sıkıntı içinde dağılır.
(Belirgin bir dertten mustarip olan kişinin şikayet etmeye hakkı
yoktur: Onun bir meşgalesi vardır. Ağır hastalar hiç sıkılmazlar: Hastalık
içlerini doldurur, tıpkı büyük suçluları vicdan azabının beslemesi
gibi. Zira her yoğun acı doluluk benzeri bir durum yaratır ve bilince,
içinden çıkamayacağı korkunç bir gerçeklik sunar; oysa sıkıntı denen
o zaman matemindeki madde'siz acı, bilincin karşısına, onu kazançlı
bir girişime zorlayan hiçbir şey çıkarmaz. Yeri belirlenemeyen
ve hiç sarih olmayan, iz bırakmadan vücudun üstüne çöken, ruha işaret
vermeden sızan bir dert nasıl iyileştirilir? Bu dert, atlattığımız, fakat
imkanlarımızı, dikkat rezervlerimizi kurutan; bizi, boğucu sıkıntı
larımızın yok olması ve ıstıraplarımızın uçup gitmesinin ardından gelen
boşluğu doldurmaktan aciz bırakan bir hastalığa benzer. Zaman
içindeki bu yurtsuzlaşmanın yanında, bakışlarımız altında çürüyen
evren manzarasının dışında hiçbir şeyin göze batmadığı o boş ve bitkin
çöküntü halinin yanında, cehennem bile bir sığınaktır.
Artık hatırlamadığımız ve etkileriyle ömrümüze tecavüz eden bir
hastalığa karşı hangi tedavi yolunu kullanmalı? Varoluşa nasıl bir çare
bulmalı, o sonu olmayan iyileşmeyi nasıl nihayetine erdirmeli? Ve
doğumun etkisini üzerimizden nasıl atmalı?Sıkıntı, o devasız nekahet...)
(HARİKULADE YARARSIZLIK)
Yunan kuşkucuları ve gerileme dönemindeki Roma imparatorları dışında
tüm zihinler belediyeci bir yönelimin hizmetine girmiş görünmektedirler.
Sadece onlar -birinciler şüphe, diğerleri ise cinnet yoluyla o tatsız yararlılık saplantısından azade olmuşlardır. Filozof ya da eski fatihlerin külyutmaz
dölleri olmalarına bağlı olarak, keyfiliği bir icraat ya da bir baş dönmesi mertebesine yükselttikleri içindir ki hiçbir şeye bağlı değillerdi: Bu yönleriyle azizleri çağrıştırırlar. Fakat azizler asla çöküntüye uğramamalıyken azizlerin
yazgısı kendi yaptıklarına bağlıydı, kaprislerinin hem efendisi hem kurbanıydılar onlar hakiki yalnızlardı, çünkü yalnızlıkları kısırdı. Hiç kimse bunu örnek almadı, onlar da bunu hiç önermiyorlardı; "hemcinsleri"yle de sadece istihza ve terör yoluyla iletişim kuruyorlardı...
Bir felsefenin ya da bir imparatorluğun yıkılmasında etken olmak:
Bundan daha hazin ve daha görkemli bir kibir tahayyül edilebilir mi?
Bir yanda hakikati, öte yanda da azameti öldürmek, zihni ve siteyi yaşatan
düşkünlüklerdir. Düşünür ve yurttaş gururunun dayandığı yanılgıların
mimarisini kökünden biçmek; tasarlama ve isteme sevincinin dayanaklarını bozulacak derecede yumuşatmak; kinaye ve azabın incelikleriyle geleneksel soyutlamaları ve saygıdeğer ananeleri gözden düşürmek - ne kadar nazik, ne kadar vahşi bir kaynaşma! Tanrıların gözlerimizin önünde ölmedikleri yerde hiçbir çekicilik yoktur. Roma' da, tanrıların yerine yenilerinin konulduğu ya da ithal edildiği, tanrıların kuruyup gitmesinin izlenebildiği o yerde, hayaletleri zikretmek ne büyük bir zevkti; ama yine de o yüce değişkenliğin, sert ve murdarherhangi bir tanrının saldırısı önünde dize gelmesi korkusu vardı...
Nitekim korkulan da gelmiştir başa.
Bir ilahı yıkmak zahmetsiz bir iş değildir: Onu yükseltmek ve ona tapmak için gereken kadar zaman lazımdır bu iş için. Zira onun maddi simgesini yok etmek kafi gelmez, basit bir şeydir bu; ilahın ruhtaki kökleri yok edilmelidir. Geçmişin tasfiye olduğu batış devirlerine gözleri yalnızca boşlukla kamaşabilen insanların önünde- bakışlarını çeviren kişinin, bir uygarlığın ölümü denilen o büyük sanat karşısındaacıma duymaması elde midir?
Olmayacak, hazin ve barbar bir ülkeden, Yunan yanıltmacalanyla güzelleşmiş bir Roma'nın can çekişmesi içinde belirsiz bir perişanlığı dolaştırmak için gelen o kölelerden biri gibi düşlüyorum kendimi...
Öyle olsaydım, büstlerin münhal gözlerinde, gevşek batıl inançlar tarafından
küçültülmüş ilahlarda, atalarımı, boyunduruklarımı ve pişmanlıklanmı unutmayı başarırdım. Eski simgelerin melankolisine girerek azat olurdum; terk edilmiş tanrıların itibarını benimser; onları kurnaz haçlara karşı, uşaklarla şehitlerin istilasına karşı korurdum; ve gecelerim, Sezarlar'ın cinnet ve sefahatinde huzur arardı. Külyutmazlıkta uzmanlaşmış bir halde -kibar fahişelerin yanında, kuşkucu randevu evlerinde ya da çok gösterişli zulümler sergilenen sirklerde- kokuşmuş bir bilgeliğin bütün oklarıyla yeni coşkuları kalbura çevirir; mantığı, hiç düşlemediği boyutlara kadar, ölmekte olan dünyaların boyutlarına kadar genişletmek için akıl yürütmelerimi zaaf ve kanladoldururdum.
(DÜŞMÜŞLÜĞÜN TAHLİLİ)
Her birimiz, yalnızlığa karşı işlenen günah, yani insanlarla alışveriş tarafından yozlaştırılmaya yazgılı bir saflık dozuyla doğarız. Zira her birimiz, kendimize hasredilmiş olmamak için elimizden geleni yaparız. Bu durum, mukadderatı değil düşmüşlük eğilimini andırır. Ellerimizi temiz ve kalplerimizi bozulmamış bir halde muhafaza etmekten acizizdir; yabancıların terleriyle temas ederek kendimizi kirletiriz; tiksintiye aç ve vebaya hayran bir halde, toplu çirkefin içine gırtlağımıza kadar gömülürüz. Kutsal suyla dolu ummanları düşlediğimizde de, artık oraya dalmak için çok geç kalmışızdır; iliğimize kemiğimize kadar kokuşmuş olmamız, o ummana dalıp boğulmamızı engeller: Dünya yalnızlığımızı bozmuştur; ötekilerin üzerimizde bıraktığı izler silinmez bir hale gelir.
Mahluklar arasında, sadece insan sürekli bir tiksinti uyandırabilir. Bir hayvanın yarattığı iğrenme geçicidir, düşüncemizde hiç olgunlaş maz; oysa hemcinslerimiz düşünüşümüze musallat olurlar, dünyadan kopukluk mekanizmamıza sızarak itiraz ve katılmama sistemimizi teyit ederler. Sadece incelik derecesiyle bir uygarlığın düzeyine işaret eden her sohbet sonrasında, Sahra'yı aramamak ve bitkilere ya da zoolojinin bitmek bilmeyen monologlarına gıpta etmemek neden imkansızdır?
Hiçlik karşısında her kelimeyle bir zafer kazansak bile, onun zorbalığına daha da fazla maruz kalmamıza yol açar bu. Etrafımıza saçtığımız kelimeler oranında ölürüz... Konuşanların sırrı yoktur. Ve hepimiz konuşuruz. Kendimize ihanet eder, kalbimizi teşhir ederiz; her birimiz dile gelmezliğin celladıyızdır; her birimiz sırları, en başta da kendi sırlarımızı yok etmek için yırtınırız. Ötekilerle görüşmemiz de, kendimizi boşluğa doğru bir yarış içinde hep birlikte alçaltmak içindir; ister fikir teatisi olsun, ister itiraflar ya da entrikalar... Merak, sadece cennetten dünyaya düşüşe değil, her günkü sayısız düşüşe yol açmıştır. Hayat, bu düşme sabırsızlığından; ruhun bakir yalnızlıklarını, Cennet'in en eski ve en gündelik inkarı olan diyalog yoluyla peş keş çekmekten ibarettir. İnsan, aktarılamayan Kelam'ın sonsuz vecdi içinde yalnızca kendini dinlemeliydi; kendi sessizlikleri için kelimelerve sadece kendine ait pişmanlıklar için işitilebilen akortlar uydurmalıydı. Ama evrenin gevezesidir o, ötekiler adına konuşur, benliği çoğul biçimi sever. Ötekiler adına konuşan kişi ise daima bir sahtekardır. Siyasetçiler, reformcular ve kolektif bir bahaneden yana çıkan herkes üçkağıtçıdır. Sadece sanatçının yalanı bütünsel değildir, zira o ancak kendini icat eder. Kendini iletişimsizliğe bırakmanın, tesellisiz ve sessiz heyecanlarımızın ortasındaki gerilimin dışında, hayat, koordinatları belli olmayan bir alan üzerinde kopanları patırtıdır; evren ise, sara hastalığına tutulmuş bir geometri...
(Gizli öznedeki zımni çoğul ile "biz"deki açık çoğul, sahte varoluş için rahat bir sığınak oluşturur. "Ben" demenin sorumluluğunu sadece şair üstlenir; sadece o, kendi adına konuşur; sadece onun buna hakkı vardır. Şiir, içine kehanet ya da doktrin sızdırdığı zaman soysuzlaşır: "Misyon" ezgiyi soluksuz bırakır, fikir uçuşa köstek olur. Shelley'nin "cömert" tarafı eserlerinin büyük bir bölümünü hükümsüzleştirir: İyi ki Shakespeare asla bir şeye "hizmet" etmemiştir.
Aslına uygun olmamanın zaferi felsefi faaliyette, kendini gizli özneyle hoş tutan o faaliyette vuku bulur; bir de kahinlik (dini, ahlaki ya da siyasi) faaliyetinde, "biz"in ululaşmasında... Tanımlama. soyut zihnin yalanıdır;
mülhem formül ise militan zihnin yalanı: Bir tapınağın kökeninde daima bir tanım bulunur; müminleri içinden sıyrılınmaz bir şekilde bir formül toplar oraya.
Bütün öğretiler böyle başlar. O zaman şiire doğru dönmemek elde mi?
Onun da, tıpkı hayat gibi, hiçbir şey kanıtlamama mazereti var.)
ÖLÜME KARŞI ORTAKLIK
Kendi hayatımız zar zor kavranılabilir görünürken, ötekilerin hayatı
nasıl tahayyül edilebilir? Bir varlıkla karşılaşılır; bu varlığın nüfuz
edilemez ve haklı gösterilemez bir dünyaya, gerçekliğin üzerine marazi
bir yapı gibi yerleşen bir kanaat ve arzular yığınına dalmış olduğu
görülür. Kendine bir yanlışlıklar sistemi uydurmuş olduğundan,
hükümsüzlükleriyle zihni ürküten sebeplerden dolayı acı çekiyordur
ve gülünçlüğü göze batan değerlere vermiştir kendini. Girişimleri fasa
fisodan başka bir şey gibi görünebilir mi? Tasa!arındaki hummalı
simetri de bir boş söz mimarisinden daha mı iyi temellendirilmiştir?
Dışarıdan bakana, her hayatın mutlağı bir başkasıyla değiştirilebilir,
her alınyazısı da -özünde yerinden oynatılamaz olmasına rağmen keyfi
görünür. Kanaatlerimiz bize havai bir cinnetin meyvaları gibi
göründüğü zaman, ötekilerin kendilerine ve her günün ütopyası içinde
çoğalmalarına duydukları tutku nasıl hoşgörülebilir ki? Falanca,
tercih ettiği özel bir dünyanın içine, filanca da bir başkasının içine
hangi gereklilikten ötürü kapanır?
Bir dostun ya da tanımadığımız birinin bize sırlarını açmasına maruz
kaldığımız zaman, bu sırların ifşası bizi hayretlere garkeder. Bu
ıstırapları bir facia mı, yoksa bir şaka mı addetmeliyiz? Bu, tamamıyla
yorgunluğumuzun teveccüh göstermesine veya çileden çıkmasına
bağlıdır. Her alınyazısı, birkaç kan lekesi etrafında kıpırdaşan bir nakarattan
başka bir şey olmadığından, bu insanın acılarının tanziminde
yersiz ve oyalayıcı bir düzen ya da bir merhamet bahanesi görmek
asabımıza kalmıştır.
Varlıkların zikrettikleri sebepleri benimsemek güç olduğundan,
her birinden her ayrılışımızda, akla gelen soru değişmez şekilde aynı
dır: Nasıl oluyor da kendini öldürmüyor? Zira ötekilerin intiharını tahayyül
etmekten daha tabii bir şey yoktur. İnsanı altüst eden ve kolaylıkla
yenilenebilen bir sezgiyle kendi yararsız!ığımızın farkına vardıktan
sonra, herhangi birinin de böyle yapmamış olması anlaşılmaz
gelir. Kendini ortadan kaldırmak öyle açık ve öyle basit bir iş gibi gö
rünür ki! Niçin o kadar nadir bir şeydir bu? Niçin herkes bundan kaçar?
Çünkü, her ne kadar akıl yaşama iştahını yok saysa da, fiiliyatın
sürmesine neden olan hiçlik bütün mutlaklardan üstün bir kuvvettedir;
ölümlülerin ölüme karşı sessiz ortaklıklarını izah eder; yalnızca
varoluşun simgesi değil, varoluşun ta kendisidir bu hiçlik; her şeydir.
Ve bu hiçlik, bu bütün, hayata bir anlam veremez, ama hiç değilse hayatı,
olduğu hal içinde sürdürür: Bir intihar etmeme hali.
SIFATIN ÜSTÜNLÜĞÜ
Nihai meseleler karşısında ancak kısıtlı sayıda tavır olabileceği için,
zihin, yayılması esnasında, öz denilen o tabii sınırla, esaslı zorlukları
sonsuza dek çoğaltmanın imk!nsızlığıyla karşılaşır: Tarih, çok sayıda
sorunun ve çözümün yalnızca çehrelerini değiştirmekle uğraşır. Zihnin
icat ettikleri, bir dizi yeni nitelemeden ibarettir; unsurları yeniden
adlandırır yada yegane ve değişmez bir acı için daha az aşınmış sıfatlar
arar. Her zaman ıstırap çekilmiştir; ama ıstırap, o andaki felsefenin
ayakta tuttuğu bütünsel görüşler uyarınca ya "yüce", ya "doğru", ya
da "saçma" olmuştur. Mutsuzluk, soluk alan her şeyin dokusunu oluş
turur; ama çeşitleri evrim geçirmiştir; her varlığı, böylesine ıstırap çeken
ilk insan olduğuna inanmaya iten alt edilmez görünümlerin birbirini
izlemesini sağlayan odur. Tek olmaktan duyduğu gurur, insanı,
kendi derdine aşık olmaya ve tahammül etmeye teşvik eder. Bir ıstı
rap dünyasında, ıstırapların her biri, diğerleri nazarında tekbencidir.
Mutsuzluktaki özgünlük, onu kelime ve hisler bütünü içinde tecrit
eden sözel niteliğe bağlıdır. ..
Niteleyiciler değişir: Bu değişikliğe de zihnin ilerlemesi adı verilir.
Bütün bu niteleyicileri ortadan kaldırın: Uygarlıktan geriye ne kalırdı?
Zeka ile sersemlik arasındaki fark, çeşitlendirilmediği zaman
bayağılığa yol açan sıfat kullanımında ortaya çıkar. Bizzat Tanrı, sadece
kendine eklenen sıfatlarla yaşar; ilahiyatın varoluş nedeni budur.
Böylelikle insan, mutsuzluğunun yeknesaklığını daima farklı biçim-
lerde niteleyerek, ancak tutkulu bir yeni sıfat arayışıyla zihnin önünde
haklı çıkarır kendini.
(Oysa bu arayış acınacak bir şeydir. Zihnin sefaleti olan ifade sefaleti,
kelimelerin yoksulluğunda, tükenmeleri ve değersizleşmelerinde
gösterir kendini: Şeylere ve hislere yüklediğimiz öznitelikler, sonunda
sözel leşler gibi yatarlar önümüzde. Biz de onlara, sadece kapalı
yer kokusu saldıkları zamanı pişmanlıkla arayan bir bakış yöneltiriz.
Her titizlik, kelimeleri havalandırma, solgunluklarını çevik bir incelikle
telafi etme ihtiyacından doğar; fakat ruhun ve kelamın birbirine
karıştıkları ve çürüdükleri bir bezginlik içinde son bulur. (Bir edebiyatın
ve bir uygarlığın ideal olarak son aşaması: Neron ruhlu bir
Valery düşünelim ... )
Taze duyularımız ve saf yüreğimiz, kendilerini bir niteleme evreninde
buldukça ve bundan büyük zevk aldıkça, sıfatın tesadüfleriyle
zenginleşirler; sıfat bir kez teşrih edildiğinde ise uygun olmadığı ve
kifayetsiz kaldığı ortaya çıkar. Mekanın, zamanın ve ıstırabın sonsuz
olduklarını söyleriz; ama sonsuz'un menzili şu kelimelerden fazla değildir:
güzel, yüce, uyumlu, çirkin ... Kişi kendisini kelimelerin temelini
görmeye mecbur kılmak mı istemektedir? Orada hiçbir şey görülmez;
yayılmacı ve bereketli ruhtan kopuk olduğu için, her kelime boş
ve geçersizdir. Zekanın gücü onların üzerine bir ışık tutmaya, onları
parlatmaya ve göz alıcı hale getirmeye çalışır; bu güç sistem mertebesine
yükseltildiğinde kültür adını alır- arkaplanında yokluk bulunan
bir havai fişek gösterisi.)
KAYGILARINDAN KURTULMUŞ ŞEYTAN
Niçin Tanrı o kadar soluk, o kadar dermansız ve o kadar vasat bir çekiciliktedir?
Niçin ilginçlik, tutarlılık ve güncellikten yoksundur ve
bize o kadar az benzer? Bundan daha az insan biçimli ve bundan daha
ucuz bir biçimde uzak bir imge var mıdır? Bu kadar soluk parıltıları
ve bu kadar sallantılı kuvvetleri nasıl yansıtabilmişizdir O'na? Enerjilerimiz
nereye akıp gitmiştir? Arzularımız nereye boşalmıştır? Hayat
veren küstahlık fazlamızı kim alıp götürmüştür peki?
Şeytan'a doğru mu döneceğiz? Fakat ona dua etmeyi beceremezdik:
Ona tapmak, içe dönük bir biçimde dua etmek, kendimize dua etmek
olurdu. Apaçık gerçekliğe dua edilmez: Kesin, tapınma nesnesi
değildir. Tüm öz niteliklerimizi kendi benzerimize yüklemişizdir ve
görkeme benzer bir süs vernek için onu karalarla örtmüşüzdür: Yas
giysilerine bürünmüş hayatlarımız ve meziyetlerimizdir o. Önde gelen
niteliklerimiz olan kötülük ve sebatla donatarak benzerimizi mümkün
olduğu kadar canlı kılmaya uğraşırken tükenmişizdir; onun sureli
ne şekil verirken, onu çevik, oynak, zeki, müstehzi, özellikle de sinsi
kılmaya çabalarken güçlerimiz helak olmuştur. Tanrı'ya şekil vermek
için elimizin altında bulunan enerji stokları bir hiç haline gelmiştir. O
zaman, muhayyileden ve içimizde kalan azıcık kandan medet ummu-
şuzdur: Tanrı, kansızlığımızın ümidi olabilirdi ancak: Sallantılı ve
çarpık bir suret. O yumuşak, iyi, yüce ve doğrudur. Ama aşkınlığa
hapsedilmiş bu gülsuyu kokulu karşımda kendini bulan var mıdır ki?
İkiyüzlü olmayan bir varlık, derinlik ve gizem noksanlığı çeker; hiç
bir şey gizlememektedir. Yalnızca murdarlık gerçeklik işaretidir.
Azizlerin ilginçliklerini tamamen yitinnemiş olmaları da, yüceliklerine
romanın kanşmasından ve ebediyetlerinin biyografiye elverişli olmasındandır;
yaşamları, bizi zaman zaman büyüleyebilen bir tarz için dünyayı terk ettiklerini gösterir ...
Hayatla dolup taştığı için, Şeytan'ın hiçbir sunağı yoktur: İnsan
kendini Şeytan'da çok fazla bulduğu için O'na tapamaz; ondan bilerek
nefret eder; kendinden yüz çevirir ve Tanrı'nın yoksul vasıflannı ayakta
tutar. Ama Şeytan bundan şikayetçi değildir ve bir din kurmaya hiç
heveslenmez: Zayıflatılmamasını ve unutulmamasını temin etmek
için burada değil miyiz biz?
ÇEVREDE GEZİNTİ
Varlıkları bir çıkar ve ümit cemiyetine hapseden çemberin içinde, serap
düşmanı ruh kendine merkezden çevreye doğru bir yol açar. İnsanların
uğultusunu yakından işitmeye artık tahammül edememektedir;
onları birbirine bağlayan lanetli simetriye mümkün olduğu kadar
uzaktan bakmak istemektedir. Her tarafta şehitler görür: Kimileri gö
rünür ihtiyaçlar adına, kimileriyse denetlenemeyen gereklilikler adına
kendilerini feda ediyorlardır; hepsi de adlarını bir kesinliğin altına
gömmeye hazırdırlar; bunu hepsi başaramadığından da, çoğu, düşledikleri
kan fazlasının kefaretini bayağılıklarıyla öderler. .. Hayatları,
istifade edemedikleri uçsuz bucaksız bir ölme özgürlüğünden ibarettir:
Tarihin ifadesiz kurban töreni, toplu mezar, onları yutar.
Fakat ateşli bir ayrılık taraftarı olan kişi, güruhların musallat olmadığı
yollar arayarak en kenara doğru çekilir ve çemberin kenar çizgisi
üzerinde. vücuda tabi olduğu sürece aşamayacağı o çizgi üzerinde
ilerler; bununla birlikte bilinç, varlıksız ve nesnesiz bir sıkıntının
içinde tamamen saf olarak daha uzaklarda süzülür. Artık acı çekmi
yordur, kişiyi ölmeye davet eden bahanelerin üzerindedir ve kendini
taşıyan insan'ı unutur. Bir halisünasyon içinde algılanan bir yıldızdan
daha gerçek dışı bir halde, bir yıldızın fırdöndüsüne benzer bir durum
önerir - ruh ise, bayatın çevresinde, daima sadece kendisiyle ve boş
luğun çağrısına cevap vermedeki güçsüzlüğüyle karşı karşıya kalarak
gezinmektedir.
HAYATIN PAZARLARI
Pazar öğleden sonraları aylarca uzasaydı, ter dökmekten kurtulmuş,
ilk lanetin ağırlığından sıyrılıp hafiflemiş olan insanlık nereye varırdı?
Yaşanmaya değer bir tecrübe olurdu bu. Tek eğlencenin cinayet
olacağı; sefahatın yürek temizliği, naranın melodi, sırıtmanın şefkat
halinde görüneceği hayli muhtemel. Zamanın sınırsızlığı duygusu,
her saniyeyi dayanılmaz bir azaba, darağacına çevirirdi. Şiirle dolu
yüreklere şevksiz bir yamyamlık, bir sırtlan hüznü yerleşirdi; kasap
ve cellatlar bitkin düşüp tükenir, kiliseler ve genelevler iç çekişlerle
dolardı. Bir Pazar öğleden sonrasına dönüşmüş evren... sıkıntının
tasviridir bu -evrenin de sonu... Tarih'in üzerinde sallanan laneti kaldırın:
O anda kendini iptal eder, tılpkı mutlak bir tatil içinde varoluşun
kendi kurgusunu sergilemesi gibi... Gayret, hiçliğin içinde mitosları
inşa eder ve sağlamlaştırır; bu temel sarhoşluk, "gerçekliğe" dair
inancı kışkırtır ve ayakta tutar; oysa salt varoluşu seyre dalma, hareket
ve nesnelerden bağımsız seyre dalma, ancak olmayan'ı özümler ...
Uğraşsızlar uğraşlılardan daha çok şeyi kavrarlar ve daha derindirler:
Ufuklarına sınır çeken hiçbir meşgale yoktur; sonsuz bir Pazar
günü doğmuş olan onlar, seyrederler ve kendilerini seyrederken seyrederler.
Tembellik, fizyolojik bir kuşkuculuktur, tenin şüphesidir.
Aylaklığa batmış bir dünyada bir tek uğraşsızlar katil olmazlardı. Fakat
insanlığın bir parçası değildirler ve ter dökmeyi bilmediklerinden
ötürü Hayat'ın ve Günah'ın sonuçlarına katlanmadan yaşarlar. Ne iyilik
ne de kötülük yaptıkları için insanlık sarasının seyircileri olan
onlar- bilinci boğan çabalara, zamanın haftalarına burun kıvırırlar.
Bazı öğleden sonraların sınırsız ölçüde uzamasından niye ürksünler
ki? Kabalık ölçüsünde basit ve besbelli şeyleri savunmuş olmanın
pişmanlığını duyarlar yalnızca. Bu dunımda, hakikat içinde umarsızca
saplanıp kalmak onları, ötekileri taklit etmeye ve küçültücü bir biçimde
meşgalelerin çekiciliğine kapılarak gönül eğlendirmeye sürükleyebilir.
Cennetin mucizevi kalıntısı olan tembelliği bekleyen tehli"ke
budur.
(Aşkın tek işlevi, bizi bir haftalığına -ve sonsuza dek- yaralayan
ölçüsüz ve acımasız Pazar öğleden sonraları na dayanmamıza yardım
etmesidir.
Atadan kalma kasılmaların sürükleyiciliği olmasa. binlerce göz
gerekirdi bize, saklı gözyaşlarımız için; ya da yenecek tırnaklar, kilometrelerce
tırnak ... Artık akmayan bu zaman başka türlü nasıl öldürü
lür? Bu bitmez tükenmez Pazarlar'da var olma acısı kendini tümüyle
gösterir. Bazen bir şey içinde kendimizi unutmayı başarırız; ama dünya
içinde kendimizi nasıl unutabiliriz? Bu olanaksızlık o acının tanı
mıdır. Bu acının yakaladığı kimse hiçbir zaman iyileşmeyecektir, evren
tamamıyla değişse bile. Değişmesi gereken yüreğidir, oysa yürek
değişmez; onun gözünde, varolma'nın da tek bir anlamı vardır: Acısı
na gömülmek - gündelik bir nirvanaya varma talimi onu gerçeksizliğin
algısına yüceltene dek ... )
İSTİFA
Bir hastanenin bekleme salonundaydım: Yaşlı bir kadın bana dertlerini
anlatıyordu... İnsanların tartıştıkları şeyler, tarihteki kasırgalar -
onun gözünde bir hiçtiler: Zaman ve mekan içinde bir tek onun derdi
hüküm sürüyordu. "Yemek yiyemiyorum, uyku uyuyamıyorum, korkuyorum,
mutlaka cerahat var," diye sıralıyordu, dünyanın kaderi buna
bağlıymış gibi çenesini sıvazlayarak... Tiridi çıkmış, çenesi düşük
bir kadının kendine dikkat edişindeki bu aşırılık, önce beni dehşetle
tiksinti arasında kararsız bıraktı; sonra, sıra bana gelmeden hastaneden
çıktım gittim, ağrılarıma ilelebet sırtçevirmeye karar vermiştim...
"Her bir dakikamın elli dokuz saniyesi," diye söylendim sokaklarda,
"acıya ya da... acı fikrine vakfedilmiş. Keşke bir taş olabilseydim!
'Yürek': Bütün azapların kökeni... Nesneye imreniyorum... maddenin
ve donukluğun lütfuna... Küçük bir sineğin gelgiti bana kıyamet bir iş
gibi görünüyor. Kendinden çıkmak günah işlemektir. Rüzgar, havanın
çılgınlığı! Müzik, sessizliğin çılgınlığı! Bu dünya hayatın önünde
pes ederek hiçliğe karşı kusur işlemiştir... Hareketten ve rüyalarımdan
istifa ediyorum. Namevcudiyet! Tek zaferim sen olacaksın... 'Arzu',
sözlüklerden ve ruhlardan hepten silinsin! Yarınların başdöndürü
cü şakası önünde geriliyorum. Ve bazı ümitlerimi hala muhafaza etsem
dahi, ümit etme melekemi hepten kaybettim."
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder