Öne Çıkan Yayın

Nazım Hikmet / CEVAP

  CEVAP  O duvar o duvarınız,                 vız gelir bize vız! Bizim kuvvetimizdeki hız, ne bir din adamının dumanlı vaadinden, ne de bir...

Küçük İskender etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Küçük İskender etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

13 Temmuz 2021 Salı

Küçük İskender / Bir Nedeni Yok Yalnızca Öptüm

Bir Nedeni Yok Yalnızca Öptüm


Dudaklarım gerisin geriye çekildi; ağdalı bir sıvının ağır ağır örttüğü, korkunun biçim kazanıp ayağa kalktığı ve ‘hey bana bir şeyler söylemenin vakti geldi’ dediği zamanlarda bekledim seni; gözlerimi kapadım. Bekledim. Beklerken, özlemenin hangi geçitleri geçilmez kıldığını, hangi duyguların insanı hayata kazandırdığını, basite indirgenmiş hüzünlerin geceleri dinlenmeye müsait şarkılarla şahlandığını anlatamadım. Evet, bilmiyordum. Bilmiyordum, kelimelerden arınmış bir cümle kurar gibi sevişmeyi. Sevişirken sözlük kullanıyordum hala. Ama, seni seviyordum. Ve sevdiğimi, sevgimi anlatma telaşıyla hata üstüne hata yapıyordum sana. Sana yaklaşamıyordum. Yasaklanmıştın adeta. Çiğnemeye çalıştığım yasak olsan da, uzak dursan da, o korkunç şeklini korusan da, farketmiyordu hiçbir şey. Küçük bir ateş. Küçücük bir ateştin sen. Sönmekten ürken bir ateş. Bir su damlasıyla bütün görkemini kaybedebilecek bir ateş. Aşkın mecali kalmamıştı. Sessizce sokuldum yanına. Acıyla irkildin. Gülümsedim. Gülümsememe anlam veremedin elbette. Kimdi bu? Ne istiyordu? Tanımadığın biri. Hatıralarını darmadağın etmeyi planlamış bir yabancı. Fuzuli bir beden, karşındaki. Usulca uzandım,


Bir nedeni yok. Yalnızca öptüm.


Kimi geceler penceremden uzayı seyrederim. Uzayın adını ben koymadım. Uzayın adını yıldızlar, gezegenler kendi aralarında kararlaştırmışlar. Rahatlatır beni o. Bütün yağmurlar, uzayın derinliklerinden gelip yağar diye düşünürüm. Yağmurlar başka galaksilerden gelip yağar. Romantizme uyum sağlamak için de değil. Öyle. İşin gerçeği budur. Yağmurlar, bu dünyaya ait sanma. Bembeyaz bir yalnızlığın olmalı senin de. Lekesiz bir yalnızlık. Lekelenmeye müsait bir yalnızlık. Tedirginliğini buna bağlıyorum seni seyrederken. Pişmansın. Pişmansın kapıp koyveremediğin için sanki. Elinde olsa, avaz avaz bağıracaksın sokaklarda. ‘Neyim ben? ! ’ diye haykıracaksın. Olmuyor tabii. Olmuyor. Sıyrılır gibi lüzumsuz bir yerden, sıyrılıp kendi affına sığınıyorsun. Beni anlayacağın günler gelecek. Beni de göreceksin. Benimle tamamlanacak bir şeye benziyorsun çünkü. Korkma lütfen,


Bir nedeni yok. Yalnızca öptüm.


Çocukluğumdan söz etmek isterim sana, eğer sıkılmazsan. Bir gün otururuz evde, ben sana hayatımı anlatırım dakika dakika. Kaç yaşımdaysam, o kadar yıl sürer konuşmam. Çay pişiririz. Çaydanlığa su yerine votka koyarız sen dilersen. Sonra da sen anlatırsın: Sevdiğin filmleri, sevdiğin parçaları, sevdiğin canlıları, sevdiğin... hep sevdiğin şeylerden konu açarsın. Ben sıkılmam. Ben seninle sıkılmamayı seni ararken öğrendim. Seni hayal ederken keşfettim sıkılmamanın azametini. Bir insan, bir insanı sıkamaz. Bir insan canı isterse sıkılır. Hacimler açarım sana içimde, dolman için, oraya akman için. Hacimler açarsın bana; çağlayarak gelirim. Endişelenmen gereksiz,


Bir nedeni yok. Yalnızca öptüm.


Olması gerektiği kadar fedakar biriyim aslında; daha fazlasını umma açıkçası. Endişelerim, ideallerim, halletmeye çalıştığım meselelerim var. Başkalaşmaya çalışıyorum. Gözardı edilmiş tutumlar edinmek hoş. Değişmek, hiç de zor değil. Yalnızca özgür olabilsem, sorun kalmayacakmış gibi sanki. Anlaşılmak istiyorum: sevdiğim bir şarkıyı herhangi biriyle paylaşırken aynı duyguları hissetmek arzusu bu. Evet, tıpkı bu. Sese, ahenge kapılırken, kendini müziğin ritmine verirken yanında bir diğerinin olabilmesi; görkemli bir anda birlikte sadeleşebilmek. Birlikte dansedebilmek gibi. Sen hastayken başucunda birinin sabaha kadar oturması gibi. Arada bir alnındaki teri silmesi, üstünün açılmamasına dikkat etmesi gibi. Bir başkası için hayatta kalma çabası gibi sanki. Ölmek için değil, yaşamak için uğraşmak gibi. Ummadan, hayal etmeden, sıradan, olduğu gibi.doğal. Ve ciddi. Ciddi ciddi hayatla mücadele edebilme gücü. Bu gücü yanyanayken yaratabilme yeteneği. Ben bu yeteneğin bir parçası olarak sokuluyorum sana. Masallarla geliyorum. Efsanelerle geliyorum. Herhangi bir insanın birikimiyle geliyorum aslında. Artniyetsizim. İnan,


Bir nedeni yok. Yalnızca öptüm.


Bazı sorulara cevap bulamadım; kuşkusuz gerekli de değildi bu. Soruyu soru halinde bırakıp sahici yanını korumaya çalışmam, cehalet mi sanıldı acaba? ! Bedenlerin bedenlerden istedikleri, ruhların, ruhlardan çıkarttıkları, karşılıklı acıların birbirlerinin etkisini arttırdıkları vakitlerde düştün aklıma. Aklıma yayıldın. Ne kaybedebilir, ne kazanabilirdim ki artık: Ortadaydım işte! Bir başkasının mal varlığına dönüşmeden yaşayabilmenin yalnızlığıydı bu. Hayır! Melankoli diye adlandırma bu durumu; ortak bir açı yakalayamama sorunu galiba. Her kadın gibi doğurmak hevesi, her erkek gibi dağların doruklarında biraz gözden ırak hüzünlenme denemeleri aslında. Kusura bakma, kafam biraz dağınık,


Bir nedeni yok. Yalnızca öptüm.


İnsan inandığı şeyler uğruna muhteşem hatalar da yapabilir. Kızmamalısın. Darılmamalısın eğer bir kardeşlik varsa aranızda. Sevgi, hoşgörü takıntıları da değil. Bir elmanın kırmızı olması, bir gülün öyle kokması, bir derdin halledilmesinin ardından gelen ferahlık kadar sıradan ve güzeldir hata yapmak da. Aşka çılgınlığın yakıştığı çağları neden unutalım? Neden tarihin çuvalına tıkalım tatlı serseriliği, az biraz sergüzeşt olmayı? ! Ilımlılık mı kurtaracak insanlığı? Alttan alma mı örtecek bunca çirkefi, zorluğu, belayı? Demokrasi, senin saçlarından güzel olamaz. Senin yüzünden daha güzel olamaz krediler, faizler, repolar, tahviller. Dünyanın en uzun gecesi 21 aralık değil, beni terkettiğin gecedir. Beni üzdüğün, yorduğun, yıprattığın gecedir. Bir kabahat mi gerçekten kendi dışında birine hayranlık beslemek? ! Gerçekten kırıyorsun beni,


Bir nedeni yok. Yalnızca öptüm.


Birinin peşindeyim ben; tanımsız bıraktığım birinin. Sessizliğin doyurduğu, biçimli ve endişeli birinin. Düşüncelerimi zapteden, kelimelerimi korkutan birinin. Yanında huzurlu uyuduğum, mutlu uyandığım birinin. Onunla olmakla, onunla birlikte yaşamakla gizli bir gurur duyduğum, asla kıskançlığa ya da sahiplenmeye dönüşmeyen bir tutkuyla bağlandığım birinin. Onu arıyorum göğe her baktığımda; bir melek gibi uzanıp yüzüme dokunacağını tasarlıyorum. Bütün aşkların payına düşen şiddetten arınmış, başkalarına aynı/ birbirimize farklı koktuğumuz bir sevginin yolu bu. Cesaretimi ondan alıyorum pervasızca ve yine ona ben cesaret veriyorum mücadele ruhunda. Bir sır gibi saklıyoruz misafirliğimizi. Hüzün bitince geri döneceğiz çağımıza. İnsanlığa karışmaya hazır yapışık kalpler taşıyoruz aşkımızda. Bizim aşkımız hakikaten beden gücü gerektiriyor akıl kadar. Yapacak çok işimiz var. Dövüşecek çok düşmanımız var. Kucaklayacak çok arkadaşımız var. Bizim sebebimiz bu. Bizim fazlalığımız bu. Belki de iksirimiz. Kanayan yüzlerle çevrili bir gezegende, fırtınaya karışan bellek tozlarımızla, erdemlerimizle, ideallerimizle ayaktayız. Yalan söylemiyorum


Bir nedeni yok. Yalnızca öptüm.


Evet, sen de isterdin sanırım huzurlu yaşayabileceğin bir hayatın planlarını yapabilmeyi; kolaya indirgenmiş, biraz fazlayı aşırılıkta aramayan, ölçülü bir heyecanla kritersiz bir maceraya aday kahraman olmayı. “Rüzgara dur, yağmura yağma, mevsime değiş” demeyi; doğru, hepimizde biraz tanrıyı kıskanmak var galiba. Bütün günahlar da buradan kaynaklanıyor adeta. Hırslarımızın, çekincelerimizin odağı burası. Kazanmaktan çok, kaybetmeyi göze alabiliyoruz. Çikolata bile kurtlanabilir. Dondurma erir. Çiçek solar. Galiba önemli olan, onları yerinde yaşamak, yerinde korumak! Birer hatıraya dönüşseler bile! Kaç ölüme kaç doğuma şahit olduğunu hatırlayabiliyor musun? Sevmek, ifade edebilmek kadar, ifadeyi unutmamaktır da. Şimdi sessizce uzaklaşmalıyım. Çünkü beni anlamadığını, anlamak için uğraşmadığını, hatta bunu önemsemediğini biliyorum. Aynı otobandaydık ve birimiz birimizin yanından geçip gitti. Hafızasızlığı, gurur saymanın adil yanı! . Hangimiz süratliydik; önemi kalmadı. Hangimiz daha özveriliydik; bunun da.. umarım mutlu olursun. Bunu bir çöküntü anında da söylemiyorum. Hiç kimse aldatmadı ötekini; yalnızca böyleydik işte! . Yüzüme öyle bakma nefretle,


Bir nedeni yok. Yalnızca öptüm.


Benden uzaklaştıkça, bana ait olandan yakanı sıyırdıkça rahatlayacağını, herşeye yeniden başlayabileceğini sanıyorsun. Kimbilir, doğrudur belki de! . Adımın yaşamadığı, adımın özlemle anılmadığı yerlerde kime umut verebilirim ki zaten? Romantizmin tehlikesi büyük! Romantizmin tehlikesi büyük! Romantizmin esrarı büyüleyici! Romantizmin kanına girdiği insanlar bencil ve hırslı!

Ben seninle birlikte yaşlanabilecek kadar erken yola çıkmayı istemiştim; maceramız uzundu çünkü. Maceramızın tahakküm altına alınamayacak kadar mükemmel olması, donanımımızla ilişkiliydi. Yani, sen ne kadar sevecensen, ben ne kadar yıpratıcıysam.. o da o kadar mükemmeldi. Özveri denebilir buna. Evet, buna özveri demek beni mutlu ediyor. İnsan, özverinin çocuklara ad olarak verilebileceği bir dünyada tanımını kaybediyor. Bu kaybedişteki kaosun ritmiyle çekiliyorum sana. Sen bir mıknatıssın şeffaf ve ben, çekilirken sana içimdeki alelade metal parçalarıyla, kan şekerim düşüyor, ağzım düşüyor, ellerim.. en çok da ellerim düşüyor! . Sakın ha üstüne alınma,


Bir nedeni yok. Yalnızca öptüm.


Ben seni kırmak için yaratılmadım. Uzun zamandır seni planlıyorum haksızca; cezalandırılacak kadar mı yabancı, tanınmaz ve suç yüklüydüm? ! Belki; seni çok yıprattığımın, bıraktığımın elbette farkına vardım, ama herşey mi benim aleyhte varoluşumla açıklanabilir? ! Beni, başta sana olmak üzere kimliklere karşı saldırganlaştıran koşulları tek başıma ben mi oluşturdum? Seni kaybettim. Bunu biliyorum. Seni kaybettiğimi sen çekip gitmeden önce de biliyordum. Ortadaydı. Bedel ve kefalet ortadaydı.. senin hakkında bir satır yazmamaya çalışmamın nedenini hiç düşündün mü? ! Sana ait olanları içten içe koruma uğraşı mıydı sanki bu: kuşkusuz. Hala da saygıyla ağlıyorum. Büyük bir tesadüfe yenildim, büyük bir eksen kaymasıyla, sihirbazın şapkasında sıkışıp kalan tavşan gibi,


Bir nedeni yok. Yalnızca öptüm.


Elbette kızıyorsun bana; belki en çok da bu zayıflığıma kızıyorsun: Tedirginliğime, seni kaybetme endişeme, telaşıma, şaşkınlığıma, titreyişime, ürpermem, anlamlarını anlamamış kelimelerle yetinmeme, müzakerelerde bulunmama, buhranların yorduğu bir gençlik yaşamama, bilincimi sana yönlendirmeme, sürekli sürekli içmeme, kelimlerin kifayetsiz olma durumuna, vesaireye vesaireye.. İnadıma öfkeleniyorsun. Seni bırakmama, seni özgürlüğüne salmama hiddetleniyorsun. Bu da aşk işte! Bu da entrika! Bu da soysuzlaşmanın, aşkın getirdiği dalaveralarla kendine kilitlenmenin başka bir çeşidi! Peki anahtar nerede sevgilim? ! peki anahtarın üzerindeki yivler kimin eseri? ! Dur, dur, bağırma,


Bir nedeni yok. Yalnızca öptüm.


Bunlar da geçecek şüphesiz. Seni unutmama kaç yüzyıl kaldı ki.. bir küsme, bir burulma biçimiyle gidişinin ardından şehrin gri cephelerine fevkalade ağır bir el bombası gibi düşen bunaltının bıraktığı korkunç acının unutulmasına kaç yüzyıl kaldı ki.. Yaralandım. Bütün noktalarımdaki nöbetçiler de yaralandı. Çığrından çıkmış bir ayaklanma gibi ağlamakta yalnızlığım. Bir gerçek aramıyorum felakete. Bir bahne göremiyorum arkadaşlarımın beni teselli etmek için söyledikleri kelimelerin hanesinde. Ama yokluğunu doldurmuyor sevda siyasetinin hançerleri. Ama bilemiyorum yağmurun ardından artık hangimiz suçlanacak.. Eğer hissediyorsan,


Bir nedeni yok. Yalnızca öptüm.


Ben sende ardı arkası kesilmeyen bir korku sevdim. Ben bir cüce çocuk sevdim sende sıska. Şiddetli ve hayret uyandıran manevralarla kendi kanına olan saplantılı aşkını sevdim. O rutubet kokan loş yüzündeki kanalizasyonları, az kelimeyle kurduğun cümlelerdeki gizli soru işaretlerini, barlardan çatlak bardak gibi atılmayı beklemeni, serserice patlamalarını, yuttuğun toplu iğneleri ve bir film hilesi hissi uyandıran utangaç hasret pozlarını sevdim. Dokunamadım sana. Parmakuçlarım neşterdi çünkü. Kırılan bir kemiğin sesiyle veda ederken,


Bir nedeni yok. Yalnızca öptüm.


Küçük İskender

18 Haziran 2021 Cuma

Küçük İskender / Periler Ölürken Özür Diler

 

🎨 John White Alexander


Periler Ölürken Özür Diler


Ayak izlerimizde ölüp erimiş peri pelerinleri

Periler birbirine düşman, pelerinler birbirine küs


Sana bugün bir mektup yazdım:

En çok

En çok güllerden sözettim

Saydam renksiz tutkun güllerden

Bir gül olmak korkusundan

Nedenini hatırlamıyorum ama ağladım

‘canım..’ diye başlanılıp

Vazgeçilmiş bir sürü kağıt parçası

Ruh parçası Aşk parçası

Buğu parçası Haz parçası

Vazgeçilmiş bir sürü kağıt parçası


Her ihtimale karşı kurşun kalemle yazılan

Ayrılık mektuplarını rüzgar taşır


Sen istesen gitmezsin

Sen bunu bana yapmazsın


Karanlığı aralık bıraksan içeri peri sızar

Sıkı sıkı kapatsan karanlığı

Ben sende mahsur kalırım

Sevişirken yüzüne düşen gözyaşım

Eski bir falcının sihirli küresi

Tut onu avucunda ve bana oku geleceğimi:

Serüvenler, aradenizler, araırmaklar, aşkla alevlenmiş günler mi?


Aşktan bana her mevsim çığ düşüyor

Kalbim aşka değil düştüğünde dar bir kuyuya düşüyor

İçinde kuğuların öpüştüğü bilinen öldürülmüş bir kuyuya


Yüzün yüzüme şüphesiz bir gizli geçitti

Saramadığım, beni saramayan bir fırtınaydı dizginsiz yüreğin gitti!

Bütün çocukluğumu çalıp da gitti.


Bir film adıydı değil mi: ‘herkes seni seviyorum der’

Ve bir şarkı adıydı: ‘bütün aşklar tatlı başlar’

‘şimdi uzaklardasın gönül hicran…’

hayati önemi olan acılardan başka ne kattık

birbirimizin yüreğine sevgilim: ‘gittiğin bu gidiş bence ölümden beter…

…’


yok bir köyde ilkkorku öğretmeniydim

dersimin adı: ölmek istemiyorum psikolojisi

öğrencilerimse: toprak ve ruh, eylem ve sis-

o kızlar arka sokaklarda yakışıklı oğlanların çirkin kalplerine yakın

kendimle savaşır ve ağlardım


bir gazeteydim:köşe yazarım: hüzün, magazin ekim: umut


sen istesen gitmezsin

sen bana bunu yapmazsın


kalbim göremeyeceğin bir köşede açan

bir yenik çiçek

kalbin ulu orta açmış bir sahte çiçek


Oysa söz vermiştik

Seninle birlikte kurtaracaktık rapunzel’i

İlk biz uyandıracaktık uyuyan güzeli ilk biz

Kırmızı başlıklı kız için kurtla dövüşecektik

Pamuk prenses’in cam tabutu başında en çok ağlayan biz olacaktık

(bugün ağlama!)

Hansel ve Gratel’e biz ormanda arkadaş olacaktık

Sen masallar severdin beni bir masala inandıracaktın

Sabahlara kadar kızmabirader de oynayacaktık


Çok uzak artık

Çok uzak

Çok uzak artık

Çok uzak


Çok geç olacak yarın. Yarın çok geç olacak. Çok geç olacak yarın. Yarın çok

olacak geç.

Yok olacak.


İnsan karanlıkta koklamamalı bir gülü

Kör olabilir tutkusundan


Bilsen öyle seviyorum ki seni

Bir tavşanın ürkek kaldırıp başını dağda

Yağan yağmuru seyretmesi gibi;


Ah sevgilim

Bu masalın sonuna kan yazdın:

Ovdun ve okşadın beni

Çıktı içimdeki cin;

Ondan ölümümü diledin.


Mayıstı.


Seni o yüzden bağışladım!

Ben en çok mayısta su içerim

Ben en çok mayısta başımı öne eğerim

İçimden felçli bir göçebe gökyüzüne bakar

Avuçlarımda yaralı kelebek taşımayı

mayısta öğrendim ben

Ve teraslarda Leonard Cohen dinlemek en çok mayısa yakışırdı

Tiril tiril

bembeyaz bir giysiyle

Rüzgarda ayakların çıplak

Kolların saracak gibi mayısta ölüp dirilen tüm çiçekleri

Öyle başın öne eğik yıllarca o boş terasta durmak

Durmak

Durmak


Sevgilim periler ölürken özür diler

Sevgilim..


Kartpostallardan tanıdığın bir şehri düşünmek gibi

Bir yaraya kabuk olmayı kabullenmek gibi

Eksik, yarım, farkına varmaktan kaçınılan

Tam

Tam yaza girecekken

Yazın omzuna yüzünü dayayacakken

Çekip giden

Ayaklarının altından o son sığınak terası da

Acılarının velihatı Leonard Cohen de

Çekip gitmiştir işte, yalnızca gitmiştir

Yani.. anlıyor musun.. mayıstı..


Seni o yüzden bağışladım!


Bir sesim vardı gölgenden ikmale kalan

Biliyorum, büyük çocukluktu birbirimizi sevmemiz

Ne güzel çocukluktu

Büyük çocukluktu yaptık işte

Ne yapalım, iki ömür odamıza hapsediliriz, cezamızı çekeriz, kulaklarımızdan değil yüreklerimizden çeker

Öğretirler bize

Yetişkinler gibi sevimsizce aşık olmayı, ama


Sevgilim periler ölürken özür diler

Sevgilim..


Hatırla, sana bileklerimi, sana dizlerimi

Sana topuklarımı sundum

Hatırla senin gözlerin çokulusluydu

Ve usluydu gözlerin


Bir hüzünden bir tersliğe dokunarak koştum

Bazı sevdalarda hafızasını kaybeder ya insan

Telaşlanır, ağlar

Adını unutur, yolunu kaybeder oturduğu evin

Talanım!

Artanım!

Eksik kalanım!

Yarım kalanım!


Nasıl yedirdim ihanetini kendime

O dev hisle sen mayıstın ben mayıstım

Her şey ama her şey elele mayıstı

Seni o yüzden bağışladım!


Uzanıp topraktan çıkardın beni

Tozumu sildin, hohladın, parlattın

Ovdun ve okşadın beni

Çıktı içimdeki cin;

Ondan

-gidecektin, mecburdun, hepsi gibi-

Affını diledin.


Mayıstı. Mecburdum. Seni o yüzden bağışladım!

Ah sevgilim

Nihayet

Oyun biter ve yırtılır kapanırken perde


Cin düşmüş dolunaylarda ben peri

şan, sen gül

yabani.


Sevgilim

Periler ölürken özür diler


Kimi aşklar bitmesi için yaşanır

Sen bunları hiç önemseme

Git gülümse başkalarına

Beni burkulmuş bırak

Beni ısırılmış

Beni emilmiş


Sevgilim söylesene

Seni ne ağlatır

Sevgilim

Söylesene

Söz kalbine dokunabilmek için

Daha hangi biçime bürünsün

Sevgilim ağlarsan kalbin olduğuna inanacağım

Söyle seni ne ağlatır


Söylesene seni ben niçin bağışladım


Yani bir ayrılık sonrası suçlamaları

İade edilen buz tutmuş armağanlar

İade edilen öpüşmeler, sevişmeler

Çok özlediğin birinin ölümünü duymak gibi aniden

Çekip giden bir sevgili

Çekip giden bir düş

Çekip giden bir sıfır

Sana uzatılan

İlk sahte çiçeğin peşinden

Koşarak giden sen

İhanet bir kent adı mıdır sandın sevgilim


Senden sonraydı

Gökyüzüne teslim oluyordu ayışığı

Ah senin zarif parmaklarına dolanmış kuğular,

Ve kalbi delik bir melek sabahlıyordu

Yeryüzünde

Ümit:kurugül! Ümit:aksigül!


Biliyorum kavgada bile söylenmez bu söz ama söyleyeceğim:

Seniseviyorum


Bir insan ne sır verebilirdi ki gölgesine


Dağlar dağlarına dürüsttür

Dağlar sularına alev içercesine dokunurdu

Dağlar dağlarına bir kez bağlandı mı kendi doruklarından mahşeri vurgunlar yerdi

Dumanıyla

İsiyle,

Dermanıyla

İniyle,

İnlenen ismime nakış gibi işlenen yazık fermanıyla

Kapına dayanan tanrı misafiri sevdam

Aşkımla belalanan dağım!

Dağlara adak adamış bir toprağın yangınıyım ben de!


Bakma!

Kumumda tuz var

Bu dağ kanayacak

Aşkında ihanet var

Kalbim dağlanacak

Kızma korkma kaçma acıma ağlama utanma unutma

Ama sakın unutma Seniseviyorum


Ama senin kulağına eğilip

Dağ diye fısıldayan bu dudak

Ya elinden ya ayağından

Ya eteğinden ya alnından

Öfkelenme: öpmeyecek,

Mutlaka çok isteyecek öpmeyi fakat

Öpmeyecek, sen istemedikçe.

Sadece bir hayalet nehir gibi fışkırıp

Dört nala kan olup akacak göğsüne

Öfkelenme: senin değil

Ölü bir meleğin göğsüne


Sevgilim ağlarsan

Göz yaşların hatırlayacak

Sen ne çok şeyi unutmuşsun

Sevgilim


Söylesene

Külün de yanışının ardından ne kalır geriye

Bu kez ağla sevgilim

Ağla ki benzeyesin o yitik benzersizliğine


1-hala benden söz ediyor musun?

2-unutmak ne mümkün

3-biliyorum

4-orada olacak mısın?

5-Korkarım ki başka şansım yok. Vücudumu dolaşan tenim bunu söylüyor. Ağrıyorum. Her şeyi yitirmişim meğer, bütün eski fotoğrafları attım.

6-Hissettim bir yerlere fırlatıldığımı

Orada olacak mısın?


Bu mektubu yırt at.

Sen istemezsen gitmezsin. Sen bana bunu yapmazsın. Biliyorum.

Beni hatırlatacak ne varsa yırt at. Kalbini ve tenini ve dudaklarını…


Sevgilim periler ölürken özür diler

Sevgilim.


Küçük İskender

Küçük İskender / Yaz Serin Geçer Sanmıştım

John White Alexander (1856-1915) | Symbolist painter

Yaz Serin Geçer Sanmıştım


Ben, bu yaz serin geçer sanmıştım. Uzun zamandır konuşmayı unutmak, hiç bir şeyi bilmemek, yalnızca, evet yalnızca gece yarısı edilebilecek bir telefonla uyanıp, eski, çok eski bir arkadaşın sesini duymak istemiştim. Galiba, en büyük hatalarımdan biriydi bu. Ses ne kadarını anlatabilir ki bir insanın: görmeden, dokunamadan, ansızın kapatarak avcunu, bir kelebeği orda hapsetmek gibi bir şey olmalı. Oysa ağrılı yaralarım, ‘janti’ taklalarım, hububata dönüşmüş yanlarım vardı. Oysa ben, bu yaz serin geçer ve sessiz kalmayı tercih ederek, evimde, odamda, fallar açarım, belki biraz müzik dinler, ağlarım diye ummuştum. Hatırdan hiç çıkmayan yüzlerin hiç çıkmayacak fallarını açarım, bir parça tarihe geçerim diye ümit etmiştim. Ama olmadı. Olmadı işte, savruldum. Şaşkın çocuğun elindeki patlak, şapşal balon gibi, muhit itibarını yitirmiş delikanlı gibi, kalakaldım. Artık her şeyi biliyorum. Artık her şeyi bilmekten başka çıkar yolum kalmadı. Bu ne sancılı bir telaş benim için; bedenimden mahrumum. Onlar önemsemesinler, hatta alay etmeleri bile mümkün ve belki böylesi daha yıpratıcı, daha bir mazlum kılıcı. Oysa neleri özlemiştim, ne şahane hisler beslemiştim. Oh, artık çok geç? ! Onlara söylemek için şarkılar, okumak için şiirler, anlatmak için çok kaliteli seks fıkraları ezberlemiştim günlerce; ben, bu yazı serin geçer sanmıştım. Alev alev. Her yer alevler içersinde; ve ben, bu korkunç yangında çatıya kaçacak gücü bile kalmamış bir kötürüm gibi, tekerlekli sandalyemde havanın her zaman olduğundan daha çabuk ve daha fazla kararmasını, damların hesapsız kediler ve matematisyen martılarla dolmasını bekliyorum şimdi. Aşk, beni ünlü yapar sanmıştım! Neleri özlemiştim, ne mükemmel hisler beslemiştim: çıt çıkarmadan çekildiler, hükmen yenildik. Kaybolanları da gördüm. Samimi söylüyorum, hem de çok yakından gördüm. Kendi aralarında konuşuyorlardı. O mesafede gidip gelen bir nefes topluluğu, ağızdan kulaklara musikisi noksan bir söz kümesi taşıyordu. Bu kümeste tek tavuk da bendim! Ah, bir parça ağlarım diye ummuştum. Nafile! Olmadı velhasıl. Artık her şeyi biliyorum. Artık her şeyi bilmekten başka çıkar yolum kalmadı. Bütün bütün boğuldum. Karaya da vuramam / vuramam. Neden benden söz ettiler kısaca. Neden dolaştım bir serseri kurşun gibi oradan oraya. Oradan oraya ve kime götürüyordum parklardan topladığım oksijen oranı yüksek çiçekleri. Kim koklamaya cesaret edecekti, kim onları alıp bir vazoya yerleştirecek kadar kendini tanıyordu, bana inanıyordu, beni seviyordu, mıncıklıyordu, kolluyordu… hiç. Hiç kimse. Bunu da biliyorum. Buna da erdim. Bir kere, en başta sezmiştim yanılacağımı… İlkin, telefon defterimi attım. Sonra fotoğraflar, ah çok hoş, elbette o mükemmel fotoğraflar. Renk renk, çeşit çeşit, insan insan, düşman düşman fotoğraflar. Topluca otururken, içki içerken, grup seks takılırken, hususi sevdaların o “sözü geçmese iyi olacak, mayonez alır mıydın” tipindeki sohbetlerinde çekilmiş, arşivlenmiş, çerçevelenmiş fotoğraflar! Deklanşöre basanın, karşısındaki topluluk içinde olamayışının da hüznünü, burukluğunu taşıyan o canım fotoğraflar! Kestim kendimi. Kestim kendimi, çıkarttım fotoğraflardan: Bir şiirde geçer ya hani: Oramda buramda biraz el, biraz bacak, biraz omuz ve penis kaldı. Oyup çıkarttığım o adamı, o Aptal Surat’ı attım, yani kendimi. Şimdi o fotoğraflardaki o insanlar bensiz, ben zaten mekansız, yurtsuz, huysuz ve savruk, anne tarafından serseri, baba tarafından alkolik, ölmüş ve yarı diri bir adamım. Olmadı işte. Artık her şeyi biliyorum. Bağırsam çağırsam, “Ne bağrıyon lan bu saatte lavuk, manyak mısın? ! ” diye karşılık verecek bir yabancı bile yok. Artık her şeyi bilmekten başka çıkar yolum kalmadı. Romantizme kızıyorlardı. Evet, onlar da gözyaşlarını bir sır gibi saklamayı erdem sayanlardandılar. Kollarımda kör jilet yaraları, mutfakta üç haftalık bulaşık, ciğerimde dışarı atılması kasten unutulmuş bir miktar esrar dumanı, kulaklarımda fış fış kayıkçının ilk iki mısrası, gidilmesi gereken ülkeler, kalınması gereken oteller var aslında. Godot’yum desem, bekleyenim olmaz! Acayip bunalımdayım. Sevmiyorum bu tür hijyenik cümleler kurmayı. “Artık” kelimesini kullanmaktan nasıl da sıkıldım. “Dert yanmak” fiiliyle başım uzun zamandır dertte! … Gecenin bu yarısında… Gece Yarısı Edilebilecek Bir Telefon! Evet, aslında ben yalnızca buna değinecektim. Hatta sabaha karşı… Kafanı.iktiysem kusura bakma, özürdilerim, eğer, rahatsız…ediyorsam…eğer…
Sen… Peki sen benim telefon numaramı hatırlıyor musun hala? !

Küçük İskender

17 Eylül 2020 Perşembe

Beni Sevmene Asla İzin Vermeyeceğim, Küçük İskender

 

Beni Sevmene Asla İzin Vermeyeceğim


“beni sevmene asla izin vermeyeceğim”

diye yazmıştın kapımdaki not defterime.

kendi kapımı çalmak zorunda kalmıştım,

içerde olmadığımı bile bile.

sevgilim, sevdanın sevdaya ettiğini etmez et, kemiğe…


gövde’nin tarihi’nde yan yana dururdu yalnızlıklarımız,

plastik ve acımasız, zehirli ve karmaşık.

kısaca, birbirlerine sevgiyi öğretmeye çalışırken,

birbirlerine kan içirdiklerini anlayan iki serseri aşık..


Işıktan ışığa geçen o tenha yolda,

o karanlık nefes alışta ve o darmadağın boğulmada,

seni sevmeme asla izin vermediğin o kör noktada,

o hırçın, o fazla erkek, fazla kadın noktada,

tanımadığım,

tanımaya kalkışmadığım,

izahı zor, kavranması imkansız bir hastalık gibi,

ilerledim gövdenin gövdemi bulandırdığı,

şaha kaldırdığı boşluklarda..


biz birbirimizin çatalı, bıçağı,

biz birbirimizin incecik hırsızı, gönül süsü,

ayrılık, bir yutulmaz lokma gibi kaldı boğazımızda..


dağlar, dersini verir acının kuşkusuz,

aslolan, savruk ruhlara yakışan sahici ölümler bulmakta.

yoksa kimin kimin tabutunu çakacağı mühim değil.

gecenin koynuna ihanet, bir bıçak gibi sokulmakta.

iz sürmedin,

ad sormadın,

dönüp bakmadın ardına..


hatırla sevgilim, mutlaka sen de hatırla.

o kadar çok kovaladık ki hayat içersinde

kendi kendimizi,

mecali kalmadı hayatların başka hayatları yakalamaya.

“beni sevmene asla izin vermeyeceğim”

diye yazmıştın kapımdaki not defterine,


ben de eklemiştim altına :

“aşkı dövmek lazım

kalbe terbiyesizlik ettiğinde”


Küçük İskender