Öne Çıkan Yayın

Nazım Hikmet / CEVAP

  CEVAP  O duvar o duvarınız,                 vız gelir bize vız! Bizim kuvvetimizdeki hız, ne bir din adamının dumanlı vaadinden, ne de bir...

Stefan Zweig etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Stefan Zweig etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

14 Temmuz 2018 Cumartesi

Bir Kadının Yaşamından Yirmi Dört Saat Stefan Zweig

Bir Kadının Yaşamından Yirmi Dört Saat

Gece, sanırım saat on birdi, açık pencereden bahçedeki huzursuz çığlık ve bağrışmaları duyduğumda, bir kitabı bitirmek için odamda oturuyordum, bitişikteki otelde gözle görülür bir hareketlilik vardı. Merak ettiğim için değil de, daha çok rahatsız olduğumdan, çarçabuk elli basamağı indiğimde, otelin konuklarıyla çalışanlarını telaşlı bir koşuşturma içinde buldum. Kocası her zamanki dakikliğiyle Namuslu arkadaşıyla domino oynarken, Madame Henriette her akşam kıyı boyu yaptığı gezintiden hâlâ dönmemişti ve başına bir şey gelmiş olmasından endişe duyuluyordu. Başka zaman ağırkanlı ve keyfine düşkün biri olan fabrikatör bir boğa gibi kıyıda koşuşturuyor ve heyecandan kısılmış sesiyle, “Henriette! Henriette!” diye gecenin karanlığında bağırıyor, sesi ölümcül bir yara almış büyük ilkel hayvanların haykırışını andırıyordu. Garsonlar ve uşaklar telaş içinde merdivenlerden inip çıkıyordu, bütün konuklar uyandırıldı ve jandarmaya telefon edildi. Bütün bu kargaşanın ortasında bu şişman adam, düğmeleri açık yeleğiyle kâh sendeleyerek kâh sert adımlarla gecenin karanlığında deli gibi hıçkırarak, “Henriette! Henriette!” diye haykırıyordu. Bu arada yukarıda uyuyan çocuklar uyanmış, üzerlerinde gecelikleri, pencereden dışarıya doğru seslenerek annelerini çağırıyorlardı, babaları onları yatıştırmak için hemen yukarıya yanlarına çıktı.
İşte bundan sonra sözcüklerle anlatılması imkânsız korkunç bir şey oldu; çünkü fevkalade gergin ve olağanüstü durumlar insan davranışları üzerinde öyle bir etki yapar ki, ne bir resim ne de bir söz onu aynı şimşek hızıyla tasvir edebilir. Şişman ve iriyarı adam birdenbire bitkin ve öfkeli bir yüzle gıcırdayan basamaklardan indi. Elinde bir mektup vardı. Zar zor anlaşılır sesiyle personel şefine, “Herkesi geri çağırın!” dedi. “Herkesi geri çağırın, aramaya gerek yok. Karım beni terk etmiş.”
Öldürücü bir yara almış adamın gerginlikten kaynaklanan tavrında öyle olağanüstü bir hal vardı ki, meraktan etrafını saran insanlar birdenbire korku, utanç ve şaşkınlık içinde geri çekildi. Son gücüyle, hiçbirimizi fark etmeden yanımızdan geçip okuma salonuna girdi, ışığı kapattı; derken ağır, devasa bedeninin bir koltuğa yığıldığı duyuldu. Ve bu korkunç acı, hepimizin, hatta en duyarsız olanımızın üzerinde bile yıkıcı bir etki yarattı. Garsonların hiçbiri, konuklardan hiç kimse gülümsemeye ya da üzüldüğüne dair bir kelime söylemeye cesaret edemiyordu. Tek bir kelime etmeden, bu duygu patlamasından utanmış bir şekilde hepimiz yavaş yavaş odalarımıza çekildiğimizde, paramparça olmuş, tükenmiş bu adam, ışıkların birbiri ardına söndürüldüğü, insanların fısıldaştığı, alçak sesle konuştuğu, mırıldandığı binadaki karanlık odada yapayalnız hıçkırıyor ve inliyordu.
Gözlerimizin ve duyularımızın önünde şimşek hızıyla gelişen bu olayın genelde can sıkıntısına ve kaygısızca zaman öldürmeye alışkın bizleri çok sarstığını söylemeye gerek yok. Sonrasında yemek masamızda patlak veren ve şiddetli bir kavgaya dönüşmesine ramak kalan o tartışmanın çıkış noktası bu şaşırtıcı olay olmakla birlikte asıl neden, birbirinden tamamen farklı düşünen insanların öfkeli karşılaşması, ilkelerini tartışmasıydı. Yıkılmış adamın öfke krizi içinde buruşturup yere attığı mektubu okuyan bir oda hizmetçisinin gevezeliği nedeniyle Madame Henriette’in yalnız değil, büyük olasılıkla genç Fransız’la gittiği kısa süre içinde anlaşılmıştı. İnsanların ona duyduğu sempati çarçabuk kaybolmuştu. İlk bakışta bu küçük Madame Bovary’nin daha şık, genç bir delikanlıyı keyfine düşkün, taşralı eşine yeğlemesi çok doğal ve anlaşılır gelebilir. Ancak bütün otel halkını bu denli hayrete düşüren şey fabrikatörün, kızlarının, hatta Madam Henriette’in daha önce bu Lovelace’ı iç görmemiş olmasıydı, başka bir deyişle akşam vakti terasta yapılan iki saatlik sohbetin, bahçede kahve içilirken ki bir saatlik konuşmanın, yaklaşık otuz üç yaşında namuslu bir kadının kocasını çocuklarını gecenin bir yarısında terk etmesi, hiç tanımadığı şık bir delikanlının peşine takılıp gitmesi için yeterli olmasıydı. Masadakiler ne olduğu açık seçik belli olan bu olayı, birbirine âşık çiftin ikiyüzlülüğü, bir aldatmacası ve haince bir manevrası olarak nitelendiriyordu: Madame Henriette’in bu genç adamla uzun zamandır gizli bir ilişkisi olduğundan ve bu kadın avcısının sadece kaçışın ayrıntılarını belirlemek için geldiğinden hiç kuşku duymuyorlardı, çünkü –böyle mantık yürütüyorlardı– namuslu bir kadının iki saatlik bir dostluktan hemen sonra ilk işaretle kaçıp gitmesinin imkânsız olduğunu düşünüyorlardı. Ben ise farklı düşünmekten keyif alıyordum. Uzun yıllar hayal kırıklığı yaşamış, sıkıcı bir evlilik sürdürmüş bir kadının, hayat dolu ve enerjik birinin çağrısına kapılacağı ihtimalini tüm gücümle savundum, hatta bunun mümkün olduğunu söyledim. Benim bu beklenmedik muhalefetim karşısında tartışma hemen genelleştirildi ve hem Alman hem de İtalyan evli çiftin, cup de foudre’ın bir delilik, hatta tatsız bir roman fantezisinden başka bir şey olmadığını aşağılarcasına söylemeleriyle ateşli bir hal aldı.
Ancak bu kavganın fırtınalı gidişatını baştan sona burada anlatmanın gereği yok: Sadece Professionals der Table d’hôte zengin fikirlidir, bir masada oturanların arasında çıkan tartışmadaki argümanlar ise öylesine bulunduğu için sıradan ve basittir. Tartışmamızın neden hızla kırıcı bir biçim aldığını açıklamak da zor; sanırım bu öfke şöyle başladı: Her iki koca da ister istemez eşlerinin böylesi bir çukura ve tehlikeye düşmeyeceklerini iddia ettiler. Benim sözlerim üzerine ise, böyle bir şeyi, kadın ruhunun tesadüfi ve çok ucuz yöntemlerle fethedilebileceği gibi yanlış yargısı olan bir bekâr söyleyebilir ancak, diyerek karşı çıktılar: Bu bile beni biraz kızdırmaya başlamıştı ki, Alman bayan bu dersi öğretici bir şekilde kapatmak isteyip de, bir yanda gerçek kadınların, öte yanda Madame Henriette gibi “doğasında orospuluk yatan” kadınların olduğunu söylediğinde, sabrım taştı ve ben de saldırmaya başladım. Bir kadının, hayatının bazı anlarında istemeden ve farkında olmadan bazı gizli güçlerin esiri olabileceği gerçeğini reddetmenin altında, insanın kendi içgüdülerinden, doğasındaki şeytanlıklardan korkmasının yattığını, bazı insanların kendilerini “kolay baştan çıkarılanlar”dan daha güçlü, daha namuslu, daha temiz hissetmekten zevk aldıklarını söyledim. Bir kadının kendisini içgüdülerine özgürce bırakmasını, tutkularının peşinden gitmesini, genelde olduğu üzere kocasının kollarında, gözleri kapalı onu aldatmasından daha dürüstçe bulduğumu belirttim. Söylediklerim aşağı yukarı bundan ibaretti, diğerleri Madame Henriette’e saldırdıkça ben (gerçekte kendi duygularımı da aşmıştım) onu daha da ateşli savunur hale geldim. Benim bu heyecanım –üniversitelilerin deyimiyle– her iki evli çifti matetmişti, öyle ki dördü birden birbiriyle pek uyumlu olmasalar da, birbirlerinden güç alarak üzerime geldi; yaşlı Danimarkalı bey neşeli bir yüzle elinde saati, bir futbol maçını yöneten hakem gibi oturmuş, arada bir kemikli parmaklarıyla masaya vurup “Gentlemen, please,” diyordu. akat bu sadece bir dakika etki ediyordu. Beylerden iri öfkeden kıpkırmızı kesilerek üç kez masadan kalkmış e karısı tarafından güçlükle yatıştırılmıştı – kısacası, bir n on beş dakika daha geçseydi, tartışmamız bir kavga övüşle son bulacaktı, neyse ki Mrs. C. yatıştırıcı bir merhem gibi konuşmamızın köpüren dalgalarını düzeltti. Mrs. C., beyaz saçlı, kibar, yaşlı İngiliz bayan masamızın fahri başkanıydı. Yerinde dimdik oturur, herkese aynı samimiyeti gösterir, pek konuşmaz, ancak büyük bir ilgiyle dinler ve bakışlarıyla insanı rahatlatırdı. Aristokrat doğasından fevkalade oturaklılık ve huzur saçardı. er birimize ayrı ayrı ince bir nezaket göstermesine rağmen, herkese karşı belli bir mesafede dururdu: Çoğu zaman itaplarıyla bahçede otururdu, bazen piyano çalar, nadiren insanların arasına ya da yoğun bir tartışmaya katılırdı. Buna rağmen, hepimizin üzerinde olağanüstü bir güce sahipti. Çünkü daha ilk seferinde konuşmamıza müdahale eder etmez, hepimiz çok gürültü çıkardığımız ve kendimize hâkim olamadığımız duygusuna kapılıp utandık.
Mrs. C., Alman beyin öfkeyle yerinden fırlayıp tekrar masaya oturduğu sert aradan yararlanmıştı. Beklenmedik bir şekilde açık ve gri renkli gözlerini kaldırdı, bir an için kararsızlıkla bana baktı ve sonrasında neredeyse nesnel bir açıklıkla konuyu kafasında değerlendirdi.
“Söylediklerinizi yanlış anlamadıysam, Madame Henriette’in, bir kadının elinde olmadan birdenbire bir maceraya sürüklenebileceğini, böyle bir kadının bir saat önce yapmayı kesinlikle aklından bile geçirmeyeceği davranışlarda bulunabileceğini ve bu nedenle suçlanmaması gerektiğini söylüyorsunuz, öyle mi?”
“Kesinlikle buna inanıyorum, saygıdeğer bayan.”
“Ancak bu durumda her türlü ahlaki hüküm tamamen anlamsız olur ve her türlü ahlak kuralının çiğnenişi haklı bir nedene dayandırılır. Eğer siz gerçekten Fransızların dediği gibi, crime passionnel’in cinayet olmadığını düşünüyorsanız, o zaman devlet mahkemelerine ne gerek var? Her suçta bir tutku aramak ve bu tutku nedeniyle özür bulmak için çok iyi niyet gerekmez ve siz inanılmaz derecede iyi niyetlisiniz,” dedi gülümseyerek.
Sözlerinin netliği ve neredeyse neşeli tonu beni çok rahatlattı ve elimde olmadan onun o açık tavrını taklit edip yarı şaka yarı ciddi şöyle yanıt verdim: “Kuşkusuz devletin mahkemesi bu tip olayları benden daha sert değerlendiriyor; onun görevi genel ahlak kurallarını ve gelenekleri acımasızca korumaktır; bu da onun insanları affetmesini değil, yargılamasını gerektiriyor. Kaldı ki resmî kimliği olmayan ben, neden bir savcının rolünü üstleneyim ki: Ben savunmayı tercih ediyorum. İnsanları yargılamaktan değil, anlamaya çalışmaktan zevk alıyorum.”
Mrs. C. bir süre açık, gri gözleriyle bana baktı ve bir an tereddüt etti. Beni doğru anlamadığından korkup sözlerimi İngilizce tekrarlamaya hazırlanıyordum ki, tuhaf bir ciddiyetle, sanki bir sınavdaymışız gibi sorular sormaya devam etti:
“Bir kadının, kocasını ve iki çocuğunu gerçek aşkı olup olmadığını bilmediği bir adam uğruna bırakmasını çirkin ve aşağılayıcı bulmuyor musunuz? Pek genç de sayılmayan ve hiç değilse çocukları adına özsaygısı olması gereken bir kadının, böylesi hafif davranışını gerçekten affeder misiniz?”
“Tekrar ediyorum saygıdeğer bayan,” diye ısrar ettim, “bu konuda karar vermek ya da yargılamak benim işim değil. Biraz önce abarttığımı size itiraf etmekte bir sakınca görmüyorum – o zavallı Madame Henriette kuşkusuz bir kahraman değil, maceracı bir ruh da değil, bir amoureuse hiç değil. Onu tanıdığım kadarıyla sıradan bir insan, zayıf bir kadın, cesurca isteğinin peşinden gittiği için biraz saygı, daha çok da merhamet duyuyorum, çünkü bugün değilse bile, kuşkusuz yarın son derece
mutsuz hissedecek kendisini. Belki aptalca, hatta aceleci davranmış olabilir, fakat kesinlikle basit ve adice değil, bu nedenle daha önce olduğu gibi, her kim olursa olsun bu zavallı, mutsuz kadını küçümsemesine karşı çıkarım.”
“Ve siz ona karşı aynı saygıyı duyuyor musunuz? Önceki gün bir arada oturduğunuz namuslu kadınla,
dün yabancı bir adamla kaçıp giden kadın arasında bir fark görmüyor musunuz?”
“Kesinlikle. En ufak, en küçük bir fark görmüyorum.”
 
Stefan Zweig

23 Temmuz 2017 Pazar

Balzac / Stefan Zweig

Fotoğraf


Victor Hugo ölüm döşeğindeki Balzac'ı ziyaretini anılarında anlatır:
Zili çaldım. Bulutların arasında ay parlıyordu. Sokak terk edilmişti. Kimse çıkmadı, ikinci kez çaldım zili. Kapı açıldı. Elinde mumla bir hizmetçi kız çıktı. Beyefendi ne emrederler? Ağlıyordu. Adımı söyledim. Düz zemin üzerinde duran ve şöminenin karşısındaki konsolun üzerinde Balzac'ın David D'Anger yapımı kocaman mermer büstünün bulunduğu salona alındım. Salonun ortasında, altı tane altın kaplama, zarif heykel ayaklar üzerinde duran zengin masanın üzerinde bir ışık yanıyordu. Başka bir kadın geldi, aynı şekilde gözyaşları içindeydi ve şöyle söyledi: Ölüyor. Madame odasına çekildi. Doktorlar dün umutlarını kestiler. Sol bacağında bir yarası var ve kangrene dönüşmüş durumda. Doktorlar ne yapacaklarını bilemiyorlar. Ödem sonucu vücudunda yağ toplanmaya başlandığını söylüyorlar. Et ve derisindeki yağ tabakası o kadar sertleşmiş ki, delip sıvıyı akıtmak mümkün değilmiş. Bir ay önce beyefendi bir mobilyanın köşesine çarparak kendisini yaralamıştı...Sabah saat dokuzdan beri konuşmuyor artık... Yataktan dayanılmaz bir koku geliyordu. Yorganları kaldırdım ve Balzac'ın elini tuttum. Eli ter içindeydi, sıktım. Elini sıkışıma karşılık veremedi...Hastabakıcı bana, Gün doğarken ölecek, dedi. Merdivenlerden aşağı indim ve bu canlı yüzün resmini zihnime kazıyarak yanımda götürdüm. Salona girdiğimde yine büstle karşılaştım, hareketsiz, hissiz, yüce ve belirsiz bir ışıltı yayan büst ve ölüm ile ölümsüzlük arasında bir karşılaştırma yapmaktan kendimi alamadım.