Öne Çıkan Yayın

Nazım Hikmet / CEVAP

  CEVAP  O duvar o duvarınız,                 vız gelir bize vız! Bizim kuvvetimizdeki hız, ne bir din adamının dumanlı vaadinden, ne de bir...

16 Temmuz 2017 Pazar

'AH'LAR AĞACI ~ Didem MADAK

'AH'LAR AĞACI

1-
Bir ilaç içsem bari diye düşündüm, 
Biraz kolonya sürünsem, 
Ferahlasam, pencereyi açsam.
Şöyle bir şey yazdım sonra: 
Yağmur, çamurlu bir elbise dikiyor şehre
Sıkılıyoruz hepimiz bu çamurlu giysinin içinde.
Berbattı, 
Bir şiire böyle başlanmazdı.

İç ses diye söylendim, 
Ardından Yıldırım Gürses...
Aptal aptal güldüm bir de buna.
Ayşecik vazoyu kırıyor
Ve ‘tamir et bakalım’ diyordu babasına.
Yapıştırsam da parçalarını hayatımın
Su sızdırıyordu çatlaklarından.
Karnabahar kızartmıyordu asla
Başrolde kadınlar.

Güçlü bir el silkeledi beni sonra
Sanırım Tanrı’nın eliydi.
Sayamadım kaç ah döküldü dallarımdan.
Binlerce yeşil gözü olan bir zeytin ağacı gibi, 
Çok şey görmüşüm gibi, 
Ve çok şey geçmiş gibi başımdan, 
Ah...dedim sonra
Ah!

İç ses, diye söylendim
Çocukken şöyle dua ederdim Tanrı’ya: 
Tanrım bana hiç erimeyen, 
Kırmızı bir bonbon şekeri yolla.
Eski tül perdelerden gelinlik biçerdik
Kardeşimle kendimize durmadan, 
Olmayan çayları, 
Olmayan fincanlardan içerdik.
Olmayan kapıları açardık, 
Olmayan ziller çaldığında.
Siyah papyonlu olurdu mutlaka
Resim defterimizdeki damat.
Yedi günde yarattığımız dünya
Mutlu olurduk pastel koksa.

Ve şimdi şöyle dua ediyorum Tanrı’ya: 
Olanlar oldu tanrım
Bütün bu olanların ağırlığından beni kolla!

Kaybolmak istemiştim bir zamanlar
Kapının arkasında yokum demiştim
Ve divanın altında da.
Bulamazsınız ki artık beni, 
Hayatın ortasında.
Kaybolmak istemiştim bir zamanlar
Beni kimse bulamazdı
Tanrı’nın arkasına saklansam.
O Kocamandı, en kocamandı o.
Bir kız çocuğunun hayalleri kadar.

Bir zamanlar kendimi
Bulunmaz Hint kumaşı sanmıştım.
Kaç metredir benim yokluğum? 
Benden daha çok var sanmıştım.
Benim yokluğumdan dünyaya
Bir elbise çıkar sanmıştım.
Dünyanın çıplaklığına bakmaya utanmadan
Sonunda ben de alıştım.
Ah...dedim sonra, 
Ah!

Güzin Ablası kitaplar olan bir kızdım, 
İçim sıkılmasa o kadar
Tek bir satır bile okumazdım.
Taş bebeğim ters çevrilince ağlardı
Bir derdi var derdim.
Derdimi demeyi ben taşbebeğimden öğrendim.
Ninni derdim, ninni bebeğim! 
Cam gözlerini kapardı, naylon kirpiklerini.
Plastik gözkapaklarının ardında, 
Bilirdim rüyaları yoktu bebeğimin, 
Gözyaşları da.
Ağladıkça tükürüğümden sürerdim gözaltlarına.
Bu kadar kolay harcamazdım rüyalarımı, 
Kırmızı çantamda bayram harçlıklarım olmasa.

İnsan çıtır ekmeği ısırdığında, 
Kırıklar dolar kucağına, 
İşte orası umudun tarlasıdır.
Ve orada başaklar ağırlaştığında, 
Sayısız ah dökülür toprağa.

İç ses, diye söylendim
Ve ah dedim sonra, 
Böyle ah demeyi beli bükük bir ahlat ağacından öğrendim.

Dallarına salıncak kurardı çocuklar, 
Hızlı yaşanan bir hayatın şarkılarıydı salıncaklar.
Meyveleri tatsızdı
Eski bir lanetten dolayı
Herkes dişlerdi acı meyvelerini, 
Ve herkes söverdi ona.
İsmini yazardı herkes onun bağrına, 
Ah derdi o. Ah!

Bıçağın ucundaydı insanların hafızası
‘İnsan unutandır
ve insan unutulmaya mahkum olandır.’
Tanrı şöyle derdi o zaman: 
Ah!

Ne çok dikeni vardı ahlat ağacının tanrım, 
Ulaşılamazdı, 
Sen sarılmak istesen ona, 
O sana sarılmazdı.
Ne çok dikenin vardı Tanrım! 
Ne çok isterdim, 
Sana sarılamazdım.
Ve şöyle derdim o zaman: 
Ah!

Ahlat ahların ağacıydı, 
Yaşlanmaya başlayanların, 
İtiraf edilememiş aşkların, 
Evde kalmış kızların.
Ahlat ahların ağacıydı, 
Cezayir nasıl cezaların ülkesiyse, 
Öyleydi işte.

Ve etimoloji Eti’lerden kalma
Bir zaman birimiydi yanılmıyorsam.
Ve yanılmıyorsam yalnız insanların, 
Kahvaltı edip ağladıkları pazar sabahları yokmuş o zaman.
Mesela o zamanlar
Mutsuz olduğunda insanlar, 
Yok olurmuş bazı dakikalar.

Gülümsedim o sıra, 
Bazen sevinirim, 
Sevinmek nedense hep yedi yaşında
Ve ah... dedim sonra, 
Ah!

Bazen ah diyorum durmadan, 
Şimdi ben ahlatın başında, 
Otuz iki yaşımda.
Ahlar ağacı gibi.
Rengarenk çaputlar bağladım yıllarca dallarıma, 
Mavi, mor, kırmızı ve yeşil, 
İstedim, hep istedim, 
Sen iste derdim, iste yeter ki
Vereyim.
Her istediğimi verdim.Arttım, fazlalaştım, 
Eksikli yaşamaktan.
Ahlar ağacıyım, gibisi fazla.
Başka bir şey istemem
Artık beyazlaşan üç-beş tel saçıma, 
Hesabımı vermekten başka.

Vasiyetimdir: 
Dalgınlığınıza gelmek istiyorum
Ve kaybolmak o dalgınlıkta.

At arabasıyla kağıt toplardı
Her sabah çingene kadınlar.
Üst üste yığılırdı buruşuk kirli kağıtlar
Şaşırırdım
Kadınların mı yoksa kağıtların mı memeleri kocaman?

Bir zamanlar öfkem beni zora koşardı.
Kızıl yelelerim yapışırdı terli alnıma
Ne eğere gelirsin ne de semere derledi bana,

Yeniden doğmuş olurdum oysa, 
Öldüğümü sandıklarında, 
Yalnızca kağıtlarda iyi koşan bir at olarak.

Vasiyetimdir: 
En güçlülerinden seçilsin
Beni taşıyacak olanlar.
Ahtım olsun, 
Yükleri ağırlaşsın diye iyice, 
Tabutumun içinde tepineceğim.
2-
Bir göl vardı evimizin karşısında, 
Mavi gözleri olan, 
Kara yağız bir şehirde yaşamışım meğer yıllarca.

Ya siz, 
Nasıl bilirdiniz çocukluğunuzu ey cemaat? 
Nasıldı
Öldürdüğünüz birinin cenaze namazını kılmak?

İlk üç vişneyi verdiğinde bahçedeki ağaç
Annem sevindiydi hatırlarım.
Ah demişti.
Ah! 
Üç küçük kırmızı dünya verilmişti sanki ona.
Annem çok sevinmelerin kadınıydı.
Bazen sevinince annem gibi, 
Rengarenk reçeller dizerim kalbimin raflarına.
Annem çok sevinmelerin kadınıydı, 
Sıcak yemeklerin.
Başına diktikleri o taş, 
Ne zaman dokunsam soğuktur oysa.
Ben okşadığımda ama, ısınır sanki biraz.

İç ses! 
Bu bahsi kapa!

Mutfağa gidip domates çorbası pişirdim.
Çoktandır öksüz olan mutfakta
Buğulandı ve ağladı camlar, 
Gözyaşlarını kuruladım perdelerin ucuyla.
Çoktandır öksüz olan dünyaya baktım, 
Allah babasıyla baş başa kalmış insanlara, 
Poşetin tamamını beş bardak suya boşaltınca, 
Sanki biraz rahatladım.
Kazanlar dolusu çorba kaynatsam sanki, 
Artık kimse mutsuz olmayacaktı.
Ah...dedim sonra, 
Ah! 
İç sıkıntımla çektirdiğimiz bu fotoğrafta, 
Aynı vampir gibi çıkacağız.
Kırmızı çorbama ekmek doğrayınca, 
Sanki biraz ferahladım.
Karıştırdım ve iç ses diye fısıldadım: 
Hala aç mısın?

Bir tren geçti yine tam o sıra
Ustura gibi kara, 
Düdük çala çala, 
Geçti şiirimin ortasından.
Kes şunu dedim, kes artık! 
Oldu olacak, 
Kan kardeşi olsun ruhumla yollar.
Merak ederdim, 
Kesik başları ve sarı ışıklarıyla
Nereye gider bu insanlar? 
Raylar uzanırdı içimde kilometrelerce
Bir kara yılan gibi, 
Bilemezdim menzil neresi?

Ah...dedim sonra
Ve acilen makas değiştirdim.
İç ses, diye söylendim, 
Raydan çıkma bundan sonra.

Kuyruk sallardı, 
annemden kalma maaşım
her üç ayın sonunda.
Sevinirdi, 
Kocaman bir kara kediyi okşamış gibi ellerim.
Sarımsak kokulu fötr şapkalı amcalarla, 
Muhabbet ederdik kuyrukta.
Bizler sarımsak kokan uzun bir dizenin, 
Fötr şapkalı kelimeleriydik, 
Çürük dişlerimizle bizler, 
Dökülmüş harfler gibi kelimelerden, 
Saf ve pembe gülümserdik.
Bizler her üç ayın sonunda yeniden doğan bebeklerdik.
Neden ilerlemiyor bu kuyruk derdik, 
Neden hep aynı yerdeyiz, 
Hayattan söz edilirdi, 
Zor denirdi, 
Ve ardından susulurdu mutlaka.

Fötr şapkalı amcalardan biri
Ah derdi sonra, 
Ah! 
Kuyruk öfkeyle kıpırdanırdı o zaman.
3-
“Bir Arap şairi şöyle demiş, 
Savaşta yenilen halkına, 
Ağlamayın, ağlamayın, acınız azalır”

Uzun bir dize dayardı hayat her sabah karnıma
Şiir için düelloya gelmiş bir sevgili gibi, 
Sorardı: 
Daha yazacak mısın? 
Hayır derdim, 
Artık yazmayacağım.
Ama şöyle denir: 
Kılıç çeken kılıçla ölür.
Ama şöyle denir: 
Kaderden kaçılmaz.

Ama yazgısını yaldızlı çokomel kağıtları gibi, 
Tırnaklarıyla düzeltemiyor insan.
Yıllarca biriktirdim
rengarenk çokomel kağıtlarını kitap aralarında.
Aşık olduğumda, 
Çikolata kokardı kırmızı yazgım.
hayatıma hayat diyemem artık.
sarı yazgım her sonbahar onu
biraz daha fazla, ömür yaptı.
Maviye de, yeşile de dili dönmez ömrümün artık.

Kara yazgımı şimdi kim bilir
Hangi kitabın arasında saklıyorsun tanrım? 
Ah.. dedim sonra
Ah!

İç ses, diye söylendim, 
Başımda rüzgar vardı
Başımda uğultular...
Kalbim usulca kıpırdardı
Ve ses çıkarırdı dokununca
Çan çiçeğiyle karıştırırdı onu belki
Bir başkası olsa.
Başımda rüzgar vardı, 
Yine esiyordum
Hızla dönmeye başladı kalbim
Rüzgargülüyle karıştırırdı onu belki
Bir başkası olsa.
Başımda uğultular...
Fırtına çıktı sonra, 
Yaşadığını anladı kalbim, 
Böyle yaşanamaz derdi
Bir başkası olsa.

Bir zamanlar meydan okumak isterdim.
Kaç meydanını okudum da bu hayatın.
Yalnızca iki harfini öğrendim: 
A
H!

Ah benim nergis kokulu cehaletim...
Ruj lekeleri bıraktın bardaklarda
Anlatmak isterdin kendini durmadan
Bir bardağa bile olsa.
Ne diyecektin, ne söyleyecektin
Şairlerin şahı olsan, 
Bir AH’dan başka.
Ah benim nergis kokulu cehaletim
Bana yıllarca, bunca sözü boşa söylettin.
AH!

Güçlü bir el silkeledi beni sonra
Sanırım tanrının eliydi, 
Sayamadım kaç ah döküldü dallarımdan, 
Çok şey geçmiş gibi başımdan
Ah dedim sonra, 
Ah!

İç ses, diye söylendim.
Gel! 
Ahlar ağacından sen de biraz meyve topla.

Vasiyetimdir: 
Bin ahımın hakkı toprağa kalsın...

Didem MADAK

Fotoğraf

Fernando Pessoa
"Huzursuzluğun Kitabı"
"Asla bir geleceğe sahip olmamış olduğum günlerden
birindeyim. Karşımda yalnızca, bir sıkıntı duvarıyla kuşatılmış,
taş kesilmiş bir şimdi var. Irmağın karşı kıyısı, karşıda bulunduğuna
göre, asla bu taraftaki kıyı değil; çektiğim acıların da tek nedeni bu.
Nice limanlara yanaşacak gemiler var elbette, ama hiçbiri hayatın
ıstırap vermez olduğu limana varmayacak, her şeyi unutabileceğimiz
bir rıhtım da yok. Üstünden çok zaman geçti bunların, ama benim
hüznüm hepsinden eski."
Fotoğraf

İnsan, ancak kendi kadar özgür insanların arasında özgürdür.” 

~Mikhail Bakunin

Fotoğraf

by Thomas Gainsborough
"Bay ve bayan Andrews"
Fotoğraf

15 Temmuz 2017 Cumartesi

by Michel Vezinet

Fotoğraf

Deniz Feneri ~ Fazıl Hüsnü Dağlarca

DENİZ FENERİ

Uzanmış koca burun açık denize doğru, 
Lacivert ve gri gecenin değerinde. 
Karanlıkla başlar bir dünya sevgisi, 
Deniz feneri parlar, 
Talihe aldırmadan kayalar üzerinde. 
Bulutlar birleşir alaca düzlüklerde, 
Çöker uzak limanlardan bir sis. 
Bir sıkıntı başlar karanlığında kaderin, 
Bildirir, yanınca yanınca, 
Ömrün neresindesiniz, aşkın neresindesiniz? 
Yüreğin mi daralıyor, yıldız ışığında, 
Bırak anılar gitsin biraz daha geri. 
Ruhu götürmeden vakit yürüyebilir, 
Düşün nasıl durmuş sabırla yüzlerce yıl, 
Hep bu benekte bu deniz feneri. 
Bak deniz savaşlarına, yaşlı korsanlara, 
Uçan dalgalara, uyuyan rüzgara bakmış, 
Bir tek göz kadar kara ve mavi, 
Enginle boş, 
Kısmetsiz balıkçılara bakmış. 
Saçlarında tuz kokan, ölü kokan bir serinlik, 
Yüzünde bir fırtına tadı. 
Durursun yorgun, umutsuz, 
Birden bir daha yanıp söner, sevinçle titrersin, 
Bir şey, belki de yaşaman uzadı.

Fazıl Hüsnü DAĞLARCA
Fotoğraf

AKŞAM ERKEN İNER MAPUSHANEYE ~Ahmed ARİF

AKŞAM ERKEN İNER MAHPUSHANEYE  

  Akşam erken iner mahpushaneye.
  Ejderha olsan kar etmez.
  Ne kavgada ustalığın,
  Ne de çatal yürek civan oluşun.
  Kar etmez, inceden içine dolan,
  Alıp götüren hasrete.

  Akşam erken iner mahpushaneye.
  İner, yedi kol demiri,
  Yedi kapıya.
  Birden, ağlamaklı olur bahçe.
  Karşıda, duvar dibinde,
  Üç dal gece sefası,
  Üç kök hercai menekşe...

  Aynı korkunç sevdadadır
  Gökte bulut, dalda kaysı.
  Başlar  koymağa hapislik.
  Karanlık can sıkıntısı...
  "Kürdün Gelini"ni söyler maltada biri,
  Bense volta'dayım ranza dibinde
  Ve hep olmayacak şeyler kurarım,
  Gülünç, acemi, çocuksu...

  Vurulsam kaybolsam derim,
  Çırılçıplak, bir kavgada,
  Erkekçe olsun isterim,
  Dostluk da, düşmanlık da.
  Hiçbiri olmaz halbuki,
  Geçer süngüler namluya.
  Başlar gece devriyesi jandarmaların...

  Hırsla çakarım kibriti,
  İlk nefeste yarılanır cıgaram,
  Bir duman alırım, dolu,
  Bir duman, kendimi öldüresiye,
  Biliyorum, "sen de mi?" diyeceksin,
  Ama akşam erken  iniyor mahpushaneye.            
  Ve dışarda delikanlı bir bahar,
  Seviyorum seni,
  Çıldırasıya...

Ahmed ARİFFotoğraf