Alman asıllı ABD’li psikanalist, toplum filozofu ve yazar Dr. Erich Fromm, 23 Mart 1900vde Frankfurt-am-Main’de doğdu; 18 Mart 1980'de Ticino'da (Muralto, İsviçre) öldü. 1922'de, Heidelberg Cl üniversitesi’nde doktora öğrenimini tamamladı; ayrıca, Münih ve Berlin’de ruhçözürnleme eğîtîmi gördü. Hitler yönetiminin Ya- hudiler ve aydınlar üzerindeki baskıları nedeniyle 1934’te ABD’ye yerleşti. New York Cfty’de özel çalışmalar yapmasının yanı sıra ABD’deki çeşitli üniversitelerde ve Meksika Ulusal Özerk Önl- versitesrnde öğretim görevlisi olarak çalıştı. Freud ve Marx’ın görüşlerini bağdaştırmaya çalışan Fromm. bireyle toplum arasındaki ilişkiye ve insanın kendisini gerçekleştirmesi sorununa özel bir önem verdi. Meslek yaşamının henüz başlarındayken. İnsan güdülenmesinin içgüdüsel temellere dayandığı konusunda Freud'un ortaya attığı görüşe karşı çıktı. Marx'a yakınlaşarak, toplumsal karakteri İçgüdülerin değil, daha çok kültürel eğitimin belirleyip biçimlendirdiğini savundu. Toplumun yarattığı gereksinmeler ve arzular kadar, biyolojik dürtülerin engellenmesinin de nevrotik çatışmalara neden olabileceği* rri öne sürdü. Her türlü totaliter eğilime ve yabancılaşmaya karşı çıkan Fromm, ekonomik verim ve tüketim yönelimine seçenek olarak, «insancı planlama» dediği bir ahlak anlayışı geliştirdi. Çok üretken bir yazar olan Dr. Fromm'un yapıtları, aralarında Türkçe’nin de bulunduğu birçok dile çevrilmiştir. Bu yapıtların başlıcaları şunlardır; özgürlükten Kaçış (Escape From Freedom; 1941), Kendini Savunan İnsan (Man forHImself; 1947), Sağlıklı Toplum (The Sane Soclety; 1955), Sevme Sanatı (The Art of Lovlng; 1956), Yeni Bir İnsan, Yeni Bir Toplum (Beyond the Chalns of tlluston; 1962), Sevginin ve Şiddetin Kaynağı (The Heart of Man; 1964), Umut Devrimi (The Revolııtlon of Hope; 1968), İnsandaki Yıkıcılığın Kökenleri (The Anatomy of Human Destructlveness; 1973), Sahip Olmak mı, Olmak mı (To Have or To Bo; 1976).
ÖNSÖZ
Bu kitap, ahlâk psikolojisine ilişkin bir inceleme olan Kendini Savunan insan’da dile getirdiğim görüşlerin devamı sayılabilir. Ahlak (etik) ve din, birbiriyle çok yakından ilişkilidir; bu nedenle de bazı yönlerden çakışmaları doğaldır. Ne var ki, Kendini Savunan İnsan’da bütün ağırlığı ahlak konusuna verdiğim halde, bu kitapta din sorununa eğilmeye çalıştım. Burada açıkladığım görüşler, hiçbir anlamda, «psikanaliz» in temsilcisi olma iddiası taşımamaktadır. Din adamı gibi davranan psikanalistler (ruh çözümlemeciler) olduğu gibi, dine ilgi duymayı, çözüme kavuşturulmamış duygusal çatışmaların bir belirtisi sayan psikanalistler de vardır. Bu kitapta benim takındığım tutum ise, her iki gruptan da farklıdır; benim tutumum, olsa olsa, üçüncü bir psikanalist grubunun düşünce tarzını temsil eder. Getirdiği birçok öneriyle bu kitabın biçimlenmesine büyük emeği geçen, daha da önemlisi, araştırıcı ve parlak zekasıyla benim kişisel gelişmeme ve dolaylı olarak da din hakkındaki düşüncelerime büyük katkıda bulunan karıma burada teşekkürü bir borç bilirim.
E. Fromm
ÖNSÖZ II
On altı yıl önce yayımlanmış bir kitabına yeni bir önsöz yazmak durumunda kalan benim gibi bir yazarın kendi kendine soracağı ilk soru, artık yanlış olduğuna inandığı temel noktalar varsa bunları düzeltmek isteyip istemeyeceğidir. Aradan geçen yıllar boyunca, benim düşüncelerim de sürekli bir değişme ve öyle umuyorum ki, gelişme süreci içinde olmuştur; bu nedenle, kitabı yeniden okuduğumda,düzeltmek isteyebileceğim birçok yargıyla karşılaşmaya kendimi epey hazırlamıştım. Ama ne şaşırtıcıdır ki, temel noktalarda değişiklik yapma gereğini hiç duymadım ve kitabın olduğu gibi yeniden basılmasını kabul ettim. Yazarın kendi kendisine sormak isteyeceği ikinci soru, yıllarca önce yazdıklarını genişletmesinin gerekli olup olmadığıdır. Bu sorunun yanıtı, elbette ki «evet»tir. Metin içerisinde, dinsel düşünce kavramı ile bu kavramın ardında yatan insan deneyimini birbirinden ayırmanın önemini vurgulamıştım. Ne var ki, düşünce kavramı ne olursa olsun, «dinsel deneyim» denilebilecek olguyu yeterince tanımlamamıştım. Kitabı bugün yazmış olsaydım,«Dinsel Deneyimin Bazı Türleri» başlıklı bölümü genişlettirdim. Bunu yapmanın yeri burası değil; ama değinmek istediğim bir nokta var:«iman sahibi* olsunlar ya da olmasınlar, dinsel kimlikli kişiler için, yaşam bir sorundur; bu dünyaya gelmiş olmak, insanın çözüm bulması gereken bir sorun oluşturur. Öyleyse, bu kişilerin yaşamındaki en önemli görev, bu soruna bir çözüm bulmaktır; ama bulunacak çözüm, yalnızca düşüncede kalmamalı, onların bütün varlıklarını, yaşama biçimlerini de kapsamalıdır. Dinsel kimlikli kişinin gözünde, yaşam, yiyip içmekten, hayatta kalmaktan, gününü gün etmekten ve kişisel ahlâk ölçütlerine uygun olarak olaylara katılmaktan başka bir anlam taşıması gerekmeyen «verilmiş» bir şey değildir. Dinsel kimlikli kişi, yaşamı baştan başa kuşatan derin varoluşsal ikilemleri duyumsar; özgür olma belirlenmiş, ayrı ama birleşik, bilgi yüklü ama derinlemesine bilgisiz olmanın yol açtığı ikilemlerdir bunlar. Duyumsadığı yalıtılmışlık nedeniyle acı çeker. fiu çelişkilerin çözüme kavuşturulamayacağını bile bile, bunlar en uygun çözümü bulma yönünde çaba gösterir; yaşamındaki bütün hedefleri, bu temel amacın hizmetine koşar. Aslına bakılırsa, hazcı ve ahlaksal insan ile «dinsel» insan arasındaki fark buradadır. Dinsel deneyimin niteliğiyle ilgili düşünceler üretmeye kendimi kaptırmak istemiyorum; çünkü ortaya atacağım düşünceler doğru olsa bile, bu çerçevede ister istemez yetersiz kalacaktır. Bunun yerine, bu sorunun günümüzde özellikle güncellik kazanmasına yol açacakmış gibi görünen bir olguya işaret etmek istiyorum. Sözünü ettiğim olgu, Katolik ve Protestan kiliselerde yaşanmakta olan insancıl yenilenme sürecidir. Papa Johannes XXUV ün büyük ivme kazandırdığı bu hareket, yalnızca Katolikler'le Protestanlar arasında değil, tanrıcı ve tanrısız insancılar (hümanistler) arasında da yeni bir diyaloğun başlamasını sağlamıştır. Bu diyalog süreci, tarafların kendi tanrıcı ya da tanrısız düşünce kavramlarından vazgeçmelerini gerektirmemektedir. Tam tersine, bu süreç, tarafların, insanın bilinçli olarak düşündüklerinin dışında bir başka boyutun, yani insanın hissettiklerinin de var olduğunu kabul ettikleri anlamına gelmektedir. Bu içsel deneyimi sözcüklerle anlatıma kavuşturmak pek mümkün değilse de, böyle bir deneyim geçirmiş elanlart düşünce kavramlarını farklı olmasından kaynaklanan ayrılıklardan daha çok ortak noktaya sahip olduklarını bilirler, Teilhard de Chardin, Hans Küng ve Kari Rahner gibi kişiler, gelişmekte olan bu insancılığın temsilcilerinin yalnızca birkaçıdır. Aynı gelişme, Protestanlık içinde daha da köklü bir biçimde meydana gelmiştir. Sözünü ettiğim tutum, «Tanrısız Hıristiyanlık» adıyla son yıllarda yaygınlık kazanmıştır. Dietrich Bonnhoefer, Kari Bultmann ve daha ılımlı anlamda Paul Tillich, bu köktenci Protestan insancı lığın temsilcileridir. Bu yeni insancılık anlayışının en iyi tanımını, belki de şu sözleriyle Rahip Pire yapmıştır:«önemli olan, inananlarla inanmayanlar arasındaki farklılık değil, umursayanlarla umursamayanlar arasındaki farklılıktır.»
I
SORUN
Günümüzde insanlık, hep peşinde koştuğu umutlan gerçekleştirme olanağına her zamankinden daha yakındır. Bilimsel buluşlarımız ve teknik başarılarımız sayesinde* sofranın yemek isteyen herkes için kurulacağı günleri, insan soyunun birleşik bir toplum kurarak ayn birimler halin-_ de yaşamayı bırakacağı günleri zihnimizde kolayca canlandırabiliyoruz. İnsanın zihinsel olanaklarının böylesine gün ışığına çıkması, toplumu örgütleme ve bütün gücünü amaçlı etkinliklerde yoğunlaştırma yeteneğinin böylesine artması için binlerce yılın geçmesi gerekmiştir. İnsan, kendi yasaları ve kendi yazgısı olan yeni bir dünya yaratmıştır. Yarattığı esere bakınca, gerçekten kıvanç duyabilir.
Ama dönüp de kendisine baktığında ne diyecektir? İnsan soyunun bir başka düşü olan insanın kusursuzlaşması ülküsünü gerçekleştirme evresine yaklaşmış mıdır? Komşusunu seven, haksız davranmaktan kaçman, her zaman doğruyu konuşan ve Tann’nm yeryüzündeki görüntüsü olma yeteneğine sahip olduğunu kavrayan insanı gerçekleştirme evresine yaklaşmış mıdır?
Bu sorunun ortaya atılması, insana sıkıntı vermektedir; çünkü yanıtı açık seçik ve üzücüdür. Harika şeyler yaratmış olmakla birlikte, bu görkemli uğraşının hakkını verecek insanlar haline gelmeyi başarabildiğimiz söylenemez. Bizim yaşamımız, kardeşçe, mutlu, erinçli bir yaşam değil; çılgınlık durumuna tehlikeli bir biçimde yaklaşan manevi kargaşanın ve aymazlığın damgasını taşıyan bir yaşamdır. Burada sözünü ettiğim çılgınlık durumu, Ortaçağ’da görülen histeri türü bir çılgınlık değil» içsel gerçeklikle bağlantının koptuğu ve düşüncenin duygudan ayrıldığı şizofreniye yakın bir çılgınlıktır.
Her sabah, her akşam gazetelerde okuduğumuz ya da yayın organlarında izlediğimiz bazı haberleri anımsamak yeter. New York'ta yaşanan su sıkıntısına çare olarak, bir yandan kiliselerde yağmur duasına çıkılması önerilirken, öte yandan da bilim çevrelerinde kimyasal yöntemlerle yağmur yağdırma girişimlerine tanık olunuyor. Bir yılı aşkın süreden beri, uçan dairelerin görüldüğüne ilişkin haberler birbirini ziliyor; kimileri uçan daire diye bir şeyin olmadığını söylerken, kimileri bunların gerçek ve bizim ülkemize ya da yabancı ülkelere ait yeni askeri araçlar olduklarını söylüyorlar; kimileri de, ciddi ciddi, bunların başka gezegenlerde yaşayanlarca gönderilen makineler olduklarını öne sürüyorlar. Amerika’nın parlak bir gelecek kurma olanağının ilk kez bu denli güçlü olduğunu öğreniyoruz; ama yine aynı sayfada savaş çıkabileceği dile getiriliyor ve bilim adamları, atom silahlarının yerküreyi toptan yıkıma sürükleyip sürüklemeyeceğini tartışıyorlar.
İnsanlar kiliselere giderek, sevgi ve yardımseverlik ilkelerinin öğütlendiği vaazlar dinliyorlar; ama yine aynı insanlar, bir malı, maddi bakımdan kaldıramayacağını bildikleri bir müşteriye satmakta bir an bile duraksamazlar. Pazar günleri kilise okuluna giden çocuklar, dürüstlüğün, doğruluğun ve canlılara sevgiyle yaklaşmanın, yaşama yol gösteren ilkeler olması gerektiğini öğrenirler; oysa «yaşamdın bize öğrettiği ders, bu ilkelere uyarsak, en iyi olasılıkla, gerçeklerden kopup hayal dünyasında yaşayan kişiler haline geleceğimizdir. Basın, radyo ve televizyonla iletişim alanında en olağanüstü imkânlara sahibiz; ama yine de her gün, daha önce aşılanmamış olan çocukların zihnini bulandıracak nitelikteki bir sürü saçmalıkla besleniyoruz. Birçoklan, yaşam biçimimizin bizi mutlu ettiğini dile getiriyorlar. Peki bu sıralarda mutlu olan kaç kişi var? Lifedergisinde bir süre Önce yayımlanan ve bir cadde köşesinde* yeşil ışığın yanmasını bekleyen bir grup insanı gösteren doğal bir fotoğrafı anımsamak ilginç olacaktır. Bu fotoğrafın böylesine dikkat çekici ve böylesine sersemletici olmasına yol açan şey, hepsi de donup kalmış ve ürkmüş gibi görünen bu insanların, korkunç bir kazaya tanık olmuş insanlar değil, işine giden sıradan insanlar olmalarıydı.
Mutlu olduğumuz inancına sarılıyoruz; çocuklarımıza, kendimizden önceki bütün kuşaklardan daha ileri olduğu* muzu, her arzunun eninde sonunda gerçekleşeceğini ve ulaşamayacağımız hiçbir şeyin bulunmadığını öğretiyoruz. Durmaksızın zihinlerimize perçinlenen bu inanç, görüntülerle destekleniyor.
Ama çocuklarımız, gidecekleri yönü ve yaşama amaçlarını bildiren bir ses işitecekler mi? Bütün insanlar gibi onlar da yaşamın bir anlamı olması gerektiğini hissediyorlar; ama nedir bu anlam? Ne yana dönseler karşı karşıya kaldıkları çelişkilerde mi, incir çekirdeğini doldurmayan sözlerde mi, ikiyüzlü teslimiyette mi bulacaklar bu anlamı? Onlar mutluluğun, doğruluğun, adaletin, sevginin ve bağlanacak bir şeyin özlemini çekiyorlar; onların bu özlemini karşılayabilecek miyiz?
Biz de onlar kadar umarsız durumdayız. Yanıtı bilmiyoruz, çünkü biz de soruyu sormayı unuttuk. Yaşamımızın sağlam temellere dayandığı iddiasını sürdürüyor; bir türlü* kurtulamadığımız huzursuzluk, kaygı ve kafa karışıklığı bulutlanın görmezlikten geliyoruz.
Bazı insanlar, çareyi dine dönmekte buluyorlar; ama bunu, inanç sahibi oldukları için değil, dayanılmaz ağırlıktaki bir kuşkudan kaçmak için yapıyorlar; onların bu kararını belirleyen, bir şeye adanma isteği değil, güvenlik arayışıdır. Uzmanlık alanı çağdaş ortam olan ve kiliseyle değil de insan ruhuyla ilgilenen kişiler, bu yönelişi, sinir rahatsızlığının bir başka belirtisi olarak görüyorlar.
Geleneksel dine yönelerek bir çözüme ulaşmaya çabalayan kişiler, dincilerin sık sık önerdikleri bir görüşün etkisi altında kalıyorlar. Bu görüşe göre, yalnızca içgüdüse* gereksinmelerimizi karşılamayı ve maddi rahatlığımızı sağlamayı amaçlayan yaşam biçimi ile din arasında bir seçimi yapmamız gerekir; eğer Tanrı'ya inanmıyorsak, ruha ve onun gereklerine inanmamız için de bir nedenimiz —ve hakkımız— olmaz. Buhla ilgilenen tek meslek grubu, sevgi, doğruluk ve adalet ülkülerinin biricik savunucuları sanki papazlar ve din adamlarıymış gibi bir görüntü yaratılıyor.
Konuya tarihsel açıdan yaklaşılırsa, gerçeğin her zaman böyle olmadığı görülür. Mısır kültürü gibi bazı kültürlerde, rahipler «ruh hekimi» işlevi yüklenmekle birlikte, Yunan kültürü gibi bazı kültürlerde de bu işlev, hiç değilse bir ölçüde, düşünürlerce paylaşılmıştır. Sokrates, Platon, Aristoteles gibi düşünürler, herhangi bir dinsel vahyin sözcüleri olduklarını öne sürmemekle birlikte, mantığın verdiği güçle, insan mutluluğuna ve insan ruhunun gelişmesine duydukları ilginin verdiği güçle konuştuklarını dile getirmişlerdir. Onlar, en önemli irdeleme konusu olarak gördükleri insanı, başlıbaşına bir amaç olarak ele almışlardır. Onlann felsefe ve ahlâk üzerine olan denemeleri, aynı zamanda ruhbilimle ilgili yapıtlardır. Bu ilkçağ geleneği, Rönesans’ta da sürdürülmüştür ve başlığında «Psychologia» (ruhbilim) sözcüğünü kullanan ilk kitabın altbaşlığınm Hocest de Perfectione Hominis (İnsanın Kusursuzluğu Üzerinedir) ı olması son derece anlamlıdır. Bu gelenek, Aydınlanma Dönemi'nde doruk noktasına ulaşmıştır. İnsan ruhunu incelemeyi de kendilerine amaç edinen Aydınlanma düşünürleri, insanın mantığına yürekten inandıkları için, siyasal zincirlerin yanı sıra boş inanç ve cehalet zincirlerinden de kurtulmuş bir insanlığı savunmuşlardır. Onlar, insanlığa, yanılsamaların sürdürülmesini gerektiren yaşama koşullarını ortadan kaldırmayı öğretmişlerdir. Onlann ruhbilimsel sorgulamaları, insan mutluluğunun koşullarını ortaya çıkarma çabasından doğmuştur. Onlann anlayışına göre, mutluluk, ancak insanın iç özgürlüğüne kavuşmasıyla gerçekleşebilir, çünkü ancak o zaman insan zihinsel bakımdan sağlıklı olabilir. Ne var ki, son birkaç kuşak içinde, Aydın- ianma’nın akılcılığı köklü değişiklikler geçirmiştir. Yeni*) Rudolf Goeckel, 1590» maddi zenginliğin ve doğayı denetlemede ulaştığı başarının sarhoşluğuna kapılan insan, kendisini, yaşamın ve kuramsal sorgulamaların başlıca konusu olarak görmez olmuştur. Doğruyu ortaya çıkarmanın ve olguların görünür yüzeyinin altındaki öze ulaşmanın aracı olan aklın yerini, salt nesneleri ve insanları idare etmenin aracı olan zeka almıştır. İnsan, davranışla ilgili kurallara ve fikirlere aklın gücüye geçerlilik kazandırılabileceğine inanmaz olmuştur.
Zihin ve duygu ortamındaki bu değişiklik, ruhbilimin bir bilim dalı olarak gelişmesini derinden etkilemiştir Ni- etzsche ve Kierkegaard gibi istisnai kişilikleri saymazsak, ruhbilimi, insanın erdemi ve mutluluğu bakımından ruhun incelenmesi olarak ele alan anlayış terkedilmiştir. Doğa bilimlerini ve ölçme, sayma gibi laboratuvar yöntemlerini taklit etmeye kalkışan akademik ruhbilim, ruh dışında her şeyle ilgilenir olmuştur. İnsanın laboratuvarda araştırılabilen yönlerini anlamaya çabalamış; vicdan, değer yargıları, iyiyi ve kötüyü ayırt edebilme gibi özelliklerin metafizik kavramlar olduklarını ve ruhbilim sorunları sayılamayacaklarını öne sürmüştür; insanın önemli sorunlarını incelemek için yeni yöntemler geliştirmek yerine, sözde bilimsel bir yönteme uygun düşen önemsiz sorunlarla uğraşmayı yeğlemiştir. Böylece ruhbilim, ana inceleme konusu olan ruhu kapsamayan bir bilim olup çıkmıştır; mekanizmalarla, tepki geliştirmelerle, içgüdülerle ilgilenmiş, ama en başta insana özgü olan sevgi, akıl, vicdan, değerler gibi olgularla uğraşmamıştır.
Daha sonra. Aydınlanma akılcılığının son büyük temsilcisi ve bu anlayışın sınırlılığım gösteren ilk kişi olan Fre- ud adını duyurmuştur. Freud, 'salt zekanın zafer şarkılan- nı susturma yürekliliğini göstermiştir. Aklın en değerli ve en özgül insan yeteneği olduğunu, ama yine de tutkuların çarpıtıcı etkisinden kurtulamadığını, insan aklının işlevini hakkıyla yerine getirebilmesi için insan tutkularının anlaşılması gerektiğini ortaya koymuştur. İnsan aklının gücünü gözler önüne serdiği gibi kusurlarını da gün ışığına çıkarmış ve «Doğrular sizi özgürleştirir» sözünü, yeni bir sağaltım (terapi) anlayışının yol gösterici ilkesi yapmıştır. Freud, ilk başlarda, yalnızca bazı hastalık türleri ve bunların tedavisiyle uğraştığını sanmıştır. Ama zaman içinde, tıp alanının çok dışına çıktığını ve insan ruhunu inceleyen bir bilim dalı olarak ruhbilimi, yaşama sanatının, mutluluğa ulaşmanın kuramsal temeli haline getiren bir anlayışı benimsediğini farketmiştir.
Freud’un uyguladığı yöntem olan psikanaliz (ruhçö- zümleme), ruhun en ince ayrıntısına değin ve en yakından incelenmesini sağlamıştır. Psikanalistin «laboratuvar»mda, hiç araç-gereç yoktur. Psikanalist, bulgularını ölçemez ya da sayamaz; ama düşler, düşlemler ve çağrışımlar aracılığıyla, hastasının saklı kalmış arzularma ve kaygılarına ulşmayı başarır. «Laboratuvar*mda, yalnızca gözlemlerine, aklına ve bir insan olarak sahip olduğu deneyimlere dayanarak, akıl hastalığının, manevi sorunlardan ayn düşünüldüğünde anlaşılamayacağını, çözümlediği kişinin, ruhunun gerksinmelerini savsakladığı için hasta olduğunu ortaya çıkarır. Psikanalist, bir tannbilimci ya da düşünür değildir ve bu alanlarda uzmanlık iddiasında bulunmaz; ama bir ruh hekimi olarak o, felsefenin ve tanrıbilimin uğraştığı sorunların aynısıyla, yani insan ruhu ve onun sağaltımıyla uğraşmaktadır.
Psikanalistin işlevini bu şekilde tanımlarsak, şu anda iki meslek grubunun ruhu kendisine konu edindiğini görürüz; bu gruplar, din adamları ve psikanalistlerdir. Bu iki grubun karşılıklı ilişkisi nedir? Psikanalistler din adamlarının alanını işgal etmeye mi çalışıyorlar; bunlar arasında rekabetin doğması kaçınılmaz mıdır? Yoksa bu iki grup, aynı amaçlar için çalışan ve gerek kuramda gerekse uygulamada birbirinin alanına geçip yardımlaşması gereken bağlaşık gruplar mıdır?
Birinci bakış açısı, hem psikanalistlerce hem de din adamlarınca dile getirilmiştir. Freud'un Bir YanılsamanınGeleceği (The Future of an Illusion) * ve Sheen'in Ruh Barışı (Peace of SouD* adlı yapıtları, rekabetten yana olan tutumun örnekleridir. C.G. Jung'un* ve Haham Liebman’m* yazırlarında ise psikanalizle dini uzlaştırma çabası dikkati çekmektedir. Oldukça önemli sayıda din adamının psikanaliz öğrenimi görmesi, psikanaliz ile dini kaynaştırmanın yararına olan inancın, dinsel uygulama alanında hangi aşar maya geldiğinin bir göstergesidir.
Psikanaliz ve din sorununu burada yeni baştan ele almanın nedeni, uzlaşmaz karşıtlık ya da çıkar birliği seçeneklerinden birisini benimsemenin yararsız olduğunu göstermek istememdir. Çokyönlü ve soğukkanlı bir tartışma, din ile ruhbilim arasındaki ilişkinin, bu basit ve kolaycı tutumların birisine ya da diğerine sığdırılamayacak kadar karmaşık olduğunu ortaya koyabilir.
2) Liverlght Publlshlng Corporation, 1949.
3) Bu konu bazen talihsiz bir biçimde ele alınmaktadır; bu talihsiz tutumun bir örneği de Monsenyör Sheen'in Ruh Barışı’ndaki (VVhlttlesey House, 1949) sözleridir. Şöyle yazıyor Sheen: «'Maske düşmüştür: [psikanaliz] Tanrı'nın ve ahlaksal bir ülkünün yadsınmasına yol açmaktadır* (Freud, Bir Yanılsamanın Geleceği, s. 64) diye yazan Freud, bu sözüyle, bir kurama akıldışı bir önyargının damgasını vurmuş oluyor.» Sheen, burada aktardığı söz Freud'un kendi görüşüyümüş gibi bir izlenim uyandırıyor. Oysa Freud'un kitabındaki ilgili bölüme bakılırsa, aktarılan cümlenin şu sözlerden sonra geldiği görülecektir: «Eğer şimdi, tepki çekebilecek böyle sözlerle ortaya çıkarsam, insanlar hiç zaman yitirmeden, benim kişiliğimle ilgili duygularını psikanalize yansıtacaklardır. işte gördünüz mü/ diyeceklerdir, 'psikanalizin neye yol açtığını?’ (İtalikler benim. E.F.) Maske düşmüştür; gerçekten bizim her zaman düşündüğümüz gibi, bu, Tanrı’nın ve ahlaksal bir ülkünün ayd- sınmasına yol açmaktadır. Bu gerçeği bulmamıza engel olmak amacıyla, psikanalizin felsefi bir tutum olmadığına ve olamayacağına inandırıldık.» Freun’un, kendi görüşünü açıklamak yerine, insanların psikanalize hangi silahlarla saldıracaklarına seğinmektedir. Yapılan çarpıtma, Freud'un yalnızca Tanrı'yı değil, ahlaksal bir ülküyü de yadsıdığı varsayımından kaynaklanmaktadır. Varsayımın birinci bölümü doğru olmakla birlikte, ikinci bölümü Freud'un tutumuyla uyuşmamaktadır. Tanrı’yı
Eğer din kurallarını benimsemiyorsak, ruha duyduğumuz ilgiden vazgeçmemizin doğru olmayacağını ilerki say- falrada göstermek istiyorum. Psikanalist, gerek dinin gerekse dindışı simge sistemlerinin arkasındaki insan gerçeğini incelemek durumundadır. Ö zaman, asıl sorunun, insanın dine yönelerek Tann’ya inanıp inanmaması değil, sevgiyi yaşayıp yaşamadığı ve doğruyu düşünüp düşünmediği olduğunu görecektir. Eğer böyle davranırsa, kullandığı simge sistemleri ikinci derecede önem taşır; ama eğer böyle davranmazsa, bu sistemlerin hiçbir önemi yoktur.yadsımanın ahlaksal ülküleri de yadsımak anlamına geldiğine inanmak elbette Sheen'e kalmış bir şeydir; ama bunu Freud’un kendi görüşüymüş gibi sunmaya kalkışmak yakışık almaz. Eğer Sheen, «gerçekten bizim her zaman düşündüğümüz gibi» sözlerini koruyarak ya da bu sözlerin alıntıdan çıkarıldığını belirterek Freud’un sözlerini doğru aktarsaydı, okuyucuyu kolayca yanıltamazdı.
4) Ruhbilim ve Din (Psychology and Rellgion), Yale Unlversity Press. 1938.
5) Zihin Barışı, (Peace of Mlnd), Slmon and Schuster, 1946.
1. Sorunla ilgili tartışmaların bugünkü durumunu ortaya koymak ve benim yola çıkmak istediğim noktayı saptamak.
2. Freud ve Jung’un kullandıkları temel kavramlardan bazılarını tartışarak bundan sonraki bölümlerin altyapısını kurmak.
3. Freud’un dine «karşı», Jung’un ise dinden «yana» olduğu yolundaki yaygın kanıyı düzeltmek; böylece, konuyu aşırı derecede basitleştiren böylesi yargılara bu karmaşık alanda başvurmanın yanlışlığını görecek ve «din» ile «psikanaliz terimlerinin anlamlarındaki belirsizlikleri tartışabileceğiz.
Bir Yanılsamanın CeleceğVtıde açıkladığı biçimiyle, Freud’un din konusundaki tutumu nedir?
Freud’a göre, din, insanın kendi dışındaki doğa güçlerini ve kendi içindeki içgüdüsel güçleri göğüslemeye uğraşırken yaşadığı çaresizliğin ürünüdür. Din, insanlığın geliş-
meşinin erken bir evresinde ortaya çıkar. Bu evrede insan, sözü edilen dış ve iç güçlerle başedebilmek için aklını kullanmayı henüz bilmemektedir; o zaman da ya bunları bastırmak ya da başka etkili güçlerin yardımıyla alt etmek zorunda kalmaktadır. Böylelikle, bu güçleri akıl aracılığıyla denetim altına almak yerine, «karşıt etkiler» den, başka duygusal güçlerden yardım dilemeyi yeğlemektedir; bunların işlevi, insanın aklıyla alt etmekte yetersiz kaldığı güçleri bastırmak ve denetlemektir.
Bu süreç içinde insan, Freud’un «yanılsama» olarak adlandırdığı olguyu geliştirir; bu olgunun maddi temeli ise, insanın bir çocuk olarak edindiği kendi bireysel deneyimleridir. Kendi içindeki ve dışındaki tehlikeli, denetlenemez, anlaşılamaz güçlerle karşı karşıya kalan insan, deyim yerindeyse, çocukluğunda edinmiş olduğu bir deneyimi anımsar ve o deneyime geriler; söz konusu deneyim, çocuğun, üstün bir akla ve güce sahip olduğuna inandığı, emirlerine boyun eğerek ve yasaklarını çiğnemekten kaçınarak sevgisini kazanabileceğini bildiği bir baba tarafından korunduğunu hissetmesidir.
Bu nedenle din, Freud’a göre, çocuğun bu deneyiminin yinelenmesidir. İnsan, çocukluğunda babasına güvenerek, hayranlık duyarak ve ondan korkarak kendi güvensizliğiyle baş etmeyi öğrendiği gibi, tehdit edici güçlerle başedebilmek için de aynı yolu izler. Freud, çocuklarda görülen saplantı nevrozlarıyla din arasında paralellik kurar ve dini, çocukluk dönemi nevrozlarına neden olan koşullara benzeyen koşullardan kaynaklanan ortaklaşa bir nevroz olarak tanımlar.
Dinin psikolojik kökenleri konusunda Freud’un yaptığı bu çözümlemenin amacı, insanların niçin tanrı fikrini geliştirdiklerini ortaya koymaktır. Ama bu çözümleme, dinin psikolojik kökenlerine ulaşmakla yetinmediğini öne sürmektedir. İnsan arzularına dayalı bir yanılsama olarak nitelendirdiği tanrıcı kavramın gerçekdışılığını böylece ortaya koyduğunu savunmaktadır.1
Freud, dinin bir yanılsama olduğunu kanıtlama çabasını da yeterli bulmaz. Dinin bir tehlike olduğunu söyler, çünkü, onun görüşüne göre, din, bütün tarihi boyunca işbirliği yaptığı kötü insan kurumlannı kutsama eğilimi gösterir. Dahası, insanlara bir yanılsamaya inanmayı öğreterek ve eleştirel düşünceyi yasaklayarak, zihinsel bakımdan körleşmeye önayak olur. 2 İlk suçlama gibi bu suçlama da, aydınlanma düşünürlerince kiliseye yöneltilmiştir. Ama Freud’un geliştirdiği ilişkiler çerçevesinde, bu ikinci suçlama, onsekizinci yüzyılda olduğundan çok daha etkilidir. Eleştirel düşünceye getirilen yasağın, kişinin başka düşünce alanlarındaki eleştirel yeteneğini de körelttiğini ve böylece, aklın gücüne engel olduğunu, Freud çözümleme çalışmalarında ortaya koyabilmiştir. Freud’un. dine yönelttiği üçüncü itiraz, dinin ahlakı son derece sallantılı bir zemine oturtmasından kaynaklanır. Ahlak ölçütlerinin geçerliliği, bunların Tanrı buyruğu olmalarına dayanıyorsa, ahlakın geleceği de Tanrı inancına bağımlı olacaktır. Freud, dinsel inancın zayıflama sürecinde olduğu varsayımını benimsediği için din ile ahlak arasındaki bağlantıyı sürdürmenin, ahlaksal değerlerimizde yıkıma neden olacağını belirtmek zorunda kalmıştır.
1) Freud'un bizzat belirttiğine göre, bir fikrin bir arzuyu doyurması, İlle de o fikrin yanlış olduğu anlamına gelmez. Psikanalistler bazen böyle hatalı bir sonuca ulaştıkları için, Freud’un bu görüşünü vurgulamak İstiyorum. Gerçekten, insanın doğru olmasını arzulayarak ulaştığı birçok doğru fikir olduğu gibi birçok yanlış fikir de vardır. Büyük buluşların çoğu, bir şeylerin doğru olup olmadığını ortaya çıkarma merakından doğmuştur. Böyle bir merak öğesinin varlığı, gözlemciyi kuşkuya düşürebilir, ama bir kavramın ya da yargının geçerliliğini asla çürütmez. Geçerlilik ölçütü, güdünün psikolojik çözümlemesinde değil, bir varsayımın mantıksal çerçevesi İçerisinde o varsayımın lehindeki ve aleyhindeki verilerin irdelemesinde bulunabilir.
2) Freud, bir çocuğun parlak zekasıyla ortalama bir yetişkinin körelmiş aklı (Denkschwâche) arasındaki karşıtlığa parmak basmıştır. İnsanın «ne içteki doğa»sının, akıldışı öğretiler nedeniyle ortaya çıkan durum kadar akıldışı olamayablleceğl görüşünü dile getirmiştir.
Freud’un dinde keşfettiği tehlikelerden açıkça anlıyoruz ki, dinin tehdidi altında gördüğü şeyler, onun kendi ülküleri ve kendi değerleridir, yani akıldır, insan mutluluğudur ve ahlaktır. Bununla birlikte, Freud'un dine yönelik eleştirisinden yapılan çıkarsamalara dayanmak zorunda değiliz; o, kendi inandığı ölçütleri ve ülküleri çok açık biçimde dile getirmiştir: Kardeşçe sevgi (Menschenliebe) . doğruluk ve özgürlük. Freud’a göre, akıl ve özgürlük, karşılıklı olarak birbirine bağımlıdır. Eğer insan, babacan Tanrı yanılsamasını bir yana bırakırsa, evrendeki yalnızlığı ve önemsizliğiyle yüzyüze gelirse, baba ocağından ayrılmış bir çocuk gibi olur. Bununla birlikte, insan gelişmesinin amacı da işte bu çocuksu düşkünlüğü alt etmektir. İnsan, kendisini, gerçekle yüzyüze gelebilecek biçimde eğitmelidir. Eğer insan, kendi yeteneklerinden başka güvenebileceği hiçbir şey olmadığını bilirse, bu yeteneklerini yeterli yerince kullanmayı öğrenecektir. Ancak otorite —tehdit eden ve koruyan otorite— karşısında bağımsızlığını kazanmış özgür insan, akıl gücünü kulanabilir, dünyayı ve bu dünyadaki rolünü nesnel biçimde kavrayabilir; bunu yaparken de yanılsamaya düşmediği gibi, kendi içinde varolan güçleri geliştirme ve kullanma yeteneğini işe koşar. Ancak büyüyüp otoriteye bağımlı olmaktan ve otoriteden korkmaktan kurtulursak, kendimizi düşünmeyi göze alabiliriz; ama bunun tersi de doğrudur. Ancak düşünme yürekliliğini gösterirsek, kendimizi otoritenin egemenliğinden, kurtarabiliriz. Freud’ un, güçsüzlük duygusuyla dinsel duyguyu birbirine karşıt duygular olarak gördüğünü belirtmek, bu bağlamda yerinde olacaktır. Birçok tanrıbilimcinin —ve daha sonra göreceğimiz gibi, bir ölçüde de Jung’ün— bağımlılık ve güçsüzlük duygusunu dinsel deneyimin özü saydıklarını dikkate alacak olursak, Freud’un bi yargısı çok önemlidir. Bu yargı, anıştırma yoluyla da olsa, Freud’un dinsel deneyim anlayışını, yani bağımsızlık ve kişinin kendi yeteneklerinin ayırdında olması anlayışını açıkça ortaya koymaktadır. Bu ayrımın, din ruhbilimindeki belirleyici sorunlardan birisi olduğunu daha sonra göstermeye çalışacağım.
Şimdi Jung'a dönecek olursak, onun hemen hemen her noktada, Freud’un dinle ilgili görüşlerine karşıt bir tutum içinde olduğunu görürüz.
Jung, benimsediği yaklaşımın genel ilkelerini ortaya koymakla işe başlar. Freud, meslekten bir filozof omadığı halde, tıpkı William James, Dewey ve Macmurray gibi soruna ruhbilimsel ve felsefi bir açıdan yaklaşırken, Jung, kitabının hemen başında şunları belirtir: «Kendimi, olguları gözlemlemekle sınırlandırdım ve metafizik ya da felsefi yorumlardan kaçındım.» 3 Daha sonra, bir ruhbilimci olarak, felsefi yorumlara başvurmadan dini nasıl çözümleyeceğini açıklayarak sürdürür yazısını. Onun bakış açısı, kendi nitelemesiyle, «olgusaldır, yani olgulardan, olaylardan, deneyimlerden, dünyadan, gerçeklerden yola çıkar. Yargıyı değil, olguyu temel alır. Sözgelimi, bakire doğum konusu ele almacak olursa, psikoloji, yalnızca böyle bir düşüncenin var olmasıyla ilgilenir; böyle bir düşüncenin başka bir anlamda doğru mu, yoksa yanlış mı olduğu sorusuyla ilgilenmez. Bu düşünce var olduğuna göre psikolojik bakımdan doğrudur. Psikoloik varoluş, bir fikrin yalnızca tek bireyden kaynaklanması ölçüsünde özneldir. Ama bu fikrin bir toplum tarafından benimsenmesi ölçüsünde nesneldir.»4
Jung’un dinle ilgili çözümlemesini sunmadan önce, yönteme ilişkin bu önermeleri eleştiri süzgecinden geçirmenin gerekli olduğu kanısındayım. Jung’un doğruluk kavramını kullanış biçiminin, elle tutulabilir bir yanı yoktur. Jung, «doğru olan yargı değil, olgudur* diyor, «fil gerçektir, ç:ünkü vardır» 5 diyor. Ama öte yandan, gerçeğin, duyularımızla algıladığımız ve bir simge sözcükle adlandırdığımız bir olgunun tanımını değil, her zaman ve mutlaka bir yargıyı ifade ettiğini unutuyor. Bir fikrin, «var olduğuna göre psikolojik bakımdan doğru» olduğunu belirtiyor. Bununla birlikte, bir fikrin «var olması», onun bir yanılgı olup
3) Ruhbilim ve Din, s. 2
4) a.g.y., s. 3 (italikler bana ait).
5) a.g.y., s. 3.
olmamasına ya da gerçekle ilişkili olup olmamasına bağlı değildir. Bir fikrin var olması, hangi anlamda olursa olsun, onu «doğru» kılmaz. Bir fikrin doğruluğunu, yani betimlemeyi amaçladığı olgularla olan ilişkisini araştırmadan bir sonuca varılamayacağını, pratisyen ruh hekimleri bile bilirler. Aksi halde, sabuklama (hezeyan) ya da paranoya durumlarından söz etmeleri imkânsız olur. Ayrıca, Jung'un yaklaşımı, yalnızca psikiyatri açısından savunulamaz bir nitelik sergilemekle kalmıyor; Jung, dine Freud’dan daha olumlu yaklaşıyormuş gibi görünen ama özünde Yahudilik, Hıristiyanlık ve Budizm gibi dinlere taban tabana karşıt olan görececi (rölativist) bir bakış açısını savunuyor. Burada sözünü ettiğimiz dinler, doğruyu bulma çabasını, insanın en büyük erdemlerinden ve yükümlülüklerinden birisi sayarlar; içten vahiy yoluyla, isterse akıl yoluyla ulaşılmış olsun, bütün öğretilerinin, doğruluk ölçütlerine tabi olduğunu savunurlar.
Jung, kendi tutumunun yarattığı güçlükleri kavramaktan da geri kalmamıştır; ama bunlan çözme çabasıyla tuttuğu yol da ne yazık ki aynı ölçüde tutarsızdır. Jung, «öznel» ve nesnel» terimlerinin ne denli yuvarlak terimler olduklarını bile bile, bunlar arasında ayrım yapmaya çalışıyor. Öyle sanıyorum ki, nesnel olan şeylerin, salt öznel olan şeylerden daha geçerli ve daha doğru olduğunu söylemek istiyor. Onun nesnel ile öznel arasındaki ayrım için kullandığı ölçüt, bir fikrin yalnızca tek bir kişiden mi kaynaklandığı, yoksa bir toplum tarafından mı benimsendiğine bağlıdır. Oysa yaşadığımız çağda, milyonların ahmaklığına, toplumların çılgınlığına bizzat tanık olmuyor muyuz? Akıl dışı tutkuların yoldan çıkardığı milyonlarca insanın, kuruntu ve alaldışılık yönünden tek bir zihnin ürünlerinden hiç de geri kalmayan fikirlere inanabildiklerini yaşayarak görmüyor muyuz? Bunların «nesnel» fikirler olduklarını söylemenin ne anlamı vardır? Bu öznellik ve nesnellik ölçütünün özü, yukarıda değindiğim görececilikten farklı değildir. Daha açık biçimde söylersek, bir fikrin toplumsal kabul görmesini, o fikrin geçerliliğinin, doğruluğunun yada «nesnelliğinin ölçütü , yapan görüş, toplum bilimsel göreceliliktir. 6
Jung, yönteme ilişkin önermelerini ortaya attıktan sonra, ana sorun olan «Din nedir? Dinsel deneyimin niteliği nedir?» sorusuyla ilgili görüşlerini açıklıyor. Bu konuda, birçok tanrıbîlimciyle paylaştığı bir tanım getiriyor. Bu tanımı kısaca özetlemek gerekirse, dinsel deneyimin özü, bizim gücümüzden daha üstün olan güçlere boyun eğmektir. Ama bence, Jung’un sözlerini olduğu gibi buraya aktarmak daha iyi olacaktır. Jung’a göre, din, «Rudolph Otto’nun çok yerinde bir terimlemeyle ’numinosum’ dediği olgunun, yani dinamik bir varlığın ya da etkinin dikkatlice ve inceden inceye gözlemlenmesidir ve bu gözlem, iradeye bağlı keyfi bir eylem değildir. Tam tersine, her zaman yaratıcısı olmaktan çok kurbanı durumunda bulunan tabi insanı elegeçirir ve denetler.» 7
Jung, dinsel deneyimi, bizim dışımızdaki bir güç tarafından ele geçirilme olarak tanımladıktan sonra, bilinçdışı kavramının dinsel bir kavram olduğunu öne sürerek sürdürüyor sözlerini. Jung’a göre, bilinçdışı, salt bireysel zihnin bir parçası değil, zihinlerimize hükmeden ve denetimi^ miz dışında bulunan bir güçtür. «Düşünüzde Ibilinçdışınınl sesini işitiyor olmanız, hiçbir şeyi kanıtlamaz, çünkü sokakta da sesler işitebilirsiniz ama bunlan kendinize ait sesler olarak açıklamazsınız. Bu sesi kendinize ait bir şey olarak nitelemenizi haklı gösterebilecek tek bir koşul vardır; o da kendi bilinçli kişiliğinizi bir bütünün parçası ya da büyük bir daire içinde yer alan küçük bir daire olarak görüyor olmanızdır. Konuk arkadaşına yaşadığı kenti gezdirirken, çalıştığı bankanın binasını gösterip, ‘İşte bu benim bankam,' diyen küçük bir banka memuru da aynı ayrıcalıktan yararlanmaktadır.» 8
6) Evrensel ahlak İle toplumca benimsenen ahlak arasındaki karşıtlık konusunda bak. E. Fromm, Kendini Savunan İnsan (Rlnehart and Com- pany. 1947), ss 237-244.
7) Jung, Ruhbilim ve Din, s. 4. (İtalikler bana alt.)
Jung, din ve bilinçdışı konusunda yaptığı tanımlamanın zorunlu bir sonucu olarak, bilinçdışı zihnin niteliği göz önüne alınınca, bilindışnıın üzerimizdeki etkisinin «temel bir dinsel olgu» 9 olduğu yargısına ulaşıyor. Bundan da çıkan sonuç, gerek dinsel dogmanın gerekse düşlerin dinsel olgular olduklarıdır; çünkü bunlar da dışımızdaki bir gücün denetimi altında oluşumuzun ifadeleridir. Açıkça anlaşılıyor ki, Jung’un mantığına göre, deliliği de düpedüz dinsel bir olgu olarak tanımlamak gerekecektir.
Freud’un ve Jung’un din konusundaki tutumlarına ilişkin irdelememiz, Freud’un dine düşman, Jung’un ise dost olduğu yolundaki yaygın görüşü doğruluyor mu? Hayır. Freud’un ve Jung’un görüşleri' kısaca karşılaştırılacak olursa, bu varsayımın kafa karıştırıcı bir aşırı basitleştirme olduğu görülür.
Freud’a göre, insan gelişiminin amacı, bilgi (akıl, doğru, logos), kardeşçe sevgi, acıların hafifletilmesi, bağımsızlık ve sorumluluk ülkülerini gerçekleştirmektir. Doğu ve Batı kültürlerinin temeli olan bütün büyük dinlerin, Konfuçius, Laozi, Buddha, Peygamberler ve İsa tarafından geliştirilen öğretilerin ahlaksal özünü bu ülküler oluşturur. Bu öğretiler arasındaki bir takım vurgu farklılıklarının olması doğaldır; örneğin, Buddha acıların hafifletilmesini, Peygamberler bilgi ve adaleti, İsa ise kardeşçe sevgiyi vurgular; yine de bu din ulularının, insan gelişiminin amaçları ve insana yol göstermesi gereken kurallar konusunda ne büyük bir uyuşma içinde oldukları dikat çekmektedir. Freud, dinin ahlaksal özünden yana konuşmakta ve bu ahlaksal amaçların eksiksiz biçimde gerçekleşmesine engel olan tanrıcı-doğaüstü yönlerini eleştirmektedir. Dinin tanrıcı ve doğaüstü kavramlarını, insan gelişiminde bir zamanlar gerekli ve ilerletici nitelik taşıyan ama artık gerek duyulmayan ve aslında gelişmenin önünde bir engel oluşturan aşamalar olarak açıklamaktadır. Bu nedenle, Freud’un hangi dini ya
8) a.g.y., s. 47.
9) a.g.y.. 8. 46.
da dinin hangi yönlerini eleştirdiği ve hangi yönlerini savunduğu kesin çizgileriyle belirlenmedikçe, onun dine «karşı» olduğu yargısı, yanlış ve kafa karıştırıcı bir yargı olarak kalacaktır.
Jung’a göre, dinsel deneyimi belirleyen şey, özgül bir tür duygusal deneyimdir; bu da ister Tanrı, isterse bilinçdışı diye adlandırılsın, daha üstün bir güce teslim olmaktır. Hiç kuşkusuz, bu niteleme, belli bir dinsel deneyim türü için doğru olmakla birlikte (sözgelimi, Hıristiyanlık’ta, Luther’in ve Calvin’in öğretilerinin özü budur), bir başka dinsel deneyim türüne, sözgelimi Budizm’in temsil ettiği dinsel deneyime ters düşmektedir. Ama Jung’un din anlayışı, gerçek (doğru) konusunda görececi bir tutumu yansıttığı için, Buddha’cılığa, Yahudilik’e ve Hıristiyanlık’a aykırıdır. Bu dinlerde, insanın doğruyu aramakla yükümlü olması, vazgeçilmez bir koşuldur. Pilatus’un alaycı bir ifadeyle sorduğu, «Gerçek nedir?» sorusu, yalnızca Hıristiyanlık açısından değil, bütün diğer büyük dinler açısından da din karşıtı bir tutumun simgesi olmuştur.
Freud’un ve Jung’un bakış açılarını özetleyecek olursak, Freud’un, ahlak adına dine karşı çıktığı söylenebilir; bu tutum da «dinsel» bir tutum olarak nitelenebilir. Öte yandan Jung, dini psikolojik bir olguya indirgemekte ve aynı zamanda da bilinçdışını dinsel bir olgu konumuna yükseltmektedir. 10
10) Jung’un Ruhbilim ve DIn'de benimsediği tutumun, bir çok bakımdan VVlIliam James’in tutumuna yakın olduğunu, Freud’un tutumunun Isa temel noktalarda John Dewey'ninkine benzediğini belirtmek ilginç olacaktır. William James, bu dinsel tutumu, «bireyin, kutsal olduğuna İnandığı şey karşısında benimsemek zorunda kaldığı ... umarsız ve özverili bir tutum» olarak tanımlıyor (Dinsel Deneyimin Çeşitleri, Modern Llbrary, s. 51). Tıpkı Jung gibi o da bilinçdışı kavramı İle tanrıblllmcilerln Tanrı kavramını karşılaştırıyor. Şöyle diyor: «Aynı zamanda, dinsel İnsanı dışsal bir gûcûn harekete geçirdiği konusunda tanrıblllmcllerln öne sürdükleri sav, kanıtlanmış oluyor; çünkü bilinçaltı bölgeden gelen akınlann nesnel görünüşlere bürünmeleri ve tabi konumundakileri dışsal denetimi benimsemeye yöneltmeleri, bu akınların özelliklerinden birisidir.» (A.g.y., s. 503.) James'e göre, din İle ruhbilim arasındaki ilişki, bilinçdışı (ya da James’in terimini kullanırsak, bilinçaltı) İle Tanrı arasındaki bu bağlantıda yatmaktadır.
John Dewey ise din ile dinsel deneyim arasında ayrım yapar. Onun gözünde, dinin doğaüstü dogmaları, insanın dinsel tutumunu zayıflatmış ve özünden yoksun bırakmıştır. Şöyle der Devvey: «Benim kavradığım anlamdaki dinsel değerler ile dinler arasındaki karşıtlığı aşmaya çabalamak gereksizdir. Çünkü bu değerlerin serbest bırakılması son derece önemlidir ve bu nedenle, söz konusu değerleri mezheplerle ve tapımlarla özdeşleştirmekten vazgeçmek gerekir.» (Ortak Bir İnanç» Yaie University Press, 1934, s. 28.) Tıpkı Freud gibi o da şu görüşleri dile getirir: «İnsanlar, sahip oldukları güçleri, yaşamdaki iyilikleri geliştirmek için hiçbir zaman tam olarak kullanmamışlardır; çünkü kendilerinin yapması gereken şeyi, kendileri ve doğa dışında kalan bir gücün yapmasını bekleyip durmuşlarda» (A.g.y., s. 46.) Ayrıca, John Mac- murray’In Dinsel1 Deneyimin Yapısı (The Strusture of Retigious Expe- rience, Yale University Press, 1936) adlı yapıtında benimsediği tutuma da değinmek gerekiyor Macmurray, akılcı ve akıldışı, duygusal ve kötö din coşkuları arasındaki ayrımı vurgulamıştır. Jung'un benimsediği gö- receci tutuma karşıt bir anlayışla, şunları belirtmiştir: «Doğruluk ve geçerliJik kazanamayan, yanlış ve yalandan kaçınmayan hiçbir düşünce etkinliği haklı gösterilemez.» (A.g.y., s. 54.
II
FREUD VE JUNG
Freud, en kapsamlı ve en başarılı kitaplarından birisi olan Bir Yanılsamanın Geleceği'nde, din ve psikanaliz sorununu ele almıştır. Efsaneleri ve dinsel fikirleri, derin iç görülerin anlatımları olarak değerlendiren ilk psikanalist olan Jung da 1037’de verdiği Terry Derslerinde aynı konuyu ele almıştır; bu dersler, Ruhbilim ve Din adıyla yayımlanmıştır.Burada, bu iki psikanalistin tutumlarının kısa bir özetini sunmak istiyorum; bunu yaparken de şu üç şeyi amaçlıyorum: 1. Sorunla ilgili tartışmaların bugünkü durumunu ortaya koymak ve benim yola çıkmak istediğim noktayı saptamak.
2. Freud ve Jung’un kullandıkları temel kavramlardan bazılarını tartışarak bundan sonraki bölümlerin altyapısını kurmak.
3. Freud’un dine «karşı», Jung’un ise dinden «yana» olduğu yolundaki yaygın kanıyı düzeltmek; böylece, konuyu aşırı derecede basitleştiren böylesi yargılara bu karmaşık alanda başvurmanın yanlışlığını görecek ve «din» ile «psikanaliz terimlerinin anlamlarındaki belirsizlikleri tartışabileceğiz.
Bir Yanılsamanın CeleceğVtıde açıkladığı biçimiyle, Freud’un din konusundaki tutumu nedir?
Freud’a göre, din, insanın kendi dışındaki doğa güçlerini ve kendi içindeki içgüdüsel güçleri göğüslemeye uğraşırken yaşadığı çaresizliğin ürünüdür. Din, insanlığın geliş-
meşinin erken bir evresinde ortaya çıkar. Bu evrede insan, sözü edilen dış ve iç güçlerle başedebilmek için aklını kullanmayı henüz bilmemektedir; o zaman da ya bunları bastırmak ya da başka etkili güçlerin yardımıyla alt etmek zorunda kalmaktadır. Böylelikle, bu güçleri akıl aracılığıyla denetim altına almak yerine, «karşıt etkiler» den, başka duygusal güçlerden yardım dilemeyi yeğlemektedir; bunların işlevi, insanın aklıyla alt etmekte yetersiz kaldığı güçleri bastırmak ve denetlemektir.
Bu süreç içinde insan, Freud’un «yanılsama» olarak adlandırdığı olguyu geliştirir; bu olgunun maddi temeli ise, insanın bir çocuk olarak edindiği kendi bireysel deneyimleridir. Kendi içindeki ve dışındaki tehlikeli, denetlenemez, anlaşılamaz güçlerle karşı karşıya kalan insan, deyim yerindeyse, çocukluğunda edinmiş olduğu bir deneyimi anımsar ve o deneyime geriler; söz konusu deneyim, çocuğun, üstün bir akla ve güce sahip olduğuna inandığı, emirlerine boyun eğerek ve yasaklarını çiğnemekten kaçınarak sevgisini kazanabileceğini bildiği bir baba tarafından korunduğunu hissetmesidir.
Bu nedenle din, Freud’a göre, çocuğun bu deneyiminin yinelenmesidir. İnsan, çocukluğunda babasına güvenerek, hayranlık duyarak ve ondan korkarak kendi güvensizliğiyle baş etmeyi öğrendiği gibi, tehdit edici güçlerle başedebilmek için de aynı yolu izler. Freud, çocuklarda görülen saplantı nevrozlarıyla din arasında paralellik kurar ve dini, çocukluk dönemi nevrozlarına neden olan koşullara benzeyen koşullardan kaynaklanan ortaklaşa bir nevroz olarak tanımlar.
Dinin psikolojik kökenleri konusunda Freud’un yaptığı bu çözümlemenin amacı, insanların niçin tanrı fikrini geliştirdiklerini ortaya koymaktır. Ama bu çözümleme, dinin psikolojik kökenlerine ulaşmakla yetinmediğini öne sürmektedir. İnsan arzularına dayalı bir yanılsama olarak nitelendirdiği tanrıcı kavramın gerçekdışılığını böylece ortaya koyduğunu savunmaktadır.1
Freud, dinin bir yanılsama olduğunu kanıtlama çabasını da yeterli bulmaz. Dinin bir tehlike olduğunu söyler, çünkü, onun görüşüne göre, din, bütün tarihi boyunca işbirliği yaptığı kötü insan kurumlannı kutsama eğilimi gösterir. Dahası, insanlara bir yanılsamaya inanmayı öğreterek ve eleştirel düşünceyi yasaklayarak, zihinsel bakımdan körleşmeye önayak olur. 2 İlk suçlama gibi bu suçlama da, aydınlanma düşünürlerince kiliseye yöneltilmiştir. Ama Freud’un geliştirdiği ilişkiler çerçevesinde, bu ikinci suçlama, onsekizinci yüzyılda olduğundan çok daha etkilidir. Eleştirel düşünceye getirilen yasağın, kişinin başka düşünce alanlarındaki eleştirel yeteneğini de körelttiğini ve böylece, aklın gücüne engel olduğunu, Freud çözümleme çalışmalarında ortaya koyabilmiştir. Freud’un. dine yönelttiği üçüncü itiraz, dinin ahlakı son derece sallantılı bir zemine oturtmasından kaynaklanır. Ahlak ölçütlerinin geçerliliği, bunların Tanrı buyruğu olmalarına dayanıyorsa, ahlakın geleceği de Tanrı inancına bağımlı olacaktır. Freud, dinsel inancın zayıflama sürecinde olduğu varsayımını benimsediği için din ile ahlak arasındaki bağlantıyı sürdürmenin, ahlaksal değerlerimizde yıkıma neden olacağını belirtmek zorunda kalmıştır.
1) Freud'un bizzat belirttiğine göre, bir fikrin bir arzuyu doyurması, İlle de o fikrin yanlış olduğu anlamına gelmez. Psikanalistler bazen böyle hatalı bir sonuca ulaştıkları için, Freud’un bu görüşünü vurgulamak İstiyorum. Gerçekten, insanın doğru olmasını arzulayarak ulaştığı birçok doğru fikir olduğu gibi birçok yanlış fikir de vardır. Büyük buluşların çoğu, bir şeylerin doğru olup olmadığını ortaya çıkarma merakından doğmuştur. Böyle bir merak öğesinin varlığı, gözlemciyi kuşkuya düşürebilir, ama bir kavramın ya da yargının geçerliliğini asla çürütmez. Geçerlilik ölçütü, güdünün psikolojik çözümlemesinde değil, bir varsayımın mantıksal çerçevesi İçerisinde o varsayımın lehindeki ve aleyhindeki verilerin irdelemesinde bulunabilir.
2) Freud, bir çocuğun parlak zekasıyla ortalama bir yetişkinin körelmiş aklı (Denkschwâche) arasındaki karşıtlığa parmak basmıştır. İnsanın «ne içteki doğa»sının, akıldışı öğretiler nedeniyle ortaya çıkan durum kadar akıldışı olamayablleceğl görüşünü dile getirmiştir.
Freud’un dinde keşfettiği tehlikelerden açıkça anlıyoruz ki, dinin tehdidi altında gördüğü şeyler, onun kendi ülküleri ve kendi değerleridir, yani akıldır, insan mutluluğudur ve ahlaktır. Bununla birlikte, Freud'un dine yönelik eleştirisinden yapılan çıkarsamalara dayanmak zorunda değiliz; o, kendi inandığı ölçütleri ve ülküleri çok açık biçimde dile getirmiştir: Kardeşçe sevgi (Menschenliebe) . doğruluk ve özgürlük. Freud’a göre, akıl ve özgürlük, karşılıklı olarak birbirine bağımlıdır. Eğer insan, babacan Tanrı yanılsamasını bir yana bırakırsa, evrendeki yalnızlığı ve önemsizliğiyle yüzyüze gelirse, baba ocağından ayrılmış bir çocuk gibi olur. Bununla birlikte, insan gelişmesinin amacı da işte bu çocuksu düşkünlüğü alt etmektir. İnsan, kendisini, gerçekle yüzyüze gelebilecek biçimde eğitmelidir. Eğer insan, kendi yeteneklerinden başka güvenebileceği hiçbir şey olmadığını bilirse, bu yeteneklerini yeterli yerince kullanmayı öğrenecektir. Ancak otorite —tehdit eden ve koruyan otorite— karşısında bağımsızlığını kazanmış özgür insan, akıl gücünü kulanabilir, dünyayı ve bu dünyadaki rolünü nesnel biçimde kavrayabilir; bunu yaparken de yanılsamaya düşmediği gibi, kendi içinde varolan güçleri geliştirme ve kullanma yeteneğini işe koşar. Ancak büyüyüp otoriteye bağımlı olmaktan ve otoriteden korkmaktan kurtulursak, kendimizi düşünmeyi göze alabiliriz; ama bunun tersi de doğrudur. Ancak düşünme yürekliliğini gösterirsek, kendimizi otoritenin egemenliğinden, kurtarabiliriz. Freud’ un, güçsüzlük duygusuyla dinsel duyguyu birbirine karşıt duygular olarak gördüğünü belirtmek, bu bağlamda yerinde olacaktır. Birçok tanrıbilimcinin —ve daha sonra göreceğimiz gibi, bir ölçüde de Jung’ün— bağımlılık ve güçsüzlük duygusunu dinsel deneyimin özü saydıklarını dikkate alacak olursak, Freud’un bi yargısı çok önemlidir. Bu yargı, anıştırma yoluyla da olsa, Freud’un dinsel deneyim anlayışını, yani bağımsızlık ve kişinin kendi yeteneklerinin ayırdında olması anlayışını açıkça ortaya koymaktadır. Bu ayrımın, din ruhbilimindeki belirleyici sorunlardan birisi olduğunu daha sonra göstermeye çalışacağım.
Şimdi Jung'a dönecek olursak, onun hemen hemen her noktada, Freud’un dinle ilgili görüşlerine karşıt bir tutum içinde olduğunu görürüz.
Jung, benimsediği yaklaşımın genel ilkelerini ortaya koymakla işe başlar. Freud, meslekten bir filozof omadığı halde, tıpkı William James, Dewey ve Macmurray gibi soruna ruhbilimsel ve felsefi bir açıdan yaklaşırken, Jung, kitabının hemen başında şunları belirtir: «Kendimi, olguları gözlemlemekle sınırlandırdım ve metafizik ya da felsefi yorumlardan kaçındım.» 3 Daha sonra, bir ruhbilimci olarak, felsefi yorumlara başvurmadan dini nasıl çözümleyeceğini açıklayarak sürdürür yazısını. Onun bakış açısı, kendi nitelemesiyle, «olgusaldır, yani olgulardan, olaylardan, deneyimlerden, dünyadan, gerçeklerden yola çıkar. Yargıyı değil, olguyu temel alır. Sözgelimi, bakire doğum konusu ele almacak olursa, psikoloji, yalnızca böyle bir düşüncenin var olmasıyla ilgilenir; böyle bir düşüncenin başka bir anlamda doğru mu, yoksa yanlış mı olduğu sorusuyla ilgilenmez. Bu düşünce var olduğuna göre psikolojik bakımdan doğrudur. Psikoloik varoluş, bir fikrin yalnızca tek bireyden kaynaklanması ölçüsünde özneldir. Ama bu fikrin bir toplum tarafından benimsenmesi ölçüsünde nesneldir.»4
Jung’un dinle ilgili çözümlemesini sunmadan önce, yönteme ilişkin bu önermeleri eleştiri süzgecinden geçirmenin gerekli olduğu kanısındayım. Jung’un doğruluk kavramını kullanış biçiminin, elle tutulabilir bir yanı yoktur. Jung, «doğru olan yargı değil, olgudur* diyor, «fil gerçektir, ç:ünkü vardır» 5 diyor. Ama öte yandan, gerçeğin, duyularımızla algıladığımız ve bir simge sözcükle adlandırdığımız bir olgunun tanımını değil, her zaman ve mutlaka bir yargıyı ifade ettiğini unutuyor. Bir fikrin, «var olduğuna göre psikolojik bakımdan doğru» olduğunu belirtiyor. Bununla birlikte, bir fikrin «var olması», onun bir yanılgı olup
3) Ruhbilim ve Din, s. 2
4) a.g.y., s. 3 (italikler bana ait).
5) a.g.y., s. 3.
olmamasına ya da gerçekle ilişkili olup olmamasına bağlı değildir. Bir fikrin var olması, hangi anlamda olursa olsun, onu «doğru» kılmaz. Bir fikrin doğruluğunu, yani betimlemeyi amaçladığı olgularla olan ilişkisini araştırmadan bir sonuca varılamayacağını, pratisyen ruh hekimleri bile bilirler. Aksi halde, sabuklama (hezeyan) ya da paranoya durumlarından söz etmeleri imkânsız olur. Ayrıca, Jung'un yaklaşımı, yalnızca psikiyatri açısından savunulamaz bir nitelik sergilemekle kalmıyor; Jung, dine Freud’dan daha olumlu yaklaşıyormuş gibi görünen ama özünde Yahudilik, Hıristiyanlık ve Budizm gibi dinlere taban tabana karşıt olan görececi (rölativist) bir bakış açısını savunuyor. Burada sözünü ettiğimiz dinler, doğruyu bulma çabasını, insanın en büyük erdemlerinden ve yükümlülüklerinden birisi sayarlar; içten vahiy yoluyla, isterse akıl yoluyla ulaşılmış olsun, bütün öğretilerinin, doğruluk ölçütlerine tabi olduğunu savunurlar.
Jung, kendi tutumunun yarattığı güçlükleri kavramaktan da geri kalmamıştır; ama bunlan çözme çabasıyla tuttuğu yol da ne yazık ki aynı ölçüde tutarsızdır. Jung, «öznel» ve nesnel» terimlerinin ne denli yuvarlak terimler olduklarını bile bile, bunlar arasında ayrım yapmaya çalışıyor. Öyle sanıyorum ki, nesnel olan şeylerin, salt öznel olan şeylerden daha geçerli ve daha doğru olduğunu söylemek istiyor. Onun nesnel ile öznel arasındaki ayrım için kullandığı ölçüt, bir fikrin yalnızca tek bir kişiden mi kaynaklandığı, yoksa bir toplum tarafından mı benimsendiğine bağlıdır. Oysa yaşadığımız çağda, milyonların ahmaklığına, toplumların çılgınlığına bizzat tanık olmuyor muyuz? Akıl dışı tutkuların yoldan çıkardığı milyonlarca insanın, kuruntu ve alaldışılık yönünden tek bir zihnin ürünlerinden hiç de geri kalmayan fikirlere inanabildiklerini yaşayarak görmüyor muyuz? Bunların «nesnel» fikirler olduklarını söylemenin ne anlamı vardır? Bu öznellik ve nesnellik ölçütünün özü, yukarıda değindiğim görececilikten farklı değildir. Daha açık biçimde söylersek, bir fikrin toplumsal kabul görmesini, o fikrin geçerliliğinin, doğruluğunun yada «nesnelliğinin ölçütü , yapan görüş, toplum bilimsel göreceliliktir. 6
Jung, yönteme ilişkin önermelerini ortaya attıktan sonra, ana sorun olan «Din nedir? Dinsel deneyimin niteliği nedir?» sorusuyla ilgili görüşlerini açıklıyor. Bu konuda, birçok tanrıbîlimciyle paylaştığı bir tanım getiriyor. Bu tanımı kısaca özetlemek gerekirse, dinsel deneyimin özü, bizim gücümüzden daha üstün olan güçlere boyun eğmektir. Ama bence, Jung’un sözlerini olduğu gibi buraya aktarmak daha iyi olacaktır. Jung’a göre, din, «Rudolph Otto’nun çok yerinde bir terimlemeyle ’numinosum’ dediği olgunun, yani dinamik bir varlığın ya da etkinin dikkatlice ve inceden inceye gözlemlenmesidir ve bu gözlem, iradeye bağlı keyfi bir eylem değildir. Tam tersine, her zaman yaratıcısı olmaktan çok kurbanı durumunda bulunan tabi insanı elegeçirir ve denetler.» 7
Jung, dinsel deneyimi, bizim dışımızdaki bir güç tarafından ele geçirilme olarak tanımladıktan sonra, bilinçdışı kavramının dinsel bir kavram olduğunu öne sürerek sürdürüyor sözlerini. Jung’a göre, bilinçdışı, salt bireysel zihnin bir parçası değil, zihinlerimize hükmeden ve denetimi^ miz dışında bulunan bir güçtür. «Düşünüzde Ibilinçdışınınl sesini işitiyor olmanız, hiçbir şeyi kanıtlamaz, çünkü sokakta da sesler işitebilirsiniz ama bunlan kendinize ait sesler olarak açıklamazsınız. Bu sesi kendinize ait bir şey olarak nitelemenizi haklı gösterebilecek tek bir koşul vardır; o da kendi bilinçli kişiliğinizi bir bütünün parçası ya da büyük bir daire içinde yer alan küçük bir daire olarak görüyor olmanızdır. Konuk arkadaşına yaşadığı kenti gezdirirken, çalıştığı bankanın binasını gösterip, ‘İşte bu benim bankam,' diyen küçük bir banka memuru da aynı ayrıcalıktan yararlanmaktadır.» 8
6) Evrensel ahlak İle toplumca benimsenen ahlak arasındaki karşıtlık konusunda bak. E. Fromm, Kendini Savunan İnsan (Rlnehart and Com- pany. 1947), ss 237-244.
7) Jung, Ruhbilim ve Din, s. 4. (İtalikler bana alt.)
Jung, din ve bilinçdışı konusunda yaptığı tanımlamanın zorunlu bir sonucu olarak, bilinçdışı zihnin niteliği göz önüne alınınca, bilindışnıın üzerimizdeki etkisinin «temel bir dinsel olgu» 9 olduğu yargısına ulaşıyor. Bundan da çıkan sonuç, gerek dinsel dogmanın gerekse düşlerin dinsel olgular olduklarıdır; çünkü bunlar da dışımızdaki bir gücün denetimi altında oluşumuzun ifadeleridir. Açıkça anlaşılıyor ki, Jung’un mantığına göre, deliliği de düpedüz dinsel bir olgu olarak tanımlamak gerekecektir.
Freud’un ve Jung’un din konusundaki tutumlarına ilişkin irdelememiz, Freud’un dine düşman, Jung’un ise dost olduğu yolundaki yaygın görüşü doğruluyor mu? Hayır. Freud’un ve Jung’un görüşleri' kısaca karşılaştırılacak olursa, bu varsayımın kafa karıştırıcı bir aşırı basitleştirme olduğu görülür.
Freud’a göre, insan gelişiminin amacı, bilgi (akıl, doğru, logos), kardeşçe sevgi, acıların hafifletilmesi, bağımsızlık ve sorumluluk ülkülerini gerçekleştirmektir. Doğu ve Batı kültürlerinin temeli olan bütün büyük dinlerin, Konfuçius, Laozi, Buddha, Peygamberler ve İsa tarafından geliştirilen öğretilerin ahlaksal özünü bu ülküler oluşturur. Bu öğretiler arasındaki bir takım vurgu farklılıklarının olması doğaldır; örneğin, Buddha acıların hafifletilmesini, Peygamberler bilgi ve adaleti, İsa ise kardeşçe sevgiyi vurgular; yine de bu din ulularının, insan gelişiminin amaçları ve insana yol göstermesi gereken kurallar konusunda ne büyük bir uyuşma içinde oldukları dikat çekmektedir. Freud, dinin ahlaksal özünden yana konuşmakta ve bu ahlaksal amaçların eksiksiz biçimde gerçekleşmesine engel olan tanrıcı-doğaüstü yönlerini eleştirmektedir. Dinin tanrıcı ve doğaüstü kavramlarını, insan gelişiminde bir zamanlar gerekli ve ilerletici nitelik taşıyan ama artık gerek duyulmayan ve aslında gelişmenin önünde bir engel oluşturan aşamalar olarak açıklamaktadır. Bu nedenle, Freud’un hangi dini ya
8) a.g.y., s. 47.
9) a.g.y.. 8. 46.
da dinin hangi yönlerini eleştirdiği ve hangi yönlerini savunduğu kesin çizgileriyle belirlenmedikçe, onun dine «karşı» olduğu yargısı, yanlış ve kafa karıştırıcı bir yargı olarak kalacaktır.
Jung’a göre, dinsel deneyimi belirleyen şey, özgül bir tür duygusal deneyimdir; bu da ister Tanrı, isterse bilinçdışı diye adlandırılsın, daha üstün bir güce teslim olmaktır. Hiç kuşkusuz, bu niteleme, belli bir dinsel deneyim türü için doğru olmakla birlikte (sözgelimi, Hıristiyanlık’ta, Luther’in ve Calvin’in öğretilerinin özü budur), bir başka dinsel deneyim türüne, sözgelimi Budizm’in temsil ettiği dinsel deneyime ters düşmektedir. Ama Jung’un din anlayışı, gerçek (doğru) konusunda görececi bir tutumu yansıttığı için, Buddha’cılığa, Yahudilik’e ve Hıristiyanlık’a aykırıdır. Bu dinlerde, insanın doğruyu aramakla yükümlü olması, vazgeçilmez bir koşuldur. Pilatus’un alaycı bir ifadeyle sorduğu, «Gerçek nedir?» sorusu, yalnızca Hıristiyanlık açısından değil, bütün diğer büyük dinler açısından da din karşıtı bir tutumun simgesi olmuştur.
Freud’un ve Jung’un bakış açılarını özetleyecek olursak, Freud’un, ahlak adına dine karşı çıktığı söylenebilir; bu tutum da «dinsel» bir tutum olarak nitelenebilir. Öte yandan Jung, dini psikolojik bir olguya indirgemekte ve aynı zamanda da bilinçdışını dinsel bir olgu konumuna yükseltmektedir. 10
10) Jung’un Ruhbilim ve DIn'de benimsediği tutumun, bir çok bakımdan VVlIliam James’in tutumuna yakın olduğunu, Freud’un tutumunun Isa temel noktalarda John Dewey'ninkine benzediğini belirtmek ilginç olacaktır. William James, bu dinsel tutumu, «bireyin, kutsal olduğuna İnandığı şey karşısında benimsemek zorunda kaldığı ... umarsız ve özverili bir tutum» olarak tanımlıyor (Dinsel Deneyimin Çeşitleri, Modern Llbrary, s. 51). Tıpkı Jung gibi o da bilinçdışı kavramı İle tanrıblllmcilerln Tanrı kavramını karşılaştırıyor. Şöyle diyor: «Aynı zamanda, dinsel İnsanı dışsal bir gûcûn harekete geçirdiği konusunda tanrıblllmcllerln öne sürdükleri sav, kanıtlanmış oluyor; çünkü bilinçaltı bölgeden gelen akınlann nesnel görünüşlere bürünmeleri ve tabi konumundakileri dışsal denetimi benimsemeye yöneltmeleri, bu akınların özelliklerinden birisidir.» (A.g.y., s. 503.) James'e göre, din İle ruhbilim arasındaki ilişki, bilinçdışı (ya da James’in terimini kullanırsak, bilinçaltı) İle Tanrı arasındaki bu bağlantıda yatmaktadır.
John Dewey ise din ile dinsel deneyim arasında ayrım yapar. Onun gözünde, dinin doğaüstü dogmaları, insanın dinsel tutumunu zayıflatmış ve özünden yoksun bırakmıştır. Şöyle der Devvey: «Benim kavradığım anlamdaki dinsel değerler ile dinler arasındaki karşıtlığı aşmaya çabalamak gereksizdir. Çünkü bu değerlerin serbest bırakılması son derece önemlidir ve bu nedenle, söz konusu değerleri mezheplerle ve tapımlarla özdeşleştirmekten vazgeçmek gerekir.» (Ortak Bir İnanç» Yaie University Press, 1934, s. 28.) Tıpkı Freud gibi o da şu görüşleri dile getirir: «İnsanlar, sahip oldukları güçleri, yaşamdaki iyilikleri geliştirmek için hiçbir zaman tam olarak kullanmamışlardır; çünkü kendilerinin yapması gereken şeyi, kendileri ve doğa dışında kalan bir gücün yapmasını bekleyip durmuşlarda» (A.g.y., s. 46.) Ayrıca, John Mac- murray’In Dinsel1 Deneyimin Yapısı (The Strusture of Retigious Expe- rience, Yale University Press, 1936) adlı yapıtında benimsediği tutuma da değinmek gerekiyor Macmurray, akılcı ve akıldışı, duygusal ve kötö din coşkuları arasındaki ayrımı vurgulamıştır. Jung'un benimsediği gö- receci tutuma karşıt bir anlayışla, şunları belirtmiştir: «Doğruluk ve geçerliJik kazanamayan, yanlış ve yalandan kaçınmayan hiçbir düşünce etkinliği haklı gösterilemez.» (A.g.y., s. 54.
Erich Fromm