Öne Çıkan Yayın

Nazım Hikmet / CEVAP

  CEVAP  O duvar o duvarınız,                 vız gelir bize vız! Bizim kuvvetimizdeki hız, ne bir din adamının dumanlı vaadinden, ne de bir...

Cahit Sıtkı TARANCI etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Cahit Sıtkı TARANCI etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

11 Mart 2018 Pazar

AŞK MASALI ~ Cahit Sıtkı TARANCI

AŞK MASALI

Nerde ne zaman bu hava çalınsa 
Hoş geldi geçmişteki güzel günler 
Nereye gidersen git günlük tasa 
Bırak biraz da şad olsun gönüller 

Beşiktaş'ta gün görmüş bir bahçede 
Nisan akşamlarının en tatlısı 
Sevdiceğim on dördünü sürmede 
Bende gönüllerin en kanatlısı 

Ben delikanlıyım o kız ve dilber 
Bahar kokan o yanıp tutuşan ben 
Şakadan derken dalmışız beraber 
Aşk bahçesine çıkılmaz içinden 

Ölüyorum senin için güzelim 
Nasıl gülüp sokuluyor sahi mi 
Saçlarını okşayan hangi elim 
Kollarımda o yarin kendisi mi 

Çöl olsa aşar dağ olsa yıkarım 
Bizi ayıran kalın duvarları 
Bu acı gerçeğe sonradan vardım 
Gök çoktan yeşildir,dal çoktan sarı 

Bir define var gitsem bulur muyum 
Öpüştüğümüz ağaçlar altında 
Sevmek devam eden en güzel huyum 
İnsan bir kere sever hayatında 

Ben değilim söz açan gelecekten 
Var mı yok mu alemde bir o akşam 
Hiçbir şey istemiyorum felekten 
Bir daha seninle beraber olsam 
Cahit Sıtkı TARANCI

14 Aralık 2017 Perşembe

RÜYAMIZ - Cahit Sıtkı TARANCI

RÜYAMIZ
Bir havuz kenarında yan yana oturmuşuz; 
Bu su bizim gölgemiz,biziz şeffaf ve temiz. 
Su sesine uyarak bir şarkı tutturmuşuz, 
Açılan güller gibi suda gönüllerimiz. 

Ne vakitten beridir burada oturmuşuz? 
Dünden, hatta bugünden bile yok haberimiz. 
Yaşamanın en güzel noktasında durmuşuz, 
Bir huzur ahengine dalmış gönüllerimiz. 

Uyanabilir miyiz sanki böyle rüyadan? 
Asırlar kadar uzun,müphem ve tatlı bir an, 
Biz o kadar sarhoşuz, o kadar sarhoşuz biz! 

İşte gözlerimizde bu suyun derinliği, 
İçimizdedir işte bu suyun serinliği; 
Biz o kadar, o kadar birbirimiziniz.
Cahit Sıtkı TARANCI

2 Aralık 2017 Cumartesi

ABBAS - Cahit Sıtkı TARANCI

ABBAS

Çocukken büyük annemden dinlediğim masallardan biri, aklımda kaldığına göre, şöyleydi:

"Vaktiyle, bilmem ne memlekette hüküm süren bir padişahın oğlu, ancak rüyada gördüğü servi boylu, sırma saçlı, mavi gözlü, son derece dilber bir kıza aşık olur; ve sevgilisini bulmak ümidi ile yollara düşer. Bütün aşk masallarında olduğu gibi başına bir sürü felaketler gelecektir. Pek tabii değil mi? Aşk demek imtihan demektir. Ancak serden geçip yardan geçmeyen muradına nail olur. Bereket versin, daha ilk adımı bizim sevdalı şehzadeye uğurlu gelir. Bir kuyunun yanından geçerken, takatten düşmüş, ak saçlı bir ninenin kuyudan su çekmeye uğraştığını görünce dayanamaz, koşar, ninenin suyunu çeker. Buna son derece memnun kalan kadıncağız, şehzadenin sırtını okşar ve saçından kopardığı iki teli ona vererek der ki: ...

— Oğlum, başın darda kaldığı zaman bu iki kılı birbirine çakarsın; bir dudağı yerde, bir dudağı gökte bir Arap çıkar karşına! Korkma yasın. Adı Abbas’tır. Karnın mı acıkmış? "Abbas!" demen kafi. Derhal sana mükellef bir sofra kurar. Yırtıcı hayvanlar arasında mı kaldın? Abbas’tan başka kimse kurtaramaz seni. Uykusuz gecelerde yârin hicranı ile mi yanıyorsun? Abbas ne güne duruyor? Sevgilini ne kadar uzakta olursa olsun, alıp getirir seni şad eder.

Bu iki kılı iyi muhafaza et oğlum. Onlar sayesinde selâmete çıkacaksın.

Ve şehzademiz ninenin elini öperek yoluna devam eder."

***

Yedek subaylığımı yapmak üzere kıt'aya gittiğimde, bölük komutanım, emir erimi bizzat seçmemi tembih etmişti. Fakat nasıl seçersin? Bölük erlerinden hiçbirini henüz tanımıyorum ki! Bölüğü içtima ettirip gözüme kestirdiğimi seçmeğe gönlüm razı olmadı. Bölük yazıcısından künye defterini istedim. Şu Anadolu’muz ne zengin memleket yarabbi! Pötürgeli Hasanlar, Aksekili Ömerler, Akçaabadlı Hakkılar, Malatyalı Osmanlar, Erzincanlı Mehmedler, neler de neler! Kim bilir, bu Anadolu uşaklarının her birinde ne cevherler vardır! Yaprakları çevirmeğe devam ederken, Abbas oğlu Abbas ismi gözüme ilişti. Durdum, bu sahifeye daha muhabbetle eğildim. 331 doğumlu, Midyat’ın Cobin köyünden. Masaldaki Abbas aklıma geldi. İçimden: "Acaba?" dedim ve kendi kendime gülümsedim. Vakit öğleydi. Bölük talimden dönmüş olmalıydı. Nöbetçi çavuşu çağırttım, yemekten sonra, Abbas oğlu Abbas’ı bana göndermesini tembih ettim.

Mahfelde yemeğimi yedikten sonra, o saatte kasabanın nispeten en serin yeri olan parka yollandım. Baktım arkamdan bir er koşarak geliyor. Yol üzerindeki ilkokulun önünde durdum. Geldi. Mükemmel bir esas vaziyeti; kıyak bir selâm; ve Anadolu kokan, saffet hazinesi bir ses:

— Emrine geldim komtanım!

Hayran hayran bakmaktan kendimi alamadım. Fidan gibi bir boy, yağız bir çehre, üst dudağında hafif bir gölge, katıksız, siyah, merd gözler.

— Adın ne oğlum? dedim.

— Abbas oğlu Abbas, komtanım!

— Memleket neresi?

— Vilâyet Mardin, kaza Midyat, köy Cobin.

Çakı gibi asker vallahi künyesini bir çırpıda söyleyiveriyor. Yalnız Türkçesinin kıt olduğu ne kadar belli. Ziyanı yok. Onun bu halinde de bir şirinlik var. Tekrar soruyorum:

— Sen kaç aylık Abbas?

— Ben ihtiyat Komtanım!

Âlâ! Parka doğru yürüyoruz. O, solumda ve bir adım geriden geliyor. Askerlikte usul böyledir. Madun, mafevkinin daima bir adım solu gerisinde gider. Peki bu aslan parçası eri nasıl emir eri yaparsın? Yazık değil mi? Ona hafif makineliyi emanet etmek varken nasıl bulaşık yıkatırsın? Kıt'aya gelmeden evvel, askerliğini yapmış arkadaşlardan duymuştum, Anadolu uşakları emir erliğini pek istemezlermiş! Onurlarına dokunurmuş! Ve bunun için, emir erleri umumiyetle sakatlar arasından seçilirmiş! Dönüp tekrar Abbas’a baktım, sakata pek benzemiyordu. Parkta havuzbaşının gölgeli bir yerinde oturduktan sonra, karşımda esas vaziyetinde duran Abbas’a:

— Sen sağlam yoksa sakat? dedim.

— Ben sakat komtanım!

— Ulan senin neren sakat?

Sol kolunu gösterdi. Anladım, çolakmış! Mademki vaziyet bu merkezde, değil mi?

— Sen benim emir eri olur, Abbas? dedim.

Hiç kıpırdamadan:

— Olur komtanım! dedi.

***

Abbas emir erim oldu. Oturduğum evin aşağı kattaki odasını ona verdim. Yatağını, çantasını, torbasını ve hizmetini eve taşıdı. Memnun olduğunu her halinden seziyordum. Abbas, sabahları, talim saatinden bir saat evvel beni uyandırır, leğeni, ibriği getirir, elime su döker, sonra kahveyi pişirirdi. Öğleyin de, sefertası ile tabldottan yemeğimi alır, mahfele getirirdi. Ve akşamları, ben tembih etmediğim halde, talimden sonra eve uğrayıp sivilleri giyeceğimi hesaplayarak, evden bir yere kımıldamazdı. Söylemeğe lüzum yok, evin temizliğinden ve intizamından o mes'uldü. Vazifesini hiçbir ihtara lüzum hissettirmeden, insiyaki, belki de otomatik bir surette yapıyordu. Kendisine çok iyi muamele ettiğim halde disiplin haricine çıktığını hatırlamıyorum. "Abbas!" demem kâfiydi. Sanki kayıbdan çıkar gelirdi; ve daima pürüzsüz bir esas vaziyetinde, ve daima emre intizaren, kılı kıpırdamadan.

Beni siyanet etmesini de bilirdi. Onu çarşıya, jilet, mektub kâğıdı veya sigara veyahud yemiş almağa gönderdiğim zaman, hem en iyisini alır, hem de ucuzunu almağa çalışırdı. Abbas komutanına zarar gelmesini ister mi hiç? Ve kırk para artsa, getirir iade ederdi. Ben söylemeden, her hafta sivillerimi bölüğün terzisine götürür, ütületirdi. Ev dışında da Abbas’ın koruyucu kanadlarını üstümde hissederdim.

Herhangi bir şeye ihtiyacım olur diye, mahfel civarından ayrılmazdı. Akşamları parkta bile beni uzaktan kollar, hâl ve hareketlerimden bir şeye — meselâ sigara, meselâ mendil— ihtiyacım olduğunu sezerek koşar gelir. Bermutad esas vaziyetinde ve bermutad kılı kıpırdamadan:

— Buyur komtanım! derdi.

Emir eri değil Hızır! Bu hususta subay arkadaşlar beni adeta kıskanırlardı. Ben de gülerdim. Memnuniyetimden. Abbas’a karşı kalbim minnet ve şükranla doluyordu.

***

Bir yaz akşamıydı. O gün tümen komutanının huzurunda sıkı bir teftiş vermiştik. Subayı, eri, hep beraber, bir hayli ter dökmüştük. Eve, pestilim çıkmış bir halde dönüyordum. Bir kırk dokuzluk çekmeden bu yorgunluğu çıkarmağa imkân yoktu. Aşağı odada, söküklerini dikmekle meşgul emir erime seslendim.

— Abbas!

Tahta döşemede kalın ve ağır bir postal sesi! Merdivenlerden hızla çıkıyor. İşte karşımda:

— Buyur komtanım!

— Al şu iki buçuk lirayı. Bana bir 85'lik (o zaman kırk dokuzluk ancak 85 kuruş olmuştu.) Şaban ustadan pişkin bir kebab, güzel bir domates ve hiyar salatası ve yoğurdu bol bir patlıcan kızartması. Haydi bakalım marrrş!

— Başüstüne komtanım!

Sol ayağı üzerinde tam bir dönüş yaptı ve çıktı.

Hava kararmak üzereydi. Az sonra minareleri fabrika bacalarından ayırt etmek mümkün olmayacaktı. Kerahat vakti çoktan gelmiş sayılırdı. Bereket versin Abbas eli çabuk kişidir. Bir çeyrekte döndü. Masanın üzerine günü geçmiş bir gazete yayarak nevaleyi düzdü. Baktım buz da almış. Emir eri dediğin böyle olur. Sırtını okşamaktan kendimi alamadım:

— Aferin be Abbas!

Memnuniyeti sesinde bir:

— Sağol komtanım! çekti.

Az sonra da şiş kebabını getiriyordu. Buzlu rakıdan bir yudum; sonra çatalını şişkebap, patlıcan kızartması ve salata tabaklarında şöyle bir dolaştırıver! Ve arkasından çek birinci nevi sigaradan bol bir nefes! Ve kaldır başını, bak gökyüzüne! Oh! Yıldızlı bir yaz gecesidir. Rüzgâr da çıktı. Bir Fransız şairinin, ölümden sonra yaşamak hasretini anlatan o canım şiirini mırıldanıyorum: "Yeryüzünde olduğumuz o unutulmaz zamanlardı!... İih..."
Abbas’la konuşmak istedi canım. Aşağı doğru seslendim. Meğer o, belki bir şeye ihtiyacım olur diye, kapı arkasında bekliyormuş! Hay Allah senden razı olsun!
Abbas’a:

— Otur! dedim.

Utandı, kızardı, süklüm, püklüm oldu, fakat oturmadı. Bir erin komtanı karşısında oturmayacağını Abbas pek iyi bilirdi. Ben de ısrar etmedim. Yalnız, rahata geçmesini söyledim. Geçti rahata. Kadehimden bir yudum alarak:

— Abbas! dedim.



— Buyur komtanım!

— Askerlik nasıl?

— Çok iyi komtanım!

— Memleketten mektup geliyor?

— Yoh komtanım!

— Niye ulan?

— Ben de yazmıyor komtanım!

— Sen niye yazmıyor Abbas? Köyde senin karı var, çoluk çocuk var. Sen merak etmez hiç?

— Ben merak eder, eder komtanım! Ben yazdı beş ay var. Cevab yoh. Şimdilik ben de yazmıyor komtanım!

— Hakkı var Abbas’ın! Ara beni, arayayım seni!

Bahsi değiştirdim:

— Sen beni seviyor Abbas.

— Helbet seviyor komtanım!

— E... Niye seviyor?

— Sen iyi komtanım! (Elile kalbini göstererek), sende kalb temiz komtanım!

Hoşuma gitti. Emir eri tarafından sevilmek bir subay için büyük mazhariyet ve bahtiyarlıktır. Dayanamadım:

— Yaşa be Abbas!

— Sağol komtanım!

Abbas’la böyle muhabbet ederken bir yandan da kadeh üstüne kadeh yuvarlıyordum. Bir ara, İstanbul gözümde tüttü. İstanbul ve ilk sevgilim! Gençliğimin en güzel günleri! Şehzadeliğim tuttu, Abbas’tan medet ummak sevdasına düştüm.

Abbas’a:

— Sen İstanbul’u bilir? dedim.

Beni ne derece memnun ettiğinin farkında olmayarak:

— Bilir komtanım! dedi.

— Sen Beşiktaş gördü?

— Gördü komtanım! Ben muvazzaf yaptı Orhaniye kışla.

— Ben seni İstanbul’a göndersem gider?

Benimle eğleniyor musun komtanım gibilerinden yüzüme baktı. Ona emniyet telkin etmek için:

— Yarın alay komtanından izin alır, seni İstanbul’a yollar Abbas!

— Beni kimse yok İstanbul, komtanım!

— Beni kimse var Abbas! Sen gidecek İstanbul’a!

— Baş üstüne komtanım!

— İstanbul’a gitti. Karaköy var. Sen biliyor?

— Biliyor komtanım!

— Sen tramvay binecek, Beşiktaş inecek, ben sana adres verecek. Orda var bir kız, beni sevgili. Ben onu çok seviyor Abbas! Sen kaçıracak o kız, getirecek bana!
Abbas da karısını komşu köylerinden birinden kaçırmıştı. Beni anlayabilirdi. Hem anlamasa, değil mi ki komutanı idim, emrediyordum, dinlemesi lâzımdı. O askerliğin bu tarafını da bilirdi. Nitekim:

— Baş üstüne komtanım! dedi.

***

Ertesi sabah, bermutad Abbas beni uyandırdı. Kahvemi içtim, giyindim. Tam sokak kapısından çıkarken gözüm odasına ilişti. Baktım Abbas’ta bir yol hazırlığı var. Hâlbuki ben unutmuştum bile! Meğersem o, İstanbul seyahatini — hatta belki kız kaçırma teşebbüsünü bile— ciddiye almıştı.

Keyfi kaçmasın diye mi yoksa kendimi bile bile aldatmak için mi bilmiyorum, ona:

— Abbas! dedim.

— Buyur komtanım!

— Bu ne Abbas?

— Ben İstanbul gidiyor. Sen söyledi komtanım!

— Sen beni sevgili getirecek?

— Helbet getirecek komtanım!

Akmayacak cinsten yaşlar toplandı gözümde! Elimle sırtını okşadım ve bir şey ilâve etmeden kapıyı çekip sokağa fırladım. Yolda düşünüyordum: "Canım Abbas! Hayırlısı ile şu dünya vaziyeti bir düzelse de, seni memleketine, tarlana, çiftliğinin çubuğunun başına, çoluk çocuğunun yanına göndersek! Bana gelince, tıpkı o şehzade gibi, birbirine çaktım mı, "Lebbek sultanım!" diye gaibden çıkıveren Abbas benim neme yetmez!
Cahit Sıtkı TARANCI

17 Temmuz 2017 Pazartesi

SERENAD ~ Cahit Sıtkı TARANCI

Fotoğraf
SERENAD

Kimdir bana gülümseyen yeşillik balkonundan?
Demek gecelerden sonra nihayet gün doğuyor.
Bir gülüşündür gençliğimi döndürdü yolundan;
Yanan şu alnım elinin gölgesiyle soğuyor.


Güzelsin ya, ne olursan ol, girdin hikâyeme;
Çok değil evi barkı terkedip sana uyduğum,
Ancak sen tâzelikte gül yaraşır pencereme;
Uykusuz gecelerimde kokusunu duyduğum.


Eğil bak suya, ordadır güzelliğin, gençliğim.
Sen gel beni dinle, günlerimiz heba olmasın.
Yorgun başımı göğsünde emniyette bileyim;
Artık taslarımız ayrı çeşmelerden dolmasın.

Cahit Sıtkı TARANCI