MASUM VE
ÇIPLAK
Acıkmış
düşlerinden, susamış ruhundan bak bana. Mavi
ışığın boşluğa düşmesin, renklerin
kalbine sızan suçsuz
gözlerinle ışıldıyor çiçeklere su veren ellerim, görüyor
musun? Hayalci bir avcı gibi sokuldum, bir kuş gibi
havalanıp, masum ve çıplak
bir uçuşla kondum uçlarına
ve yanına uzandım ve birlikte bakıyoruz konuşkan
yıldızlara. Sabahları erken uyanan bir doğa gibi, ne
kadar da çalışkan kolların
var senin. Kollarına sığınsam
da hep esin perim olsan. Attila İlhan şiirleri
okuyarak
açılsak denizin sonsuz sarhoşluğuna Bilirim çiçeklerle
konuşursun,
bütün sokaklarına, dağlarına, bayırlarına
aşk kaçmış senin. Yeryüzündeki bütün
kelimeleri
üzerine boca etsem onlarca şiir dökülür eteklerinden.
Martıların
denizi koklaması, denizi öpmesi ne kadar
güzeldir ve sen ne kadar güzel ve
beyaz bir kadınsın
böyle. Gökyüzü akıyor üzerinden. Gözlerin şiir odası
değil
de nedir? Gözlerini özlemekten sisli bir adaya
dönüştü gövdem, görüyor musun?
Düzyazı bir şiir gibi
bakıyorum sana. Gövdemin hayatını altüst eden
tutkunun ta
kendisi olmalısın. Arzuyla bakan o sıcak
masumiyetin aşktan daha da derin. Bak
ne güzel
uzandım bulutlarına. Gözlerinin önünde eğildim. O
masum ve çıplak
yanınla dokun üşüyen dudaklarıma.
Kalbinin
duvarlarına resimlerini yaptım. Bir rüya
merdiveni bulsaydım da arzuyla bakan
gözlerinin
avlusunda sabahlasaydım. İştah uyandıran tenha
yerlerine bakmaktan
bıkmadım. Dildaşım sen ne güzel
susuyorsun böyle, sana çok hayranım. İnsandaşım
sen
ne güzel gülümsüyorsun böyle, sana çok susadım. Islak
ağzından şurup yaptım
hadi gel kana kana içelim. Akide
şekeri kokan dilin güzel kelimeler karnavalı,
senin her
kelimen aşka çıkıyor. Kalbin porselen midir, kötü bir
kelimenin
rüzgârından kırılacakmış gibi duruyor. Elma
ağacı yüzlü sevgili, yanaklarını
okşayasım, yüzüne
dokunasım geliyor. Ahşap bir derdim var benim. Beni
bir güve
gibi yiyip bitiriyorlar. Bu aşk şalını çıplak
omuzlarına örtmeliyim. Bak bunlar
benim kelimelerim,
onlar da çok üşüyorlar. Tatlı kurbağam benim, neşeli
bir
ıslıksın ağzımda.
Gülümsemenin
ay parkında salıncakta sallanan
çocukların coşkusunu taşıyorsun. Gözlerindeki o
derin
ikram ve davet iyiliğin ve sevincin billur bahçesi olmuş.
Taş suyu içti,
ben seni içmeye doyamadım. Parıldayan
bir istiridyeyim sana ben, incim olur
musun? Öksüz ve
yetim bırakırsan bu aşkı, yıldızlar ağlamaya başlar ve bu
şiirdeki makamın canı acır. Farid Farjad yağmurun ve
İstanbul’un ruhunu
ısıtıyor, duyuyor musun? Ve
durmadan bir efkâr gibi yağan bu yağmur ikimize ne
kadar da çok yakışıyor biliyor musun? Salacak
vapurunda unutulmuş bir şapkanın
rüzgârı esiyor ve
mutlu bir sabah kahvaltısı kokuyor o uzun ve ince ellerin.
Ve ben seni
Vivaldi’nin dört mevsimine de sığdıramam.
Benim için bir yaz meleği tadındasın,
hercai menekşeler
dökülüyor kıvranan kıvrımlarından. Dünyamızın yarısı yaz
ama yarısı yasta. Elimi kalbime götürsem de söylesem.
Kutsal meleklerin kanatlarını
kopardılar. Bak
artık göller kurudu, nehir akmıyor, yağmur herkese
yağmıyor, balıklar küstü, yaralı bir çağın ayakları
birbirine dolaşıyor. Kan ve
gözyaşından geçilmiyor
rüyalarımız. Rüyalarımıza ve düşlerimize el koymuşlar.
Hadi gel yeni bir çağın serçe kalbiyle aklımızı
temizleyelim. Kapansın kara
delikler ve çekip gitsin
tarihin katil yüzlü, zıvanadan çıkmış çirkin yüzleri.
Günaydın ey
gözleri İstanbul parıltısı sevgili, kalbindeki
Şems hep açık kalsın, Günaydın
Goran Bregoviç’in
ritmik kalbi. Günaydın “Çingeneler Zamanı”. Bugün
günlerden
seninle yapılan küçük domatesler kahvaltısı.
Günaydın esmerliğini aşkın
masumiyetinden almış ruhu
Tango’dan geçilmeyen masum ve çıplak sevgilim.
Acıkmış düşlerinden, susamış ruhundan bak bana!
Engin Turgut