Öne Çıkan Yayın

Nazım Hikmet / CEVAP

  CEVAP  O duvar o duvarınız,                 vız gelir bize vız! Bizim kuvvetimizdeki hız, ne bir din adamının dumanlı vaadinden, ne de bir...

6 Şubat 2018 Salı

UZAKLIKLAR, ESKİ DENİZLER (DENİZE ÖVGÜ) Fernando PESSOA

UZAKLIKLAR, ESKİ DENİZLER

DENİZE ÖVGÜ
Rıhtımda kimsesiz, yapayalnız, bu yaz sabahı
Bakıyorum kumsalın kıyısından, bakıyorum
Belirsizliğe,
Bakıyorum ve küçük, siyah parlak bir vapurun
Yaklaştığını görmekten mutluluk duyuyorum.
Uzakta, öyle açık seçik ve bildik ki kendince
Ardında kendi dumanından bir bayrak bırakıyor havaya.
Limana giriyor ve sabahı da birlikte getiriyor ve nehirde
Denizcilere özgü bir canlanma başlıyor,
Yelkenler açılıyor, çatanalar yaklaşıyor,
Rıhtıma bağlı gemilerin gerisinde motorlar gidip geliyor
Hafif bir rüzgar çıkıyor.
Ama ruhumun gördüklerimle,
Limana giren vapurla ilgisi yok.
Çünkü o uzaklıkla, sabahla,
Bu Ân’ın denizle kaynaşan özüyle,
İçimde bir bulantı gibi kabaran tatlı hüzünle,
Düşsel bir deniz tutmasının başlamasıyla birlikte.

Ruhumun olanca özgürlüğüyle bakıyorum uzaktaki o vapura
Ve yavaşça bir dümen dönmeye başlıyor içimde.
Sabahları gözümün önünde kumsala doğru
Yaklaşan gemiler varışların ve kalkışların
Acı ve tatlı gizini birlikte getiriyor lar.
Uzak rıhtımların ve başka zamanların, başka limanlardaki
Benzer insanların anılarını getiriyorlar.
Gemilerin bu gelişleri, bütün bu demir alışlar
Ve bunu kendi kanımın akışında hissediyorum
Bilinçdışı simgeler, korkunç doğaötesi imalar
Bir zamanlar ben olan o insanı diriltmeye çalışıyorlar bende…
Ah, bütün rıhtım taştan bir özlem kesiliyor
Ve gemi rıhtımdan ayrılıp
Gemiyle rıhtım arasında bir boşluk olduğu
Birden ortaya çıkınca,
Bilmem neden, yeni bir ürperti beliriyor içimde.
Doğan günün çarptığı ilk cam gibi
Kaygılarımın güneşinde ışıyan
Karanlık duygularla yoğun bir sis,
Ve bir başkasının anlaşılmaz bir biçimde
Benim olan anıları içinde buluyorum kendimi.

Ah, kim bilir, kim
Bir zamanlar, daha ben ben olmadan önce, benim de
Böyle bir limandan yola çıkıp çıkmadığımı, gün doğarken
Güneşin eğik ışınları altında bir gemiyle
Bir başka limandan ayrılıp ayrılmadığımı?
Kim bilebilir, şimdi gördüğüm gibi
Benim için vaktinden önce aydınlanmış,
Tıpkı böyle, zaman’ın ve uzam’ın ötesinde,
Yarı uyuyan koca bir kentin,
Mantar gibi büyüyen felçli bir ticaret limanının
Üç beş kişi toplanmış rıhtımını geride bırakıp bırakmadığımı?

Evet, bir rıhtım, somutlaşmış bir rıhtım
Gerçek, rıhtım gibi görünen, gerçekten bir rıhtım,
Bilmeden örnek aldığımız o saltık rıhtım,
Farkında olmadan düşleyip
Gerçek bir su kıyısında gerçek taştan yaptığımız.

Kendi rıhtımlarımız
Ve yapıldıktan sonra hemen
Gerçek Şeyler, Ruhtan Şeyler, Taştan ve Ruhtan Varlıklar
Diye anılırlar kökten duygularımızın belli anılarında,
Dış dünyada sanki bir kapı açılır da,
Hiç br şey değişmeden
Her şeyin bambaşka olduğu zaman.

Ah, Ulus-Gemilerle ayrıldığımız o Büyük Rıhtım!
O Büyük İlk Rıhtım, ölümsüz ve kutsal’
Hangi limandan? Hangi sularda? Ve neden bunları düşünüyorum ben?
Öbür rıhtımlar gibi, ama Bir ve Tek o Büyük Rıhtım.
Onlar gibi şafağın sessizliğinin sabahları,
Vinçlerin gıcırtısı, yük trenlernin
Fabrika bacalarından tüten
Ve karanlık suların üzerinden geçen bir bulut gölgesi gibi
Parlayan kömür tozlarının kararttığı tabanı gizleyen
Kara bulut altında varışlarıyla patlayan.

Ah, sessizlik ve kaygıların renklendirdiği saatlerde
Nasıl bir giz ve anlamın özü gerili durur
Kutsal açıklanışını bulan esrikliğinde
Herhangi bir rıhtımdan o rıhtıma köprü kurmayan!

Uyuyan sularda kara kara yansıyan rıhtım,
Gemilerdeki koşuşma,
Ah, gemiye binen yolcuların huzursuz ruhları,
Gelip geçen ve onlarla hiçbir şeyin sürmediği simgesel kalabalık,
Çünkü gemi limana girdiğinde,
Gemide her zaman değişen bir şey vardır.

Ey sürekli kaçışlar, ayrılışlar ve esriklği Değişikliğin!
Denizcilerin ve seferlerin ölümsüz ruhu!
Sularda yavaşça yansıyan tekneler
Gemi limandan ayrılırken!
Hayatın ruhu gibi yüzmek, ses gibi ayrılmak,
O anı titreyerek yaşamak üzerinde ölümsüz suların
Daha dolaysız günlere uyanmak Avrupa’daki günlerden,
Gizemli limanlar görmek denizlerin yalnızlığında,
Uzak burunları dönüp birden sınırsız manzaralardan
Sayısız şaşkın tepelere ulaşmak…

Ah, o uzak kıyılar, uzaktan görünen rıhtımlar,
Sonra yaklaşan kıyılar, yakından görünen rıhtımlar.
Her ayrılışın ve her varışın gizi,
Denizcinin yaşadığı her saatte biraz daha çok duyduğu
O hüzünlü kararsızlığı ve anlaşılmazlığı
Bu olanaksız evrenin!
Uzak adaların nice engin denizlerinden geçerken
Geride bıraktığımız o uzak adaların kıyılarında,
Gemi yaklaştıkça evleri ve insanları büyüyüp
Belirginleşen o limanlarda
Boğazımıza takılan o saçma hıçkırık.

Ah, o sabah serinlği limana varıldığında
Ve o sabah solgunluğu yola çıkarken
Barsaklarımızı buran
Ve korkuya benzer belirsiz bir duygu
-Uzaklaşmanın ve ayrılmanın atadan kalma korkusu,
Yeni bir şeylerle karşılaşmanın o atadan kalma anlaşılmaz korkusu-
Hani tüylerimizi ürpertir ve bize acı çektirir
Ve bütün tedirgin gövdemiz
Ruhumuzmuş gibi,
Bütün bunları, başka bir şeymiş gibi, hissetmek için anlaşılmaz bir istek duyar:
Herhangi bir şeye bir özlem –
Şaşkın bir yakınlık, kim bilr hangi belirsiz yurda?
Hangi kıyıya? Hangi gemiye? Hangi rıhtıma?
O kadar ki, bu düşünce midemizi bulandırır
Ve yalnız büyük bir boşluk bırakır içimizde,
Denizde geçen zamanın boş doygunluğu,
Bıkkınlık ya da acı gibi belirsiz bir tedirginlik –
İnsan bir bilebilse bunun ne olduğunu…

Gene de biraz serin bu yaz sabahı.
Gecenin uyuşukluğu hala sürüyor çıkan meltemde.
Yavaş yavaş hızlanıyor içimdeki volan.
Ve gemi, ben uzaktan yaklaştığını gördüğüm için değil,
Girmesi gerektiği içn giriyor limana.

İmgelemimde şimdiden yakın ve görünebiliyor
Boydan boya, lombarlarının bütün çizgileriyle.
Ve her yanım titremeye başlıyor, bütün gövdem ve derim,
Hiçbir gemiden çıkmayan ve içimdeki bir sesin
Bugün rıhtımda kendisini beklememi söylediği o yaratık yüzünden.

Kıyıya yaklaşan gemiler,
Limandan ayrılan gemiler,
Uzaktan geçen gemiler,
(Sanki kimsesiz bir kıyıdan seyrediyorum onları) –
Bütün bu nerdeyse soyut gemiler seyir halindeyken,
Gidip gelen gemiler değil de,
Başka şeylermiş gibi duygulandırıyor beni.

Ve bu gemiler, yakından baktığınızda, o yüksek demir duvarlar,
İçerden, kamaralara, salonlara, özel odalara bakarken,
Uçları göğe doğru yükselen direkleri seyredip
Halatların arasında sıçrarken, daracık merdivenlerden inerken
Denizle karışık o yağlı madeni kokuyu solumak –
Yakından baktığınızda, hem başka, hem de aynıdır gemiler,
Aynı özlemi, aynı susuzluğu duyururlar size, ama başka bir biçimde.

Bütün bu denizcilik hayatı, denizcilikle lgili her şey!
Kanıma girer denizin bütün bu ince ayartıcılığı
Ve düşünü kurarım o anlatılmaz yolculukların.
Ah o uzak kıyılar ufukta alçalan!
Ah o burunlar, adalar, o kumsal kıyılar!

Denize özgü o yalnızlıklar, hani bazen Pasifik’e nasılsa okuldan kalma bir bilgiyle
Bunun en büyük okyanus olduğu düşüncesi sinirlerimizi bozar.

Ve dünya da, her şeyin tadı da kupkuru bir çöle döner içimizde!
Atlas Okyanusu’nun daha insanca, daha yumuşak uzanışı!
Denizlerin en gizemlisi, Hint Okyanusu!
Ey tatlı Akdeniz, kıyı bahçelerindeki beyaz heykellerin
Geniş caddelerine vuran dalgaları seyrettiği gizemsiz, bildik deniz!
Bütün denizler, boğazlar, koylar, körfezler,
Bağrıma basmak isterdim hepinizi, kollarıma almak ve ölmek!

Ve siz, denizle ilgili her şey, düşlerimin eski oyuncakları!
Bir düzen verin iç hayatıma benden habersiz!

Omurgalar, serenler ve yelkenler, dümenler ve halatlar,
Bacalar, pervaneler, flamalar ve gabya yelkenleri,
Dümen yelkesi ipleri, lombar ağızları, supaplar, yağ karterleri,
Yığın yığın, dağ gibi dökülüyor içimden, kapağı açılan
Bir dolabın içindeki nasıl dağılırsa yere!
Azgın arsızlığımın yağması olun siz,
İmgelem ağacımın meyveleri olun,
Şarkılarımın konusu, aklımın damarlarının kanı.
Sizin güzelliğinizin bağlarıyla bağlanayım dışımdaki dünyaya
Metforlar, imgeler, edebiyatla donatın beni
Çünkü, gerçekte, tam anlamıyla
Omurgası rüzgarda bir gemi benim duyarlığım,
İmgelemim yarı batık bir demir,
Tedirginliğim kırık bir kürek
Ve kıyıda kuruyan bir ağ sinirlerimin dokusu!

Rastgele br siren sesi duyuluyor nehirden, tek bir siren,
Birden temelinden sarsılıyor ruhum
Ve giderek hızlanıyor içimdeki volan.

Ah, gemiler, yolculuklar bilinmeyen ülkesine,
Falanca gemicinin, o eski dostun!
Az şey mi burada bizimle dolaşmış birinin
Pasifikte bir adanın açıklarında boğularak öldüğünü bilmek!
Onunla dostluk eden bizler, haklı bir gururla
Ve belirsiz bir inançla, anlatacağız herkese
Daha derin bir anlamı olduğunu bütün bunların
Bulunduğu geminin kaybolmasından
Ve ciğerleri su aldığı için boğulmasından!

Ah vapurlar, şilepler ve yelkenli gemiler!
Yazık ki sayıları denizlerde giderek azalan yelkenliler!
Ben ki, çağdaş uygarlığa tutkunum ve bütün ruhumla bağlıyım makinalara,
Ben mühendis, ben uygar ben ki yabancı ülkelerde okudum,
Yelkenli ve ahşap gemilerden başka gemi görmek istemiyorum bir daha
Ve tanımak istemiyorum eski denzcilerin hayatından başka bir hayat!

Çünkü Salt Uzaklık’tır eski denizler
Güncelliğin yükünden kurtulmuş Salt Uzaklık!
Ve ah, nasıl o daha güzel hayatı hatırlatıyor bana burada her şey,
Daha yavaş yol alındığı için daha engin olan bu denizler.
Daha az bilgimiz olduğu için daha da gizemliler.

Uzaktaki her vapur bir yelkenlidir yakından
Şimdi uzakta görünen her gemi, yakından görünen bir gemidir geçmişte.
Ufuktaki geminin tüm görünmeyen denizcileri
Görünen denizcileridir geçmişteki yelkenlilerin
Geçmişte yavaş giden yelkenlilerin tehlikeli yolculuklarının,
Yelkenli ve ahşap gemilerin aylarca süren yolculuklarının.
Yavaş yavaş büyüsüne kapılıyorum denizle ilgili her şeyin.
Tepeden tırnağa sarıyor beni rıhtımın havası,
Yükselen sularına gömülüyorum Tagus’un
Ve düş görmeye başlıyorum, suların düşü sarıyor dört bir yanımı,
Sımsıkı kavrıyor ruhumu dişlileri döndüren kayışlar
Ve şiddetle sarsıyor beni giderek hızlanan volan.
Sular çağırıyor beni,
Denizler çağırıyor,
Beni çağırıyor ete kemiğe bürünen tüm uzaklıklar
Ve denizlerin geçmişte yaşanmış bütün çağları beni çağırıyorlar.

Sen, İngiliz denizci dostum, Jim Barns, sendin
Bana öğreten o eski İngiliz haykırışını
Benimki gibi karmaşık ruhlaraSuların şaşkın çağrısını
Zehirli bir sesle özetleyen,
Denizle ilgili her şeyin – batıkların, o uzun,
Tehlikeli yolculukların duyulmamış, giz dolu sesi,
Kanımda evrenselleşti senin o çığlığa benzemeyen
İnsanca biçimden ve sesten uzak o İngiliz çığlığın,
Sanki kubbesi gök olan bir mağarada çınlayan
Ve Uzaklarda, Denizde, Geceleri
Olabilecek bütün o korkunç şeyleri anlatan…

(Her zaman sanki bir uskunayı çağırırmış gibi,
Bağırırken kocaman esmer ellerini
Ağzının iki yanına götürüp bir megafon yapardın:
Aho-o-o-o-o-o-o-o-o-o-o-o-yyyy…
Uskuna aho-o-o-o-o-o-o-o-o-o-o-o-o—-yyy…)

Şimdi seni dinliyorum burada, kulağım kirişte.
Rüzgar çıkmak üzere, güneş yükseliyor, hava ısınıyor.
Yanaklarım kızarıyor.
Bilinçli gözlerim büyüyor.
İçimde büyüyen çoşku taşıp yayılıyor
Ey çınlayan çığlık
Ateşin ve öfken kızdırıp patlama noktasına getiriyor
İçimdeki bütün korkuları, dipdiri kesiliyor
Bütün bezginliğim, bütün hücrelerim!…
Kanıma çarpıyor nereden geldiğini bilmediğim
Geçmiş bir aşkın çağrısı ve dönüp
Aynı güçle çekiyor ve itiyor beni,
Aynı güçle tiksindiriyor beni fiziksel ve ruhsal
Anlaşmazlıklarıyla aralarında yaşadığım
Bu gerçek insanların hayatından!

Ah, gidebilmek, nasıl olursa, nereye olursa!
Gidebilmek o açık denizlere, dalgalar, tehlikeler içinden,
Yol almak açıklara, başka yerlere, Soyut Uzaklığa,
Belirsizlik içinde, gizemli gecelerin karanlığında,
Rüzgâra, kasırgaya kapılmış bir toz zerresi gibi sürüklenircesine!

Gitmek, gitmek, hiç durmadan gitmek!
Kanatlanmak için tutuşuyor olanca kanım!
İleri atılmak istiyor bütün bedenim!
Sellere kapılmış gibi bütün imgelemim
Çırpınıyor, kükrüyor, kabıma sığamıyorum!…
Köpük köpük oluyor kızışan isteklerim
Ve kayalarda patlayan bir dalga gibi tenim!

Bunu düşündükçe – Ey çılgınlık! Bunu düşündükçe- ey öfke!
Düşündükçe sınırlılığını isteklere esrik hayatımın,
Birden, sarsılıp yörüngesinden çıkmışcasına
İmgelemimdeki o dipdiri volanım,
Acımasız, yoğun ve şiddetli dönüşüyle
Kabarıyor içimde uğultusu, sarsıntısı baş döndürücülüğüyle
Bu karanlık ve sadist kıskançlığı denizlerdeki belalı hayatın.
Hey denizciler, miçolar! Kılavuzlar, tayfalar!
Gemiciler, çarkçılar, serüven arayanlar!
Hey gemi kaptanları, dümende nöbet tutan, direğe tırmananlar!
Kaba yataklarında mışıl mışıl uyuyan,
Tehlikeyle yatanlar, kalkıp nöbet tutanlar!
Ölüme yastık diye baş koyup uyuyanlar!
Dinelip güvertede ya da kaptan köprüsünde durup
Uçsuz bucaksız denizin sonsuzluğuna bakanlar!
Hey sizler, vinçlerin başında yükleri yükleyenler!
Yelkenleri saranlar, ateşçiler, kamarotluk edenler!
Geminin yüklerini ambara dolduranlar!
Güverteye çıkıp da halat roda edenler!
Lombar ağızlarını yıkayıp temizleyenler!
Dümen başındakiler, çarkçılar, direklerdekiler!
Hey, hey, hey!
Başları bereliler! Kaşkorse gömlekliler!
Göğüslerine çapraz çapalarla bayraklar işletenler!
Pazularında dövme, ağızlarında pipo
Onca güneşten esmerleşenler, onca yağmur yiyenler,
Önlerinde uzayıp giden boşluktan gözleri keskinleşen,
Göğüs gerdikleri bunca rüzgârdan daha da yiğitleşenler!
Hey, hey, hey!
Siz ey Patagonya’yı görenler!
Sizler, Avustralya’dan geçenler!

Hiç görmeyeceğim yerlerle gözleri ışıyanlar!
Hiç adım atmayacağım yerlere ayak basanlar!
Savanalara sokulup yerlilerden incik boncuk alanlar!
Ve bütün bunları sanki sıradan bir işmiş,
Doğal bir şeymiş,
Hayat böyleymiş gibi yapan,
Sanki bir yazgıyı yerine getiriyormuş gibi yaşayanlar
Hey, hey, hey!
Bugünkü denizlerin insanları! Eski denizlerin insanları!
Ey gemi saymanları! Kürek mahkûmları! Lepanto savaşçıları!
Roma’dan kalma korsanlar! Eski Yunan’ın denizcileri!
Fenikeliler! Kartacalılar! Saltık Deniz’de Olanaksız’ı gerçekleştirmek için
Sagres’ten sınırsız serüvenlere fırlatılan Portekizliler!
Hey, hey, hey!
Keşfettiğiniz kıyılara işaret diye taştan sütunlar diken
Ve o adsız burunlara adlarını verenler!
Zencilerle ilk kez alış veriş edenler!
Yeni kıtalardan ilk kez köle alıp satanlar!
O şaşkın zenci kadınlara ilk Avrupalı orgazmı tattıranlar!
Yeşil bitkiler fışkıran kıyılardan altın,
İncik boncuk, baharat ve oklar getirenler!
O sakin Afrika köylerini yağmalayan
Ve top gümbürtüsüyle yerlileri şaşkına çevirenler!
Siz can alan, çalıp çırpan, işkence eden, sonra da
Yeni denizlerin gizlerine koşmak için baş eğenlere
Vaad edilen Yeniliğin ödülüne el koyanlar! Hey, hey, hey!
Hepinize birden, hepiniz bir kişiymiş gibi,
Birbirinize karışmış, kenetlenmiş gibi hepiniz,

Kanlı, acımasız, nefret edilen, korkulan, sayılan hepinize!
Selam size, selam, hepinize selam!
Hey, hey, hey! Hey, hey, hey!
Merhaba! Merhaba! Merhaba!

Yola çıkmak istiyorum sizinle, sizinle yola çıkmak!
Hepinizle birlikte,
Gittiğiniz her yere!
Yüz yüze gelmek istiyorum karşılaştığınız tehlikelerle,
Yüzümde hissetmek yüzlerinizi buruşturan rüzgârı,
Dudaklarınızı öpen deniz tuzunu ufalamak,
El vermek çabanıza, fırtınalarınızı paylaşmak,
Sonunda sizin gibi o olağanüstü limanlara ulaşmak!
Sizinle birlikte uygarlıktan kaçmak!
Sizinle yitirmek her türlü ahlak kaygısını!
İnsanlığımın artık değiştiğini hissetmek!
Güney denizlerinde sizinle yeni vahşetler,
Yeni yürek sarsıntıları ve yanardağ ruhumdan
Yeni ateşler içmek! Sizinle yola çıkmak
Ve geride bırakmak – ah, haydi, düşün önüme! –
Uygar giysilerimi, kibar davranışlarımı,
Doğuştan içimde olan o zindan korkusunu,
O sakin hayatımı,
O elden günden uzak, durağan, düzenli hayatımı!

Denize, denize,
Denize, hey, rüzgâra, dalgalara
Atılmak ah hayatım!
Rüzgârda köpüklerle
Tuzunu tatmak için o büyük yolculukların,
Boşanan sağanaklara tenimi kamçılamak yepyeni serüvenlere,
Daldırmak varoluşumun kemiklerini o soğuk denizlere,
Kırbaçlamak, kesmek, buruşturmak rüzgârla, güneşle, köpüklerle
Atlantik kasırgası varlığımı,
Kefen bağları gibi serili sinirlerim
Ses veren bir lir rüzgârın ellerinde!

Evet, evet… Çarmıha gerin beni denizde yol alırken,
Omuzlarımda o haçı taşıma mutluluğu!
Bağlayıp götürün beni çıkarken her yolculuğa,
Omurgamı sızlatsın sırtımdaki o çarmıh,
Bu acıyı duyayım edilgin bir titreyişle!
Bana istediğinizi yapın, yeter ki ben denizde olayım,
Güvertede, dalgaların üstünde,
Yaralayın, öldürün, gövdemi parçalayın!
Denizin değiştirdiği bir ruh
Ölüme iletmek istediğim,
Denizle ilgili ne varsa onların sarhoş ettiği,
Derinler, burunlarla gemicilerle olduğu kadar,
Uzak yerler, limanlar, dipte yatan batıklar,
Hem her türlü ticaret,
Hem direkler, dalgalar
Başımı döndürmeli,
Acıyla ve şehvetle Ölüme götürmeli
Sülüklerin kanını emdiği bir cesedi,
O garip anlamsız yeşil deniz sülüklerinin!

Kefen sargısı yapın sinirlerimden,
Kaslarımdan palamar!
Sonra derimizi yüzüp geminin omurgasına çakın,
Duyayım acısını çakılan çivilerin ve bu acı hiç dinmesin!
Bir sancak yapın kalbimden
Eski kalyonların savaşlarındaki gibi durmadan dalgalanan!
Oyup çıkarın gözlerimi, güvertede çiğneyin
Geminin teknesine çarpıp kırın kemiklerimi!
Kırbaçlayın beni direklere bağlayıp, kırbaçlayın beni!
Enlemlerle boylamlardan esen rüzgârlar
Sürüklesin kanımı azgın fırtınalarda
Geminin bordasına çarpıp
Kaptan köprüsüne yükselen sulara!

Rüzgârın çarptığı gergin yelkenler gibi korkusuz olmak!

Uğuldayan rüzgârda gabya yelkenleri gibi!
Denizin tehlikelerini şakıyan fadoyla eski bir gitar,
Bir şarkı denizcilerin dinleyip hiç söylemedikleri!
O asi gemiciler
Kaptanlarını serenin cundasına asan,
Bir başka kaptanı da ıssız bir adaya bırakan.

Marooned!
O eski korsan ateşini yaktı tropik güneşi
Tutuşan damarlarımda.
Acıklı ve açık saçık dövmeler işledi imgelemime
Petagonya rüzgârı.
Ateş, ateş, içimdeki bu ateş!
Kan! Kan! Kan!
Beynim çatlayacak gibi!
Kıpkızıl parçalara bölünüyor dünyam!
Zincirlerin yankısıyla birbirine çarpıyor damarlarım’
Ve yırtıcı bir sesle çınlıyor içimde
Koca Korsan’ın şarkısı,
Koca Korsan’ın ölüm çanları gibi gürleyen şarkısı.
Korkuyu iliklerinde duyup ürperen adamları
Ve kıç güvertesinde ölüm çığlıkları atanlarla şarkı
Söyleyenler:

Ölünün sandukası üstünde on beş kişi
Yo-ho-ho bir de rom şişesi!

Sonra da o çığlık, havayı yırtan gerçek dışı bir ses

Darby M’Graw-aw-aw-aw-aw!
Darby M’Graw-aw-aw-aw-aw-aw-aw!
Fetch a-a-aft the ru-u-u, -u-u-u-u-u-um, Darby!

Hey anam, hey! Ne hayat bu, ne hayat!
Hey anam, hey!
He-he-hey! Hey anam, hey!
He-he-hey!

Kırılmış omurgalar, batık gemiler, kanlı denizler!
Kana bulanmış güverteler, parçalanmış cesetler!
Filika küpeştelerinde koparılmış parmaklar!
Dört bir yana saçılmış çocuk başları!
Gözleri oyulmuş haykıran, inleyen insanlar!
He-he-hey-hey-hey-he-he-hey!
He-he-hey-hey-hey-he-he-hey!
Beni soğuktan koruyan bir pelerin gibi sarınıyorum bütün bunlara!
Sıcakta duvara sürtünen bir kedi gibi sürtünüyorum
Acıkmış bir aslan gibi kükrüyorum bunların arasında!
Kızgın bir boğa gibi saldırıyorum hepsine!
Tırnaklarımı geçiriyor, pençelerimle yırtıyorum, kana buluyorum dişlerimi bütün bunlarla!
He-he-hey-hey-hey!-He-he-hey!
Birden, kulağımın dibinde
Korkunç bir borazan sesi,
O eski haykırışla, ama daha metalik ve daha öfkeli,
Çağırıyor avını kendini göstermek için,
Ele geçirmek üzere olduğu tekneyi:

Aho-o-o-o-o-o-o-o-o-o-o-yyyy…
Uskuna aho-o-o-o-o-o-o-o-o-o-o-o-o-yyy…

Bütün dünya siliniyor gözümde artık! Mosmor kesiliyorum!
Yanıp tutuşuyorum o tekneye sıçramak için!
Ey Korsanlar Reisi! Korsanların Kralı!
Yağmalıyor, öldürüyor, parçalıyorum her şeyi!
Yalnız denizi hissediyorum, ele geçirmek, yağmalamak!

Bütün duyduğum damarlarımın güm güm atışı,
Şakaklarımın zonklayışı!
Gözlerimi köreltiyor tutuşan kanım!
He-he-hey-hey-hey! He-he-hey!

Ey korsanlar, korsanlar!
Korsanlar, sevin beni ve benden nefret edin!
Korsanlar, eriyip karışayım sizlere!

Öfkeniz, kabalığınız nasıl da sesleniyor kanına
Bir zamanlar ben olan ve artık yalnız şehvetli kalan kadının bedenine!
Bütün davranışlarını benimseyen bir hayvan olmak isterdim,
Dişlerini küpeştelere, omurgalara geçiren,
Direkleri kemirip güvertedeki kanı ve katranı içen,
Yelkenlerle kürekleri, halatlarla vinçleri dişleyen bir hayvan,
Dişi bir deniz canavarı cinayetlerine doymayan!
Birbiriyle uyumsuz ve benzeşen bir duygular senfonisi yükseliyor,
Kanımda uğuldayan fırtınalı cinayetlerin, denizin
Kanında çınlayan o çılgın cümbüşlerin orkestrası,
Ruhumda azıp yükselen kızgın bir kasırga,
Görüşümü karartan ve bütün bunları yalnız derim
Ve damarlarımla görüp düşlememe yol açan sıcak bir toz bulutu!
Korsanlar, korsanlık, gemiler ve o saat,
Ganimetlerin yüklendiği o denizcilik anı,
Tutsakların korkudan nerdeyse çıldırdıkları
Bütün cinayetleri, ürkünçlüğü, gemileri, insanları, denizi, göğü, bulutları,
Rüzgârları, enlemleri, boylamları, çığlıklarıyla,
Nasıl isterdim bütün onlarla, onların hepsiyle bedenim acı çeksin,
Bedenim ve kanım, bütün varlığım tek kızıl bir topak olsun,
Kaşınan bir yara gibi çiçek açsın ruhumun düşsel etinde!

Ah, o suçların tümüyle özdeş olmak! Gemilerin saldırılarının,
Kan dökücülüğünün, ırza geçmelerin tüm öğeleri olmak!
Bütün o yağmaların yaşandığı yerlerde bulunmuş olmak!
Bütün o kanlı tragedyalarda yaşamış ya da yok olmuş herkes olmak!
O korsanlığın doruğundaki korsan – özeti ve etiyle kemiğiyle
Dünyanın bütün korsanlarının kurban – bireşimi olmak!
Edilgin bedenimle korsanların ırzına geçtikleri, öldürdükleri,
Yaralayıp parçaladıkları kadınlar kadını olmak!
Varsın saldırılmış bedenim onların hepsine hizmet eden
Ve bütün bunları, bunların hepsini bir anda belkemiğinde hisseden kadının bedeni olsun!

Ah, benim tüylü kaba, serüvenci, eli kanlı kahramanlarım!
Benim deniz canavarlarım, beynimin yarattığı kocalar!
Sapık duygularımın gelgeç aşıkları!
Biricik sevgiliniz olmak isterdim sizi her limanda bekleyen!
Sizler, onun düşlerinde sevilen ve nefret edilen korsanlar!
Çünkü o, yalnız ruhuyla da olsa, sizinle olacaktır, denizde
Irzına geçilen kurbanlarınızın çıplak bedenleriyle birlikte!
Çünkü o suç ortağımız olacaktır denizlerdeki azgın cümbüşlerinizde,
Büyücü ruhu görünmeden dans edecektir karışarak gövdelerinizle
Kılıç çeken, boğazlayan ellerinizin devinimlerine!
Ve karada dönüşünüzü bekleyerek, dönecek olursanız eğer,
Aşkınızdan çıldırmışcasına içecektir bütün o engin,
O sis ve karanlık kokularla dolu zaferlerinizin şerefine
Ve şehvetten ürperişleriniz boyunca kızıl sarı bir ayin havası çalacaktır ıslıkla!

Gövde parçalanmış, bağırsaklar deşilmiş, kanlar akarken,
Tam doruğundayken sizlerle ilgili düşlerimin,
Kendimi yitirmişim; artık size ait değilim, sizim ben
Ardınızdan gelen dişiliğim tümüyle sizin ruhunuz artık!
Bütün o gözü dönmüş yırtıcılığınızı yaşarken içinizde olmak,
O heyecanlarınızı içimde duymak
Siz açık denizleri kana bularken,
Arada bir daha canı çıkmamış yaralılarla
Pembe tenli bebekleri köpek balıklarına atıp
Seyretsinler diye analarını küpeştelere sürüklerken!

O kıyımlarda, yağmalarda sizinle olmak!
Kendimi talanlarınızın senfonisiyle uyum içinde bulmak!
Ah, anlatamam size ne kadar sizinle birlikte olmak istediğimi!
Orada yalnızca kadınınız, bütün kadınlarınız, bütün kurbanlarınız değil,
Bunların her biri ve hepsi olmak – erkeği, kadını, çocuğu, gemisi-
Ve yalnızca o an, gemiler ve dalgalar değil,
Yalnızca ruhlarınız, bedenleriniz, öfkeniz, ganimetleriniz değil,
Yalnızca soyut çılgınlıklarınızın somut eylemi değil,
Bunlar olmak değil istediğim, bunların hepsinden öte, Böyle olmanın Tanrısı olmak!
Bir Tanrı olmak gerek, karşıt bir inancın Tanrısı olmak!
Acımasız, şeytansı bir Tanrı, kanlı bir kamutanrıcılığının Tanrısı,
Düşsel çılgınlığımı tümüyle karşılayabilen
Ve zaferlerimizin her biri ve hepsiyle, hepsinden fazlasıyla
Özdeşleşme tutkumu hiç tüketmeyen!

Ah, iyileştirmek için işkence edin bana!
Ve tenimi – kellelere ve omuzlara savurduğunuz kılıçlarınızın
Çıkardığı hışırtıya çevirin!
Hançerlerinizin deldiği kumaşların ipliklerine döndürün damarlarımı!
İmgelemimi ırzına geçtiğiniz kadınların bedenlerine!
Aklımı, insan öldürdüğünüz kaptan köprüsüne!
Ve bütün hayatım, sinirliliği, isterisi, saçmalığıyla,
Her hücresi korsanlık eylemlerinizin her biriyle duyarlı
Bir canlı varlık olsun – ve ben durmadan döneyim
Dalgalanan koca bir mezbele gibi ve bunların hepsi olayım!
Sınır tanımaz düşlerimin ateşlenen çarkı
Öyle ölçüsüz ve ürkütücü bir hızla dönüyor ki,
Kanatlanan bilincim rüzgâra savrulmuş
Bir duman çemberinden başka bir şey değil şimdi!

Ölünün sandukası üstünde on beş kişi
Yo-ho-ho bir de rom şişesi!

He he hey, hey hey! Ho ho ho hoy, hoy!

Ah bu vahşetler vahşeti! Kahrolsun
Bunlarla ilgisi olmayan bizim hayatımız gibi bütün hayatlar!
İşte ben, mühendis, enerji uzmanı, bu işten anlayan,
Ben ki, size gelince, yürürken bile duraklayan,
Hareket ederken bile ağır, kendimi öne sürdüğümde bile etkisiz!
Başarılarınız karşısında tutuk, yıkık, ürkek,
O ateşli, kanlı, sınırsız canlılığınıza bakınca!

Yuh bana! çılgınlığımı yaşayamadığım için!
Yuh bana! ayaklarım her zaman uygarlığın eteklerine dolandığı
Ve sırtıma bir çuval dantel yüklenmiş gibi inceliklerle davrandığım için!
Biz hepimiz, çanak yalayıcıları çağdaş hayırseverliğin!
Veremliler, sinir hastaları gibi bitik, içi geçmiş,
Vurup kırmaktan, erkekçe dövüşmekten kaçan,
Ruhlarını iplikle bağlı bir tavuk ayağı gibi sürükleyenler!

Ah, korsanlar! Korsanlar!
Karanlık, acımasız bir şeyler yapma tutkusu,
Gözü dönmüşcesine tüyler ürpertici şeyler,
Nazik bedenlerimizi, kadınsı sinirlerimizi
Soyut bir şehvet gibi kemiren ve boş bakışlarımızı
Çılgın ateşlerle tutuşturan bir tutku!

Önünüzde diz çökmeye zorlayın beni!
Dövün beni, aşağılayın!
Kendinize kul köle edin!
Nefretiniz beni hiç terk etmesin!
Ey benim efendilerim, efendilerim!

Kanlı ve şehvetli çılgınlıklarınızda
Her zaman övünçle boyun eğeyim!
Kalın duvarlar gibi yıkılın üstüme
Ey barbar korsanları eski denizin!
Parçalayın, yaralayın beni!
Bedenimin doğusundan batısından
Kanlı çizikler çizin!
Kılıçla, baltayla, öfkeyle sarılın
Size ait olmamın sevinçli ürpertisine,
Acı çekmekten duyduğum zevke, kendimi size vermeme,
Doyumsuz vahşetinizin duygulu ve durağan nesnesi olmama,
Zorbalar, efendiler, imparatorlar, korsanlar!
Ah, işkence edin bana,
Parçalayın beni, karnımı deşin!
Canlı parçalarımı saçın,
Güvertelerde ters çevirin,
Denizlere fırlatın beni, adaların
Doyumsuz kumsallarına bırakın!

Sizde bulduğum gizemi benimle giderin,
Kanıma ulaşıncaya kadar deşin ruhumu,
Kesin, hırpalayın!
Ey bedensel imgelemimin dövmecileri!
Somut boyun eğişimin sevgili deri yüzücüleri!
Bir köpek tekmeler gibi bana haddimi bildirin!
Egemen nefretinizin lağımı yapın!

Bir bütün kurbanlarınıza dönüştürün beni!
İnsanlık adına acı çeken Hazreti İsa gibi
Elinize düşen her kurbanınız için acı çekeyim,
O amansız borda bordaya çarpışmalarda
Sertleşmiş, parmakları kesin kanlı ellerinize düşen.

Sürüklenen bir şey yapın beni –Ah, o ne zevk, o ne acı öpücük – sürüklenmek
Kırbaçladığınız atların kuyruğunda…
Ama bütün bunlar denizde, de-niiz-dee,
DE-NİİZ-DEE!
He-he-hey-hey-hey! He-he-hey! DE-NİİZ-DEE!
He-he-hey, hey-hey! He-he-hey! He-he-hey!
Her şey haykırıyor! Haykırıyor her şey! Rüzgârlar, dalgalar, gemiler!
Denizler, gabya yelkenleri, korsanlar, ruhum, kan, hava, ah hava!
He-he-hey, hey-hey! He-he-hey! He-he-hey!
Şarkı söylüyor, haykırıyor her şey!

ÖLÜNÜN SANDUKSI ÜSTÜNDE ON BEŞ KİŞİ
YO-HO-HO BİR DE ROM ŞİŞESİ!

He-he-hey, hey-hey! He-he-hey! He-he-hey!
Ho-ho-hoy-la-hoy-la-hoy-h-O-O-O-la-la-ha!

AHO-O-O-O-O-O-O-O-O-O-yyy!…
USKUNA AHO-O-O-O-O-O-yyy!…

Darby M’Graw-aw-aw-aw-aw-aw!
DARBY M’GRAW-AW-AW-AW-AW-AW-AW!
FETCH AFFFT THE RU-U-U-U-UM, DARBY!

Ho-ho-ho-ho-ho-ho-ho-ho-ho-ho-ho-ho-ho-ho!
HO-HO-HO-HO-HO-HO-HO-HO-HO-HO-HO-HO-HO!
HO-HO-HO-HO-HO-HO-HO-HO-HO-HO-HO!
HO-HO-HO-HO-HO-HO-HO-HO-HO-HO-HO-HO!
HO-HO-HO-HO-HO-HO-HO-HO-HO-HO-HO!
İçimden bir şeyler parçalanıyor. Kızıllık kararıyor.
Artık hiçbir şey hissetmeyecek kadar çok şey hissettim,
Ruhum tükendi, kalan yalnızca bir yankı içimde.
Giderek azalıyor volanın hızı.
Gözlerimin üzerinden kaldırıyor ellerini düşlerim.
Yalnızca bir boşluk duyuyorum içimde, bir çöl,bir gece denizi
Ve o gece denizini duyar duymaz içimde,
O boşluğun ötesinden ve sessizliğinden
Bir kez daha, bir kez daha o uzun ve çok eski çığlık
Birden, ses değil sevecenlikle çakan bir ışık gibi çınlıyor
Ve hemen yayılıyor denizin ufkuna
O nemli, karanlık, insanca dalgalanma gecede,
Bir sirenin iniltili çağrısı duyuluyor uzaktan,
Uzaklığın derinliklerinden, Denizin dibinden,…
Uçurumun bağrından,
Suların üzerinde yosunlar gibi yüzerken parçalanmış düşlerim…

Aho-o-o-o-o-o-o-o-o-o-o-yy…
Uskuna aho-o-o-o-o-o-o-o-o-o-o-yy..

Ah, bu çiy tanesi nasıl da kaplıyor heyecanımı!
İçimdeki denizin esen bu gece serinliği!
İşte, birden önümde, gece dalgalarının
O engin insan gizemiyle dolu bir gece denizi.
Ay doğuyor ufukta ve bir damla gözyaşı gibi
Canlanıyor içimde mutlu çocukluğum.
Dalga dalga geri geliyor geçmişim ve o deniz çığlığı
Bir kokuya, bir sese, bir şarkının yankısına dönüşüyor
Çocukluğumu hatırlayıp
Bir daha hiç yaşayamayacağım o mutluluğu çağırırcasına.
Nehrin kıyısındaki o eski, sessiz evdeydi…
(Odamın pencereleri, yemek odasındakiler de
Alçak evlerin üzerinden yakındaki nehre bakıyordu,
Tejo’ya, bu aynı Tejo’ya, ama başka bir noktadan, daha aşağıdan…
Şimdi dönecek olsam aynı pencerelere, onları artık bulamam.
Uzak denizlerdeki bir geminin dumanı gibi uçup gitti o günler…)

Anlatılmaz bir yumuşaklık,
Neredeyse göz yaşartıcı bir pişmanlık,
Bütün o kurbanlar – özellikle de çocuklar – yüzünden,
Kendimi eski bir korsan sandığım,
Onları da kurbanlarım olarak düşlediğim için;
Sarsıcı bir duygu, onların kurbanlarım olmaları;
Sonra tatlı bir yumuşama, çünkü aslında
Kurbanlarım değildi onlar;
Karışık bir duygu, mavileşen buğulu bir pencere camı gibi,
Yaralı ruhuma eski şarkılar söyleyen.

Ah, nasıl düşünüp düşleyebilmiştim böyle şeyleri?
Ne kadar uzağım şimdi biraz önceki kendimden!
Karmaşık duygular – bazen böyle, bazen tam tersi!
Doğan günün soluk aydınlığında, bu duygularla uyumlu
Sesler geliyor kulağıma – suların şıpırtısı,
Nehrin rıhtımı yalayan dalgalarının yumuşak şıpırtısı…
Karşı kıyının önünden geçen yelkenler,
Japon mavisi uzak tepeler.
Almada’nın evleri,
Yumuşak ve çocukluktan kalma ne varsa sabahın bu erken saatlerinde…

Bir martı geçiyor
Ve artıyor içimdeki yumuşaklık.
Oysa bu süre içinde hiçbir şey çarpmadı gözüme.
Tenimde okşama gibi bir şeydi bütün duyduğum
Bütün bu süre içinde gözlerimi hiç ayırmadım uzaktaki düşümden,
Nehir kıyısındaki evim,
Nehir boyunda geçen çocukluğum,
Geceleyin odamın nehre bakan pencereleri
Ve sularda yansıyan dingin ay ışığı!…
Oğlunu yitirdiği için beni çok seven teyzem…
Beni ninnilerle uyutan o yaşlı kadın
(Ninnilik çağım çoktan geçmiş olsa da)…
Bunları hatırlıyorum da gözyaşları boşanıyor kalbime ve yıkanıyor hayatım
Ve bir deniz meltemi esmeye başlıyor içimde.
Bazen “Nau Catrineta” yı söylerdi teyzem:

İşte Catrineta gidiyor
Denizin dalgalanan üstünde…

Ya da ortaçağdan kalma özlem dolu
Bela Infanta şarkısını… Şimdi hatırlıyorum da yankılanıyor içimde zavallı kadının yaşlı sesi,
O günlerden beri onu ne kadar az düşündüğümü, onunsa beni ne kadar çok sevdiğini hatırlatarak!
Ve ona nasıl hayırsızlık ettiğimi – sonunda da hayatımı ne yaptığımı?

Bela Infanta’ydı bu… Gözlerimi kapayınca, teyzem de şarkıya başlardı:

Dünya güzeli Prenses
Oturmuş bahçesinde…

Gözlerimi aralardım, bakardım ayla aydınlanmış pencere,
Sonra gözlerimi kapar, mutlu bir düşe dalardım.

Dünya güzeli Prenses
Oturmuş bahçesinde…
Saçlarını tararken
Altın tarağı elinde

Ey benim çocukluğum, kırılmış oyuncağım!
Dönememek o geçmişe, o eve, o sevgiye,
Orada kalamamak hep çocuk, her zaman mutlu!

Oysa bütün bir geçmişti o, bir köşede kalmış o sokak feneri.
Düşündükçe içimde bir ürperti, bir açlık kavuşamayacağım bir şeye.
Anlatılmaz, saçma bir acı veriyor bana bunu düşünmek.
Ah, her yana savrulan bir duygu kasırgası!
Ruhumdaki bu ince, baş döndüren kargaşa!
Tükenmiş kızgınlıklar, çocukların oyuncak makaralarına benzer sevgiler,
Duyuların gözleri karşısında parçalanan imgelem,
Gözyaşları, boşuna gözyaşları,
Ruhu yalayıp geçen aykırı rüzgârlar…

Kurtulmak için bu duygulardan, yardıma çağırıyorum
Bile bile, umutsuz, susamış, boş bir çabayla
Can çekişen Yaşlı Korsan’ın şarkısını:

Ölünün sandukası üstünde on beş kişi
Yo-ho-ho bir de rom şişesi!

Ama silinen bir çizgi gibi yavaş yavaş kayboluyor içimdeki bu şarkı…
Kendimi zorluyorum ve gözlerini dört açmış ruhumun karşısında,
Yarı okumuş bir imgelemin yardımıyla bir kez daha canlandırmayı başarıyorum
Korsanlığın ateşini, öldürme tutkusunu, yağmacılığın o doyumsuz zevkini…
Kadınlarla çocukları pisipisine öldürmelerini,
Zavallı yolculara eğlenmek için boşuna işkence etmelerini
Ve başkalarının değer verdiği şeyleri aşağılayıp parçalama şehvetini,
Ama soğuk terler döküyorum korkudan düşlerken bütün bunları.

Ne kadar ilginç olurdu diye düşünüyorum
O çocukları asmak analarının gözleri önünde
(Oysa analarının ben olduğumu hissediyorum kendime rağmen)
Dört yaşındakileri ıssız adalara gömmek,
Babalarını kayıklarla götürüp onları göstermek
(Oysa evde mışıl mışıl uyuyan doğmamış çocuğumu düşününce tüylerim ürperiyor.)

Deniz cinayetleriyle ilgili soğuk bir istek kışkırtıyorum içimde,
İnanç özrü olmayan bir Engizisyon,
Nedeni olmayan cinayetler, kötülük ve öfke duymadan,
Soğukkanlılıkla işlenmiş, incitmeyi bile düşünmeden,
Şakadan değil, vakit öldürmek için,
Taşrada bir yemek odasında, masa örtüsünü bir köşeye itip fal açar gibi,
Sırf zevk için, hiç düşünmeden korkunç cinayetler işlemek,
Sırf birinin acı çektiği, çıldırdığını, acıdan ölecek gibi olduğunu görüp işi tam o noktaya    vardırmamak…
Ama düş gücüm reddediyor beni izlemeyi,
Ürpertiyle diken diken oluyor saçlarım
Ve birden, birdenbirelik daha önce, daha uzak, daha derinden,
Birden – Ah, o kanımı donduran korku! –
O Bilinmezlik kapısı açıldığında içimi kaplayan hava akımı, o soğuk!
Tanrıyı hatırlıyorum, hayatın o Üstün gücünü ve birden
Bir zamanlar görüştüğüm İngiliz denizci Jim Barns’ın yaşlı sesi

İçimdeki anlaşılmaz yumuşaklıkların sesine dönüşüyor
şimdi, anamın kucağındaki o küçük ayrıntılara,
kızkardeşimin kurdelesine,
Görünen şeylerin ötesinden gelen olağanüstü bir ses,
Kulakları sağır eden bu uzak Ses, Saltık Ses oluyor, ağızsız Ses,
Denizin üstünden ve derinliklerinden gelen geceye özgü Yalnızlığın sesi
Çağırıyor, çağırıyor, çağırıyor beni…

Boğuk, kısık, gene de duyulabilir bir ses,
Çok uzaklardan, başka bir yerden yankılanan, burada anlaşılmayan,
Bastırılmış bir çığlık, kısık bir ışık, sessiz bir soluk,
Uzayın olmayan bir köşesinden, zamanın hiçbir yerinden
Sonsuzluğa yönelen bir gece çığlığı, derin ve düzensiz bir soluk:

Aho-o-o-o-o-o-o-o-o-o-o-yy…
Aho-o-o-o-o-o-o-o-o-o-o-o-o—-yy…
Uskuna aho-o-o-o-o-o-o-o-o-o-o-o-o-o—-yyy…

Ruhumun derinliklerinden gelen soğukla ürperiyor bedenim
Kapamadığım gözlerimi açıyorum birden.
Ah, ne büyük mutluluk sonunda düşlerden kurtulmak!
İşte yeniden gerçek dünya, sinirleri rahatlatan!
İşte erken saatleri sabahın ve limana ilk giren gemiler.

Hangi geminin gelmekte olduğu hiç önemli değil.
O hâlâ uzakta.
Ancak yakında olan beni heyecanlandırıyor.
Güçlü, sağlıklı, işlek düş gücüm
Çağdaş ve yararlı şeylerle ilgileniyor,
Şilepler, vapurlar, yolcularla,
Gündelik, çağdaş, ticaretle ilgili, somut şeylerle,
İçimde yavaşlıyor durmadan dönen volan.
Çağımızın olağanüstü denizcilik hayatı,
Her şey sağlıklı, temiz, makinalaşmış!
Her şey yerli yerinde, kendi düzeni içinde,
Bütün çarklar, dişliler, denizlerde gemiler
Bütün alım satımlar, ithalat ve ihracat
Tıkır tıkır işleyen,
Doğal bir yasaya uyuyor sanki her şey,
Tek ses yok uyumu bozan!

Şiirin de yitirdiği bir şey yok. Üstelik
Kendine özgü şiiri olan makinalarımız var artık
Ve yeni bir yaşama biçimimiz,  ciddi ayağı yere basan, düşünsel ve duygusal
Bu makine çağının ruhlara bağışladığı.
Yolculuklar şimdi de eskiden olduğu gibi güzel
Ve bir gemi sırf gemi olduğu için her zaman güzel olacak.
Yolculuklar hala yolculuk ve uzaklar hala oldukları yerde –
Hiçbir yerde, Tanrıya şükür!

Limanlar türlü türlü vapurlarla dopdolu!
Küçük büyük, renk renk, değişik nöbet çizelgeleriyle,
Her biri değişik bir denizcilik şirketine bağlı!
Limandaki her vapur o kadar kendisi ki palamarla bağlı olduğu yerde!
Öylesine hoşlar ki o dingin duruşlarıyla limanın telaşlı trafiğinde,
Her zaman Homeros’un o eski düzeninde, ey Ülis!
Gecede, uzaktan insan gibi bakan o deniz fenerleri
Ya da gecenin karanlığında yakından bir fenerin birden göz kamaştırması
(“Kim bilir ne kadar yaklaştık karaya!”
Ve suların şarkısı kulaklarımızda)!…
Bütün bunlar bugün de hiç değişmemiş, yalnız şimdi ticaret var fazladan
Ve bu büyük vapurların ticari yazgıları
Yaşadığım çağın bir övünç kaynağı bana!
Yolcu vapurlarındaki çeşit çeşit insanlar,
Irkların karışmasının, uzaklara gitmenin, yeni şeyler görmenin
Bunca kolaylaştığı bir çağda yaşamanın o yeni övüncünü duyuruyor bana.
Böylece yaşarken gerçekleştiğini görmek nice eski düşlerin sevindiriyor beni.
Duygularım bugün gişelerinin kafesleri sarı metalden temiz, düzenli, modern bir büro gibi,
Bir centilmen gibi ölçülü ve doğal
Şaşkınlıktan uzak ve becerikli; içlerine çekiyorlar deniz havasını,
Deniz havası solumanın ne denli sağlıklı olduğunu bilen insanlar gibi.

Günün iş saatleri başlıyor artık.
Her şey harekete geçiyor kendi düzeni içinde.
Ben de büyük bir zevkle ve doğal bir sesle ezberden saymaya başlıyorum
Malların yüklenmesi için gerekli bütün ticari işlemleri.
Benim çağım bütün faturalara vurulan damgalar çağı
Ve bütün iş yerlerinde yazılan bütün mektuplar
Doğrudan benim adıma gönderilmeli.

Deniz taşımacılığı öyle bir uzmanlık,
Bir kaptanın imzası öyle güzel ve modern ki!
İş mektuplarının o belli başlangıç ve sonları:
Dear Sirs – Messieurs – Amigos e Srs.,
Yours faithfully – nos salutations empressees…
Bütün bunlar yalnız insanca ve doğal değil aynı zamanda güzel de,
Sonra bunların hepsinin bir ilgisi var denizcilikte –
Şileplere yüklenen mallarla ilgili mektuplar ve faturalar.

Hayatın karmaşıklığını! Seven, nefret eden,
Siyasal tutkuları olan, bazen de suç işleyen insanlar hazırlıyor bu faturaları –
Ve öyle güzel yazıyorlar, öyle düzenli, öyle bağımsız ki bütün bu duygulardan!
Bir faturaya bakıp bunları hiç hissetmeyenler de vardır.
Örneğin sen, Casario Verde, hissetmişsindir bunu elbet.
Ben de öyle içten yaşamışımdır ki bunu, gözlerim yaşarmıştır.
İş hayatında ve iş yerlerinde şiir yoktur, demeyin bana!

İşte bakın, giriyor bütün gözeneklerden… içime çekiyorum onu bu deniz havasında,
Çünkü bütün bunlar gemilerle, çağdaş denizcilikle ilgili,
Çünkü tarihin başlangıcıdır faturalar ve iş mektupları,
Sonsuz denizlerde yük taşıyan şilepler de tarihin sonu.

Ve ah, o yolculuklar, o tatil gezileri ve ötekiler,
Hepimizin arkadaş olduğu o deniz yolculukları
Denize özgü bir gizemle etkileyip ruhlarımızı
Bir an için bizi belirsiz bir ülkenin uçsuz bucaksız denizlerinde
Durmadan dolaşan yurttaşlarına dönüştüren!
Sonsuzluğun Büyük Otelleri, ey benim transatlantiklerim!
Hiçbir yerde hiç durmamanın o yetkin, eksiksiz dünya yurttaşlığı
Ve her töreyi, her kılığı, her yüzü ve ırkı kucaklama tutkusu!

Yolcular, yolculuklar – bunların her türlüsü!
Nice ulusları yeryüzünün! Nice uğraşlar! Nice insanlar!
İnsanın hayatını yöneltebileceği nice değişik yönler
Ve sonunda her zaman, her zaman aynı olan hayat.
Sayısız garip yüzler! Bütün yüzler biraz gariptir çünkü
Ve hiçbir şey insanları seyretmek kadar kutsallık duygusu vermez bize.
Kardeşlik devrimci bir kavram değildir ne de olsa.
Kardeşliği yaşamak öğretir bize, her şeyi hoş görmeyi öğrettiği gibi,
Ve insan şaşar ne kadar çok şeyi hoş görmek zorunda olduğuna,
Sonunda hoş gördüğü şeylere bakıp nerdeyse sevgiyle ağlamak gelir içinden!

Ah, ne kadar güzeldir bütün bunlar, ne kadar insanca
Ve duygularımıza sıkı sıkıya bağlı, ne kadar candan ve burjuva,
Öylesine karmaşık ve yalın, öylesine soyut ve hazin!
Bir o yana bir bu yana savurarak insan olmayı öğretir bize hayat.
Zavallı insanlar! Hepimiz, her yerdeki biz zavallılar!

Şimdi veda ediyorum bu saatte yola çıkacak olan
Şu öbür geminin gövdesinde. Tarifesiz bir İngiliz yük vapuru bu,
Bir Fransız gemisi gibi çok pis,
Sevimli bir deniz emekçisi havasında,
Yola çıkacağı şüphesiz dünkü gazetenin son sayfasında ilan edilmiş.

Dokunuyor bana bu yoksul vapurun böyle doğal ve kendi halinde gidişi.
Bilmem neden, titizlenen bir havası var,
Görevini yerine getiren dürüst bir insan gibi.
İşte uzaklaşıyor bulunduğum rıhtımdan.
İşte yavaş yavaş ilerliyor eskiden, çok eskiden
Karavelaların geçtiği yerde…
Cardiff’e  mi?  Liverpool’a mı? Londra’ya mı?…
Ne önemi var?
O işini yapıyor. Bizim de yaptığımız gibi.…
Yaşamak güzel!
İyi yolculuklar! İyi yolculuklar!
Yolun açık olsun, düşlerimin heyecanını
Ve acısını benimle paylaşma cömertliğini gösteren
Ve gidişini göreyim diye beni yeniden hayata bağlayan geçici dostum.
İyi yolculuklar! İyi yolculuklar! Hayat böyle işte…

Salınışın öyle doğal, öyle sabaha özgü ki,
Lizbon limanından çıkarken bugün,
Garip, bildik bir sevgiyle dolduruyor içimi…
Niçin mi? Nerden bileyim!… Haydi… Git…
Hafif bir ürperişle
(T-t-t-t-t…)
Duruyor içimdeki volan.

Geç git, yavaş gemi, geç git, durma sakın…
Bırak beni, uzaklaş, kaybol gözden,
Git, uzaklaş kalbimden,
Uzakta kaybol, uzaklarda, Tanrının sisi,
Gözden kaybol, yazgını izle, beni bırak…
Ben kim oluyorum ağlayıp sızlayacak?
Ben kim oluyorum seninle konuşup seni sevecek?
Ben kim oluyorum sana bakıp aklı başından gidecek?
Gemi rıhtımdan ayrılıyor, güneş yükseliyor altın rengi,
Işımaya başlıyor rıhtımda damlar,
Kentin bütün bu yanı ışıl ışıl…
Git artık, bırak beni, nehrin ortasındaki
Gemi ol önce, orada açık seçik,
Sonra da sığ sulardan uzaklaşan küçük, siyah bir gemi,
Daha sonra ufukta belirsiz bir nokta (ah, çilem benim!)
Ufukta giderek belirsizleşen küçük bir nokta…
Sonra hiç, yalnız ben ve yokluğunun acısı
Ve artık güneşle ışıyan koca bir kent
Ve gemileri olmayan bir rıhtım gibi gerçek ve çıplak bu saat
Ve bir pusula gibi ağır ağır dönen vinç
Kimbilir hangi duyguyu izlercesine yarım daire çizen
Tedirgin ruhumun sessizliğinde…
Fernando PESSOA
Çeviri: Cevat Çapan

ÇÜRÜMENİN KİTABI (ZAMANIN PARÇALARININ BİRBİRİNDEN AYRILMASI) Emil Michel CİORAN

ÇÜRÜMENİN KİTABI
(ZAMANIN PARÇALARININ BİRBİRİNDEN AYRILMASI)
Anlar birbirini izler: Bir kapsamları olduğu yanılsamasına, ya da bir
anlamları olduğu hayaline kapılmak için hiçbir sebep yoktur; cereyan
ederler; seyirleri bizim seyrimiz değildir; sersem bir algıya hapsolmuş
bir şekilde akışını seyre dalarız onların. Zaman boşluğunun
önünde yürek boşluğu: Karşı karşıya, birbirlerine yokluklarını yansı­
tan iki ayna, aynı hiçlik görüntüsü ... Hayalperest bir budalalığın etkisi
altındaymış gibi, her şey aynı seviyeye gelir: Artık doruklar da yoktur,
uçurumlar da ... Yalanlarda ki şiir, bir muammanın dürtüsü artık
nerede keşfedilir?
   Sıkıntıyı hiç bilmeyen kişi, çağların doğuşundan önceki dünyanın
çocukluğunda bulunmaktadır hala; ahı gitmiş vahı kalmış, kendi boyutlarına
aldırmayan o yorgun zamana, kendi geleceğinin eşiğindeyken
aniden bir yadsıma lirizmi mertebesine çıkartılmış maddeyi de
beraberinde sürükleyerek çöken zamana kapalı kalır. Sıkıntı, kendi
kendine yarılan zamanın içimizdeki yankısıdır ... boşluğun açığa çıkmasıdır,
hayatı destekleyen -ya da icat eden- o sayıklamanın kurumasıdır...
   Değer yaratan insan, tam anlamıyla sayıklayan varlıktır; bir şeyin
var olduğu inancından mustariptir, oysa nefesini tutması kafidir: Her
şey durur. Heyecanlarını askıya alsa: Artık hiçbir şey titremez olur.
Kaprislerini ortadan kaldırsa: Her şey soluklaşır. Gerçeklik aşırılıkla
rımızın, ölçüsüzlüklerimizin ve dengesizliklerimizin bir eseridir. Çar-
pıntılarımızı frenleyebildiğimizde: Dünyanın akışı yavaşlar. Ateşliliğimiz
olmasa, mekan buz tutar. Zaman bile, birazcık zihin açıklığıyla
çırılçıplak ortaya çıkacak o dekoratif evreni doğurduğu için arzuları­
mız, akmaktadır. Birazcık açıkgörüşlülük, en baştaki durumumuza
indirger bizi: Çıplaklık. Azıcık istihza, kendimizi aldatmamıza ve yanılsamayı
hayal etmemize imkan veren o gülünç görünüşlü ümitlerden
arındırır: Aksi yönde her yol hayatın dışına götürür. Can sıkıntısı
bu güzergahın başlangıcıdır sadece ... Zamanın fazla uzun olduğunu
hissettirir bize - bir erek gösterme yeteneğine sahip değildir. Her nesneden
kopmuş olan, dışarıdan özümleyecek hiçbir şeyi de olmayan
bizler ağır ağır kendimizi imha ederiz, çünkü gelecek bize bir oluş nedeni
sunmaktan çıkmıştır.
   Sıkıntı bize, zamanın aşımı değil de yıkımı olan bir ebediyeti ifşa
eder; batıl inanç noksanlığından çürümüş ruhların sonsuzudur o:
Kendi düşüşlerinin peşinde olan şeylerin kendi etraflarında dönmelerine
hiçbir şeyin engel olmadığı düz bir mutlak.
Hayat sayıklama içinde yaratılır ve sıkıntı içinde dağılır.
(Belirgin bir dertten mustarip olan kişinin şikayet etmeye hakkı
yoktur: Onun bir meşgalesi vardır. Ağır hastalar hiç sıkılmazlar: Hastalık
içlerini doldurur, tıpkı büyük suçluları vicdan azabının beslemesi
gibi. Zira her yoğun acı doluluk benzeri bir durum yaratır ve bilince,
içinden çıkamayacağı korkunç bir gerçeklik sunar; oysa sıkıntı denen
o zaman matemindeki madde'siz acı, bilincin karşısına, onu kazançlı
bir girişime zorlayan hiçbir şey çıkarmaz. Yeri belirlenemeyen
ve hiç sarih olmayan, iz bırakmadan vücudun üstüne çöken, ruha işaret
vermeden sızan bir dert nasıl iyileştirilir? Bu dert, atlattığımız, fakat
imkanlarımızı, dikkat rezervlerimizi kurutan; bizi, boğucu sıkıntı­
larımızın yok olması ve ıstıraplarımızın uçup gitmesinin ardından gelen
boşluğu doldurmaktan aciz bırakan bir hastalığa benzer. Zaman
içindeki bu yurtsuzlaşmanın yanında, bakışlarımız altında çürüyen
evren manzarasının dışında hiçbir şeyin göze batmadığı o boş ve bitkin
çöküntü halinin yanında, cehennem bile bir sığınaktır.
   Artık hatırlamadığımız ve etkileriyle ömrümüze tecavüz eden bir
hastalığa karşı hangi tedavi yolunu kullanmalı? Varoluşa nasıl bir çare
bulmalı, o sonu olmayan iyileşmeyi nasıl nihayetine erdirmeli? Ve
doğumun etkisini üzerimizden nasıl atmalı?Sıkıntı, o devasız nekahet...)
Emil Michel CİORAN

LİRİK İNTERMEZZO ~ Heinrich HEİNE

LİRİK İNTERMEZZO

ÖNDEYİŞ
Bir şövalye vardı üzgün, sessiz,
Solgun yanakları çukurda;
Kapılmış karanlık hülyalara
Dolaşırdı sendeler gibi orda burda.
Dalgın, hissiz, yavaş, sakar
Sallana yıkıla yürür gördükçe onu,
Gülüşürdü çiçekler, kızlar.

Evde karanlık bir köşeye çekilir,
Kaçardı çok vakit insanlardan.
Özlemli, uzatır kollarını,
Fakat tek söz çıkmazdı ağzından.
Yalnız gece yarısı oldu mu
Başlar bir tuhaf şarkı, ses —
Kapısı vurulurdu.

Girer sevdiği usulca içeri,
Hışırtılı elbisesi dalga köpüklerinden,
Terütaze bir gonca gül gibi,
Örtüsü elmas, pırlanta,
Narin endamını saran saçları altın,
Tatlı bir güçle selâmlar gözleri —
Düşerlerdi birbirlerinin kollarına.

Kucaklar şövalye olanca aşkıyla,
Şimdi ateşlenmiştir o duygusuz,
Pembedir solgun yüz, uyanmış düşteki,
A çılır gitgide durgun adam;
Oyun oynar fakat ona kadın:
Elmas, beyaz örtüsüyle örter
Başını yavaşça, adamın.

Girer billur saraya, su altında,
Büyülenir ansızın şövalye,
Şaşırır, kamaşmış gözleri
Titreşen parıltılarla.
Kucaklar onu deniz perisi,
Güveydir şövalye, peri gelin,
Çalar nedimeleri gitara.

Çalarlar, söylerler çok hoş şarkılar
Ve kalkarlar dansa;
Gitmiş aklı başından adamın,
Daha sıkı sarılır güzele —
Derken söner ansızın ışıklar;
Şimdi gene kasvetli şair odasında.
Evindedir tek başına, şövalye.

1
Güzelim mayıs ayında
Tomurcuklar açılınca,
Benim de kalbimde
Aşk yeşerdi.

Güzelim mayıs ayında
Başlayınca ötüşmeye kuşlar,
İtiraf ettim ona
İçimdeki özlemi.

2
Yeşerdi gözyaşlarımdan
Çiçekler, dolu dolu;
Çektiğim ahlar
Bülbül korosu.

Yavrum beni seviyorsan
Al çiçekleri hediye,
İzin ver şakısın bülbüller
Pencerenin önünde.

3
Gül, zambak, güvercin ve güneşti
Bir zaman gönül verdiklerim.
Artık sevmiyorum, şimdi tek sevdiğim
O küçük, o nazlı, o tertemiz, biricik;
Odur bütün sevgilerin kaynağı,
Gül de o, zambak da, güvercin, güneş, hepsi.

4
Baksam gözlerine
Kalmaz acım, üzüntüm;
Öpsem dudaklarından
Dirilirim büsbütün.

Yaslansam göğsüne, gönlümde
Bir cennet ferahlığı;
Ama dersen: “Seni seviyorum!”
Ağlarım acı acı.

5
Tatlı, güzel yüzünü
Düşte gördüm geçende.
Melek yüzleri gibi hoştu, güzeldi,
Fakat solgun, acıdan solgundu öyle.

Yalnız dudaklar kırmızı, onları da
Soldurur, çok sürmez, öpüşü ölümün.
Söner duru gözlerde o ışık cümbüşü,
Söner aydınlığı gökyüzünün.

6
Yanağını yanağıma daya,
Birlikte aksın gözyaşlarımız!
Bastır kalbini kalbime,
Alevler birbirine karışsın!

Akınca büyük yangına
Irmağın gözyaşlarımızın,
Ve kollarım kuvvetle seni sarınca —
Öleyim özleminde aşkın!

7
Bastırayım ruhumu
Zambağın çanağına;
Duyulsun çiçekten sevgilimin
Bir ezgisi, iç çekiş gibi.

Çok tatlı, çok güzel bir saatte
Bir öpücük vermişti sevgilim;
Bu türkü de o öpüş gibi
Ürpersin, titresin!

8
Binlerce yıldır kımıldamadan
Gökte yıldızlar
Aşk acılarıyla
Bakışırlar.

Zengindir, güzeldir çok
Konuştukları lisan;
Hiçbir dil bilgini
Fakat anlamaz bu dilden.

Öğrendim bense,
Unutmam bir daha;
Bir tanemin gül yüzünde okudum
Bu dilin gramerini.

9
Şarkıların kanadında, güzelim,
Uzaklara götüreyim seni;
Ganj kıyılarında bir yer
Biliyorum, yerlerin en güzeli.

Sessiz ay ışığı, bahçe,
Çiçekler kırmızı;
Bekler Iotüsler orda
Üzgün kardeşlerini.

Sevişir, gülüşür menekşeler,
Yıldızlara bakarlar;
Anlatır güller yavaşça
Mis kokulu masallar.

Zeki, sessiz ceylanlar
Hoplar, zıplar, dinler çevreyi;
Kutsal ırmağın, uzakta,
Çağıldar ninnileri.

Uzanırız bir palmiye
Altına seninle;
İçtiğimiz aşk, sükûn
Mutlu bir rüya içinde.

10
Güneşin görkeminden
Ürker lotüs çiçeği;
Eğer başını düşlerde
Bekler geceyi.

Aydır lotüsün sevdalısı,
Serper ışığın, uyandırır,
A lır yüzünden örtüyü:
Çiçek pek utangaçtır.

Açılır, kızarır, parlar
Sessiz, gökte bakışları;
Saçar ıtırlarını, titrer, ağlar,
Aşktır bu, aşkın yanışları.

11
Şavkı vurmuş o güzel
Ren nehri üzerine:
Kutsal ve büyük Köln,
Katedraliyle, yüce.

Yaldız deri üzerine,
Katedralde bir portre
Serpti nurlarını
Hayatımın çölüne.

Çevresinde Meryem Ana’mızın
Bir çiçekler, melekler halkası;
Gözler, dudaklar, yanaklar
Sevgilimin yüzünde tıpkısı.

12
Sen beni sevmiyorsun, evet.
Sevme, aldırmıyorum;
Yeter ki seyredeyim yüzünü,
Bir kıral kadar mutluyum.

Sen benden nefret ediyorsun, evet,
Pembe, minik ağzın söylüyor bunu;
Yeter ki öpeyim dudaklarını,
Unuturum üzüntümü.

13
Yemin etme, öp yalnız,
Ben inanmam kadın yeminlerine!
Verdiğin söz tatlı, fakat
Çok daha tatlı seni öpüşüm!
Öptüm seni, bu gerçek,
Oysa buhar, uçar söz.

Ah, yemin et sevgilim, boyuna,
Boş söze de güvenirim ben!
Mutluyum, buna inanıyorum
Kucağına doğru, bitkin yıkılırken;
Eminim, seveceksin beni
Daha uzun bir süre, ebediyyen!

14
En güzel türküleri
Sevgilimin gözlerine yazdım.
En iyi övgüleri
Dudaklarına.
En parlak dörtlükleri
Yanakları için yazdım,
Bir de zarif sone yazardım
Olsaydı kalbi.

15
Öyle sersem, öyle kör ki bu dünya,
Günden güne tatsız!
Güzelim, senin için der ki bu dünya:
“O kız hoppa, arsız!”

Öyle sersem, öyle kör ki bu dünya.
Hep yanlış tanıyacak seni;
Bilmez, insanı yakarak mutlu eden
O tatlı öpüşlerini.

16
Sen bir hayal yaratığı mısın,
Söyle, sevgilim, haydi,
Boğucu günlerinde yazın
Şairin tasarladığı?

Gözlerde o büyülü parıltı,
Böyle minik bir ağız, hayır,
Bir çocuk, böyle sevimli, tatlı…
Yaratamaz bir şair.

Doğabilir vampir, yarasa
Şairdeki ateşten,
Canavar, ifrit, ejderha..
Korkunç masallarda görülen.

Fakat tatlı, güzel çehreni,
Zalimsin, hainsin, hayır,
Masumluğu sahte bakışlarınla seni
Yaratmaz bir şair.

17
Dalga köpüklerinden doğan o tanrıça
Gibi mutlu sevgilim, mutlu ve sevinçli;
Çünkü gitti bir yabancıya,
Onu nişanlı seçti.

Kalbim, ah nelere katlanmamış kalbim,
Kızma bu hainliğe, kızma sakın;
Katlan, dayan, hoş gör
Yaptığını o sevimli çılgının.

18
Kızmış değilim parçalansa da kalbim,
Ey ebediyen yitirdiğim sevgili kızmio değilim.
Bir pırlanta gibi parlıyorsun ya.
Düşmez tek ışık, gecesine kalbinin.

Çoktan beri biliyorum. Düşümde gördüm seni,
Kalbini dolduran geceyi gördüm,
Gördüm bağrını kemiren yılanı,
Ne kadar zavallısın, sevgilim!

19
Evet, zavallısın, bense kızgın değilim,
İkimiz de zavallı olalım, sevgilim!
Ölüm hasta kalbimizi parçalayıncaya kadar
İkimiz de zavallı kalalım, sevgilim!

Ağzının çevresinde titreşir alay,
Kibir şimşekleri saçar gözlerin;
Görüyorum kabaran göğsünde gurur,
Ama sen de zavallısın bencileyin.

20
Flüt, keman sesleri,
Trompet gümbürtüleri;
Oynuyor canımın içi
Uymuş düğün havasına.

Davul, zurna sesleri…
İyi kalpli melekler
Hıçkırıyor, inliyor
Bu gürültü arasında.

21
Tamamen unuttun demek,
Kalbin ki benimdi o kadar zaman;
Kalbin ki tatlı, sahte, küçük,
Yok başka şey daha tatlı, daha sahte ondan.

Aşkı da, acıyı da unuttun demek,
Kalbimi çiğneyen ikisiydi benim.
Aşk, acıdan üstün mü bilmem,
İkisi de güçlü, büyük, benim bildiğim.

22
Bilseydi küçük çiçekler
Ne derin kalbimdeki yara,
Benimle ağlaşırlardı
Acımı paylaşmaya.

Bilseydi bülbüller
Ne kadar üzgünüm, hasta,
Ötmezlerdi, kalırdı
Şen şakrak şakıma.

Bilseydi altın yıldızlar
Derdimi, kederini,
İner, gelir gökten, beni
Teselli ederlerdi.

Ama ne bilsin onlar,
Acımı yalnız birisi bilir:
Kalbimi parçalayan
O bilir, kendisi bilir.

23
Güller neden solgun böyle,
Söyle, sevgilim, neden?
Yeşil çimenlerde
Neden susmuş mor menekşe?

Tarla kuşu neden gökte
Öter dertli dertli?
Neden pelesenklerden
Yükselir ceset kokusu?

Çayırlarda neden güneş
Böyle soğuk, kasvetli?
Neden yaslı, ıssız toprak
Bir mezar gibi?

Ya ben neden hastayım, yaslı,
Sevgilim, söyle?
Ah, söyle, canımın” içi, neden
Bıraktın beni böyle?

24
Sana beni çekiştirdiler
Dert yandılar uzun uzun;
Ama bir şeyi söylemediler:
Azabını ruhumun.

Bir poz, bir tavır, bir telâş
Salladılar sızlanarak başların;
Fena adam dediler benim için,
Sen hepsine inandın.

Görmediler, bilmediler fakat,
Beterin beteri vardı:
Bu en fena, en aptalca şey
Benim bağrımda saklı.

25
Çiçek açmış ıhlamur, şakıyan bülbül,
Gülümseyen güneş, neşeli;
Göğsün inip kalkıyordu,
Sarıldın, öptün beni.

Dökülen yapraklar ve karga sesleri,
Güneşin kaşları pek de çatık;
Yaptığın reverans ne kadar nazikti,
Soğukça vedalaştık.

26
Bazan değişti hislerimiz,
Gene de anlaştık çok iyi.
Evcilik oynadık, karı koca olduk,
Aramızda ne dövüş, ne kavga,
Şakalar, öpüşmeler
Güldük, eğlendik beraber.
Çocukluk, arzuladık
Saklambaç oynadık derede, ormanda;
Ah öyle saklanmışız, birbirimizi
Bulamadık bir daha.

27
Dostluğun sürekliydi, vefalı, sadık,
Esirgemedin kendini;
Bunaldığım zamanlarda
Teselli ettin beni.

Yiyecek, içecek,
Para buldun bana;
Çamaşır, giyecek,
Yol pasosu aldın bana.

Soğuktan, sıcaktan, sevgilim,
Tanrı korusun seni,
Ve aslâ göstermesin sana
Benim çektiklerimi.

28
Cimriliği toprağın uzun sürdü,
Derken mayıs geldi cömert;
Bir neşe, bir sevinç, her şey güldü,
Benimse içimden gelmiyor gülmek.

Çiçekler açıyor, çanlar çalıyor,
Konuşmakta kuşlar masalda gibi;
Benimse içimden gelmiyor konuşmak.
Her şey zavallı, her şey âdî.

İnsanlar, kalabalık sıkıyor beni,
Dostum bile — eskiden oyalanırdım;
Evlendi tatlı sevgilim, ne çare,
Onun yüzünden bu halim.

29
Ne de çok oyalandım, ne de çok
Yâdellerde âşık, hülyalı:
Usandı beklemekten sevgilim,
Kendine bir gelinlik yaptırdı
Ve sardı, damat diye, şefkatli kollarıyla
Bir delikanlıyı, aptalın aptalı.

Pek güzeldir, pek nazlıdır sevgilim,
Gözümün önünde o tatlı hayali;
Menekşeydi gözleri, yanakları gonca gül,
Açardı her dem taze parıltılar içinde.
Nasıl da uçurdum ben böyle yâri,
Vardı sersemliklerim, bundan büyüğü olmadı.

30
Gözleri mor menekşe,
Pembe gül yanakları,
Eller beyaz zambak.
Yeşerip açarken hepsi,
Kurumuş minik kalbi.

31
Dünya ne güzel, gök öyle mavi,
Tatlı, ılık esmede rüzgâr,
Yeşermiş çayırda çiçekler göz kırpar,
Parlar üstlerinde sabah çiğleri,
Ne yana baksam herkes neşeli —
Ama ben mezarda olmak isterdim,
Kollarımda ölmüş sevgili.

32
Girdiğinde o karanlık mezara
Tatlım, sevgilim,
Koynuna sokulmaya
Ben de yanına gelirim.

Üşümüş, sararmış, susmuşsundur,
Öper, koklar, basarım bağrıma;
Sevinç sesleri… titrer, ağlarım,
Ölürüm ben de sonunda.

Kalkar gece yarısı ölüler,
Dans ederler kıvıl kıvıl;
Mezarda kalırız ikimiz,
Yatarım kollarında.

Dirilir mahşer günü ölüler,
Mükâfat, mücazat bekler onları;
Biz seninle sarmaş dolaş yatarız,
Hiçbir şey umurumuzda mı?
Heinrich HEİNE
Çeviren: Behçet Necatigil

5 Şubat 2018 Pazartesi

NUTUK ~ Mustafa Kemal ATATÜRK *Memleket dahilinde ve İstanbul'da milli varlığa düşman teşekküller *İngiliz Muhipleri Cemiyeti *Amerika mandası isteyenler *Ordumuzun vaziyeti

NUTUK
Mustafa Kemal ATATÜRK

*Memleket dahilinde ve İstanbul'da milli varlığa düşman teşekküller
Vücuda gelmeye başlayan bu teşekküllerden başka, memleket dahilinde daha birtakım teşebbüsler ve teşekküller de vukua gelmişti. Bunlar arasında
Diyarbekir (Vesika: 8, 9), Bitlis, Elaziz vilayetlerinde, İstanbul'dan idare olunan Kürt Teafi Cemiyeti! vardı. Bu cemiyetin maksadı, yabancı himayesi altında bir Kürt hükümeti vü­cuda getirmekti. Konya ve havalisinde, İstanbul'dan idare olunan Teaiii İslam Cemiyeti teş­kiline çalışılıyordu. Memleketin hemen her tarafında İtilaf ve Hürriyet, Sulh ve Selamet cemiyetleri de vardı.

*İngiliz Muhipleri Cemiyeti
İstanbul'da, muhtelif maksatlarla gizli ve açık olmak üzere de birtakım fırka veya cemiyet unvanı altında teşekküller vardı. İstanbul'da mühim sayılacak teşebbüslerden biri İngiliz Muhipleri Cemiyeti idi. Bu isimden, İngilizlere muhip2 olanların teşkil ettiği bir cemiyet anlaşılmasın! Bence, bu cemiyeti teşkil edenler, kendi şahıslannı ve şahsi menfaatlerini sevenler ve şahıslarıyla menfaatlerinin dokunulmazlığı çaresini Loyd Core3 hü­kumeti marifetiyle İngiliz himayesini teminde arayanlardır. Bu bedbahtların,
1 Kürdistan Teali Cemiyeti. (Y.N.)
2 Muhip: Seven, sevgi besleyen, dost. (Y.N.)
3 Lloyd George. (Y.N.)
İngiltere Devleti'nin, bütün halinde bir Osmanlı Devleti muhafaza ve himaye etmek emelinde olup olamayacağını bir defa düşünüp düşünmedikleri üzerinde durulmalıdır.
Bu cemiyete mensup olanların başında Osmanlı padişahı ve halifei ruyi zemini unvanını taşıyan Vahdettin, Damat Ferit Paşa, Dahiliye Nezaretini iş­
gal eden Ali Kemal, Adil ve Mehmet Ali Beyler ve Sait Molla bulunuyordu.
Cemiyette İngiliz milletine mensup bazı maceracılar da vardı. Mesela: Rahip Fru2 gibi. Ve muamelelerden ve İcraattan anlaşıldığına göre, cemiyetin reisi Rahip Fru idi. Bu cemiyetin iki cephe ve mahiyeti vardı. Biri aleni cephesi ve medeni teşebbüslerle İngiliz himayesini talep ve temine yönelik mahiyeti idi. Diğeri gizli tarafı idi. Asıl faaliyet bu tarafta idi. Memleket dahilinde teşkilat yaparak isyan ve ihtilal çıkarmak, milli şuuru felce uğratmak, yabancı müdahalesini kolaylaştırmak gibi hainane teşebbüsler, cemiyetin bu gizli kolu tarafından idare edilmekte idi. Sait MoHa'nın cemiyetin alen i teşebbüslerinde olduğu gibi, gizli tarafında da ondan daha ziyade rolör3 olduğu görülecektir. Bu cemiyet hakkında söylediklerim, sırası geldikçe vereceğim izahat ve icabında göstereceğim vesikalarla daha açık anlaşılacaktır.

*Amerika mandası isteyenler
İstanbul'da bir kısım rical ve kadınlar da, hakiki kurtuluşun Amerika mandasını talep ve teminde olduğu kanaatinde bulunuyorlardı. Bu kanaatte bulunanlar fikirlerinde çok ısrar ettiler; mutlak isabetin görüşlerinin desteklenmesinde olduğunu ispata çok çalıştılar. Bu hususta da sırası gelince bazı izahat vereceğim.

*Ordumuzun vaziyeti
Genel vaziyeti tespit için ordu birliklerinin nerelerde ve ne halde olduğunu açıklamak isterim. Anadolu'da başlıca iki ordu müfettişliği tesis olunmuştu. Mütarekeye dahil olur olmaz, kıtaların muharip efradı terhis olunmuş, silah ve cephanesi elinden alınmış, harp kıymetinden mahrum birtakım kadrolar haline getirilmişti. Merkezi, Konya'da bulunan İkinci Ordu Müfettişliği'ne mensup kıtaların vaziyeti şöyle idi: Bir fırkası (41 . Fırka) Konya'da ve bir fırkası (23. Fırka) Afyon Karahisarı'nda bulunan 12. Kolordu, karargahıyla Konya'da bulunuyordu. İzmir'de esir olan 17. Kolordu'nun Denizli'de bulunan 57. Fırka'sı da bu kolorduya ilhak edilmişti. Bir fırkası (24. Fırka) Ankara'da ve bir fırkası (11. Fırka) Niğde'de bulunan 20. Kolordu, karargahıyla Ankara'da.
1 Yeryüzünün halifesi. (Y.N.)
2 Rahip Frew. (YN.)
3 RoJeur (Fr.): Rol sahibi. (YN.)
İzmit'te bulunan 1. Fırka, İstanbul'daki 25 . Kolordu'ya bağlanmıştı. İstanbul'da da 10. Kafkas Fırkası vardı. Balıkesir ve Bursa havalisinde bulunan 61. ve 56. Fırkalar, karargahı Bandırma'da bulunan İstanbul'a bağlı 14. Kolordu'yu teşkil ediyorlardı. Bu kolordunun kumandam Meclis'in açılışına kadar, merhum Yusuf İzzet Paşa idi. 3. Ordu Müfettişliği, ki müfettişi ben idim, karargahımla Samsun'a çıkmış bulunuyordum. Doğrudan doğruya emrim altında iki kolordu bulunacaktı. Biri, merkezi Sıvas'ta bulunan 3. Kolordu; kumandam beraberimde getirdiğim
Miralay Refet Bey. Bu kolorduya mensup bir fırkamn (5. Kafkas Fırkası) merkezi Amasya'da, diğer fırkasının (15. Fırka) merkezi Samsun'da idi. Diğeri,
merkezi Erzurum'da bulunan 15. Kolordu idi. Kumandanı Kazım Karabekir
Paşa idi. Fırkalarından birinin (9. Fırka) merkezi Erzurum'da, kumandam
Rüştü Bey, diğerinin (3 . Fırka) merkezi Trabzon'da idi. Kumandam Kaymakam Halit Bey idi. Halit Bey, İstanbul'a davet edilmiş olduğundan kumandadan çekilerek Bayburt'ta saklanmış, fırka vekaletle idare olunuyor; kolordunun diğer iki fırkasından 12. Fırka Hasankale doğusunda sınırda, 11. Fırka Bayazıt'ta bulunuyordu. Diyarbekir havalisinde bulunan, iki fırkalı 13. Kolordu bağımsız idi, İstanbul'a tabi bulunuyordu. Bir fırkası (2. Fırka) Siirt'te, diğer fırkası (5. Fırka) Mardin'de idi.