Öne Çıkan Yayın

Nazım Hikmet / CEVAP

  CEVAP  O duvar o duvarınız,                 vız gelir bize vız! Bizim kuvvetimizdeki hız, ne bir din adamının dumanlı vaadinden, ne de bir...

11 Mayıs 2018 Cuma

BÖYLEYDİ ESKİDEN - Vladimir MAYAKOVSKİ

BÖYLEYDİ ESKİDEN

İnsanoğlu aşkı doğduğunda getirir,
ama iş güç,
para pul
ve buna benzer bir sürü şey,
kurutur gönlünüzün verimli toprağını.
Yüreğin üstünde beden giysisi vardır,
bedenin üstünde de gömlek.
Ama iş bu kadarla kalmaz
adamın biri –
bir salak! –
bu gömleğe kol kapağı takmış,
göğüs kısmını da kolalamıştır.
İnsanoğlu yaşlandıkça fikir değiştirir
Kadın süslenir.
Müller eğitimine başlar erkek.
Ama çok geç.
Deri kırışıklıklarla dolmuştur.
Aşk çiçeği açar,
açar,
ve solar.
Ben de bol bol getirdim aşk verisini.
ama insanlar,
daha küçücük yaştan başlayarak
çalışmaya göre koşullanır.
Bense –
Rion kıyısında koşar
sürterdim
hiçbir şeye aldırmadan.
Kızardı anacığım:
“Ah korkunç haylaz, ah!” diyerek.
Kırbaç gibi şaklatırdı kemerini babam.
Bense
cebimde üç düzmece ruble
üçkağıt oynamaya giderdim erlerle.
Ne sırtımda bir gömlek
ne ayağımda bir pabuç.
Kutaissi Fırınında kavurur,
ya da güneşe verirdim sırtımı
ve işkembemi,
içim bulanana dek.
Kendinden geçerdi güneş:
“Üst üste konmuş üç elma gibi mübarek!”
bu oğlanda var besbelli –
altı okka bir yürek.
Ve hınzır, anasını belliyor bu yüreğin

Baksana a canım,
nasıl oluyor da sığdırıyor beni
ırmakları
ve uzayıp giden kayalıkları,
o kuş kadar yüreğe?
Vladimir MAYAKOVSKİ

10 Mayıs 2018 Perşembe

YAŞANMAMIŞ HATIRALAR - Ümit yaşar OĞUZCAN

YAŞANMAMIŞ HATIRALAR
I
Yaşanmamış hatıralar bilirim
Büyülü sonbahar akşamlarında
Bulutlar üstünde su kenarında
Yalnız hayal edilen hatıralar
İşte; en ürpertici nağmelerle
Bizim şarkımızı söyliyen rüzgar
Sen dudağında gülümsemelerle
Ben gözyaşlarımla, bu alemdeyim
Fakat yine bizbize, başbaşayız
Duymasan düşünmesen de; unutma
Bir daha bu anı yaşayamayız.

II
Görülmemiş manzaralar bilirim
Karda, kışta, belki de ilkbaharda
Hür denizlerde, kuytu ormanlarda
Sadece hissedilen manzaralar
Bak. Dinle, neler anlatıyor yağmur
Üşüyorum üşüyorum beni sar
Karanlık başladı, gitme ne olur
İnan değişen manzaralar değil
Kilometreler ayıramadı bizi
Fakat bir gün gelir de birleştirir
Beyaz bir güvercin kanadı bizi

III
Söylenilmemiş mısralar bilirim
Hüzün dolu yağmurlu gecelerde
Alev çalgıların sustuğu yerde
Yalnız, yalnız düşünülen mısralar
Bilinen şeyler huzur içinde
Bilmenin bilinmez bir korkusu var
Bak bütün rüyalarım nur içinde
Çünkü, bugün havasını kokladığın
Denizaşırı bir diyar bilirim
Ve o diyarda seninle beraber
Yaşanmamış hatıralar bilirim
Ümit yaşar OĞUZCAN

9 Mayıs 2018 Çarşamba

OLMAK - Andre BRETON

OLMAK

Büyük çizgileriyle tanıyorum umutsuzluğu. Kanadı yok
umutsuzluğun, akşam vakti deniz kıyısında bir taraçada,
toplanmış bir sofrada kalayım demiyor. Umutsuzluk bu, o bir
sürü olayların dönüşü değil bu, tıpkı akşam karanlığında bir
karıktan öbürüne giden tohumlar gibi. Bir taşın üstündeki
yosun ya da su bardağı değil o. Kardan elenmiş bir gemi o, ya
da düşen kuşlara benzetebilirsiniz, ama kanlarının en küçük
bir kalınlığı yok. Büyük çizgileriyle tanıyorum umutsuzluğu.
Başa takılan süslerle çevrilmiş küçük bir şey o. Umutsuzluk o.
Kopçası bulunamayan inci gerdanlık, bir ipe gelmez, böyle bir
şey işte umutsuzluk. Gerisinden, ondan hiç söz etmeyelim.
Başlamışsak bitiremeyiz umutsuzluğu. Saat dört sularında
avizeden umutsuzlanırım ben, gece yarısına doğru da
yelpazeden umudumu keserim, tutukluların cigaralarından
umutsuzlanırım. Büyük çizgileriyle tanıyorum umutsuzluğu.
Yüreği yoktur umutsuzluğun, el umutsuzlukta hep soluk
soluğa kalır, umutsuzlukta kalır öyle aynalar, bize asla ölüp
ölmediklerini söyleyemezler. Beni büyüleyen umutsuzluğu
gördüm ben. Yıldızların türkü söyledikleri vakit gökyüzünde
uçan bu mavi sineği seviyorum. Şaşılacak, o uzun dolu
tanelerine benzeyen umutsuzluğu, o kendini beğenmiş o öfke
küpü umutsuzluğu büyük çizgileriyle tanıyorum. Her gün
herkesler gibi kalkıyorum, kollarımı çiçekli bir kâğıda
uzatıyorum, hiçbir şeycikler hatırlamıyorum, ama hep
umutsuzluğun yardımıyla o geceden koparılmış güzelim
ağaçları görüyorum. Odanın havası davul tokmakları gibi
güzel. Zaman içinde zaman bu. Büyük çizgileriyle tanıyorum
umutsuzluğu. Bana bir sırık uzatan perdenin rüzgârı gibi o.
Böylesi bir umutsuzluk akla gelir mi! Yangın var! Ah yine
geliyorlar... İmdat! İşte merdivenlere düştüler... Ve o gazete
ilanları, o kanal boyunca ışıklı reklamlar. Kum yığını, git, pis
kum yığını! Büyük çizgileriyle önemli değil umutsuzluk. Bir
orman yapmaya giden angarya ağaçlar, bir gün daha yapmaya
giden bir yıldız angaryası, ömrümü uzatan bir angarya günleri daha.
Andre BRETON

8 Mayıs 2018 Salı

YAPRAK TEKRARI - Haydar ERGÜLEN

YAPRAK TEKRARI

güz, resimlerde bir yaprak tekrarı hala

özlendiği odalarda açmayan nergis
ateşi mırıldanıyor kovulduğu bahçede,
şehrin yeni yağmuru yangınlardan habersiz

belleğin uzak anılarıyla veda;
büyük kalbine rüzgarlar çağıran çocukluğun
yoksul bir gülü övgüyle taşımasına

sen, yüzüne yurt arayan yolcunun güzelliği
gözlerinde bir gülümseme hazırlığı, derin
unutuluşların gövdesinde uyanmış

incesin, bir yaraya sarmak istemem seni
sen kendine küsersen belki ben de küserim
Haydar ERGÜLEN

GÜNEŞİN ALTINDA MUTLULUK VAR Ahmet ERHAN

GÜNEŞİN ALTINDA MUTLULUK VAR

Bir işçinin, elinde ekmekle evine döndüğü
o yerdir mutluluk
Akşamüstü, çocukları cıvıldayıp dururken
Derin bir iç çekiş, tatlı bir yorgunluk
Ve yüzüne yayılan gülümseme birden...

Mutluluk, kelebek olup uçmasıdır ipek böceğinin
Irmağın denize kavuşturmasının bir adı olmalı
Mutluluk, beşikte uyuyan ilk çocuğuna bakmasıdır
bir annenin
Duyarak memelerine dolan sütün çılgınlığını.

Mutluluk, bir acının bilincine varıp da onu dönüştürmektir
Yaşamın sonsuzluğunda karar kılan bir umuda
Sevgilinin boynuna dokunduğunda duyulan ürpertidir
Öpülen ilk dudak, içilen ilk sigaradır belki
Denizden yükselen kokudur sabah karanlığında
Kabullenmektir yani yaşamı, acısı ve sevinciyle
aynı boyutta
Yalnızca yaşamaktır belki de kimbilir...

Ne yerdedir, ne göktedir o - değil mi Abidin?
Mutluluğun resmini yaptın mı bilmem
Ama ben onun şiirini yazmak isterim...
Ahmet ERHAN

24 Nisan 2018 Salı

SENİ ÜMİTSİZCE SEVMEYE KIZMA - Cezmi ERSÖZ


Görsel: Charles Lucien Léandre (Fransa, 1862-1934)

SENİ ÜMİTSİZCE SEVMEYE KIZMA

Burası bir dünya… Burası kalabalık bir meyhane. Burada erkekler hep çoğunlukta. Umutsuzluk da öyle…
Birileri camları kırıyor. Dışarı bakıyor bir adam. Sokağa, geceye bakıyor… Öldüğüne bir türlü inanmak istemediği sevgilisine bakar gibi bakıyor hayata… Öyle bir bakıyor ki, sevmeye hak kazanmak için bile savaşmak gerekiyor, gecikince insan ömür boyu ölü bir sevgiliyi kollarında taşımaya mecbur kalıyor, der gibi bakıyor…
Bir kadın kucağına gelen kedinin tüylerinde arıyor kaybettiği sevginin büyüsünü… Karşı köşedeki eski duvara vuran sarı ışığı seyrediyor iki adam. Sanki suçlu, sanki yasak bir sevişme yaşıyorlarmış gibi mahçup, ama yine de hiç konuşmadan seyrediyorlar duvardaki o sarı ışığı.
Bu gece bana gelmeni istiyorum, ya da sana gelmeyi, ama telefonun hep meşgul. Böyle anlarda hep tasavvufa sarılırım ben. Sabrın yüceliğine…
Telefonun meşgul çalarken eski duvardaki sarı ışığı seyreden adamlara bakıyorum bir taraftan… Lodos rüzgarları vuruyor o sarı ışığa. Tenteler uçuşuyor. Biliyorum, boşuna bekliyorum bu telefonun önünde, burada, bu dünyada; ama olsun, yine de ümitsizce seviyorum seni…
Umudum olsaydı, inansaydım bu hayata, insana ve sana, önünde tükenmek isterdim, önünde veda ederdim bütün bildiklerime, herkesin bilip tanıdığı kendime.
Ben okullarda okurken, yine de hep böyleydim. Sevmezdim herkesin yaptığı şeyi. Sevmezdim müsamereleri. Çabucak biten, sınırları çizilmiş zavallı piknik gezilerini. Gökyüzünün mavisine bakıp terlerdim hep, kapana kısılmış gibi terlerdim.
Oysa görüp göreceğimiz en güzel yerdi dünya; ama bu dünyanın geçerli yasalarına göre en büyük suçtu bunun farkına varmak, okullarda ve her yerde… Sadece bu bile yetmişti zaten hasta biri olmama… Yetti bu zaten, sıradışı ve güvenilmez biri sayılmama…
Beni hasta, beni sıradışı, beni güvenilmez kılan bu yanım yüzünden tatmadığım acı kalmadı, tatmadığım kuşku ve belirsizlik…
Bir gökyüzüne bakıyordum, bir hayata, bir de insanlara… Dikkatim hep dağınıktı bu yüzden… Böyle olmaması gerekir, bu hayat yanlış diyordum acemi sesimle, çocuk sesimle… Yaşadıklarımı anlıyordum ama tecrübe dedikleri o şey oluşmuyordu bir türlü bende… Etrafımdakiler öyle dikkatli ve öyle öfkesizdiler ki, onca yıl boşuna yaşadığımı hissettiriyorlardı sanki bana… Konuşmak soyunmaktı benim için. Sılaya dönmek istemekti. Ne denli çok sıla hasreti çektiğimi hissettirmekti konuşmak.
Oysa sılama kavuşmak ister gibi konuştukça umut kesiliyordu benden. Hatta utanç vericiydi göründüğü gibi olması bir insanın. İnsanın ve hayatın değişebileceğine inanmak aptallık derecesinde ayıptı burada ve her yerde…
Anladım bunu, anladım. Kendim olduğum ve yaşadıkça tecrübe edinmediğim, onca yıl boyunca kendimi dünyanın soğuk gölgelerinin arkasına gizlemediğim için üşüdüm hep ve hiç olmadık zamanlarda utandırıldım; utandırıldım tecrübesiz kendimden…
İşte bu yüzden yıllarca kendimi sevmem için birine muhtaç oldum ben hep. Kendimi sevmem, hayata yeni bir başlangıç yapabilmem için hep birini kendimden çok sevmem, bu yüzden ona ümitsizce bağlanmam ve onun bana acı çektirmesi gerekiyordu, birine eksilmeden tutku duymam için de onun beni üzmesi gerekiyordu.
Öyle çok utandırmışlar, beni benimle öyle çok karşı karşıya bırakmışlardı ki, benim kendimi sevmem için beni benden kopartan, yolumu şaşırtan, sılamı unutturan, bana anlamsızca acı çektiren birine bağlanmam gerekiyordu…
İşte böylesin sen de… Beni benden koparttın. Asıl gitmem gereken yeri, sılamı unutturdun bana. Belki de en çok bu yüzden bağlandım sana. Yıllardır yanıbaşımda derinleşen boşluğumdan, kasvetli geçmişimden, kapana kısılmış gibi geçen döküntü günlerimden kurtardığın için bağlandım en çok sana…
Evet, ölecek kadar acı çekiyorum şu an. Ama bir taraftan bu acının ne denli anlamsız ve boşuna olduğunu biliyorum. Ve yine de engel olamıyorum bu acıya… Belki de engel olmak istemiyorum.
Bu boşluktan beni kurtardığın için her şeyi yapma hakkını tanıdın kendine. Bana da seni tanımanın, seni anlamanın o büyük yolculuğu, o büyük gizemi düştü… Kendimi unuttum, senin peşine düştüm.
Bir gece aramızda nasılsa bir suskunluk olmuştu.
Ne gördüysen gözlerimde, ne duyduysan suskunluğumda, seni kıskanıyorum, demiştin bana, hatırlıyor musun? Saflığımı kıskanmıştın, ne tuhaf; sana duyduğum aşkı kıskandığını söylemiştin… Beni kendinden kıskanmıştın.
Çünkü, hani bireydin ya sen. Kimseye ait olamazdın ya. Bedenin ve ruhun yalnızca sana aitti; hem Tanrı da yoktu gökyüzünde ve vaktin de çok azalmıştı ya…
Hiç düşündün mü peki, bir kez olsun düşündün mü, neden bu kadar doyumsuz ve aceleci olduğunu.
Eminim düşünmüşsündür. İsteklerinin sınırı olmadığını, kendini arzularının ve hazlarının rüzgarlarına niye bıraktığını düşünmüşsündür…
Biliyor musun, benim için bunların zerrece önemi yok! Kiminle istersen yat. İster kadın, ister erkek… İstediğinle seviş. Özgürlük bir tek geceleri, yatağında ve sadece sabaha kadar tanınıyor sana, bunu benden daha iyi biliyorsun.
İstediğin kadar seviş. Ve beni de arzuladığın zaman ara sadece… Ama bana bir kez olsun gerçekten anlat, neden bu kadar aceleci ve doyumsuzsun.
Neden böyle olduğunu ben çok iyi biliyorum aslında, ama sen anlat, senden duymak istiyorum…
Bazen, gecenin bir yarısı kalkıp bana geldiğine göre, sen de benim seni ümitsizce sevmeme bağlısın aslında.
Vazgeçemediğin tek şey bu belki de bende… Hayatındaki tek sahici şey…
Her şey sevişmek değildir, her şey ten değildir… Çünkü bir yanın hazzın ve arzuların peşinde koşarken, bir yanın giderek derinleşen o boşlukla savaşıyor… Senin aşk dediğin o boşluğu kapatmak, mümkünse unutmak istemek değildir, biliyor olmalısın…
Bak, bunu en çok da kendime söylüyorum. Bir gün arzuların ve hazların dinerse, anlatmak isterim sana neden en çok boşluğumuzdan kaçmak için aşık olmak istediğimizi…
Hatırla ne olur, hatırla, kimden ve neden kaçtığını hatırla… Kendimizden, yanı başımızda büyüyen boşluklardan kaçtığımız sürece gidecek bir yer yok aslında, anla…
Ve bu yüzden bana hiçbir şey ifade etmiyor, sen benim için fazla iyisin demen, hiçbir şey ifade etmiyor bana.
Ne olur yıllardır beni benimle karşı karşıya getiren, beni benden kopartan insanların diliyle konuşma…
Beni senden ayıran tek bir şey var oysa… Tek bir şey: Benim seni ümitsizce sevmem… Senin benim tarafımdan ümitsizce sevilmen… Bunun dışında birbirimize öyle çok benziyoruz ki, git gidebildiğin, kaç kaçabildiğin kadar…
Git, benden uzaklara git… Unut bütün değerlerini, değersiz ol. Hiç bir değerin olmasın. İster kadın, ister erkek önüne gelenle yat… Ne yaparsan yap, farkında olmadığını sanırken bile ele vereceksin yine. En güvenmediğin insanların yanında, belki de en çok onların yanında ağzından kaçıracaksın gerçekten seni ele verecek olan şeyleri.
Doyumsuzluğunun peşinde koştuğun anlarda, belki de en çok bu anlarda çarmıha gerilmek isteyeceksin… Biliyor musun, benim hiç bir değerim yok, derken bile, bir başına kaldığında, seni senden kurtaran kimse kalmayınca yanında, dünyanın bütün günahlarını üstüne almak isteyeceksin.
Tanıyorum seni. Tanıdığım için de kaçıyorsun benden, kaçtığın için de ümitsizce seviyorum seni ben…
Çünkü ben, seni sana hatırlatıyorum. Kendimden önce seni boşluğuna çağırıyorum. Bu dünya, bu hayat böyle olmasaydı, en çok beni severdin biliyorum; ve şimdi en çok bununla avunuyorum…
Seni ümitsizce sevdiğim için ne olur kızma, ne olur gücenme bana… Bunu çok istedim. Benim yerimde sen de olabilirdin…
Kıskanırdım seni en fazla, ama kızmazdım, anlardım, hak verirdim, gücenmezdim…
Sürekli mağdur üretiyor bu hayat, sürekli yoksul, sürekli köle…
Her şeye sinmiş bu derin haksızlık, bu uçurum yasası. Biri efendi öbürü köle olmazsa aşk bile olmuyor bu hayatta… Ne olur kızma bana…Git kiminle istersen seviş, ne yaparsan yap; geceler senin, kimi arzularsan arzula, ister sevmediğin insanların bile seni sevmelerini bekle, durmadan onaylanmayı bekle onlardan; isterse durmadan derinleşsin o boşluğun; biliyor musun ümitsizce sevdiğim için seni, daha iyi anladım bu hayatı ben.
Bu imkansız aşk bana insanları ve hayatı daha iyi tanıttı… Bu ümitsiz aşk senin aslında ne denli yalnız ve ne kadar çaresiz olduğunu gösterdi bana…
Bu yüzden kabullendim işte; seni efendi yapan, seni değerlerinden kopartan, etrafındaki onca insana rağmen seni yapayalnız kılan bu aşkın kölesi olmayı kabullendim… Bana düşen de bu… Değiştirmek isterdim bu hayatı, ama değiştiremiyorum, gücüm yetmiyor…
Seni ümitsizce sevmeme kızma, kızma ne olur… 
Cezmi ERSÖZ

23 Nisan 2018 Pazartesi

TILSIM VE TRAJEDİ - Enis BATUR

FotoÄŸraf
TILSIM VE TRAJEDİ

Bir ucunda Trajedi vardı bu kalemin,
Tılsım öteki ucunda. Uyuduğumda kim
uyanıyordu içimde, hangimiz sürdürüyordu
gündüşlerini, hangi yüzüm kanıyordu,
neden bir ucu seçip sivriltiyordum da
köreliyordu o an öteki uçtaki güdülerim,
kalemin bir ucunda Trajedi, Tılsım
benden yanaydı: Nereye çevirirsem çevireyim
öfke doğuruyordu hüzün doğuruyordu öfke:
İki ucunda kalemin
ebabil kuşları taş topluyordu.
Gelecek ardımda kalmış bir melek:
Defterim dolmuş, bir tek hece taşım için
karasız bir beyit oyalıyor şimdi beni.
Köprüler, dehlizler ve tünellerden geçtim,
oğullarım dağınık bir başkaldırı kavmi,
kızlarım sonsuza ayarlı birer arayış tohumu,
bu kadını sevmiştim: Koptu gitti dünyamdan,
sönmüş fer. Bu kadını da: doyamadığım.
Bir de onu: Yanıbaşımda fırtına gibi yaşayan,
tül gibi ölen. Yalnızım artık, nasıl yalnız
yaşamışsam gamlı bir şahinken.

Defterlerim dolu: Yaklaştım, erişemedim
Sancının ortasında, huzur kutbuna teğet,
varacağım noktaya doğru ilerlerken
ondan uzaklaştım belki de. Yandı canım
biricik olanı kendime ayırırken,
gün geldi içimde biriken ağu
çekti benden dışımda biriken uyumu:
Karanlık, sinsi, delici bir çağda
kırdım tek tek elimdeki kelimeleri.

Herşey geçti sonra, ben kaldım —
bir de bende bana direnen doğrular
ve yanlışlar: Hassas terazi, dik merdiven,
birkaç bozuk kum saatı, dilini unuttuğum
bir pusulayla gecelerimi paylaştığım
o tuhaf hayvanlar: Akrep ve örümcek,
semender ve şahin ve ebabil kuşları
taş topluyorlardı. Doğaya baktıkça
içimde dinlenen tufan insana baktıkça
kabardı; seyrek ve acemiydi kaçışlarım,
yüzümü döndüm nerede yakıcı bir hal
görsem, duydum ağızdan kaçırılmış
bir heceyi bile, bir tuzak kazıp
içinde salıvermek için mutlak bir av
bekledim.

Böyle başladı ve sürdüydü önümdeki katışıksız
yokuş: Sandım ve inandırdım belki,
gönlümü ve aklımı dağlamamış hiçbir işarete
oysa inanmadım. Hazırdım her an
kurduğum çadırı söküp yolcu çıkmaya,
kaldım burada: İğne ve ağ, ipek ve masal,
sis ve köpük arası yazdım öykümü defterden
deftere: Aradım bulamadım altın anlamı,
ama farkettim altındaki anlamı — uyanıp
kan içinde bir gece, sivrilttim öteki ucu
iyice:

Etrafımdaki nesneler cansız mı, kıpırtı
dolu: Dokunsam kendi dillerine çevirecekler
bende bildiklerini: Bu saatı ben durdurtmuştum,
ben çıkartmıştım bu yüzüğü, bile bile kırdığım
fanus ile bir başkasının kırdığı fanusu neden
içiçe geçirmiştim? İşte masam, kurutma kağıdım,
çocukluğumdan bu yana bana eşlik eden bir çift
kemik zar. İşte duvardaki ölü resimler,
yerdeki bu boz halı, başucumda yatağımın
opalin bir lamba ve siyah deri kaplı derin
defterler: Dokunuyorum ve dile geliyor
yıldan yıla bu odaya sinen saf korku:

Biraz daha arınmış ışık gerek bana,
biraz daha koyu bir mürekkep,
biraz daha felç sağ elim ve parmakları için,
biraz daha zaman ve bu zamandan geçmek:
Birkaç soluk boyu belki, belki birkaç çağ için
biraz daha cüret
ve korku,
Tılsım ve Trajedi gerek.
Enis BATUR