Öne Çıkan Yayın

Nazım Hikmet / CEVAP

  CEVAP  O duvar o duvarınız,                 vız gelir bize vız! Bizim kuvvetimizdeki hız, ne bir din adamının dumanlı vaadinden, ne de bir...

4 Mart 2018 Pazar

PSİKANALİZ VE DİN~Erich FROMM ( II- FREUD VE JUNG )

PSİKANALİZ VE DİN

II

FREUD  VE  JUNG
    
Freud,  en  kapsamlı  ve  en  başarılı  kitaplarından  birisi olan Bir  Yanılsamanın  Geleceği'nde,  din  ve  psikanaliz  so­rununu  ele  almıştır.  Efsaneleri  ve  dinsel fikirleri,  derin  iç görülerin  anlatımları  olarak  değerlendiren  ilk  psikanalist olan Jung da  1037’de verdiği  Terry Derslerinde  aynı  konu­yu  ele almıştır;  bu  dersler, Ruhbilim  ve  Din  adıyla  yayım­lanmıştır.Burada,  bu  iki  psikanalistin  tutumlarının  kısa bir  öze­tini sunmak istiyorum; bunu yaparken  de şu üç şeyi  amaç­lıyorum: 
    1.  Sorunla  ilgili  tartışmaların  bugünkü  durumunu  or­taya  koymak ve benim  yola çıkmak  istediğim noktayı  sap­tamak. 
    2.  Freud  ve Jung’un  kullandıkları  temel  kavramlardan bazılarını  tartışarak  bundan  sonraki  bölümlerin  altyapısı­nı  kurmak. 
    3.  Freud’un dine  «karşı», Jung’un ise  dinden  «yana»  ol­duğu  yolundaki  yaygın kanıyı  düzeltmek;  böylece,  konuyu aşırı  derecede  basitleştiren  böylesi  yargılara  bu  karmaşık alanda  başvurmanın yanlışlığını  görecek ve  «din»  ile  «psi­kanaliz  terimlerinin  anlamlarındaki  belirsizlikleri  tartışa­bileceğiz. 
    Bir  Yanılsamanın  CeleceğVtıde   açıkladığı  biçimiyle, Freud’un  din  konusundaki  tutumu nedir?
    Freud’a  göre,  din,  insanın  kendi  dışındaki  doğa güçle­rini ve  kendi içindeki  içgüdüsel  güçleri  göğüslemeye  uğra­şırken yaşadığı çaresizliğin ürünüdür. Din,  insanlığın geliş-
meşinin erken bir evresinde  ortaya çıkar.  Bu  evrede  insan, sözü edilen dış  ve iç güçlerle başedebilmek için  aklını  kul­lanmayı henüz  bilmemektedir;  o zaman da ya bunları  bas­tırmak ya da başka etkili güçlerin yardımıyla alt  etmek zo­runda  kalmaktadır.  Böylelikle,  bu  güçleri  akıl  aracılığıyla denetim altına almak yerine, «karşıt etkiler» den, başka duy­gusal güçlerden yardım dilemeyi yeğlemektedir; bunların iş­levi, insanın aklıyla alt etmekte yetersiz kaldığı güçleri bas­tırmak ve denetlemektir.
    Bu süreç içinde insan, Freud’un  «yanılsama»  olarak ad­landırdığı olguyu geliştirir; bu olgunun maddi temeli ise, in­sanın  bir  çocuk  olarak  edindiği  kendi  bireysel  deneyimle­ridir.  Kendi  içindeki  ve  dışındaki  tehlikeli,  denetlenemez, anlaşılamaz  güçlerle  karşı  karşıya  kalan  insan,  deyim  ye­rindeyse, çocukluğunda edinmiş olduğu bir deneyimi anım­sar  ve  o  deneyime  geriler;  söz  konusu  deneyim,  çocuğun, üstün bir akla ve güce sahip olduğuna inandığı,  emirlerine boyun eğerek ve  yasaklarını  çiğnemekten  kaçınarak  sevgi­sini  kazanabileceğini  bildiği bir  baba  tarafından  korundu­ğunu  hissetmesidir.
    Bu nedenle din,  Freud’a göre,  çocuğun bu  deneyiminin yinelenmesidir.  İnsan,  çocukluğunda  babasına  güvenerek, hayranlık duyarak ve ondan korkarak kendi güvensizliğiy­le  baş  etmeyi  öğrendiği  gibi,  tehdit  edici  güçlerle  başede­bilmek  için  de  aynı  yolu  izler.  Freud,  çocuklarda  görülen saplantı  nevrozlarıyla  din  arasında  paralellik  kurar  ve  di­ni, çocukluk dönemi nevrozlarına neden olan koşullara ben­zeyen koşullardan  kaynaklanan ortaklaşa bir  nevroz  olarak tanımlar.
    Dinin  psikolojik kökenleri  konusunda  Freud’un yaptığı bu çözümlemenin amacı, insanların niçin tanrı fikrini geliş­tirdiklerini ortaya koymaktır. Ama bu çözümleme, dinin psi­kolojik kökenlerine  ulaşmakla yetinmediğini  öne  sürmektedir.  İnsan  arzularına  dayalı  bir  yanılsama  olarak  nitelen­dirdiği tanrıcı kavramın gerçekdışılığını böylece ortaya koy­duğunu  savunmaktadır.1
    Freud,  dinin  bir yanılsama  olduğunu  kanıtlama  çabasını  da  yeterli  bulmaz.  Dinin  bir tehlike  olduğunu  söyler, çünkü, onun görüşüne göre, din, bütün tarihi boyunca işbir­liği  yaptığı  kötü  insan  kurumlannı  kutsama eğilimi  göste­rir.  Dahası,  insanlara  bir  yanılsamaya  inanmayı  öğreterek ve eleştirel düşünceyi yasaklayarak, zihinsel bakımdan körleşmeye önayak olur. 2 İlk suçlama gibi bu suçlama da, ay­dınlanma  düşünürlerince  kiliseye  yöneltilmiştir.  Ama  Fre­ud’un  geliştirdiği  ilişkiler  çerçevesinde,  bu  ikinci  suçlama, onsekizinci  yüzyılda  olduğundan çok daha etkilidir.  Eleşti­rel düşünceye getirilen yasağın, kişinin başka düşünce alan­larındaki eleştirel  yeteneğini de körelttiğini ve böylece, ak­lın gücüne engel olduğunu, Freud  çözümleme çalışmaların­da  ortaya  koyabilmiştir.  Freud’un. dine  yönelttiği  üçüncü itiraz,  dinin  ahlakı  son  derece  sallantılı  bir  zemine  oturt­masından  kaynaklanır.  Ahlak  ölçütlerinin  geçerliliği,  bun­ların Tanrı buyruğu  olmalarına dayanıyorsa,  ahlakın gele­ceği de Tanrı inancına bağımlı olacaktır. Freud, dinsel inan­cın zayıflama sürecinde olduğu varsayımını benimsediği için din  ile  ahlak  arasındaki  bağlantıyı  sürdürmenin,  ahlaksal değerlerimizde  yıkıma  neden  olacağını  belirtmek  zorunda kalmıştır.
1)   Freud'un  bizzat  belirttiğine  göre,  bir  fikrin  bir  arzuyu  doyurması, İlle  de  o  fikrin  yanlış  olduğu  anlamına  gelmez.  Psikanalistler  bazen böyle  hatalı  bir  sonuca  ulaştıkları  için,  Freud’un  bu  görüşünü  vurgu­lamak  İstiyorum.  Gerçekten, insanın  doğru  olmasını  arzulayarak ulaştı­ğı  birçok  doğru  fikir  olduğu  gibi  birçok  yanlış  fikir  de  vardır.  Büyük buluşların  çoğu,  bir şeylerin doğru  olup olmadığını  ortaya çıkarma  merakından  doğmuştur.  Böyle  bir  merak  öğesinin  varlığı,  gözlemciyi  kuş­kuya  düşürebilir, ama bir  kavramın ya  da yargının  geçerliliğini  asla çü­rütmez.  Geçerlilik  ölçütü,  güdünün  psikolojik  çözümlemesinde  değil, bir  varsayımın  mantıksal  çerçevesi  İçerisinde  o  varsayımın  lehindeki ve  aleyhindeki  verilerin irdelemesinde  bulunabilir. 
2)   Freud,  bir  çocuğun  parlak  zekasıyla  ortalama  bir  yetişkinin  körel­miş  aklı  (Denkschwâche)  arasındaki  karşıtlığa  parmak  basmıştır.  İnsa­nın  «ne  içteki  doğa»sının, akıldışı  öğretiler nedeniyle  ortaya  çıkan  du­rum  kadar  akıldışı  olamayablleceğl  görüşünü  dile  getirmiştir.
    Freud’un  dinde  keşfettiği  tehlikelerden  açıkça  anlıyo­ruz ki, dinin tehdidi altında gördüğü  şeyler, onun kendi ül­küleri ve kendi  değerleridir, yani akıldır,  insan mutluluğu­dur  ve  ahlaktır.   Bununla  birlikte,  Freud'un  dine  yönelik eleştirisinden  yapılan  çıkarsamalara  dayanmak  zorunda değiliz;  o,  kendi  inandığı  ölçütleri  ve  ülküleri  çok  açık  bi­çimde dile getirmiştir: Kardeşçe sevgi (Menschenliebe) . doğ­ruluk ve  özgürlük. Freud’a göre,  akıl ve  özgürlük, karşılık­lı  olarak  birbirine  bağımlıdır.  Eğer  insan,  babacan  Tanrı yanılsamasını  bir  yana  bırakırsa,  evrendeki  yalnızlığı ve önemsizliğiyle yüzyüze gelirse, baba ocağından ayrılmış bir çocuk gibi  olur.  Bununla birlikte,  insan  gelişmesinin  ama­cı da işte bu  çocuksu düşkünlüğü  alt etmektir.  İnsan,  ken­disini,  gerçekle  yüzyüze  gelebilecek  biçimde  eğitmelidir. Eğer insan, kendi yeteneklerinden başka güvenebileceği hiç­bir şey olmadığını bilirse, bu yeteneklerini yeterli yerince kul­lanmayı öğrenecektir.  Ancak otorite —tehdit eden ve koru­yan  otorite—  karşısında  bağımsızlığını  kazanmış  özgür  in­san,  akıl gücünü kulanabilir,  dünyayı ve  bu  dünyadaki ro­lünü nesnel biçimde  kavrayabilir;  bunu  yaparken de  yanıl­samaya  düşmediği  gibi,  kendi  içinde  varolan  güçleri  geliş­tirme  ve  kullanma  yeteneğini  işe  koşar.  Ancak  büyüyüp otoriteye  bağımlı  olmaktan ve otoriteden  korkmaktan  kur­tulursak,  kendimizi  düşünmeyi  göze  alabiliriz;  ama  bunun tersi de doğrudur. Ancak düşünme yürekliliğini gösterirsek, kendimizi  otoritenin  egemenliğinden, kurtarabiliriz.  Freud’ un,  güçsüzlük  duygusuyla dinsel  duyguyu  birbirine  karşıt duygular olarak gördüğünü belirtmek, bu bağlamda yerin­de  olacaktır.  Birçok tanrıbilimcinin  —ve  daha  sonra  göre­ceğimiz gibi, bir ölçüde  de Jung’ün— bağımlılık ve güçsüz­lük  duygusunu  dinsel  deneyimin  özü  saydıklarını  dikkate alacak olursak,  Freud’un  bi yargısı  çok  önemlidir.  Bu yar­gı,  anıştırma yoluyla  da  olsa,  Freud’un dinsel  deneyim  an­layışını,  yani  bağımsızlık  ve  kişinin  kendi  yeteneklerinin ayırdında olması  anlayışını açıkça ortaya koymaktadır.  Bu ayrımın,  din  ruhbilimindeki  belirleyici  sorunlardan  birisi olduğunu  daha sonra göstermeye  çalışacağım.
     Şimdi Jung'a dönecek  olursak, onun  hemen  hemen her noktada,  Freud’un  dinle  ilgili  görüşlerine  karşıt  bir  tutum içinde olduğunu görürüz. 
     Jung,  benimsediği  yaklaşımın  genel  ilkelerini  ortaya koymakla  işe  başlar.  Freud,  meslekten  bir  filozof  omadığı halde, tıpkı  William  James,  Dewey  ve  Macmurray gibi  so­runa ruhbilimsel ve felsefi bir açıdan yaklaşırken, Jung, ki­tabının  hemen  başında  şunları  belirtir:  «Kendimi,  olguları gözlemlemekle sınırlandırdım ve metafizik ya da felsefi yo­rumlardan kaçındım.» 3  Daha sonra,  bir ruhbilimci  olarak, felsefi  yorumlara  başvurmadan  dini  nasıl  çözümleyeceğini açıklayarak sürdürür yazısını. Onun bakış açısı, kendi nite­lemesiyle,   «olgusaldır,  yani  olgulardan,  olaylardan,  dene­yimlerden,  dünyadan,  gerçeklerden  yola  çıkar.  Yargıyı  de­ğil,  olguyu  temel  alır.  Sözgelimi,  bakire  doğum  konusu  ele almacak  olursa,  psikoloji,  yalnızca  böyle  bir  düşüncenin var  olmasıyla ilgilenir;  böyle  bir düşüncenin başka bir  an­lamda doğru mu,  yoksa yanlış mı olduğu sorusuyla ilgilen­mez. Bu  düşünce  var  olduğuna  göre  psikolojik  bakımdan doğrudur.  Psikoloik  varoluş,  bir  fikrin  yalnızca  tek  birey­den  kaynaklanması  ölçüsünde  özneldir.  Ama  bu  fikrin bir toplum  tarafından  benimsenmesi  ölçüsünde  nesneldir.»4
     Jung’un  dinle  ilgili  çözümlemesini   sunmadan  önce, yönteme  ilişkin  bu  önermeleri  eleştiri  süzgecinden  geçir­menin gerekli olduğu kanısındayım. Jung’un doğruluk kav­ramını  kullanış  biçiminin,  elle  tutulabilir  bir  yanı  yoktur. Jung,  «doğru  olan  yargı  değil,  olgudur*  diyor,  «fil  gerçek­tir, ç:ünkü vardır» 5 diyor.  Ama öte  yandan, gerçeğin,  duyu­larımızla  algıladığımız ve  bir  simge  sözcükle  adlandırdığı­mız bir olgunun  tanımını  değil,  her zaman  ve  mutlaka bir yargıyı  ifade  ettiğini  unutuyor.  Bir  fikrin,  «var  olduğuna göre  psikolojik bakımdan  doğru»  olduğunu  belirtiyor.  Bu­nunla birlikte, bir fikrin «var olması», onun bir yanılgı olup

3)  Ruhbilim  ve  Din, s. 2
4)  a.g.y.,  s.  3  (italikler  bana   ait).
5)  a.g.y., s. 3.

olmamasına  ya  da  gerçekle  ilişkili  olup  olmamasına  bağlı değildir. Bir fikrin var olması, hangi anlamda olursa olsun, onu  «doğru»  kılmaz.  Bir fikrin  doğruluğunu, yani  betimle­meyi  amaçladığı  olgularla  olan  ilişkisini  araştırmadan  bir sonuca  varılamayacağını,  pratisyen  ruh  hekimleri  bile  bi­lirler.  Aksi  halde,  sabuklama  (hezeyan)  ya  da  paranoya durumlarından söz etmeleri imkânsız olur. Ayrıca, Jung'un yaklaşımı,  yalnızca  psikiyatri  açısından  savunulamaz  bir nitelik  sergilemekle  kalmıyor;  Jung,  dine  Freud’dan  daha olumlu yaklaşıyormuş gibi görünen ama özünde Yahudilik, Hıristiyanlık  ve  Budizm  gibi  dinlere  taban  tabana  karşıt olan  görececi  (rölativist)  bir  bakış  açısını  savunuyor.  Bu­rada  sözünü  ettiğimiz  dinler,  doğruyu  bulma  çabasını,  in­sanın  en  büyük  erdemlerinden  ve  yükümlülüklerinden  bi­risi  sayarlar;  içten  vahiy  yoluyla,  isterse  akıl  yoluyla  ula­şılmış  olsun,  bütün  öğretilerinin,  doğruluk  ölçütlerine  tabi olduğunu  savunurlar. 
     Jung, kendi  tutumunun yarattığı güçlükleri kavramak­tan da geri kalmamıştır;  ama bunlan  çözme  çabasıyla  tut­tuğu yol da ne  yazık ki  aynı  ölçüde  tutarsızdır.  Jung,  «öz­nel»  ve  nesnel»  terimlerinin ne denli  yuvarlak terimler  ol­duklarını  bile  bile,  bunlar arasında  ayrım  yapmaya çalışı­yor. Öyle sanıyorum ki, nesnel olan şeylerin, salt öznel olan şeylerden  daha  geçerli  ve  daha doğru  olduğunu  söylemek istiyor. Onun nesnel ile öznel arasındaki ayrım için kullan­dığı ölçüt, bir fikrin yalnızca tek bir kişiden mi kaynaklan­dığı,  yoksa  bir  toplum  tarafından  mı  benimsendiğine  bağ­lıdır.  Oysa  yaşadığımız  çağda,  milyonların  ahmaklığına, toplumların çılgınlığına bizzat tanık olmuyor muyuz? Akıl­ dışı  tutkuların  yoldan  çıkardığı  milyonlarca  insanın,   ku­runtu  ve  alaldışılık  yönünden  tek  bir  zihnin  ürünlerinden hiç de  geri  kalmayan  fikirlere  inanabildiklerini yaşayarak görmüyor  muyuz?   Bunların  «nesnel»  fikirler  olduklarını söylemenin  ne  anlamı  vardır?  Bu  öznellik ve nesnellik  öl­çütünün  özü, yukarıda  değindiğim görececilikten farklı de­ğildir.  Daha  açık  biçimde  söylersek,  bir fikrin  toplumsal kabul  görmesini,  o  fikrin  geçerliliğinin,  doğruluğunun  yada  «nesnelliğinin  ölçütü , yapan  görüş,  toplum bilimsel  gö­receliliktir. 6
     Jung, yönteme ilişkin önermelerini ortaya attıktan son­ra,  ana  sorun  olan  «Din  nedir?  Dinsel  deneyimin  niteliği nedir?» sorusuyla ilgili görüşlerini açıklıyor. Bu konuda, bir­çok tanrıbîlimciyle paylaştığı bir tanım getiriyor. Bu tanımı kısaca özetlemek gerekirse, dinsel deneyimin özü,  bizim gü­cümüzden daha üstün  olan güçlere  boyun eğmektir.  Ama bence,  Jung’un  sözlerini olduğu  gibi  buraya  aktarmak  da­ha  iyi  olacaktır.  Jung’a  göre,  din,  «Rudolph  Otto’nun  çok yerinde bir terimlemeyle  ’numinosum’ dediği olgunun, yani dinamik  bir  varlığın  ya  da  etkinin  dikkatlice  ve  inceden inceye  gözlemlenmesidir ve  bu  gözlem,  iradeye  bağlı  keyfi bir  eylem  değildir.  Tam  tersine, her  zaman  yaratıcısı  ol­maktan  çok  kurbanı  durumunda  bulunan  tabi  insanı  elegeçirir ve  denetler.» 7
     Jung,  dinsel  deneyimi, bizim  dışımızdaki  bir  güç  tara­fından  ele  geçirilme  olarak  tanımladıktan  sonra,  bilinçdışı kavramının  dinsel  bir  kavram  olduğunu  öne  sürerek  sür­dürüyor sözlerini.  Jung’a göre,  bilinçdışı,  salt  bireysel  zih­nin bir parçası değil, zihinlerimize  hükmeden ve denetimi^ miz dışında bulunan bir güçtür.  «Düşünüzde  Ibilinçdışınınl sesini  işitiyor  olmanız,  hiçbir  şeyi  kanıtlamaz,  çünkü  so­kakta  da  sesler  işitebilirsiniz  ama  bunlan  kendinize  ait sesler  olarak  açıklamazsınız.  Bu  sesi  kendinize  ait  bir  şey olarak  nitelemenizi  haklı gösterebilecek  tek  bir  koşul  var­dır;  o da  kendi  bilinçli  kişiliğinizi  bir  bütünün  parçası  ya da büyük  bir daire  içinde  yer  alan  küçük  bir daire  olarak görüyor olmanızdır.  Konuk  arkadaşına  yaşadığı  kenti  gez­dirirken,  çalıştığı  bankanın  binasını  gösterip,  ‘İşte  bu be­nim  bankam,' diyen  küçük bir banka memuru da  aynı  ay­rıcalıktan  yararlanmaktadır.» 8

6)   Evrensel  ahlak  İle  toplumca  benimsenen  ahlak  arasındaki  karşıtlık konusunda  bak.  E.  Fromm,  Kendini  Savunan  İnsan  (Rlnehart  and  Com- pany.  1947),  ss  237-244.
7)  Jung,  Ruhbilim ve  Din,  s.  4.  (İtalikler bana  alt.)

     Jung,  din  ve  bilinçdışı  konusunda  yaptığı  tanımlama­nın  zorunlu bir sonucu olarak, bilinçdışı zihnin niteliği göz önüne  alınınca,  bilindışnıın  üzerimizdeki  etkisinin  «temel bir  dinsel  olgu» 9 olduğu  yargısına ulaşıyor.  Bundan  da  çı­kan  sonuç,  gerek  dinsel  dogmanın  gerekse  düşlerin  dinsel olgular olduklarıdır; çünkü bunlar da dışımızdaki bir gücün denetimi  altında  oluşumuzun  ifadeleridir.  Açıkça  anlaşılı­yor  ki,  Jung’un  mantığına  göre,  deliliği  de  düpedüz  din­sel bir olgu olarak tanımlamak gerekecektir.
     Freud’un ve Jung’un din konusundaki tutumlarına iliş­kin  irdelememiz,  Freud’un  dine  düşman,  Jung’un  ise  dost olduğu  yolundaki  yaygın  görüşü  doğruluyor  mu?  Hayır. Freud’un ve Jung’un görüşleri' kısaca karşılaştırılacak olur­sa,  bu  varsayımın kafa karıştırıcı bir aşırı basitleştirme ol­duğu  görülür. 
     Freud’a  göre,  insan  gelişiminin  amacı,  bilgi  (akıl,  doğ­ru, logos),  kardeşçe  sevgi,  acıların  hafifletilmesi,  bağımsız­lık  ve  sorumluluk  ülkülerini  gerçekleştirmektir.   Doğu  ve Batı kültürlerinin temeli olan bütün büyük dinlerin, Konfuçius,  Laozi,  Buddha,  Peygamberler ve  İsa  tarafından  geliş­tirilen  öğretilerin  ahlaksal  özünü  bu  ülküler  oluşturur.  Bu öğretiler arasındaki bir takım vurgu farklılıklarının olması doğaldır; örneğin, Buddha acıların hafifletilmesini, Peygam­berler bilgi ve adaleti,  İsa ise kardeşçe sevgiyi vurgular; yi­ne  de  bu  din  ulularının,  insan  gelişiminin  amaçları  ve  in­sana yol göstermesi  gereken  kurallar konusunda ne  büyük bir  uyuşma  içinde  oldukları  dikat  çekmektedir.  Freud,  di­nin  ahlaksal  özünden  yana  konuşmakta  ve  bu  ahlaksal amaçların eksiksiz biçimde gerçekleşmesine engel olan tanrıcı-doğaüstü  yönlerini  eleştirmektedir.  Dinin  tanrıcı ve  do­ğaüstü kavramlarını, insan gelişiminde bir zamanlar gerekli ve ilerletici  nitelik  taşıyan ama artık gerek duyulmayan ve aslında  gelişmenin  önünde  bir  engel  oluşturan  aşamalar olarak açıklamaktadır.  Bu nedenle,  Freud’un hangi dini  ya

8)   a.g.y.,  s. 47.
9)   a.g.y..  8. 46.

da  dinin  hangi  yönlerini  eleştirdiği  ve  hangi  yönlerini  sa­vunduğu kesin çizgileriyle belirlenmedikçe, onun dine  «kar­şı»  olduğu  yargısı, yanlış  ve  kafa  karıştırıcı  bir  yargı  ola­rak kalacaktır.
     Jung’a  göre,  dinsel  deneyimi  belirleyen  şey,  özgül  bir tür  duygusal  deneyimdir;  bu  da  ister  Tanrı,  isterse  bilinç­dışı  diye  adlandırılsın,  daha  üstün  bir  güce  teslim  olmak­tır.  Hiç kuşkusuz,  bu  niteleme,  belli  bir dinsel deneyim tü­rü  için  doğru  olmakla  birlikte  (sözgelimi,  Hıristiyanlık’ta, Luther’in  ve  Calvin’in  öğretilerinin  özü  budur),  bir  başka dinsel  deneyim  türüne,  sözgelimi  Budizm’in  temsil  ettiği dinsel  deneyime  ters  düşmektedir.  Ama  Jung’un  din  anla­yışı,  gerçek  (doğru)  konusunda  görececi  bir  tutumu  yan­sıttığı için, Buddha’cılığa,  Yahudilik’e ve Hıristiyanlık’a ay­kırıdır.  Bu  dinlerde,  insanın  doğruyu  aramakla  yükümlü olması,  vazgeçilmez bir  koşuldur.  Pilatus’un  alaycı  bir  ifa­deyle sorduğu,  «Gerçek nedir?»  sorusu,  yalnızca Hıristiyan­lık açısından  değil,  bütün diğer büyük dinler açısından  da din karşıtı bir  tutumun  simgesi olmuştur.
     Freud’un ve Jung’un bakış açılarını özetleyecek olursak, Freud’un,  ahlak  adına  dine  karşı  çıktığı  söylenebilir;  bu tutum  da  «dinsel»  bir tutum  olarak  nitelenebilir.  Öte  yan­dan  Jung,  dini  psikolojik  bir  olguya  indirgemekte  ve  aynı zamanda da bilinçdışını dinsel bir olgu konumuna yükselt­mektedir. 10
10)  Jung’un  Ruhbilim  ve  DIn'de  benimsediği  tutumun,  bir çok  bakım­dan  VVlIliam  James’in  tutumuna  yakın  olduğunu,  Freud’un  tutumunun Isa  temel  noktalarda  John  Dewey'ninkine  benzediğini  belirtmek  ilginç olacaktır.  William  James,  bu  dinsel  tutumu,  «bireyin,  kutsal  olduğuna İnandığı  şey  karşısında  benimsemek zorunda  kaldığı  ...  umarsız ve  öz­verili  bir tutum»  olarak  tanımlıyor  (Dinsel  Deneyimin Çeşitleri,  Modern Llbrary,  s.  51).  Tıpkı  Jung  gibi  o da  bilinçdışı  kavramı  İle  tanrıblllmcilerln  Tanrı  kavramını  karşılaştırıyor.  Şöyle  diyor:  «Aynı  zamanda,  dinsel  İnsanı  dışsal  bir  gûcûn  harekete  geçirdiği  konusunda  tanrıblllmcllerln  öne  sürdükleri  sav,  kanıtlanmış  oluyor;  çünkü  bilinçaltı  bölgeden gelen  akınlann  nesnel  görünüşlere  bürünmeleri  ve  tabi  konumundakileri  dışsal  denetimi  benimsemeye  yöneltmeleri,  bu  akınların  özellikle­rinden  birisidir.»  (A.g.y.,  s.  503.)  James'e  göre,  din  İle  ruhbilim  arasındaki  ilişki,  bilinçdışı  (ya  da  James’in  terimini  kullanırsak,  bilinçaltı) İle Tanrı  arasındaki  bu bağlantıda  yatmaktadır.
     John  Dewey  ise din  ile dinsel  deneyim  arasında ayrım  yapar. Onun gözünde, dinin  doğaüstü  dogmaları,  insanın dinsel  tutumunu zayıflatmış ve  özünden  yoksun  bırakmıştır.  Şöyle  der  Devvey:  «Benim  kavradığım anlamdaki  dinsel  değerler  ile  dinler  arasındaki  karşıtlığı  aşmaya  ça­balamak  gereksizdir.  Çünkü  bu  değerlerin  serbest  bırakılması  son  de­rece  önemlidir  ve  bu  nedenle,  söz  konusu  değerleri  mezheplerle  ve tapımlarla  özdeşleştirmekten  vazgeçmek  gerekir.»  (Ortak  Bir  İnanç» Yaie  University  Press,  1934,  s.  28.)  Tıpkı  Freud  gibi  o  da  şu  görüşleri dile  getirir:  «İnsanlar,  sahip  oldukları  güçleri,  yaşamdaki  iyilikleri  ge­liştirmek  için  hiçbir zaman  tam olarak  kullanmamışlardır;  çünkü  kendi­lerinin  yapması  gereken  şeyi, kendileri ve doğa  dışında kalan  bir gücün yapmasını  bekleyip  durmuşlarda»  (A.g.y.,  s.  46.)  Ayrıca,  John  Mac- murray’In  Dinsel1 Deneyimin  Yapısı  (The  Strusture  of  Retigious  Expe- rience,  Yale  University  Press,  1936)  adlı  yapıtında  benimsediği  tutuma da  değinmek  gerekiyor  Macmurray,  akılcı  ve  akıldışı,  duygusal  ve  kötö din  coşkuları  arasındaki  ayrımı  vurgulamıştır. Jung'un  benimsediği  gö- receci  tutuma  karşıt  bir  anlayışla,  şunları  belirtmiştir:  «Doğruluk  ve geçerliJik  kazanamayan,  yanlış  ve  yalandan  kaçınmayan  hiçbir  düşün­ce etkinliği  haklı  gösterilemez.»  (A.g.y.,  s. 54.
Erich FROMM

2 Mart 2018 Cuma

BİN DOKUZ YÜZ SEKSEN DÖRT George ORWELL ( İkinci Bölüm - IV, V )

BİN DOKUZ YÜZ SEKSEN DÖRT
George ORWELL

İKİNCİ BÖLÜM
- IV -
Yeni bir işgünü başlarken tele-ekranın yakınlığının bile farkında olmadan derin bir iç çeken Winston, söyleyaz'ı kendine çekip ağızlığındaki tozları üfledi ve gözlüğünü taktı. Sonra, masasının sağındaki basınçlı borudan düşmüş olan dört küçük kâğıt ruloyu düzeltip birbirine tutturdu.

Odacığının duvarlarında üç boru ağzı vardı. Söyleyaz'ın sağında, yazılı mesajların geldiği küçük bir basınçlı boru; solunda, gazetelerin geldiği daha kalın bir basınçlı boru; yan duvarda ise, Winston'ın kolayca uzanabileceği bir yerde, tel kafesle kaplı düz ve uzun bir yarık. Bu sonuncusu, çöpe atılacak kâğıtlar içindi. Binada, yalnızca odalarda değil, nerdeyse her koridorda bile kısa aralıklarla buna benzer binlerce, belki on binlerce yarık vardı. Nedense bellek delikleri deniyordu bunlara. Yok edilmesi gerektiği bilinen bir belge, dahası yerde göze çarpan bir kâğıt parçası varsa, hiç düşünmeden en yakın bellek deliğinin kapağını kaldırıp içine atıyordunuz; belge ya da kâğıt parçası sıcak hava akımına kapılarak binanın gizli bir köşesindeki dev fırınları boyluyordu.

Winston, açmış olduğu dört kâğıt parçasına göz attı. Her birinde, kısaltmalı bir jargonla yazılmış, bir iki satırlık bir mesaj vardı; Bakanlığın iç haberleşmelerinde kullanılan bu mesajlar tam olarak Yenisöylem'de yazılmamıştı, ama büyük ölçüde Yenisöylem sözcüklerinden oluşuyordu. Şöyle deniyordu:

times 17.3.84 bb söylev yanlış bilgi afrika düzelt
times 19.12.83 3 yp 83 son çeyrek tahminleri baskı hataları eldeki baskıyı denetle
times 14.2.84 varbak çikolata eksiktayın düzelt
times 3.12.83 bb günlükemir haber çiftartıyetersiz yokkişiler gönder yeniyaz tümle öndosya üstyet

Winston, belli belirsiz bir hoşnutlukla, dördüncü mesajı bir kenara ayırdı. Karmaşık ve sorumluluk gerektiren bir iş olduğu için sona bırakmakta yarar vardı. Öbür üçü gündelik işler olmakla birlikte, ikincisi listelere bakarak bir sürü rakamı elden geçirmeyi gerektirdiğinden sıkıcı olabilirdi.

Winston, tele-ekranda "eski sayılar"ı tuşladı, Times'ın gerekli nüshaları yalnızca birkaç dakika sonra basınçlı borudan geliverdi. Aldığı mesajlar, şu ya da bu nedenle değiştirilmesi ya da resmi deyimle düzeltilmesi gerektiği düşünülen makaleler ve haberlerle ilgiliydi. Örneğin, 17 Mart tarihli Times'a göre, Büyük Birader önceki günkü söylevinde Güney Hindistan cephesinde yeni bir gelişme olmayacağını, ama kısa bir süre sonra Avrasya'nın Kuzey Afrika'da saldırıya geçeceğini öngörmüştü. Gel gör ki, Avrasya Başkomutanlığı saldırıyı Güney Hindistan'da başlatmış, Kuzey Afrika'ya hiç dokunmamıştı. O yüzden, Büyük Birader'in söylevinin bir paragrafını yeniden kaleme almak, öngörüsünü gerçeğe uygun kılmak gerekiyordu. Yine, 19 Aralık tarihli Times'da, çeşitli tüketim maddelerinin, aynı zamanda Dokuzuncu Üç Yıllık Plan'ın altıncı çeyreği olan 1983 yılının dördüncü çeyreğindeki üretim tahminleri yayımlanmıştı. Oysa bugünkü nüshada açıklanan gerçek üretim rakamlarına bakılırsa, tahminler tümüyle büyük yanlışlar içeriyordu. Winston'a düşen, ilk baştaki rakamları sonrakilere uyacak biçimde değiştirmekti. Üçüncü mesaj ise, birkaç dakikada düzeltilebilecek çok basit bir yanlışla ilgiliydi. Daha şubat ayında, Varlık Bakanlığı, 1984 boyunca çikolata tayınında hiçbir azaltıma gidilmeyeceği vaadinde bulunmuştu (resmi açıklamada, bunun "kesin bir taahhüt" olduğu belirtilmişti). Aslında, Winston'ın da bildiği gibi, çikolata tayını o hafta sonunda otuz gramdan yirmi grama indirilecekti. Tek gereken, başlangıçtaki vaadi, nisan ayı içinde çikolata tayınında azaltıma gitmek zorunda kalınabileceğine ilişkin bir uyarıyla değiştirmekti.

Winston, mesajlarda bildirilenleri yerine getirdikten sonra, söyleyaz'a söyleyip yazdırdığı düzeltmeleri Times'ın uygun sayılarına iliştirip basınçlı borudan içeri attı. Sonra da, nicedir edinmiş olduğu bir alışkanlıkla, mesajların asıllarını ve tuttuğu notları buruşturup alevler tarafından yutulacakları bellek deliğine bıraktı.

Basınçlı boruların gittiği görünmez labirentte neler olduğunu ayrıntılarıyla bilmiyordu, ama sonuçta ne olduğunu biliyordu. Times'ın belirli bir sayısında gerekli görülen tüm düzeltmeler bir araya getirilip harman edilir edilmez, o sayı yeniden basılıyor, asıl nüsha yok ediliyor ve arşive onun yerine düzeltilmiş nüsha konuyordu. Bu sürekli değiştirme işlemi yalnızca gazeteler için değil, kitaplar, süreli yayınlar, broşürler, posterler, kitapçıklar, filmler, ses bantları, karikatürler, fotoğraflar, siyasal ya da ideolojik bakımdan önem taşıyabilecek her türlü kitap ve belge için geçerliydi. Geçmiş, günü gününe, nerdeyse dakikası dakikasına güncelleniyordu. Böylelikle, Parti'nin tüm öngörülerinin ne kadar doğru olduğu belgeleriyle kanıtlanmış oluyor; günün gereksinimleriyle çelişen tüm haber ve görüşler kayıtlardan siliniyordu. Tüm tarih, gerektikçe sık sık kazınan ve yeniden yazılan bir palimpseste dönmüştü. Bu işlem uygulandıktan sonra, herhangi bir çarpıtmanın yapıldığını kanıtlama olanağı ortadan kalkıyordu. Arşiv Dairesi'nin, Winston'ın çalıştığı bölümden çok daha büyük olan bir bölümünde çalışanların görevi, geçersiz kılınmış ve yok edilmesi gereken kitaplar, gazeteler ve başka belgelerin tüm nüshalarını bulup çıkarmak ve toplamaktı. Times gazetesinin, siyasal saflaşmadaki değişiklikler ya da Büyük Birader'in yanlış kehanetleri yüzünden pek çok kez yeniden yazılmış bir sayısı arşivde aslının tarihiyle yerini alıyor, geride onunla çelişebilecek tek bir sayı kalmıyordu. Kitaplar da durmadan toplatılıp yeniden yazılıyor ve yapılan değişikliklerden söz edilmeksizin yeniden yayımlanıyordu. Winston'a iletilen ve gerekli işlemi yapar yapmaz ortadan kaldırdığı yazılı yönergelerde, bir sahtecilik yapılması gerektiğine ilişkin en küçük bir açıklama, hatta bir sezdirme bile kesinlikle yer almıyordu; yalnızca doğruluk adına düzeltilmesi gereken anlam kaymaları, yanlışlar, baskı hataları ya da alıntı yanlışlarından söz ediliyordu.

Winston, Varlık Bakanlığı'nın rakamlarını yeniden düzenlerken, aslında bunun sahtecilik bile olmadığını geçirdi aklından. Bir saçmalığın yerini bir başka saçmalığın almasından başka bir şey değildi bu. Ele aldığınız bilgilerin çoğunun gerçek dünyayla en küçük bir bağıntısı yoktu; bir kuyruklu yalanın bile gerçek dünyayla daha çok bağıntısı olduğu söylenebilirdi. İstatistiklerin ilk başta verilen rakamları da sonradan düzeltilmiş rakamlar kadar uydurmaydı. Çoğu zaman onları sizin kendi kafanızdan uydurmanız gerekiyordu. Örneğin, Varlık Bakanlığı'nın o çeyrek için bot üretimi tahmini yüz kırk beş milyon çiftti. Gerçek üretim ise altmış iki milyon çift olarak verilmişti. Oysa Winston, Bakanlığın tahminini yeniden yazarken, rakamı elli yedi milyon olarak kaydetmiş, böylece belirlenen hedefin aşılmış olduğu yolundaki sava doğruluk payı bırakmıştı. Nasıl olsa, altmış iki milyon çift gerçek rakama elli milyondan daha yakın olmadığı gibi, yüz kırk beş milyondan da yakın değildi. Dahası, hiç bot üretilmemiş de olabilirdi. Kaldı ki, ne kadar bot üretildiğini kimse bilmediği gibi, zerre kadar umursamıyordu da. Tek bilinen, kâğıt üzerinde bol keseden bot üretilirken, Okyanusya halkının belki de yarısının yalınayak dolaştığıydı. Aynı şey, şu ya da bu ölçüde her alandaki kayıtlar için geçerliydi. Her şey bir hayal dünyasında eriyip gidiyordu, sonunda yılın hangi gününde oldukları bile belirsizleşmişti.

Winston salona şöyle bir baktı. Tam karşıdaki odacıkta Tillotson adındaki ufak tefek, karaşın bir adam, dikkat kesilmiş, başını kaldırmadan çalışıyordu; dizlerinin üstünde katlanmış bir gazete vardı, ağzını söyleyaz'ın ağızlığına iyice yaklaştırmıştı. Söylediklerinin, kendisi ile tele-ekran arasında bir sır olarak kalmasını sağlamaya çalışıyordu sanki. Başını kaldırdı, gözlüğünün camlarından Winston'a doğru düşmanca bir parıltı yansıdı.

Winston, Tillotson'ı doğru dürüst tanımadığı gibi, ne iş yaptığını da bilmiyordu. Arşiv Dairesi'ndekiler işlerinden pek söz etmezlerdi. İki yanı boyunca odacıkların uzandığı, sürekli bir kâğıt hışırtısının duyulduğu ve alçak sesle söyleyaz'a konuşanlardan bir uğultunun yükseldiği uzun, penceresiz salonda, Winston'ın, her gün koridorlarda gidip gelirlerken ya da İki Dakika Nefret sırasında el kol sallayarak bağırırlarken gördüğü halde adlarını bile bilmediği bir sürü insan vardı. Winston, yandaki odacıkta çalışan, saçları kum sarısı, ufak tefek kadının, her gün sabahtan akşama kadar, buharlaştırıldıkları için hiç yaşamamış sayılan insanların adlarını gazetelerden bulup sildiğini biliyordu. Birkaç yıl önce kocası da buharlaştırılmış olduğu için bir bakıma kadına uygun düşen bir işti bu. Birkaç odacık ileride ise, Ampleforth adında halim selim, ne kokar ne bulaşır, sessiz sakin, kulakları kıllı bir yaratık çalışıyordu; uyak ve ölçü düzme konusunda şaşırtıcı bir becerisi olan bu adamın işi, ideolojik bakımdan sakıncalı olmuş, ama her nedense antolojilerde kalması gerekli görülmüş şiirlerin çarpıtılmış biçimlerini –nihai metinler deniyordu bunlara– hazırlamaktı. Elli kadar çalışanıyla bu salon, Arşiv Dairesi'nin uçsuz bucaksız karmaşık yapısı içinde yalnızca bir alt bölüm, tek bir hücreydi. Daha ileride, yukarıda, aşağıda öbek öbek işçiler bin bir çeşit işle uğraşıyorlardı. Baskı ve dizgi ustalarının çalıştıkları dev basımevleri, fotoğrafları değiştirip çarpıtmak için tam donanımlı stüdyolar vardı. Tele-programlar bölümünde, mühendisler, yapımcılar, özellikle ses taklidindeki ustalıkları nedeniyle seçilmiş oyuncular görev yapmaktaydı. Sonra, ıskartaya çıkartılması gereken kitaplar ve süreli yayınların listelerini hazırlamakla görevli bir yazmanlar ordusu vardı. Düzeltilmiş belgelerin saklandığı büyük depolar ve özgün kopyaların yok edildiği gizli fırınlar vardı. Ve bir yerlerde, tüm bu çalışmaların eşgüdümlü bir biçimde yürütülmesini sağlayan, geçmişin hangi bölümünün korunacağını, hangi bölümünün çarpıtılacağını, hangi bölümünün tümden silinip ortadan kaldırılacağını belirleyen politikaları saptayan kimliği belirsiz beyinler vardı.

Aslına bakılırsa, Arşiv Dairesi de, asıl işi geçmişi yeniden düzenlemek değil, Okyanusya yurttaşlarına gazetelerini, filmlerini, ders kitaplarını, tele-ekran programlarını, oyunlarını, romanlarını –heykelden slogana, lirik bir şiirden biyolojik bir incelemeye, çocuklar için alfabelerden Yenisöylem sözlüğüne, akla gelebilecek her türlü haber, bilgi ve eğlenceyi– sağlamak olan Gerçek Bakanlığı'nın bir bölümüydü yalnızca. Üstelik Bakanlığın, Parti'nin çok çeşitli gereksinimlerini sağlamakla kalmaması, tüm bu işleri proletarya için de daha düşük bir düzeyde gerçekleştirmesi gerekiyordu. Proleterlerin edebiyatı, müziği, tiyatrosu ve eğlencesiyle ilgilenen pek çok daire vardı. Spor, cinayet haberleri ve astrolojiden başka bir şey içermeyen beş para etmez gazeteler, iç gıcıklayıcı ucuz romanlar, seks sahneleriyle dolu filmler, uyakdüşüren diye bilinen özel bir kaleydoskopta tümüyle mekanik bir biçimde bestelenen hisli şarkılar buralarda üretiliyordu. Dahası, mühürlü kutular içinde dağıtılan ve hazırlayanlar dışında hiçbir Parti üyesinin bakmasına izin verilmeyen, en bayağısından pornografik yayınlar üreten koca bir alt bölüm –Yenisöylem'de Pornoböl deniyordu– vardı.

Winston çalışırken, basınçlı borudan üç mesaj daha düşmüştü; ama kolay işlerdi, İki Dakika Nefret araya girmeden üçünü de bitirmişti bile. Nefret sona erdikten sonra odacığına döndü, raftan Yenisöylem sözlüğünü aldı, söyleyaz'ı yana itti, gözlüğünün camlarını temizledi ve sabahın asıl işine koyuldu.

Winston'ın hayattaki en büyük zevki yaptığı işti. Gerçi büyük bir bölümü sıkıcı ve tekdüzeydi, ama bir matematik problemine dalmışçasına kendinizden geçebileceğiniz zor ve karmaşık işler de yok değildi; size, İngsos ilkeleri konusundaki bilginiz ve Parti'nin ne demenizi istediğine ilişkin sezginiz dışında yol gösteren hiçbir şeyin olmadığı, ince sahtecilik işleriydi bunlar. Winston bu işlerin ustasıydı. Times'ın tümüyle Yenisöylem'le yazılmış başyazılarının düzeltilmesi işinin ona verildiği bile olmuştu. Daha önce bir kenara ayırmış olduğu mesajı açtı. Şöyle diyordu:

times 3.12.83 bb günlükemir haber çiftartıyetersiz yokkişiler gönder yeniyaz tümle öndosya üstyet

Bu mesaj, Eskisöylem'e (ya da Standart İngilizceye) şöyle aktarılabilirdi:

Büyük Birader'in Günlük Emrinin, Times'ın 3 Aralık 1983 tarihli sayısındaki haberi son derece yetersiz, üstelik var olmayan kişilere göndermelerde bulunuyor. Tümüyle yeniden yaz ve taslağını dosyalamadan önce bir üst yetkiliye göster.

Winston, suçlanan yazıyı baştan sona okudu. Anlaşılan, Büyük Birader'in Günlük Emri, Yüzen Kaleler'deki denizcilere sigara ve başka nimetler sağlayan ve YKSN diye bilinen örgütün çalışmalarına övgülerle doluydu. Özellikle İç Parti'nin önde gelen üyelerinden Yoldaş Withers diye biri göklere çıkarılmış, ikinci dereceden Yararlık Nişanı'yla ödüllendirilmişti.

YKSN'nin varlığına üç ay sonra hiçbir gerekçe gösterilmeden birden son verilmişti. Withers ve çalışma arkadaşlarının gözden düşmüş oldukları geliyordu akla, ama bu konuda basında da, tele-ekranda da hiçbir haber verilmemişti. Siyasal suçlular mahkemeye çıkarılıp yargılanmak şöyle dursun, açıktan açığa bile suçlanmadığı için, buna şaşmamak gerekirdi. Binlerce kişiyi kapsayan büyük temizlikler, suçlarını alçakça itiraf ettikten sonra idam edilen hainler ve düşünce-suçlularının halk önünde yargılanmaları, ancak birkaç yılda bir rastlanan özel gösterilerdi. Genellikle, Parti'nin öfkesini çekmiş kişiler ortadan kayboluverirler, bir daha da onlardan hiçbir haber alınamazdı. Bazıları yaşıyor bile olabilirlerdi. Winston'ın, annesiyle babası dışında, yakından tanıdığı belki otuz kişi değişik zamanlarda ortadan kaybolmuştu.

Winston bir ataşla hafif hafif burnunu kaşıdı. Karşıki odacıkta Yoldaş Tillotson hâlâ öne eğilmiş, söyleyaz'a gizli gizli bir şeyler söylüyordu. Bir an başını kaldırdı: Gözlük camlarından yine o düşmanca parıltı yansıdı. Winston, Yoldaş Tillotson'ın kendisiyle aynı işi yapıp yapmadığını merak ediyordu. Pekâlâ mümkündü. Bu denli beceri isteyen, incelikli bir iş tek bir kişiye bırakılamazdı; öte yandan, böyle bir işi bir kurula vermek de işin içinde bir dalavere olduğunu açıkça kabullenmek olurdu. Şu anda büyük olasılıkla on on beş kişi Büyük Birader'in söylemiş olduklarının farklı yorumları üzerinde harıl harıl çalışmaktaydı. Ve çok geçmeden, İç Parti'nin beyin takımından biri o yorumlardan birini seçip yayına hazırlayacak, karmaşık işlemlerden geçirerek gerekli sağlamaları yapacak, böylece seçilmiş yalan kayıtlara geçerek gerçek olacaktı.

Winston, Withers'ın neden gözden düştüğünü bilmiyordu. Kim bilir, belki rüşvet almış ya da yetersiz bulunmuştu. Belki de Büyük Birader gereğinden fazla sevilen bir astını başından atıyordu. Belki Withers ya da bir yakınının sapkın eğilimlerinden kuşkulanılmıştı. Ya da temizlikler ve buharlaştırmalar yönetim mekanizmasının ayrılmaz bir parçası olup çıktığı için böyle yapılmıştı belki de; en yakın olasılık buydu. Elle tutulur biricik ipucu, Withers'ın çoktan ölmüş olduğunu gösteren "yokkişiler gönder" sözcüklerindeydi. Tutuklananların ille de ölmüş olduklarını düşünmek her zaman doğru değildi. Bazen salıveriliyorlar ve bir iki yıl özgür yaşamalarına izin verildikten sonra idam ediliyorlardı. Çok sık olmasa da bazen, çoktan ölmüş olduğuna inanılan biri halka açık bir mahkemede hortlayıveriyor, tanıklığıyla yüzlerce kişinin başını belaya sokuyor, sonra da sırra kadem basıyordu. Withers'a gelince, o artık bir yokkişi'ydi. Yoktu: Hiç var olmamıştı. Winston, Büyük Birader'in söylevinin akışını tersine çevirmenin yeterli olmayacağına karar verdi. Asıl konuyla hiçbir bağıntısı olmayan, tümden farklı bir söylev hazırlamak daha iyi olacaktı.

Söylevi, hainler ve düşünce-suçlularının yerden yere vurulduğu o alışılmış konuşmalardan birine dönüştürebilirdi, ama bu çok kör kör parmağım gözüne olurdu; öte yandan, cephede yeni bir zafer ya da Dokuzuncu Üç Yıllık Plan kapsamında bir üretim fazlası başarısı icat etmek de kayıtları içinden çıkılmaz bir duruma getirebilirdi. Demek, tümüyle hayali bir şey bulmak gerekiyordu. Birden, düşündüğü şeye cuk oturan bir fikir geldi aklına: Kısa bir süre önce bir çarpışmada kahramanca can vermiş bir Yoldaş Ogilvy neden olmasındı? Büyük Birader'in, zaman zaman Günlük Emri, yaşamı ve ölümü örnek alınması gereken, alçakgönüllü, sıradan bir Parti üyesini anmaya ayırdığı olmuştu. Bugün de Yoldaş Ogilvy'yi anabilirdi. Gerçi Yoldaş Ogilvy diye biri yoktu, ama gazetede çıkmış birkaç satır yazıyla birkaç düzmece fotoğraf onu var edebilirdi.

Winston, bir an düşündükten sonra söyleyaz'ı ağzına yaklaştırdı, Büyük Birader'in o bildik üslubuyla söyleyip yazdırmaya başladı; hem askeri hem de bilgiç bir üsluptu bu, soru sorup sonra birden soruyu yanıtlama hilesini kullandığından ("Bütün bunlardan ne ders alıyoruz, yoldaşlar? İşte, İngsos'un da temel ilkelerinden biri olan bu ders..." vb. vb.) taklit edilmesi de kolaydı.

Yoldaş Ogilvy, daha üç yaşındayken, bir davul, bir hafif makineli tüfek ve bir helikopter dışında hiçbir oyuncağa ilgi duymuyordu. Altı yaşına geldiğinde –kuralların özel olarak esnetilmesiyle bir yıl erken– Casuslar'a katılmış, dokuzunda bölük komutanı olmuştu. On bir yaşında, kulak misafiri olduğu bir konuşmada suç işlemeye yönelik eğilimlerden kuşkulanınca, amcasını Düşünce Polisi'ne ihbar etmişti. On yedisinde, Seks Karşıtı Gençlik Birliği'nin bölge yöneticiliğine getirilmişti. On dokuzuna geldiğinde, Barış Bakanlığı'ndan onay alan bir el bombası icat etmiş, el bombası ilk denemede otuz bir Avrasyalı tutsağı havaya uçurmuştu. Bir harekâtta can verdiğinde yirmi üç yaşındaydı. Önemli belgelerle Hint Okyanusu üzerinde uçarken düşman jetleri ardına takılınca, makineli tüfeğini ağırlık yapması için boynuna asarak belgelerle birlikte helikopterden atlamış, okyanusun derin sularında kaybolmuştu; kıskanılası bir son, diyordu Büyük Birader. Yoldaş Ogilvy'nin ne kadar dürüst ve içten bir yaşam sürdüğüne değinmeden de edemiyordu. Her türlü kötü alışkanlıktan uzak duran, hiç sigara içmeyen biriydi Yoldaş Ogilvy, her gün beden eğitimi salonunda geçirdiği bir saat dışında hiçbir eğlencesi yoktu; evlilik ve aile sorunlarının, insanın kendini yirmi dört saat görevine adamasını engelleyeceğine inandığından evlenmeme andı içmişti. Sohbetlerinde İngsos ilkeleri dışında hiçbir konuya yer olmadığı gibi, hayatta Avrasyalı düşmanların bozguna uğratılmasından, casuslar, kundakçılar, düşünce-suçluları ve hainlerin ele geçirilmesinden başkaca bir amacı da yoktu.

Winston, Yoldaş Ogilvy'ye bir de Yararlık Nişanı verilse mi acaba diye düşündüyse de, durup dururken bir sürü kaynak göstermeyi gerektireceği için vazgeçti.

Bir kez daha karşı odacıktaki hasmına göz attı. Tillotson'ın da kendisiyle aynı işi yaptığını sezinliyordu. Gerçi sonunda kimin yorumunun kabul göreceğini bilmek olanaksızdı, ama yine de kendi yorumunun benimseneceğinden handiyse emindi. Daha bir saat önceye kadar kimsenin hayalinden bile geçiremeyeceği Yoldaş Ogilvy şimdi bir gerçek olup çıkmıştı. Yaşayanların değil de ölülerin yaratılabilmesinin ne kadar tuhaf olduğunu geçirdi aklından. Yoldaş Ogilvy şimdide hiç yaşamamıştı, ama artık geçmişte yaşıyordu; üstelik, bu sahtecilik unutulduktan sonra, varlığı Charlemagne ya da Julius Caesar kadar gerçek, onlar kadar tanıtlı kanıtlı olacaktı.

- V -
Yerin epeyce altındaki yüksek tavanlı kantinde ağır ağır ilerliyordu. İçerisi daha şimdiden tıklım tıklım ve çok gürültülüydü. Tezgâhtaki ocaktan etli türlünün dumanları tütüyor, ama kekremsi kokusu Zafer Cini'nin keskin kokusunu pek bastıramıyordu. Salonun dibindeki, duvara oyulmuş bardan on sente küçük bir kadeh cin alınabiliyordu.

Winston'ın arkasından, "İşte aradığım adam," diye bir ses geldi.

Arkasına döndü. Araştırma Dairesi'nde görevli arkadaşı Syme'dı. "Arkadaşı" demek pek doğru değildi belki de. Bugünlerde arkadaş yok, yoldaş vardı: Ama bazı yoldaşların dostluğu daha keyifliydi. Syme bir filolog, bir Yenisöylem uzmanıydı. Yenisöylem Sözlüğü'nün On Birinci Baskısı'nı hazırlamakta olan dev ekipteki uzmanlardan biriydi. Ufak tefek, Winston'dan da kısa boylu, siyah saçlı, iri, patlak gözlü bir adamdı; biraz mahzun, biraz alaycı bakışlarını yüzünüzden ayırmadan konuşurdu.

"Jiletin var mı diye soracaktım," dedi.

Winston, suçluca bir telaşla, "Hiç yok!" dedi. "Sormadığım yer kalmadı. Artık hiçbir yerde jilet yok."

Herkes jilet peşindeydi. Aslında Winston'ın bir kenara ayırdığı kullanılmamış iki jileti vardı. Aylardır jiletin köküne kıran girmişti sanki. Parti dükkânlarının sağlayamadığı şeyler o kadar çoktu ki. Bu bazen düğme oluyordu, bazen örgü yünü, bazen ayakkabı bağı; şimdi de jilet bulunmuyordu işte. Ancak "serbest" piyasada uzun aramalardan sonra el altından birkaç tane bulunabiliyordu.

"Tam altı haftadır aynı jileti kullanıyorum," diye bir yalan kıvırdı Winston.

Kuyruk azıcık daha ilerledi. Durduklarında, Winston dönüp bir kez daha Syme'a baktı. İkisi de tezgâhın kenarındaki yığından yağlı birer metal tepsi aldı.

"Dün mahkûmların asılışını seyretmeye gittin mi?" dedi Syme.

Winston, umursamaz bir sesle, "İşim vardı," dedi. "Filmini görürüm herhalde."

"Aynı şey değil," dedi Syme.

Alaycı bakışları Winston'ın yüzünde geziniyordu. Gözleri, "Seni tanıyorum. Ciğerini okuyorum senin. O mahkûmların asılışını seyretmeye neden gitmediğini çok iyi biliyorum," der gibiydi. Syme, kafaca, kötücül bir bağnazdı. Düşman köylerine yapılan helikopter baskınları, düşünce-suçlularının yargılanmaları ve itiraflarını, Sevgi Bakanlığı'nın mahzenlerindeki idamları konuşmaktan iblisçe bir zevk alırdı. Syme'la konuşabilmek için, onu bu tür konulardan uzak tutmak, onu mümkünse çok iyi bildiği ve ilginç şeyler anlattığı Yenisöylem'in teknik ayrıntılarına çekmek gerekirdi. Winston, iri siyah gözlerin delici bakışlarından kaçınmak için başını hafifçe yana çevirdi.

Syme, o günden söz açarak, "İyi bir idamdı," dedi. "Bana sorarsan, ayaklarını birbirine bağlamaları işin tadını kaçırıyor. Oysa bacakların havada tepinip durmasını seyretmek o kadar zevkli ki. Hele, sonunda dil dışarıya sarkıp masmavi, hatta mosmor kesilmiyor mu! En hoşuma giden ayrıntı o işte."

Beyaz önlüklü proleter, elinde kepçe, "Sıradaki, lütfen!" diye bağırdı.

Winston ile Syme, tepsilerini ızgaranın altına sürdüler. Tepsilere çabucak öğle tabldotu boşaltıldı: bir madeni kapta koyu pembe renkte etli türlü, irice bir parça ekmek, bir küçük dilim peynir, kulplu bardakta sütsüz Zafer Kahvesi ve bir tablet tatlandırıcı.

Syme, "Şurada, tele-ekranın altında bir masa var," dedi. "Oturmadan birer cin alalım."

Kulpsuz porselen fincanlarda verilen cinlerini aldılar. Salondaki kalabalığın arasından güçlükle geçerek tepsilerini madeni masaya bıraktılar; masanın bir köşesinde, kusmuğa benzeyen iğrenç bir türlü artığı kalmıştı. Winston cin fincanını alıp ağzına götürdü, bir an cesaretini topladıktan sonra, yağlı bir tadı olan içkiyi tiksinerek bir dikişte içti. Gözlerinden yaşlar geldi; uzun uzun gözlerini kırpıştırdıktan sonra birden acıktığını fark etti. Sulu ve yumuşak bir etli bulamacı andıran türlüyü kaşıklamaya başladı. Kaplarındaki türlüyü bitirinceye kadar ikisi de konuşmadı. Winston'ın soluna düşen, hemen arkasındaki masada oturan biri, salonunun gürültüsünü delip geçen ördek vaklamasına benzer bir sesle hızlı hızlı, noktasız virgülsüz konuşmaktaydı.

Winston, gürültüyü bastırmak için sesini yükselterek, "Sözlük nasıl gidiyor?" diye sordu.

"Yavaş gidiyor," dedi Syme. "Sıfatlara geldim. Büyüleyici."

Yenisöylem'den söz açılınca canlanıvermişti. Yemek kabını yana itti, zarif ellerini uzatıp ekmeğini ve peynirini aldı, bağırmadan konuşabilmek için masanın üzerine eğildi.

"On Birinci Baskı, nihai baskı," dedi. "Dile son biçimini veriyoruz; başka bir dil konuşan hiç kimse kalmadığında alacağı biçimi. Sözlüğü tamamladığımızda, senin gibilerin dili yeni baştan öğrenmeleri gerekecek. Bana öyle geliyor ki, sizler asıl işimizin yeni sözcükler icat etmek olduğunu sanıyorsunuz. Oysa ilgisi yok! Sözcükleri yok ediyoruz; her gün onlarcasını, yüzlercesini ortadan kaldırıyoruz. Dili en aza indiriyoruz. On Birinci Baskı'da, 2050 yılından önce eskiyecek tek bir sözcük bile bulunmayacak."

Ekmeğinden aç kurt gibi birkaç lokma aldıktan sonra, konuşmasını bilgiççe bir tutkuyla sürdürdü. İnce esmer yüzü cezbeye gelmiş, alaycı bakışı kaybolmuş, kendinden geçmişti.

"Sözcükleri yok etmek harika bir şey. Hiç kuşkusuz, asıl fazlalık fiiller ve sıfatlarda, ama atılabilecek yüzlerce isim de var. Yalnızca eşanlamlılar değil, karşıt anlamlılar da söz konusu. Bir sözcüğün karşıt anlamlısına ne gerek var ki? Kaldı ki, her sözcük karşıtını kendi içinde barındırır. Örneğin, 'iyi' sözcüğü. 'İyi' sözcüğü varken, 'kötü' sözcüğüne neden gerek duyalım ki? 'İyideğil' dersin, olur biter; hatta daha da iyi olur, çünkü 'iyideğil' 'iyi'nin tam karşıtı, 'kötü' ise tam karşıtı değil. Ya da 'iyi'nin yerine daha güçlü bir sözcük istiyorsan, 'mükemmel' ve 'fevkalade' gibi belirsiz ve yararsız sözcük kullanmanın ne anlamı var? 'Artıiyi' aynı anlamı karşılıyor; ya da, daha da güçlü bir sözcük istiyorsan, 'çifteartıiyi' diyebilirsin. Kuşkusuz, bu sözcükleri daha şimdiden kullanıyoruz; ama Yenisöylem son biçimini aldığında bunlardan başka hiçbir sözcük kullanılmayacak. Sonunda, iyilik ve kötülük kavramları yalnızca altı sözcükle karşılanıyor olacak; aslına bakarsan, tek bir sözcükle. Bilmem, işin güzelliğini görebiliyor musun, Winston?" Bir an durdu ve sonradan aklına gelmişçesine ekledi: "Tabii ki B.B.'nin fikriydi bütün bunlar."

Büyük Birader'in adı geçer geçmez Winston'ın yüzünde zoraki bir coşku belirdiyse de, Syme ondaki gönülsüzlüğü fark etmekte gecikmedi.

Nerdeyse üzülmüş gibi, "Yenisöylem'in önemini kavradığını sanmıyorum, Winston," dedi. "Yazarken bile Eskisöylem'de düşünüyorsun hâlâ. Zaman zaman Times'a yazdığın yazılardan bazılarını okudum. Hiç de fena sayılmazlar, ama hepsi çeviri. Tüm belirsizliğine, o gereksiz ince anlam ayrımlarına karşın Eskisöylem'den bir türlü kopamıyorsun. Sözcüklerin yok edilmesinin güzelliğini kavrayamıyorsun. Yenisöylem'in dünyada sözdağarcığı her yıl biraz daha küçülen tek dil olduğunu biliyor musun?"

Winston kuşkusuz biliyordu. Karşılık vermeyi göze alamadığı için, sevimli görüneceğini umarak gülümsemekle yetindi. Syme esmer ekmekten bir ısırık daha aldı, çabucak çiğneyip yuttuktan sonra yeniden söze girdi:

"Yenisöylem'in tüm amacının, düşüncenin ufkunu daraltmak olduğunu anlamıyor musun? Sonunda düşüncesuçunu tam anlamıyla olanaksız kılacağız, çünkü onu dile getirecek tek bir sözcük bile kalmayacak. Gerek duyulabilecek her kavram, anlamı kesin olarak tanımlanmış, tüm yan anlamları yok edilmiş ve unutulmuş tek bir sözcükle dile getirilecek. On Birinci Baskıda bu hedefe şimdiden yaklaştık sayılır. Ne ki, bu işlem bizler öldükten çok sonra da sürecek elbette. Sözcükler her yıl biraz daha azalacak, bilinç alanı her yıl biraz daha daralacak. Kuşkusuz, şu anda bile düşüncesuçu işlemenin bir nedeni ya da gerekçesi olamaz. Bu bir özdenetim, gerçeklik denetimi sorunu. Ama bir gün gelecek, buna da gerek kalmayacak. Dil yetkin bir duruma geldiğinde Devrim tamamlanmış olacak. Yenisöylem İngsos'tur, İngsos da Yenisöylem'dir," diye ekledi gizemli bir hoşnutlukla. "En geç 2050 yılına kadar, şu andaki konuşmamızı anlayabilecek tek bir kişinin kalmayacağını hiç düşündün mü, Winston?"

Winston, çekinerek, "Şeyler dışında..." diye söze girdiyse de vazgeçti.

Tam, "Proleterler dışında," diyecekti ki, Partiye körü körüne bağlılığa uygun düşmeyeceğini düşünerek kendini tuttu. Ne var ki, Syme, onun dilinin ucuna kadar geleni sezmişti.

"Proleterleri insandan sayma," dedi hiç umursamadan. "2050 yılına gelindiğinde –olasılıkla daha da önce– Eskisöylem'le ilgili tüm gerçek bilgiler silinip gitmiş olacak. Tüm eski edebiyat ortadan kalkmış olacak. Chaucer, Shakespeare, Milton, Byron, hepsi yalnızca Yenisöylem' deki biçimleriyle var olacaklar; yalnızca başka bir şeye dönüşmekle kalmayacaklar, aslında kendilerinin karşıtı bir şeye dönüşecekler. Parti edebiyatı bile değişecek. Sloganlar bile değişecek. Özgürlük kavramı ortadan kaldırıldıktan sonra 'özgürlük köleliktir' diye bir slogan kalabilir mi? Düşünce ortamı tümden farklı olacak. Aslına bakarsan, bugün anladığımız anlamda bir düşünce olmayacak. Bağlılık, düşünmemek demektir, düşünmeye gerek duymamak demektir. Bağlılık bilinçsizliktir."

Winston, birden, yürekten inanarak, çok sürmez, Syme'ı buharlaştırırlar, diye geçirdi aklından. Çok zeki. Her şeyi çok açık seçik görüyor ve sözünü sakınmıyor. Parti böylelerinden hoşlanmaz. Bir gün ortadan kaybolacak. Görünen köy kılavuz istemez.

Winston ekmeğiyle peynirini bitirmişti. Kahvesini içmek için, oturduğu yerde hafifçe yana döndü. Solundaki masada oturan bet sesli adam hiç susmayacak gibiydi. Belki de sekreteri olan ve sırtı Winston'a dönük oturan genç bir kadın, söylediği her şeyi onaylıyormuşçasına onu can kulağıyla dinliyordu. Arada sırada Winston'ın kulağına, genç ve biraz da sersemce bir kadınsılıkla söylenmiş "Bence çok haklısınız. Tamamen aynı fikirdeyim sizinle" gibisinden sözler çalınıyordu. Ama öteki ses bir an bile, genç kadın konuşurken bile susmuyordu. Winston'ın gözü adamı ısırıyordu, ama Kurmaca Dairesi'nde önemli bir görevi olduğu dışında hiçbir şey bilmiyordu. Kalın boyunlu, kocaman ağzı durmadan oynayan, otuz yaşlarında bir adamdı. Başını hafifçe geriye atmıştı; oturduğu açıdan dolayı ışık gözlük camlarına vuruyor, Winston gözlerinin yerinde iki boş yuvarlak görüyordu. İşin kötüsü, o kadar hızlı konuşuyordu ki, tek bir sözcüğü seçmek bile olanaksız gibiydi. Winston, bir ara, adamın ağzından hızla, bir anda, kalıp gibi dökülen "Goldsteincılığın tümden ve kökten yok edilmesi" diye bir söz yakalayabildi, o kadar. Geri kalanı, ördek vaklamasından farksız bir çığrışmadan başka bir şey değildi. Adamın ne dediği duyulamamakla birlikte, aşağı yukarı neden söz ettiğini kestirmek o kadar zor değildi. Ya Goldstein'ı suçlayarak düşünce-suçluları ve kundakçılara karşı daha sert önlemler alınmasını istiyor, ya Avrasya ordusunun gaddarlıklarına karşı esip gürlüyor ya da Büyük Birader'i ve Malabar cephesindeki kahramanları göklere çıkarıyordu; ne fark ederdi ki. Ne söylüyor olursa olsun, her sözünün bağnazlık ve İngsos koktuğu apaçık belliydi. Winston, gözlerini göremediği, çenesi hızla açılıp kapanan bu yüze bakarken, tuhaf bir duyguya kapıldı: Bu adam gerçek bir insan değil de bir çeşit kuklaydı sanki. Konuşan, adamın beyni değil, gırtlağıydı. Ağzından çıkanlar sözcüklerdi gerçi, ama gerçek anlamda bir konuşma değildi bu: Ördek vaklaması gibi, bilinçsizce çıkarılan bir gürültüydü.

Bir süredir konuşmayan Syme, kaşığının sapıyla masadaki türlü artığını deşeliyordu. Öteki masadan gelen aralıksız vaklamalar, ortalığı saran gürültüye karşın, kolaylıkla duyulabiliyordu.

"Yenisöylem'de bir sözcük var," dedi Syme, "bilmem, biliyor musun: ördeksöylem, ördek gibi vaklamak. İki karşıt anlamı olan ilginç bir sözcük. Hasmın için söylendiğinde aşağılama oluyor, aynı düşüncede olduğun biri için söylendiğinde ise övgü."

Bu Syme kesin buharlaştırılacak, diye düşündü Winston bir kez daha. Syme'ın kendisini hor gördüğünü, kendisinden pek hoşlanmadığını, bir fırsatını bulsa kendisini hiç duraksamadan düşünce-suçlusu diye ihbar edeceğini çok iyi bilmesine karşın, onun buharlaştırılacağını düşünmek Winston'ın içine dokundu. Tuhaf bir terslik vardı Syme'da. Bir eksiklik vardı: Sağduyu mu, soğukkanlılık mı, koruyucu bir budalalık mı? Bağnaz olmadığı söylenemezdi. İngsos ilkelerine inanıyor, Büyük Birader'e tapıyor, elde edilen zaferlerle coşuyor, sapkınlardan nefret ediyordu, hem de yalnızca içtenlikle değil, sıradan bir Parti üyesinde rastlanmayan bir şehvetle, her şeyi günü gününe bilerek. Yine de, her an gözden düşebilirmiş gibi bir hali vardı Syme'ın. Söylenmese daha iyi olacak şeyler söylüyor, çok fazla kitap okuyor, ressamlar ve müzisyenlerin gediklisi oldukları Kestane Ağacı Kahvesi'ne takılıyordu. Kestane Ağacı Kahvesi'ne gitmeyi yasaklayan bir yasa olmadığı gibi, yazılı olmayan bir yasa da yoktu, gel gör ki kahvenin adı kötüye çıkmıştı. Parti'nin eski, gözden düşmüş önderleri ortadan kaldırılmadan önce burada toplanırlardı. Goldstein'ın bile yıllarca önce zaman zaman burada görüldüğü söyleniyordu. Syme'ın başına gelecekleri şimdiden kestirmek hiç de zor değildi. Ne var ki, Syme'ın, Winston'ın kafasından geçenleri azıcık okuyabilse onu anında Düşünce Polisi'ne ihbar edeceği de bir gerçekti. Kim etmezdi ki, ama Syme herkesten erken davranırdı. Coşku yeterli değildi. Bağnazlık bilinçsizlikti.

Syme başını kaldırıp baktı. "İşte Parsons geliyor," dedi.

Sesinin tonunda, "Şu geri zekâlı" demişçesine bir hava vardı. Winston'ın Zafer Konutlarındaki komşusu Parsons, kalabalığın içinde kendine yol açarak ilerlemeye çalışıyordu; tombul, orta boylu, sarı saçlı, kurbağa suratlı bir adamdı. Otuz beş yaşında olmasına karşın boynu ve beli yağ bağlamaya başlamıştı, ama canlı ve çocuksu bir yürüyüşü vardı. Baştan ayağa erken büyümüş bir oğlan çocuğunu andırıyordu; o kadar ki, Parti tulumu giymiş olmasına karşın, onu Casuslar'ın mavi şortu, gri gömleği ve kırmızı boyunbağıyla düşünmemek nerdeyse olanaksızdı. Parsons denince, insanın gözünün önüne hep yumuk yumuk dizler, bıngıl bıngıl kollar gelirdi. Parsons, gerçekten de, ne zaman bir toplu doğa yürüyüşüne çıkacak ya da başka bir bedensel etkinliğe katılacak olsa şort giyme fırsatını asla kaçırmazdı. Winston ile Syme'ı, "Meraba, meraba!" diye neşeyle selamladıktan sonra, berbat bir ter kokusu saçarak masaya oturdu. Pembe yüzü boncuk boncuk terlemişti. Bu adam terlemiyor, ter içinde yüzüyordu. Dernek Merkezi'nde ne zaman masa tenisi oynadığı raket sapının ıslaklığından hemen anlaşılırdı. Syme, cebinden, üstünde yukarıdan aşağıya sözcükler yazılı ince uzun bir kâğıt parçası çıkarmış, parmaklarının arasında bir tükenmezkalem, gözden geçiriyordu.

Parsons, Winston'ı dürterek, "Şuna bak, öğle paydosunda bile çalışıyor," dedi. "Bu ne çalışma aşkı? Nedir o elindeki, oğlum? Benim aklımın ermeyeceği bir iş olsa gerek. Smith, evladım, neden peşinde olduğumu söyleyeyim. Mangırı vermeyi unuttun."

Winston, "Ne mangırı?" dedi, ayırdında olmadan cebini yoklayarak. Aylıkların dörtte bir kadarının gönüllü keseneklere ayrılması gerekiyordu, ama bunların sayısı akılda tutulamayacak kadar fazlaydı.

"Nefret Haftası için. Biliyorsun, ev ev para topluyoruz. Bizim blokun veznecisi benim. Büyük bir işe kalkıştık, görkemli bir gösteri düzenliyoruz. Bilesin, bizim Zafer Konutları baştan başa bayraklarla donanmazsa günah benden gider. İki dolar veririm demiştin."

Winston cebinden çıkardığı buruşmuş, kirli iki banknotu Parsons'a verdi, Parsons da cahillere özgü özenli bir elyazısıyla küçük bir deftere not düştü.

"Ha, aklıma gelmişken, oğlum," dedi. "Benim ufaklık dün sana sapanla taş atmış anlaşılan. Fırçayı yedi benden. Bir daha yaparsa sapanını alacağımı söyledim."

"İdamı seyretmeye gidemediği için biraz öfkeliydi sanırım," dedi Winston.

"Ya, evet; ruh var çocukta, öyle değil mi? Benim ufaklıklar biraz yaramaz, ama ikisi de hayat dolu piç kurularının. Varsa yoksa Casuslar ve savaş tabii. Geçen cumartesi benim küçük kız ne yapmış, biliyor musun? Birliğiyle Berkhamsted yolunda yürüyüşe çıktıklarında, iki kızı daha yanına alıp yürüyüş kolundan ayrılmış, akşama kadar tuhaf bir adamı izlemiş. Herifin ardına düşmüşler, ormanda iki saat peşinden gitmişler, Amersham'a vardıklarında da devriyelere teslim etmişler."

Winston, şaşkınlık içinde, "Ama neden böyle yapmışlar ki?"dedi. Parsons böbürlenerek devam etti:

"Benim kız, adamın düşman ajanı olduğunu düşünmüş; ne bileyim, paraşütle indirilmiş olabilir demiştir belki de kendi kendine. Ama işin asıl ilginç yanı başka, oğlum. Kızı kuşkulandıran ne olmuş, biliyor musun? Adamın ayakkabıları bir tuhafmış; daha önce kimsede öyle ayakkabı görmediğini söylüyor bizim kız. O yüzden adamın yabancı olma olasılığı yüksekmiş. Yedi yaşında bir velet için çok zekice, değil mi?"

"Adam ne oldu peki?" diye sordu Winston.

"Doğrusu, bilemiyorum," dedi Parsons. "Ama hiç şaşmam..."Tüfekle nişan alır gibi yaptıktan sonra tetiğe basmış gibi dilini şaklattı.

Syme, başını kâğıttan kaldırmadan, "İyi," dedi umursamaz bir sesle.

Winston, görevini yerine getirmiş olmak için, "Hiç kuşku yok ki işi şansa bırakamayız," dedi.

"Evet,efendim, savaş bitmiş değil," dedi Parsons.

Parsons'ı onaylarcasına, başlarının hemen üzerindeki tele-ekrandan bir borazan sesi duyuldu. Ama bu kez açıklanan askeri bir zafer değildi, Varlık Bakanlığı'nın bir duyurusuydu.

Genç bir ses, "Yoldaşlar!" diye haykırdı coşkuyla. "Dikkat, yoldaşlar! Olağanüstü haberlerimiz var size. Üretim savaşını kazanmış bulunmaktayız! Her türden tüketim maddelerinin üretimine ilişkin istatistikler tamamlanmış olup, yaşam düzeyinin son bir yıl içinde en az yüzde yirmi oranında yükselmiş olduğu görülmektedir. Bu sabah Okyanusya'nın dört bir yanında karşı durulmaz, kendiliğinden gösteriler düzenlenmiş, fabrikalar ve bürolardan sokağa dökülen işçiler, bilge önderliğinin bizlere bağışladığı yeni, mutlu yaşam için Büyük Birader'e şükranlarını dile getiren pankartlar açarak yürümüşlerdir. İşte bazı rakamlar. Gıda maddeleri..."

"Yeni, mutlu yaşam" deyimi birkaç kez tekrarlandı. Son zamanlarda Varlık Bakanlığı yetkililerinin dilinden düşmeyen bir deyimdi bu. Borazan sesiyle dikkat kesilmiş olan Parsons, oturduğu yerden, bilirbilmez bir ciddiyetle, sıkıldığını belli etmemeye çalışarak dinliyordu. Gerçi okunan rakamlardan bir şey anladığı yoktu, ama bunlardan hoşnutluk duyulması gerektiğinin ayırdındaydı. Yarısına kadar kömürleşmiş tütünle dolu, kocaman, kirli bir pipo çıkartmıştı. Haftalık yüz gram tütün tayınıyla bir pipoyu ağzına kadar doldurmak pek mümkün değildi. Winston ise, iki parmağının arasında özenle düz tuttuğu Zafer Sigarası'nı tüttürüyordu. Yeni tayın ertesi günden önce verilmeyecekti ve yalnızca dört sigarası kalmıştı. Kulaklarını çevreden gelen seslere tıkamış, tele-ekrandan dökülen saçmalıkları dinliyordu. Söylenenlere bakılırsa, çikolata tayınını haftada yirmi grama çıkardığı için Büyük Birader'e minnet gösterileri bile yapılmıştı. Winston, elinde olmadan, daha dün çikolata tayınının haftada yirmi grama düşürüleceği açıklanmamış mıydı, diye geçirdi aklından. Nasıl oluyordu da, üzerinden daha yirmi dört saat geçmeden kabullenebiliyorlardı bunu? Evet, kabulleniyorlardı işte. Parsons hayvanca bir aptallıkla kolayca kabulleniyordu. Yan masadaki, gözleri görünmeyen yaratık bağnazlıkla, körü körüne kabulleniyordu; çikolata tayınının daha geçen hafta otuz gram olduğunu ileri sürecek herkesi ortaya çıkarıp ihbar edecek ve buharlaştıracak kadar gözü dönmüştü. Çiftdüşün yoluyla biraz daha karmaşık bir biçimde de olsa, Syme da kabulleniyordu. Peki, belleğini yitirmeyen bir tek kendisi mi kalmıştı?

Tele-ekrandan akıllara durgunluk veren istatistikler birbiri ardı sıra yağıyordu. Geçen yıla oranla daha çok yiyecek, daha çok giyecek, daha çok konut, daha çok ev eşyası, daha çok tencere, daha çok yakıt, daha çok gemi, daha çok helikopter, daha çok kitap, daha çok bebek vardı; hastalık, suç ve cinnet dışında her şey daha çoktu. Her yıl, her dakika herkes ve her şey görülmemiş bir hızla çoğalıyordu. Winston, biraz önce Syme'ın yaptığı gibi, kaşığını eline almış, masanın üstündeki türlü artığıyla oynuyor, deşeleyip şekiller oluştururken, yaşadıkları yaşamın büründüğü görünümü düşünüyordu öfkeyle. Yaşam hep böyle mi olagelmişti? Yemeğin tadı her zaman böyle mi olmuştu? Kantine göz gezdirdi. Alçak tavanlı bir salon, bir sürü bedenin sürtüne sürtüne kararttığı duvarlar; insanların dirsek dirseğe oturmalarını gerektirecek kadar bitişik düzen yerleştirilmiş eski püskü madeni masalar ve iskemleler; eğri büğrü kaşıklar, ezik büzük tepsiler, kaba saba beyaz kulplu bardaklar; tüm yüzeyler yağ içinde, her çatlak kir dolu ve kötü cin, kötü kahve, yavan türlü ve kirli giysi kokularının birbirine karıştığı ekşimsi, baygın bir koku. İnsanın içinden bütün benliğiyle isyan etmek geliyordu, hakkı olan bir şey elinden alınmış gibi bir duyguya kapılıyordu insan. Winston geçmişi düşündüğünde de aklına farklı bir şey gelmiyordu. Yeterince yiyecek bulabildiği, delik deşik çoraplar ve iç çamaşırları giymediği, evdeki eşyaların kırık dökük olmadığı bir dönem anımsamıyordu; odalar doğru dürüst ısınmazdı, metrolar hep tıklım tıklımdı, evler dökülüyordu, ekmekler kapkara, çay kıtı kıtınaydı, kahve bulaşık suyu gibiydi, sigara bulmak her zaman sorun olmuştu; şu yapay cin dışında tek bir şey yoktu ki ucuz ve bol olsun. Ve bu sıkıntı, pislik ve kıtlık, bitmek bilmeyen kışlar, yapış yapış çoraplar, hiçbir zaman çalışmayan asansörler, bir türlü ısınmayan sular, pürtüklü sabunlar, dağılıveren sigaralar, tatsız tuzsuz yemekler nicedir insanın yüreğini daraltıyorsa ve insan yaşlandıkça her şey daha da kötüye gidiyorsa, bütün bunlar dünyanın bu düzeninin doğal olmadığını göstermiyor muydu? İnsan bu durumun dayanılmaz olduğunu düşünüyorsa, bir zamanlar düzenin şimdikinden çok farklı olduğuna ilişkin anıları olması gerekmez miydi?

Winston kantine bir kez daha göz gezdirdi. Hemen herkes çirkindi, üstelik sırtlarında şu birbirinin aynı mavi tulumlar olmasa da bir şey değişmeyecekti. Kantinin öbür ucunda ufak tefek, böcek gibi bir adam tek başına oturmuş, kahvesini içiyor, minik gözleriyle sağa sola kuşkulu bakışlar fırlatıyordu. İnsan çevresine şöyle bir bakmasa, diye düşündü Winston, Parti'nin ideal tipler olarak belirlediği sarışın, hayat dolu, güneşte yanmış, kaygısız gençlerin, uzun boylu, güçlü kuvvetli delikanlılarla diri göğüslü genç kızların gerçekten var olduğuna, hem de çoğunlukta olduklarına kolayca inanabilir. Oysa, görebildiği kadarıyla, Havaşeridi Bir'de yaşayanların çoğu ufak tefek, kara kuru, biçimsiz insanlardı. Bakanlıkların şu böceksi tiplerden geçilmemesi ne kadar tuhaftı: genç yaşta göbek bağlayan, kısa bacaklı, oradan oraya seğirtip duran, çipil gözlü, ablak suratlı, yerden bitme bir sürü adam. Anlaşılan, Parti'nin egemenliğinde en çok bu tipler yetişiyordu.

Varlık Bakanlığı'nın açıklaması ikinci bir borazan sesiyle sona erdi ve yerini tangır tungur bir müziğe bıraktı. Tele-ekrandan yağdırılan rakamlar karşısında aşka gelen Parsons piposunu ağzından çıkardı.

"Varlık Bakanlığı belli ki bu yıl büyük iş başarmış," dedi başını bilgiççe sallayarak. "Bana bak, Smith oğlum, bana verebileceğin bir jiletin var mı?"

"Hiç yok," dedi Winston. "Ben de altı haftadır aynı jileti kullanıyorum."

"İyi, ne yapalım; bir soralım dedik, oğlum."

"Kusura kalma," dedi Winston.

Bakanlığın açıklaması okunurken kesilmiş olan, yan masadaki vaklama yeniden yükseliverdi. Nedendir bilinmez, Winston'ın aklına birden, çalı süpürgesini andıran saçları ve yüzündeki tozlu kırışıklarıyla Bayan Parsons geldi. O çocuklar, iki yıla kalmaz, kadıncağızı Düşünce Polisi'ne ihbar ederlerdi. Bayan Parsons da, Syme da, Winston da, O'Brien da buharlaştırılacaktı. Ama Parsons asla buharlaştırılmayacaktı. Gözleri görünmeyen, ördek sesli yaratık asla buharlaştırılmayacaktı. Bakanlıkların labirenti andıran koridorlarında koşar adım gidip gelen böceksi küçük adamlar da asla buharlaştırılmayacaktı. Kurmaca Dairesi'nde çalışan şu esmer kız, o da hiçbir zaman buharlaştırılmayacaktı. Winston, kimin hayatta kalacağını, kimin yok olacağını içgüdüleriyle biliyordu sanki: Peki, neydi hayatta kalmayı sağlayacak olan? Bunu bilmek kolay değildi.

Birden, daldığı düşüncelerden sıçrayarak kendine geldi. Yan masadaki kız hafifçe dönmüş, ona bakıyordu. O esmer kızdı. Yan dönmüş bakıyordu ama gözleriyle yiyordu Winston'ı. Göz göze gelir gelmez başını çevirdi.

Winston'ın sırtından aşağı ter boşandı. Bir an gövdesini tepeden tırnağa kaplayan dehşet dalgası çok geçmeden yerini bezdirici bir tedirginliğe bıraktı. Neden ona bakıp duruyordu bu kız? Neden ardını bırakmıyordu? Kantine geldiğinde kız masada mıydı, yoksa daha sonra mı gelip oturmuştu, ne yazık ki anımsayamıyordu. Ama daha dün, İki Dakika Nefret sırasında hiç gereği yokken gelip arkasına oturuvermişti. Niyeti, büyük olasılıkla, onu dinlemek ve yeterince bağırıp bağırmadığını anlamaktı.

Kızla ilgili daha önce düşündüklerini anımsadı: Olasılıkla, Düşünce Polisi değildi de, en tehlikelisinden bir amatör casustu. Kızın ne kadardır kendisine bakmakta olduğunu bilmiyordu; kim bilir, belki beş dakikadır gözünü üzerinden ayırmamıştı ve bu süre içinde Winston yüzündeki anlatımı tümüyle denetleyememiş olabilirdi. Herkesin ortasında ya da tele-ekranın görüş alanı içindeyken düşüncelerinizi başıboş bırakmak çok tehlikeliydi. En ufak bir şey sizi ele verebilirdi. Sürekli gözünüzün seğirmesi, farkında olmadan yüzünüzün kaygılı bir anlatıma bürünmesi, kendi kendinize söylenip durmanız, olağandışılık belirtisi gösteren ya da bir şeyler gizlediğiniz izlenimi uyandıran herhangi bir şey. Kaldı ki, yüzünüzde belirecek uygunsuz bir anlatım bile (örneğin, bir zafer açıklanırken inanmamış görünmek) cezayı gerektiren bir suçtu. Yenisöylem'de bu suç için bir sözcük bile vardı: Yüzsuçu diyorlardı.

Kız, Winston'a yeniden arkasını dönmüştü. Belki de onu izlediği yoktu; belki iki gündür onun bu kadar yakınlarında oturması yalnızca bir rastlantıydı. Winston sönmüş olan sigarasını özenli bir biçimde masanın kenarına bıraktı. İçindeki tütün dökülmezse, geri kalanını işi bittikten sonra içebilirdi. Yan masadaki adam Düşünce Polisi'nin casuslarından biri olabilirdi, eğer öyleyse Winston üç güne kadar kendini Sevgi Bakanlığı'nın mahzenlerinde bulabilirdi, ama ne olursa olsun bir sigara izmariti boşa harcanmamalıydı. Syme, elindeki ince uzun kâğıdı katlayıp cebine koymuştu. Parsons yine konuşup duruyordu.

"Sana söylemiş miydim, oğlum," dedi piposunun sapını çekiştirerek, "benim iki velet bir gün bir de bakmışlar, yaşlı bir satıcı kadın Büyük Birader'in posterine sosis sarıyor, o saat ateşe vermişler kadının eteğini. Çaktırmadan arkadan yaklaşmışlar, kibriti çakıp tutuşturuvermişler eteğini kadının. Eminim, fena yanmıştır karı. Fırlamalık işte! Ama şeytana pabucunu ters giydirir ikisi de! Şimdilerde Casuslar'ı dört dörtlük eğitiyorlar, benim zamanımdan bile daha iyi yetiştiriyorlar. En son bunlara ne vermişler dersin? Anahtar deliklerinden içeriyi dinleyebilmeleri için kulak boruları! Benim ufak kız geçen gece bir tanesini eve getirip bizim oturma odasının kapısında denedi; kulağını dayayıp da dinlediğinden çok daha iyi işitiliyormuş. Tabii bunlar sadece bir oyuncak. Ama doğru yolu gösteriyorlar çocuklara, değil mi?"

Tam o sırada tele-ekrandan kulak tırmalayıcı bir düdük sesi geldi. İşbaşı yapma vaktinin geldiğini gösteriyordu. Üçü birden yerinden fırlayıp asansörlerin önünde itişip kakışan kalabalığa katıldı; bu arada, Winston'ın sigarasında kalan tütün yere döküldü.

ŞİİR SANATI~Paul VERLAİNE

ŞİİR SANATI
Musiki, her şeyden önce musiki;
Onun için tekli mısradan şaşma.
Kıvrak olur, erir havada sanki;
Ağır aksak söyleyişe yanaşma.
Kelime seçerken de meydan senin;
Bile bile bir nebze aldanmalı.
Dumanlısı güzeldir türkülerin;
Öyle hem seçik olsun, hem kapalı.
Güzel gözler tül ardında görünsün
Gün ışığı titremeli şiirinde
Ak yıldızlar maviliğe bürünsün
Ilgıt ılgıt sonbahar göklerinde.
Ararengin peşindeyiz çünkü biz;
Rengin değil, ararengin sadece.
Ancak öyle sarmaş dolaş ederiz.
Kavalı boruyla rüyayı düşle.
Nükte belâsından kurtulmaya bak;
Acı zekâ, sulu gülüş neyine?
İşe karıştı mı bu cins sarmısak
Maviliğin yaş dolar gözlerine.
Tut belâgati boğazından, sustur
El değmişken bir zahmete daha gir.
Kafiyenin ağzına da bir gem vur
Bırakırsan neler yapmaz kim bilir?
Nedir bu kafiyeden çektiğimiz!
Hangi sağır çocuk ya deli zenci
Sarmış başımıza bu meymenetsiz,
Bu kof sesler çıkaran kalp inciyi?
Hep musiki, biraz daha musiki;
Havalanan bir şey olmalı mısra
Deli bir gönülden kalkıp gitmeli
Başka göklere, başka sevdalara.
Dağılıp tuzu sabah rüzgârına
Mısraların alsın başını gitsin
Kekik, nane kokaraktan, dört yana…
Üst tarafı edebiyat bu işin.
Paul VERLAİNE

HER ŞEY ŞİİRDİR~Ataol BEHRAMOĞLU

HER ŞEY ŞİİRDİR
Her şey şiirdir, uğultusu rüzgârın
Bir ırmağa usulcacık yağan kar
Her gece okunan bir dua çocuklukta
Gökyüzünde bölük bölük turnalar
Her şey şiirdir, sevinç ve kader
Dünyada olmak duygusu
Kıyıda, ıssız kayalarda
Kendi başına ışıldayan su
Her şey şiirdir, şimdi, şu anda
Ak kağıt üstünde dolanan elim
Karşıki avluda salınan söğüt
Yandaki odada uyuyan bebeğim
Her şey şiirdir, çağrısı aşkın
Bahar toprağından yükselen tütsü
Umut ve acı, başlayan ve biten
Yağmurun ve akıp giden hayatın türküsü
Her şey şiirdir ve bir gün belki
İlk aşkım, ilk göz ağrım şiir
Koynunda ona yazdığım mektuplar
Bir yerlerden çıkıp gelecektir
Ataol BEHRAMOĞLU

1 Mart 2018 Perşembe

SIRADA ~ Ahmet OKTAY

SIRADA 
Uzat saçlarını gecenin balkonundan
isteğimin çok tüylü suyuna.
Bir orman gecesinde
bir kar gündüzünde,
gördüm nasıl süzüldüğünü
yırtıcı ölüm kuşlarının.
Hadi uçsun memelerindeki güvercinler
hadi cennet ülkeni sun.
Kardeşliğin şarabını istemiyorlar
söyle kaç  sofra kaldı kurulu?
Baktıkça içleniyorum fotoğraflarına
yüzlerini öpmüş anneleri ayrılığa benzer
çilekeş kadınlar rüzgârlarına vurgun,
onlar silâhları ve şarkılarıyla
hani şuracığından geçerlerdi
korkularınla kaldığın zaman.
Ölümü en güzel kullandı onlar
bir karanfil dişleri arasından
aşk içinde ulaştırdıkları sana,
cepheden, sürgünden, mapustan. 
Sıra bizim, hadi günler bitiyor.
hadi uzat mavi saçlarını
yenik gövdemin üstünden.
Ahmet OKTAY

TEMAS ~ Mehmet TANER

TEMAS

Bir palmiye gibi uzak, müziğinden senin
Geçen kışı bahçede geçirdim

Çevre çitin üzerinde yağmur
Gizler bahçeleri, soğutur

Kimsesiz miydim, hiç değil
Pencereler yanar durur, söner durur

Payınca kederli, yeterince mağrur
Başka dilden bir şeydi ama içimde hayat,
Art arda devrilen ufka bu körpe
Tepelerden ağrı dalgaların önünde
– Ona ondan da tenha, ondan da elgin
Üstünde, kolları ıssız sahilin –
Bir kaybolmuş enik, bir susmuş sema
Bir ücra gömüydü dilim benim

Uğultuyla iki yanıma salınarak
Diyordum ki kök salmış rüzgarda, uzak
Bir palmiye gibi müziğinden,
Yamaçlardan inen sükût içinde
Bir şey söylenmiş idiyse
Benim, söylenen

Çitlerde yükselen şu kokulu
Sarmaşıklardan gülden işittim bunu:
Seninle sana içinde dilsiz
Dolaşacağın defteri de gönderiyorum,
Gecede parlar, günde nemli
Kayadan ve yosundan
Ayırıyorum seni

Durup dinledim, kokladım takat ile
Ciğerlerime doldurdum Yaban’ın sesini;
Telafi ise telafi, istila ise istila
Görgü ise evet kör görgü için
Baktım, otun böceğin çitlerden öte
Gözlerinin ta içlerine

Ah! Ürpersem ne, ürpermesem ne

Bildim, gene de bilmenin
Duydum fakat nedir, duymanın tesellisi

Tıkalı kulak, yakarışlarla açılır
Sızılarla nice kılcal kanal,
Ve orda olmayan, kim bilir
Bir ana damar belirir
Mehmet TANER