Öne Çıkan Yayın

Nazım Hikmet / CEVAP

  CEVAP  O duvar o duvarınız,                 vız gelir bize vız! Bizim kuvvetimizdeki hız, ne bir din adamının dumanlı vaadinden, ne de bir...

4 Mart 2018 Pazar

PSİKANALİZ VE DİN~Erich FROMM ( II- FREUD VE JUNG )

PSİKANALİZ VE DİN

II

FREUD  VE  JUNG
    
Freud,  en  kapsamlı  ve  en  başarılı  kitaplarından  birisi olan Bir  Yanılsamanın  Geleceği'nde,  din  ve  psikanaliz  so­rununu  ele  almıştır.  Efsaneleri  ve  dinsel fikirleri,  derin  iç görülerin  anlatımları  olarak  değerlendiren  ilk  psikanalist olan Jung da  1037’de verdiği  Terry Derslerinde  aynı  konu­yu  ele almıştır;  bu  dersler, Ruhbilim  ve  Din  adıyla  yayım­lanmıştır.Burada,  bu  iki  psikanalistin  tutumlarının  kısa bir  öze­tini sunmak istiyorum; bunu yaparken  de şu üç şeyi  amaç­lıyorum: 
    1.  Sorunla  ilgili  tartışmaların  bugünkü  durumunu  or­taya  koymak ve benim  yola çıkmak  istediğim noktayı  sap­tamak. 
    2.  Freud  ve Jung’un  kullandıkları  temel  kavramlardan bazılarını  tartışarak  bundan  sonraki  bölümlerin  altyapısı­nı  kurmak. 
    3.  Freud’un dine  «karşı», Jung’un ise  dinden  «yana»  ol­duğu  yolundaki  yaygın kanıyı  düzeltmek;  böylece,  konuyu aşırı  derecede  basitleştiren  böylesi  yargılara  bu  karmaşık alanda  başvurmanın yanlışlığını  görecek ve  «din»  ile  «psi­kanaliz  terimlerinin  anlamlarındaki  belirsizlikleri  tartışa­bileceğiz. 
    Bir  Yanılsamanın  CeleceğVtıde   açıkladığı  biçimiyle, Freud’un  din  konusundaki  tutumu nedir?
    Freud’a  göre,  din,  insanın  kendi  dışındaki  doğa güçle­rini ve  kendi içindeki  içgüdüsel  güçleri  göğüslemeye  uğra­şırken yaşadığı çaresizliğin ürünüdür. Din,  insanlığın geliş-
meşinin erken bir evresinde  ortaya çıkar.  Bu  evrede  insan, sözü edilen dış  ve iç güçlerle başedebilmek için  aklını  kul­lanmayı henüz  bilmemektedir;  o zaman da ya bunları  bas­tırmak ya da başka etkili güçlerin yardımıyla alt  etmek zo­runda  kalmaktadır.  Böylelikle,  bu  güçleri  akıl  aracılığıyla denetim altına almak yerine, «karşıt etkiler» den, başka duy­gusal güçlerden yardım dilemeyi yeğlemektedir; bunların iş­levi, insanın aklıyla alt etmekte yetersiz kaldığı güçleri bas­tırmak ve denetlemektir.
    Bu süreç içinde insan, Freud’un  «yanılsama»  olarak ad­landırdığı olguyu geliştirir; bu olgunun maddi temeli ise, in­sanın  bir  çocuk  olarak  edindiği  kendi  bireysel  deneyimle­ridir.  Kendi  içindeki  ve  dışındaki  tehlikeli,  denetlenemez, anlaşılamaz  güçlerle  karşı  karşıya  kalan  insan,  deyim  ye­rindeyse, çocukluğunda edinmiş olduğu bir deneyimi anım­sar  ve  o  deneyime  geriler;  söz  konusu  deneyim,  çocuğun, üstün bir akla ve güce sahip olduğuna inandığı,  emirlerine boyun eğerek ve  yasaklarını  çiğnemekten  kaçınarak  sevgi­sini  kazanabileceğini  bildiği bir  baba  tarafından  korundu­ğunu  hissetmesidir.
    Bu nedenle din,  Freud’a göre,  çocuğun bu  deneyiminin yinelenmesidir.  İnsan,  çocukluğunda  babasına  güvenerek, hayranlık duyarak ve ondan korkarak kendi güvensizliğiy­le  baş  etmeyi  öğrendiği  gibi,  tehdit  edici  güçlerle  başede­bilmek  için  de  aynı  yolu  izler.  Freud,  çocuklarda  görülen saplantı  nevrozlarıyla  din  arasında  paralellik  kurar  ve  di­ni, çocukluk dönemi nevrozlarına neden olan koşullara ben­zeyen koşullardan  kaynaklanan ortaklaşa bir  nevroz  olarak tanımlar.
    Dinin  psikolojik kökenleri  konusunda  Freud’un yaptığı bu çözümlemenin amacı, insanların niçin tanrı fikrini geliş­tirdiklerini ortaya koymaktır. Ama bu çözümleme, dinin psi­kolojik kökenlerine  ulaşmakla yetinmediğini  öne  sürmektedir.  İnsan  arzularına  dayalı  bir  yanılsama  olarak  nitelen­dirdiği tanrıcı kavramın gerçekdışılığını böylece ortaya koy­duğunu  savunmaktadır.1
    Freud,  dinin  bir yanılsama  olduğunu  kanıtlama  çabasını  da  yeterli  bulmaz.  Dinin  bir tehlike  olduğunu  söyler, çünkü, onun görüşüne göre, din, bütün tarihi boyunca işbir­liği  yaptığı  kötü  insan  kurumlannı  kutsama eğilimi  göste­rir.  Dahası,  insanlara  bir  yanılsamaya  inanmayı  öğreterek ve eleştirel düşünceyi yasaklayarak, zihinsel bakımdan körleşmeye önayak olur. 2 İlk suçlama gibi bu suçlama da, ay­dınlanma  düşünürlerince  kiliseye  yöneltilmiştir.  Ama  Fre­ud’un  geliştirdiği  ilişkiler  çerçevesinde,  bu  ikinci  suçlama, onsekizinci  yüzyılda  olduğundan çok daha etkilidir.  Eleşti­rel düşünceye getirilen yasağın, kişinin başka düşünce alan­larındaki eleştirel  yeteneğini de körelttiğini ve böylece, ak­lın gücüne engel olduğunu, Freud  çözümleme çalışmaların­da  ortaya  koyabilmiştir.  Freud’un. dine  yönelttiği  üçüncü itiraz,  dinin  ahlakı  son  derece  sallantılı  bir  zemine  oturt­masından  kaynaklanır.  Ahlak  ölçütlerinin  geçerliliği,  bun­ların Tanrı buyruğu  olmalarına dayanıyorsa,  ahlakın gele­ceği de Tanrı inancına bağımlı olacaktır. Freud, dinsel inan­cın zayıflama sürecinde olduğu varsayımını benimsediği için din  ile  ahlak  arasındaki  bağlantıyı  sürdürmenin,  ahlaksal değerlerimizde  yıkıma  neden  olacağını  belirtmek  zorunda kalmıştır.
1)   Freud'un  bizzat  belirttiğine  göre,  bir  fikrin  bir  arzuyu  doyurması, İlle  de  o  fikrin  yanlış  olduğu  anlamına  gelmez.  Psikanalistler  bazen böyle  hatalı  bir  sonuca  ulaştıkları  için,  Freud’un  bu  görüşünü  vurgu­lamak  İstiyorum.  Gerçekten, insanın  doğru  olmasını  arzulayarak ulaştı­ğı  birçok  doğru  fikir  olduğu  gibi  birçok  yanlış  fikir  de  vardır.  Büyük buluşların  çoğu,  bir şeylerin doğru  olup olmadığını  ortaya çıkarma  merakından  doğmuştur.  Böyle  bir  merak  öğesinin  varlığı,  gözlemciyi  kuş­kuya  düşürebilir, ama bir  kavramın ya  da yargının  geçerliliğini  asla çü­rütmez.  Geçerlilik  ölçütü,  güdünün  psikolojik  çözümlemesinde  değil, bir  varsayımın  mantıksal  çerçevesi  İçerisinde  o  varsayımın  lehindeki ve  aleyhindeki  verilerin irdelemesinde  bulunabilir. 
2)   Freud,  bir  çocuğun  parlak  zekasıyla  ortalama  bir  yetişkinin  körel­miş  aklı  (Denkschwâche)  arasındaki  karşıtlığa  parmak  basmıştır.  İnsa­nın  «ne  içteki  doğa»sının, akıldışı  öğretiler nedeniyle  ortaya  çıkan  du­rum  kadar  akıldışı  olamayablleceğl  görüşünü  dile  getirmiştir.
    Freud’un  dinde  keşfettiği  tehlikelerden  açıkça  anlıyo­ruz ki, dinin tehdidi altında gördüğü  şeyler, onun kendi ül­küleri ve kendi  değerleridir, yani akıldır,  insan mutluluğu­dur  ve  ahlaktır.   Bununla  birlikte,  Freud'un  dine  yönelik eleştirisinden  yapılan  çıkarsamalara  dayanmak  zorunda değiliz;  o,  kendi  inandığı  ölçütleri  ve  ülküleri  çok  açık  bi­çimde dile getirmiştir: Kardeşçe sevgi (Menschenliebe) . doğ­ruluk ve  özgürlük. Freud’a göre,  akıl ve  özgürlük, karşılık­lı  olarak  birbirine  bağımlıdır.  Eğer  insan,  babacan  Tanrı yanılsamasını  bir  yana  bırakırsa,  evrendeki  yalnızlığı ve önemsizliğiyle yüzyüze gelirse, baba ocağından ayrılmış bir çocuk gibi  olur.  Bununla birlikte,  insan  gelişmesinin  ama­cı da işte bu  çocuksu düşkünlüğü  alt etmektir.  İnsan,  ken­disini,  gerçekle  yüzyüze  gelebilecek  biçimde  eğitmelidir. Eğer insan, kendi yeteneklerinden başka güvenebileceği hiç­bir şey olmadığını bilirse, bu yeteneklerini yeterli yerince kul­lanmayı öğrenecektir.  Ancak otorite —tehdit eden ve koru­yan  otorite—  karşısında  bağımsızlığını  kazanmış  özgür  in­san,  akıl gücünü kulanabilir,  dünyayı ve  bu  dünyadaki ro­lünü nesnel biçimde  kavrayabilir;  bunu  yaparken de  yanıl­samaya  düşmediği  gibi,  kendi  içinde  varolan  güçleri  geliş­tirme  ve  kullanma  yeteneğini  işe  koşar.  Ancak  büyüyüp otoriteye  bağımlı  olmaktan ve otoriteden  korkmaktan  kur­tulursak,  kendimizi  düşünmeyi  göze  alabiliriz;  ama  bunun tersi de doğrudur. Ancak düşünme yürekliliğini gösterirsek, kendimizi  otoritenin  egemenliğinden, kurtarabiliriz.  Freud’ un,  güçsüzlük  duygusuyla dinsel  duyguyu  birbirine  karşıt duygular olarak gördüğünü belirtmek, bu bağlamda yerin­de  olacaktır.  Birçok tanrıbilimcinin  —ve  daha  sonra  göre­ceğimiz gibi, bir ölçüde  de Jung’ün— bağımlılık ve güçsüz­lük  duygusunu  dinsel  deneyimin  özü  saydıklarını  dikkate alacak olursak,  Freud’un  bi yargısı  çok  önemlidir.  Bu yar­gı,  anıştırma yoluyla  da  olsa,  Freud’un dinsel  deneyim  an­layışını,  yani  bağımsızlık  ve  kişinin  kendi  yeteneklerinin ayırdında olması  anlayışını açıkça ortaya koymaktadır.  Bu ayrımın,  din  ruhbilimindeki  belirleyici  sorunlardan  birisi olduğunu  daha sonra göstermeye  çalışacağım.
     Şimdi Jung'a dönecek  olursak, onun  hemen  hemen her noktada,  Freud’un  dinle  ilgili  görüşlerine  karşıt  bir  tutum içinde olduğunu görürüz. 
     Jung,  benimsediği  yaklaşımın  genel  ilkelerini  ortaya koymakla  işe  başlar.  Freud,  meslekten  bir  filozof  omadığı halde, tıpkı  William  James,  Dewey  ve  Macmurray gibi  so­runa ruhbilimsel ve felsefi bir açıdan yaklaşırken, Jung, ki­tabının  hemen  başında  şunları  belirtir:  «Kendimi,  olguları gözlemlemekle sınırlandırdım ve metafizik ya da felsefi yo­rumlardan kaçındım.» 3  Daha sonra,  bir ruhbilimci  olarak, felsefi  yorumlara  başvurmadan  dini  nasıl  çözümleyeceğini açıklayarak sürdürür yazısını. Onun bakış açısı, kendi nite­lemesiyle,   «olgusaldır,  yani  olgulardan,  olaylardan,  dene­yimlerden,  dünyadan,  gerçeklerden  yola  çıkar.  Yargıyı  de­ğil,  olguyu  temel  alır.  Sözgelimi,  bakire  doğum  konusu  ele almacak  olursa,  psikoloji,  yalnızca  böyle  bir  düşüncenin var  olmasıyla ilgilenir;  böyle  bir düşüncenin başka bir  an­lamda doğru mu,  yoksa yanlış mı olduğu sorusuyla ilgilen­mez. Bu  düşünce  var  olduğuna  göre  psikolojik  bakımdan doğrudur.  Psikoloik  varoluş,  bir  fikrin  yalnızca  tek  birey­den  kaynaklanması  ölçüsünde  özneldir.  Ama  bu  fikrin bir toplum  tarafından  benimsenmesi  ölçüsünde  nesneldir.»4
     Jung’un  dinle  ilgili  çözümlemesini   sunmadan  önce, yönteme  ilişkin  bu  önermeleri  eleştiri  süzgecinden  geçir­menin gerekli olduğu kanısındayım. Jung’un doğruluk kav­ramını  kullanış  biçiminin,  elle  tutulabilir  bir  yanı  yoktur. Jung,  «doğru  olan  yargı  değil,  olgudur*  diyor,  «fil  gerçek­tir, ç:ünkü vardır» 5 diyor.  Ama öte  yandan, gerçeğin,  duyu­larımızla  algıladığımız ve  bir  simge  sözcükle  adlandırdığı­mız bir olgunun  tanımını  değil,  her zaman  ve  mutlaka bir yargıyı  ifade  ettiğini  unutuyor.  Bir  fikrin,  «var  olduğuna göre  psikolojik bakımdan  doğru»  olduğunu  belirtiyor.  Bu­nunla birlikte, bir fikrin «var olması», onun bir yanılgı olup

3)  Ruhbilim  ve  Din, s. 2
4)  a.g.y.,  s.  3  (italikler  bana   ait).
5)  a.g.y., s. 3.

olmamasına  ya  da  gerçekle  ilişkili  olup  olmamasına  bağlı değildir. Bir fikrin var olması, hangi anlamda olursa olsun, onu  «doğru»  kılmaz.  Bir fikrin  doğruluğunu, yani  betimle­meyi  amaçladığı  olgularla  olan  ilişkisini  araştırmadan  bir sonuca  varılamayacağını,  pratisyen  ruh  hekimleri  bile  bi­lirler.  Aksi  halde,  sabuklama  (hezeyan)  ya  da  paranoya durumlarından söz etmeleri imkânsız olur. Ayrıca, Jung'un yaklaşımı,  yalnızca  psikiyatri  açısından  savunulamaz  bir nitelik  sergilemekle  kalmıyor;  Jung,  dine  Freud’dan  daha olumlu yaklaşıyormuş gibi görünen ama özünde Yahudilik, Hıristiyanlık  ve  Budizm  gibi  dinlere  taban  tabana  karşıt olan  görececi  (rölativist)  bir  bakış  açısını  savunuyor.  Bu­rada  sözünü  ettiğimiz  dinler,  doğruyu  bulma  çabasını,  in­sanın  en  büyük  erdemlerinden  ve  yükümlülüklerinden  bi­risi  sayarlar;  içten  vahiy  yoluyla,  isterse  akıl  yoluyla  ula­şılmış  olsun,  bütün  öğretilerinin,  doğruluk  ölçütlerine  tabi olduğunu  savunurlar. 
     Jung, kendi  tutumunun yarattığı güçlükleri kavramak­tan da geri kalmamıştır;  ama bunlan  çözme  çabasıyla  tut­tuğu yol da ne  yazık ki  aynı  ölçüde  tutarsızdır.  Jung,  «öz­nel»  ve  nesnel»  terimlerinin ne denli  yuvarlak terimler  ol­duklarını  bile  bile,  bunlar arasında  ayrım  yapmaya çalışı­yor. Öyle sanıyorum ki, nesnel olan şeylerin, salt öznel olan şeylerden  daha  geçerli  ve  daha doğru  olduğunu  söylemek istiyor. Onun nesnel ile öznel arasındaki ayrım için kullan­dığı ölçüt, bir fikrin yalnızca tek bir kişiden mi kaynaklan­dığı,  yoksa  bir  toplum  tarafından  mı  benimsendiğine  bağ­lıdır.  Oysa  yaşadığımız  çağda,  milyonların  ahmaklığına, toplumların çılgınlığına bizzat tanık olmuyor muyuz? Akıl­ dışı  tutkuların  yoldan  çıkardığı  milyonlarca  insanın,   ku­runtu  ve  alaldışılık  yönünden  tek  bir  zihnin  ürünlerinden hiç de  geri  kalmayan  fikirlere  inanabildiklerini yaşayarak görmüyor  muyuz?   Bunların  «nesnel»  fikirler  olduklarını söylemenin  ne  anlamı  vardır?  Bu  öznellik ve nesnellik  öl­çütünün  özü, yukarıda  değindiğim görececilikten farklı de­ğildir.  Daha  açık  biçimde  söylersek,  bir fikrin  toplumsal kabul  görmesini,  o  fikrin  geçerliliğinin,  doğruluğunun  yada  «nesnelliğinin  ölçütü , yapan  görüş,  toplum bilimsel  gö­receliliktir. 6
     Jung, yönteme ilişkin önermelerini ortaya attıktan son­ra,  ana  sorun  olan  «Din  nedir?  Dinsel  deneyimin  niteliği nedir?» sorusuyla ilgili görüşlerini açıklıyor. Bu konuda, bir­çok tanrıbîlimciyle paylaştığı bir tanım getiriyor. Bu tanımı kısaca özetlemek gerekirse, dinsel deneyimin özü,  bizim gü­cümüzden daha üstün  olan güçlere  boyun eğmektir.  Ama bence,  Jung’un  sözlerini olduğu  gibi  buraya  aktarmak  da­ha  iyi  olacaktır.  Jung’a  göre,  din,  «Rudolph  Otto’nun  çok yerinde bir terimlemeyle  ’numinosum’ dediği olgunun, yani dinamik  bir  varlığın  ya  da  etkinin  dikkatlice  ve  inceden inceye  gözlemlenmesidir ve  bu  gözlem,  iradeye  bağlı  keyfi bir  eylem  değildir.  Tam  tersine, her  zaman  yaratıcısı  ol­maktan  çok  kurbanı  durumunda  bulunan  tabi  insanı  elegeçirir ve  denetler.» 7
     Jung,  dinsel  deneyimi, bizim  dışımızdaki  bir  güç  tara­fından  ele  geçirilme  olarak  tanımladıktan  sonra,  bilinçdışı kavramının  dinsel  bir  kavram  olduğunu  öne  sürerek  sür­dürüyor sözlerini.  Jung’a göre,  bilinçdışı,  salt  bireysel  zih­nin bir parçası değil, zihinlerimize  hükmeden ve denetimi^ miz dışında bulunan bir güçtür.  «Düşünüzde  Ibilinçdışınınl sesini  işitiyor  olmanız,  hiçbir  şeyi  kanıtlamaz,  çünkü  so­kakta  da  sesler  işitebilirsiniz  ama  bunlan  kendinize  ait sesler  olarak  açıklamazsınız.  Bu  sesi  kendinize  ait  bir  şey olarak  nitelemenizi  haklı gösterebilecek  tek  bir  koşul  var­dır;  o da  kendi  bilinçli  kişiliğinizi  bir  bütünün  parçası  ya da büyük  bir daire  içinde  yer  alan  küçük  bir daire  olarak görüyor olmanızdır.  Konuk  arkadaşına  yaşadığı  kenti  gez­dirirken,  çalıştığı  bankanın  binasını  gösterip,  ‘İşte  bu be­nim  bankam,' diyen  küçük bir banka memuru da  aynı  ay­rıcalıktan  yararlanmaktadır.» 8

6)   Evrensel  ahlak  İle  toplumca  benimsenen  ahlak  arasındaki  karşıtlık konusunda  bak.  E.  Fromm,  Kendini  Savunan  İnsan  (Rlnehart  and  Com- pany.  1947),  ss  237-244.
7)  Jung,  Ruhbilim ve  Din,  s.  4.  (İtalikler bana  alt.)

     Jung,  din  ve  bilinçdışı  konusunda  yaptığı  tanımlama­nın  zorunlu bir sonucu olarak, bilinçdışı zihnin niteliği göz önüne  alınınca,  bilindışnıın  üzerimizdeki  etkisinin  «temel bir  dinsel  olgu» 9 olduğu  yargısına ulaşıyor.  Bundan  da  çı­kan  sonuç,  gerek  dinsel  dogmanın  gerekse  düşlerin  dinsel olgular olduklarıdır; çünkü bunlar da dışımızdaki bir gücün denetimi  altında  oluşumuzun  ifadeleridir.  Açıkça  anlaşılı­yor  ki,  Jung’un  mantığına  göre,  deliliği  de  düpedüz  din­sel bir olgu olarak tanımlamak gerekecektir.
     Freud’un ve Jung’un din konusundaki tutumlarına iliş­kin  irdelememiz,  Freud’un  dine  düşman,  Jung’un  ise  dost olduğu  yolundaki  yaygın  görüşü  doğruluyor  mu?  Hayır. Freud’un ve Jung’un görüşleri' kısaca karşılaştırılacak olur­sa,  bu  varsayımın kafa karıştırıcı bir aşırı basitleştirme ol­duğu  görülür. 
     Freud’a  göre,  insan  gelişiminin  amacı,  bilgi  (akıl,  doğ­ru, logos),  kardeşçe  sevgi,  acıların  hafifletilmesi,  bağımsız­lık  ve  sorumluluk  ülkülerini  gerçekleştirmektir.   Doğu  ve Batı kültürlerinin temeli olan bütün büyük dinlerin, Konfuçius,  Laozi,  Buddha,  Peygamberler ve  İsa  tarafından  geliş­tirilen  öğretilerin  ahlaksal  özünü  bu  ülküler  oluşturur.  Bu öğretiler arasındaki bir takım vurgu farklılıklarının olması doğaldır; örneğin, Buddha acıların hafifletilmesini, Peygam­berler bilgi ve adaleti,  İsa ise kardeşçe sevgiyi vurgular; yi­ne  de  bu  din  ulularının,  insan  gelişiminin  amaçları  ve  in­sana yol göstermesi  gereken  kurallar konusunda ne  büyük bir  uyuşma  içinde  oldukları  dikat  çekmektedir.  Freud,  di­nin  ahlaksal  özünden  yana  konuşmakta  ve  bu  ahlaksal amaçların eksiksiz biçimde gerçekleşmesine engel olan tanrıcı-doğaüstü  yönlerini  eleştirmektedir.  Dinin  tanrıcı ve  do­ğaüstü kavramlarını, insan gelişiminde bir zamanlar gerekli ve ilerletici  nitelik  taşıyan ama artık gerek duyulmayan ve aslında  gelişmenin  önünde  bir  engel  oluşturan  aşamalar olarak açıklamaktadır.  Bu nedenle,  Freud’un hangi dini  ya

8)   a.g.y.,  s. 47.
9)   a.g.y..  8. 46.

da  dinin  hangi  yönlerini  eleştirdiği  ve  hangi  yönlerini  sa­vunduğu kesin çizgileriyle belirlenmedikçe, onun dine  «kar­şı»  olduğu  yargısı, yanlış  ve  kafa  karıştırıcı  bir  yargı  ola­rak kalacaktır.
     Jung’a  göre,  dinsel  deneyimi  belirleyen  şey,  özgül  bir tür  duygusal  deneyimdir;  bu  da  ister  Tanrı,  isterse  bilinç­dışı  diye  adlandırılsın,  daha  üstün  bir  güce  teslim  olmak­tır.  Hiç kuşkusuz,  bu  niteleme,  belli  bir dinsel deneyim tü­rü  için  doğru  olmakla  birlikte  (sözgelimi,  Hıristiyanlık’ta, Luther’in  ve  Calvin’in  öğretilerinin  özü  budur),  bir  başka dinsel  deneyim  türüne,  sözgelimi  Budizm’in  temsil  ettiği dinsel  deneyime  ters  düşmektedir.  Ama  Jung’un  din  anla­yışı,  gerçek  (doğru)  konusunda  görececi  bir  tutumu  yan­sıttığı için, Buddha’cılığa,  Yahudilik’e ve Hıristiyanlık’a ay­kırıdır.  Bu  dinlerde,  insanın  doğruyu  aramakla  yükümlü olması,  vazgeçilmez bir  koşuldur.  Pilatus’un  alaycı  bir  ifa­deyle sorduğu,  «Gerçek nedir?»  sorusu,  yalnızca Hıristiyan­lık açısından  değil,  bütün diğer büyük dinler açısından  da din karşıtı bir  tutumun  simgesi olmuştur.
     Freud’un ve Jung’un bakış açılarını özetleyecek olursak, Freud’un,  ahlak  adına  dine  karşı  çıktığı  söylenebilir;  bu tutum  da  «dinsel»  bir tutum  olarak  nitelenebilir.  Öte  yan­dan  Jung,  dini  psikolojik  bir  olguya  indirgemekte  ve  aynı zamanda da bilinçdışını dinsel bir olgu konumuna yükselt­mektedir. 10
10)  Jung’un  Ruhbilim  ve  DIn'de  benimsediği  tutumun,  bir çok  bakım­dan  VVlIliam  James’in  tutumuna  yakın  olduğunu,  Freud’un  tutumunun Isa  temel  noktalarda  John  Dewey'ninkine  benzediğini  belirtmek  ilginç olacaktır.  William  James,  bu  dinsel  tutumu,  «bireyin,  kutsal  olduğuna İnandığı  şey  karşısında  benimsemek zorunda  kaldığı  ...  umarsız ve  öz­verili  bir tutum»  olarak  tanımlıyor  (Dinsel  Deneyimin Çeşitleri,  Modern Llbrary,  s.  51).  Tıpkı  Jung  gibi  o da  bilinçdışı  kavramı  İle  tanrıblllmcilerln  Tanrı  kavramını  karşılaştırıyor.  Şöyle  diyor:  «Aynı  zamanda,  dinsel  İnsanı  dışsal  bir  gûcûn  harekete  geçirdiği  konusunda  tanrıblllmcllerln  öne  sürdükleri  sav,  kanıtlanmış  oluyor;  çünkü  bilinçaltı  bölgeden gelen  akınlann  nesnel  görünüşlere  bürünmeleri  ve  tabi  konumundakileri  dışsal  denetimi  benimsemeye  yöneltmeleri,  bu  akınların  özellikle­rinden  birisidir.»  (A.g.y.,  s.  503.)  James'e  göre,  din  İle  ruhbilim  arasındaki  ilişki,  bilinçdışı  (ya  da  James’in  terimini  kullanırsak,  bilinçaltı) İle Tanrı  arasındaki  bu bağlantıda  yatmaktadır.
     John  Dewey  ise din  ile dinsel  deneyim  arasında ayrım  yapar. Onun gözünde, dinin  doğaüstü  dogmaları,  insanın dinsel  tutumunu zayıflatmış ve  özünden  yoksun  bırakmıştır.  Şöyle  der  Devvey:  «Benim  kavradığım anlamdaki  dinsel  değerler  ile  dinler  arasındaki  karşıtlığı  aşmaya  ça­balamak  gereksizdir.  Çünkü  bu  değerlerin  serbest  bırakılması  son  de­rece  önemlidir  ve  bu  nedenle,  söz  konusu  değerleri  mezheplerle  ve tapımlarla  özdeşleştirmekten  vazgeçmek  gerekir.»  (Ortak  Bir  İnanç» Yaie  University  Press,  1934,  s.  28.)  Tıpkı  Freud  gibi  o  da  şu  görüşleri dile  getirir:  «İnsanlar,  sahip  oldukları  güçleri,  yaşamdaki  iyilikleri  ge­liştirmek  için  hiçbir zaman  tam olarak  kullanmamışlardır;  çünkü  kendi­lerinin  yapması  gereken  şeyi, kendileri ve doğa  dışında kalan  bir gücün yapmasını  bekleyip  durmuşlarda»  (A.g.y.,  s.  46.)  Ayrıca,  John  Mac- murray’In  Dinsel1 Deneyimin  Yapısı  (The  Strusture  of  Retigious  Expe- rience,  Yale  University  Press,  1936)  adlı  yapıtında  benimsediği  tutuma da  değinmek  gerekiyor  Macmurray,  akılcı  ve  akıldışı,  duygusal  ve  kötö din  coşkuları  arasındaki  ayrımı  vurgulamıştır. Jung'un  benimsediği  gö- receci  tutuma  karşıt  bir  anlayışla,  şunları  belirtmiştir:  «Doğruluk  ve geçerliJik  kazanamayan,  yanlış  ve  yalandan  kaçınmayan  hiçbir  düşün­ce etkinliği  haklı  gösterilemez.»  (A.g.y.,  s. 54.
Erich FROMM

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder