PSİKANALİZ VE DİN
II
FREUD VE JUNG
Freud, en kapsamlı ve en başarılı kitaplarından birisi olan Bir Yanılsamanın Geleceği'nde, din ve psikanaliz sorununu ele almıştır. Efsaneleri ve dinsel fikirleri, derin iç görülerin anlatımları olarak değerlendiren ilk psikanalist olan Jung da 1037’de verdiği Terry Derslerinde aynı konuyu ele almıştır; bu dersler, Ruhbilim ve Din adıyla yayımlanmıştır.Burada, bu iki psikanalistin tutumlarının kısa bir özetini sunmak istiyorum; bunu yaparken de şu üç şeyi amaçlıyorum:
1. Sorunla ilgili tartışmaların bugünkü durumunu ortaya koymak ve benim yola çıkmak istediğim noktayı saptamak.
2. Freud ve Jung’un kullandıkları temel kavramlardan bazılarını tartışarak bundan sonraki bölümlerin altyapısını kurmak.
3. Freud’un dine «karşı», Jung’un ise dinden «yana» olduğu yolundaki yaygın kanıyı düzeltmek; böylece, konuyu aşırı derecede basitleştiren böylesi yargılara bu karmaşık alanda başvurmanın yanlışlığını görecek ve «din» ile «psikanaliz terimlerinin anlamlarındaki belirsizlikleri tartışabileceğiz.
Bir Yanılsamanın CeleceğVtıde açıkladığı biçimiyle, Freud’un din konusundaki tutumu nedir?
Freud’a göre, din, insanın kendi dışındaki doğa güçlerini ve kendi içindeki içgüdüsel güçleri göğüslemeye uğraşırken yaşadığı çaresizliğin ürünüdür. Din, insanlığın geliş-
meşinin erken bir evresinde ortaya çıkar. Bu evrede insan, sözü edilen dış ve iç güçlerle başedebilmek için aklını kullanmayı henüz bilmemektedir; o zaman da ya bunları bastırmak ya da başka etkili güçlerin yardımıyla alt etmek zorunda kalmaktadır. Böylelikle, bu güçleri akıl aracılığıyla denetim altına almak yerine, «karşıt etkiler» den, başka duygusal güçlerden yardım dilemeyi yeğlemektedir; bunların işlevi, insanın aklıyla alt etmekte yetersiz kaldığı güçleri bastırmak ve denetlemektir.
Bu süreç içinde insan, Freud’un «yanılsama» olarak adlandırdığı olguyu geliştirir; bu olgunun maddi temeli ise, insanın bir çocuk olarak edindiği kendi bireysel deneyimleridir. Kendi içindeki ve dışındaki tehlikeli, denetlenemez, anlaşılamaz güçlerle karşı karşıya kalan insan, deyim yerindeyse, çocukluğunda edinmiş olduğu bir deneyimi anımsar ve o deneyime geriler; söz konusu deneyim, çocuğun, üstün bir akla ve güce sahip olduğuna inandığı, emirlerine boyun eğerek ve yasaklarını çiğnemekten kaçınarak sevgisini kazanabileceğini bildiği bir baba tarafından korunduğunu hissetmesidir.
Bu nedenle din, Freud’a göre, çocuğun bu deneyiminin yinelenmesidir. İnsan, çocukluğunda babasına güvenerek, hayranlık duyarak ve ondan korkarak kendi güvensizliğiyle baş etmeyi öğrendiği gibi, tehdit edici güçlerle başedebilmek için de aynı yolu izler. Freud, çocuklarda görülen saplantı nevrozlarıyla din arasında paralellik kurar ve dini, çocukluk dönemi nevrozlarına neden olan koşullara benzeyen koşullardan kaynaklanan ortaklaşa bir nevroz olarak tanımlar.
Dinin psikolojik kökenleri konusunda Freud’un yaptığı bu çözümlemenin amacı, insanların niçin tanrı fikrini geliştirdiklerini ortaya koymaktır. Ama bu çözümleme, dinin psikolojik kökenlerine ulaşmakla yetinmediğini öne sürmektedir. İnsan arzularına dayalı bir yanılsama olarak nitelendirdiği tanrıcı kavramın gerçekdışılığını böylece ortaya koyduğunu savunmaktadır.1
Freud, dinin bir yanılsama olduğunu kanıtlama çabasını da yeterli bulmaz. Dinin bir tehlike olduğunu söyler, çünkü, onun görüşüne göre, din, bütün tarihi boyunca işbirliği yaptığı kötü insan kurumlannı kutsama eğilimi gösterir. Dahası, insanlara bir yanılsamaya inanmayı öğreterek ve eleştirel düşünceyi yasaklayarak, zihinsel bakımdan körleşmeye önayak olur. 2 İlk suçlama gibi bu suçlama da, aydınlanma düşünürlerince kiliseye yöneltilmiştir. Ama Freud’un geliştirdiği ilişkiler çerçevesinde, bu ikinci suçlama, onsekizinci yüzyılda olduğundan çok daha etkilidir. Eleştirel düşünceye getirilen yasağın, kişinin başka düşünce alanlarındaki eleştirel yeteneğini de körelttiğini ve böylece, aklın gücüne engel olduğunu, Freud çözümleme çalışmalarında ortaya koyabilmiştir. Freud’un. dine yönelttiği üçüncü itiraz, dinin ahlakı son derece sallantılı bir zemine oturtmasından kaynaklanır. Ahlak ölçütlerinin geçerliliği, bunların Tanrı buyruğu olmalarına dayanıyorsa, ahlakın geleceği de Tanrı inancına bağımlı olacaktır. Freud, dinsel inancın zayıflama sürecinde olduğu varsayımını benimsediği için din ile ahlak arasındaki bağlantıyı sürdürmenin, ahlaksal değerlerimizde yıkıma neden olacağını belirtmek zorunda kalmıştır.
1) Freud'un bizzat belirttiğine göre, bir fikrin bir arzuyu doyurması, İlle de o fikrin yanlış olduğu anlamına gelmez. Psikanalistler bazen böyle hatalı bir sonuca ulaştıkları için, Freud’un bu görüşünü vurgulamak İstiyorum. Gerçekten, insanın doğru olmasını arzulayarak ulaştığı birçok doğru fikir olduğu gibi birçok yanlış fikir de vardır. Büyük buluşların çoğu, bir şeylerin doğru olup olmadığını ortaya çıkarma merakından doğmuştur. Böyle bir merak öğesinin varlığı, gözlemciyi kuşkuya düşürebilir, ama bir kavramın ya da yargının geçerliliğini asla çürütmez. Geçerlilik ölçütü, güdünün psikolojik çözümlemesinde değil, bir varsayımın mantıksal çerçevesi İçerisinde o varsayımın lehindeki ve aleyhindeki verilerin irdelemesinde bulunabilir.
2) Freud, bir çocuğun parlak zekasıyla ortalama bir yetişkinin körelmiş aklı (Denkschwâche) arasındaki karşıtlığa parmak basmıştır. İnsanın «ne içteki doğa»sının, akıldışı öğretiler nedeniyle ortaya çıkan durum kadar akıldışı olamayablleceğl görüşünü dile getirmiştir.
Freud’un dinde keşfettiği tehlikelerden açıkça anlıyoruz ki, dinin tehdidi altında gördüğü şeyler, onun kendi ülküleri ve kendi değerleridir, yani akıldır, insan mutluluğudur ve ahlaktır. Bununla birlikte, Freud'un dine yönelik eleştirisinden yapılan çıkarsamalara dayanmak zorunda değiliz; o, kendi inandığı ölçütleri ve ülküleri çok açık biçimde dile getirmiştir: Kardeşçe sevgi (Menschenliebe) . doğruluk ve özgürlük. Freud’a göre, akıl ve özgürlük, karşılıklı olarak birbirine bağımlıdır. Eğer insan, babacan Tanrı yanılsamasını bir yana bırakırsa, evrendeki yalnızlığı ve önemsizliğiyle yüzyüze gelirse, baba ocağından ayrılmış bir çocuk gibi olur. Bununla birlikte, insan gelişmesinin amacı da işte bu çocuksu düşkünlüğü alt etmektir. İnsan, kendisini, gerçekle yüzyüze gelebilecek biçimde eğitmelidir. Eğer insan, kendi yeteneklerinden başka güvenebileceği hiçbir şey olmadığını bilirse, bu yeteneklerini yeterli yerince kullanmayı öğrenecektir. Ancak otorite —tehdit eden ve koruyan otorite— karşısında bağımsızlığını kazanmış özgür insan, akıl gücünü kulanabilir, dünyayı ve bu dünyadaki rolünü nesnel biçimde kavrayabilir; bunu yaparken de yanılsamaya düşmediği gibi, kendi içinde varolan güçleri geliştirme ve kullanma yeteneğini işe koşar. Ancak büyüyüp otoriteye bağımlı olmaktan ve otoriteden korkmaktan kurtulursak, kendimizi düşünmeyi göze alabiliriz; ama bunun tersi de doğrudur. Ancak düşünme yürekliliğini gösterirsek, kendimizi otoritenin egemenliğinden, kurtarabiliriz. Freud’ un, güçsüzlük duygusuyla dinsel duyguyu birbirine karşıt duygular olarak gördüğünü belirtmek, bu bağlamda yerinde olacaktır. Birçok tanrıbilimcinin —ve daha sonra göreceğimiz gibi, bir ölçüde de Jung’ün— bağımlılık ve güçsüzlük duygusunu dinsel deneyimin özü saydıklarını dikkate alacak olursak, Freud’un bi yargısı çok önemlidir. Bu yargı, anıştırma yoluyla da olsa, Freud’un dinsel deneyim anlayışını, yani bağımsızlık ve kişinin kendi yeteneklerinin ayırdında olması anlayışını açıkça ortaya koymaktadır. Bu ayrımın, din ruhbilimindeki belirleyici sorunlardan birisi olduğunu daha sonra göstermeye çalışacağım.
Şimdi Jung'a dönecek olursak, onun hemen hemen her noktada, Freud’un dinle ilgili görüşlerine karşıt bir tutum içinde olduğunu görürüz.
Jung, benimsediği yaklaşımın genel ilkelerini ortaya koymakla işe başlar. Freud, meslekten bir filozof omadığı halde, tıpkı William James, Dewey ve Macmurray gibi soruna ruhbilimsel ve felsefi bir açıdan yaklaşırken, Jung, kitabının hemen başında şunları belirtir: «Kendimi, olguları gözlemlemekle sınırlandırdım ve metafizik ya da felsefi yorumlardan kaçındım.» 3 Daha sonra, bir ruhbilimci olarak, felsefi yorumlara başvurmadan dini nasıl çözümleyeceğini açıklayarak sürdürür yazısını. Onun bakış açısı, kendi nitelemesiyle, «olgusaldır, yani olgulardan, olaylardan, deneyimlerden, dünyadan, gerçeklerden yola çıkar. Yargıyı değil, olguyu temel alır. Sözgelimi, bakire doğum konusu ele almacak olursa, psikoloji, yalnızca böyle bir düşüncenin var olmasıyla ilgilenir; böyle bir düşüncenin başka bir anlamda doğru mu, yoksa yanlış mı olduğu sorusuyla ilgilenmez. Bu düşünce var olduğuna göre psikolojik bakımdan doğrudur. Psikoloik varoluş, bir fikrin yalnızca tek bireyden kaynaklanması ölçüsünde özneldir. Ama bu fikrin bir toplum tarafından benimsenmesi ölçüsünde nesneldir.»4
Jung’un dinle ilgili çözümlemesini sunmadan önce, yönteme ilişkin bu önermeleri eleştiri süzgecinden geçirmenin gerekli olduğu kanısındayım. Jung’un doğruluk kavramını kullanış biçiminin, elle tutulabilir bir yanı yoktur. Jung, «doğru olan yargı değil, olgudur* diyor, «fil gerçektir, ç:ünkü vardır» 5 diyor. Ama öte yandan, gerçeğin, duyularımızla algıladığımız ve bir simge sözcükle adlandırdığımız bir olgunun tanımını değil, her zaman ve mutlaka bir yargıyı ifade ettiğini unutuyor. Bir fikrin, «var olduğuna göre psikolojik bakımdan doğru» olduğunu belirtiyor. Bununla birlikte, bir fikrin «var olması», onun bir yanılgı olup
3) Ruhbilim ve Din, s. 2
4) a.g.y., s. 3 (italikler bana ait).
5) a.g.y., s. 3.
olmamasına ya da gerçekle ilişkili olup olmamasına bağlı değildir. Bir fikrin var olması, hangi anlamda olursa olsun, onu «doğru» kılmaz. Bir fikrin doğruluğunu, yani betimlemeyi amaçladığı olgularla olan ilişkisini araştırmadan bir sonuca varılamayacağını, pratisyen ruh hekimleri bile bilirler. Aksi halde, sabuklama (hezeyan) ya da paranoya durumlarından söz etmeleri imkânsız olur. Ayrıca, Jung'un yaklaşımı, yalnızca psikiyatri açısından savunulamaz bir nitelik sergilemekle kalmıyor; Jung, dine Freud’dan daha olumlu yaklaşıyormuş gibi görünen ama özünde Yahudilik, Hıristiyanlık ve Budizm gibi dinlere taban tabana karşıt olan görececi (rölativist) bir bakış açısını savunuyor. Burada sözünü ettiğimiz dinler, doğruyu bulma çabasını, insanın en büyük erdemlerinden ve yükümlülüklerinden birisi sayarlar; içten vahiy yoluyla, isterse akıl yoluyla ulaşılmış olsun, bütün öğretilerinin, doğruluk ölçütlerine tabi olduğunu savunurlar.
Jung, kendi tutumunun yarattığı güçlükleri kavramaktan da geri kalmamıştır; ama bunlan çözme çabasıyla tuttuğu yol da ne yazık ki aynı ölçüde tutarsızdır. Jung, «öznel» ve nesnel» terimlerinin ne denli yuvarlak terimler olduklarını bile bile, bunlar arasında ayrım yapmaya çalışıyor. Öyle sanıyorum ki, nesnel olan şeylerin, salt öznel olan şeylerden daha geçerli ve daha doğru olduğunu söylemek istiyor. Onun nesnel ile öznel arasındaki ayrım için kullandığı ölçüt, bir fikrin yalnızca tek bir kişiden mi kaynaklandığı, yoksa bir toplum tarafından mı benimsendiğine bağlıdır. Oysa yaşadığımız çağda, milyonların ahmaklığına, toplumların çılgınlığına bizzat tanık olmuyor muyuz? Akıl dışı tutkuların yoldan çıkardığı milyonlarca insanın, kuruntu ve alaldışılık yönünden tek bir zihnin ürünlerinden hiç de geri kalmayan fikirlere inanabildiklerini yaşayarak görmüyor muyuz? Bunların «nesnel» fikirler olduklarını söylemenin ne anlamı vardır? Bu öznellik ve nesnellik ölçütünün özü, yukarıda değindiğim görececilikten farklı değildir. Daha açık biçimde söylersek, bir fikrin toplumsal kabul görmesini, o fikrin geçerliliğinin, doğruluğunun yada «nesnelliğinin ölçütü , yapan görüş, toplum bilimsel göreceliliktir. 6
Jung, yönteme ilişkin önermelerini ortaya attıktan sonra, ana sorun olan «Din nedir? Dinsel deneyimin niteliği nedir?» sorusuyla ilgili görüşlerini açıklıyor. Bu konuda, birçok tanrıbîlimciyle paylaştığı bir tanım getiriyor. Bu tanımı kısaca özetlemek gerekirse, dinsel deneyimin özü, bizim gücümüzden daha üstün olan güçlere boyun eğmektir. Ama bence, Jung’un sözlerini olduğu gibi buraya aktarmak daha iyi olacaktır. Jung’a göre, din, «Rudolph Otto’nun çok yerinde bir terimlemeyle ’numinosum’ dediği olgunun, yani dinamik bir varlığın ya da etkinin dikkatlice ve inceden inceye gözlemlenmesidir ve bu gözlem, iradeye bağlı keyfi bir eylem değildir. Tam tersine, her zaman yaratıcısı olmaktan çok kurbanı durumunda bulunan tabi insanı elegeçirir ve denetler.» 7
Jung, dinsel deneyimi, bizim dışımızdaki bir güç tarafından ele geçirilme olarak tanımladıktan sonra, bilinçdışı kavramının dinsel bir kavram olduğunu öne sürerek sürdürüyor sözlerini. Jung’a göre, bilinçdışı, salt bireysel zihnin bir parçası değil, zihinlerimize hükmeden ve denetimi^ miz dışında bulunan bir güçtür. «Düşünüzde Ibilinçdışınınl sesini işitiyor olmanız, hiçbir şeyi kanıtlamaz, çünkü sokakta da sesler işitebilirsiniz ama bunlan kendinize ait sesler olarak açıklamazsınız. Bu sesi kendinize ait bir şey olarak nitelemenizi haklı gösterebilecek tek bir koşul vardır; o da kendi bilinçli kişiliğinizi bir bütünün parçası ya da büyük bir daire içinde yer alan küçük bir daire olarak görüyor olmanızdır. Konuk arkadaşına yaşadığı kenti gezdirirken, çalıştığı bankanın binasını gösterip, ‘İşte bu benim bankam,' diyen küçük bir banka memuru da aynı ayrıcalıktan yararlanmaktadır.» 8
6) Evrensel ahlak İle toplumca benimsenen ahlak arasındaki karşıtlık konusunda bak. E. Fromm, Kendini Savunan İnsan (Rlnehart and Com- pany. 1947), ss 237-244.
7) Jung, Ruhbilim ve Din, s. 4. (İtalikler bana alt.)
Jung, din ve bilinçdışı konusunda yaptığı tanımlamanın zorunlu bir sonucu olarak, bilinçdışı zihnin niteliği göz önüne alınınca, bilindışnıın üzerimizdeki etkisinin «temel bir dinsel olgu» 9 olduğu yargısına ulaşıyor. Bundan da çıkan sonuç, gerek dinsel dogmanın gerekse düşlerin dinsel olgular olduklarıdır; çünkü bunlar da dışımızdaki bir gücün denetimi altında oluşumuzun ifadeleridir. Açıkça anlaşılıyor ki, Jung’un mantığına göre, deliliği de düpedüz dinsel bir olgu olarak tanımlamak gerekecektir.
Freud’un ve Jung’un din konusundaki tutumlarına ilişkin irdelememiz, Freud’un dine düşman, Jung’un ise dost olduğu yolundaki yaygın görüşü doğruluyor mu? Hayır. Freud’un ve Jung’un görüşleri' kısaca karşılaştırılacak olursa, bu varsayımın kafa karıştırıcı bir aşırı basitleştirme olduğu görülür.
Freud’a göre, insan gelişiminin amacı, bilgi (akıl, doğru, logos), kardeşçe sevgi, acıların hafifletilmesi, bağımsızlık ve sorumluluk ülkülerini gerçekleştirmektir. Doğu ve Batı kültürlerinin temeli olan bütün büyük dinlerin, Konfuçius, Laozi, Buddha, Peygamberler ve İsa tarafından geliştirilen öğretilerin ahlaksal özünü bu ülküler oluşturur. Bu öğretiler arasındaki bir takım vurgu farklılıklarının olması doğaldır; örneğin, Buddha acıların hafifletilmesini, Peygamberler bilgi ve adaleti, İsa ise kardeşçe sevgiyi vurgular; yine de bu din ulularının, insan gelişiminin amaçları ve insana yol göstermesi gereken kurallar konusunda ne büyük bir uyuşma içinde oldukları dikat çekmektedir. Freud, dinin ahlaksal özünden yana konuşmakta ve bu ahlaksal amaçların eksiksiz biçimde gerçekleşmesine engel olan tanrıcı-doğaüstü yönlerini eleştirmektedir. Dinin tanrıcı ve doğaüstü kavramlarını, insan gelişiminde bir zamanlar gerekli ve ilerletici nitelik taşıyan ama artık gerek duyulmayan ve aslında gelişmenin önünde bir engel oluşturan aşamalar olarak açıklamaktadır. Bu nedenle, Freud’un hangi dini ya
8) a.g.y., s. 47.
9) a.g.y.. 8. 46.
da dinin hangi yönlerini eleştirdiği ve hangi yönlerini savunduğu kesin çizgileriyle belirlenmedikçe, onun dine «karşı» olduğu yargısı, yanlış ve kafa karıştırıcı bir yargı olarak kalacaktır.
Jung’a göre, dinsel deneyimi belirleyen şey, özgül bir tür duygusal deneyimdir; bu da ister Tanrı, isterse bilinçdışı diye adlandırılsın, daha üstün bir güce teslim olmaktır. Hiç kuşkusuz, bu niteleme, belli bir dinsel deneyim türü için doğru olmakla birlikte (sözgelimi, Hıristiyanlık’ta, Luther’in ve Calvin’in öğretilerinin özü budur), bir başka dinsel deneyim türüne, sözgelimi Budizm’in temsil ettiği dinsel deneyime ters düşmektedir. Ama Jung’un din anlayışı, gerçek (doğru) konusunda görececi bir tutumu yansıttığı için, Buddha’cılığa, Yahudilik’e ve Hıristiyanlık’a aykırıdır. Bu dinlerde, insanın doğruyu aramakla yükümlü olması, vazgeçilmez bir koşuldur. Pilatus’un alaycı bir ifadeyle sorduğu, «Gerçek nedir?» sorusu, yalnızca Hıristiyanlık açısından değil, bütün diğer büyük dinler açısından da din karşıtı bir tutumun simgesi olmuştur.
Freud’un ve Jung’un bakış açılarını özetleyecek olursak, Freud’un, ahlak adına dine karşı çıktığı söylenebilir; bu tutum da «dinsel» bir tutum olarak nitelenebilir. Öte yandan Jung, dini psikolojik bir olguya indirgemekte ve aynı zamanda da bilinçdışını dinsel bir olgu konumuna yükseltmektedir. 10
10) Jung’un Ruhbilim ve DIn'de benimsediği tutumun, bir çok bakımdan VVlIliam James’in tutumuna yakın olduğunu, Freud’un tutumunun Isa temel noktalarda John Dewey'ninkine benzediğini belirtmek ilginç olacaktır. William James, bu dinsel tutumu, «bireyin, kutsal olduğuna İnandığı şey karşısında benimsemek zorunda kaldığı ... umarsız ve özverili bir tutum» olarak tanımlıyor (Dinsel Deneyimin Çeşitleri, Modern Llbrary, s. 51). Tıpkı Jung gibi o da bilinçdışı kavramı İle tanrıblllmcilerln Tanrı kavramını karşılaştırıyor. Şöyle diyor: «Aynı zamanda, dinsel İnsanı dışsal bir gûcûn harekete geçirdiği konusunda tanrıblllmcllerln öne sürdükleri sav, kanıtlanmış oluyor; çünkü bilinçaltı bölgeden gelen akınlann nesnel görünüşlere bürünmeleri ve tabi konumundakileri dışsal denetimi benimsemeye yöneltmeleri, bu akınların özelliklerinden birisidir.» (A.g.y., s. 503.) James'e göre, din İle ruhbilim arasındaki ilişki, bilinçdışı (ya da James’in terimini kullanırsak, bilinçaltı) İle Tanrı arasındaki bu bağlantıda yatmaktadır.
John Dewey ise din ile dinsel deneyim arasında ayrım yapar. Onun gözünde, dinin doğaüstü dogmaları, insanın dinsel tutumunu zayıflatmış ve özünden yoksun bırakmıştır. Şöyle der Devvey: «Benim kavradığım anlamdaki dinsel değerler ile dinler arasındaki karşıtlığı aşmaya çabalamak gereksizdir. Çünkü bu değerlerin serbest bırakılması son derece önemlidir ve bu nedenle, söz konusu değerleri mezheplerle ve tapımlarla özdeşleştirmekten vazgeçmek gerekir.» (Ortak Bir İnanç» Yaie University Press, 1934, s. 28.) Tıpkı Freud gibi o da şu görüşleri dile getirir: «İnsanlar, sahip oldukları güçleri, yaşamdaki iyilikleri geliştirmek için hiçbir zaman tam olarak kullanmamışlardır; çünkü kendilerinin yapması gereken şeyi, kendileri ve doğa dışında kalan bir gücün yapmasını bekleyip durmuşlarda» (A.g.y., s. 46.) Ayrıca, John Mac- murray’In Dinsel1 Deneyimin Yapısı (The Strusture of Retigious Expe- rience, Yale University Press, 1936) adlı yapıtında benimsediği tutuma da değinmek gerekiyor Macmurray, akılcı ve akıldışı, duygusal ve kötö din coşkuları arasındaki ayrımı vurgulamıştır. Jung'un benimsediği gö- receci tutuma karşıt bir anlayışla, şunları belirtmiştir: «Doğruluk ve geçerliJik kazanamayan, yanlış ve yalandan kaçınmayan hiçbir düşünce etkinliği haklı gösterilemez.» (A.g.y., s. 54.
Erich FROMM
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder