Öne Çıkan Yayın

Nazım Hikmet / CEVAP

  CEVAP  O duvar o duvarınız,                 vız gelir bize vız! Bizim kuvvetimizdeki hız, ne bir din adamının dumanlı vaadinden, ne de bir...

24 Mart 2018 Cumartesi

Biz (Kayıt 1,2,3)~ Yevgeni Zamyatin

Yevgeni Zamyatin
Biz


Kayıt 1

Duyuru
Çizgilerin En Bilgesi
Epik Bir Şiir

     Devlet Gazetesi'nde bugün yayınlanan duyuruyu kelimesi kelimesine buraya aktarmakla yetiniyorum:

     ENTEGRAL'in 1 yapımı bugünden itibaren 120 gün içinde tamamlanacaktır. İlk ENTEGRAL'in uzaya yükseleceği büyük, tarihi an çok yakındır. Bin yıl önce kahraman atalarımız Dünyayı fethederek TekDevlet'in egemenliği altına soktu. Sizleriyse daha da şanlı bir görev bekliyor: Ateş soluyan, elektrikli, camdan ENTEGRAL eliyle evrenin sonsuz denklemini bütünleştirmek. Diğer gezegenlerin, muhtemelen hala özgürlük adıyla bilinen ilkel aşamada yaşayan meçhul sakinlerini aklın faydalı boyunduruğuna almak sizlere düşüyor. Kendilerine matematiksel yanılmazlıktaki mutluluğu sunduğumuzu kavrayamamaları durumunda mutlu olmaları için zorlamaya mecbur kalacağız. Ama silaha başvurmadan önce sözcükleri denemeliyiz.

     1- Entegral: (Fr.) Bütüne ait olan veya bütünleyici. Dilimizde '"Tümlev" olarak geçmekle birlikte daha yaygın kullanılmasından dolayı metindeki matematik hissini koruyacağı düşünülerek Entegral yeğlenmiştir.(ç.n.)

     İşbu vesileyle Velinimet adına, TekDevlet'in tüm Sayılarına duyurulur:

     Yapabileceğine inanan herkesten, TekDevlet'in güzelliği ve yüceliğini vurgulayan tezler, epik şiirler, manifestolar, methiyeler ve diğer eserler hazırlamaları talep edilmektedir.

     ENTEGRAL'in götüreceği ilk yük, budur.

     Yaşasın Tek Devlet! Yaşasın Sayılar! Yaşasın Velinimet!

     Bunları yazarken yanaklarımın kızardığını hissediyorum. Evrenin muazzam denklemini tümüyle bütünleştirmek: Evet! Yabanıl eğriyi doğrultmak, teğet sellikle, sonuşmazlıkla 2 düzeltmek, şaşmaz düzlükte bir çizgiye düzlemek: Evet! Çünkü TekDevlet'in çizgisi dosdoğrudur, dümdüzdür. Büyük, ilahi, kati, bilge düz çizgi. Çizgilerin en bilgesi.

     2- Sonuşmazlık (mat.): Bir doğrunun eğriye giderek yaklaşması ama asla kesmemesi. (ç.n.)

     Ben, ENTEGRAL'in Yapıcısı D-503, Tek Devlet matematikçilerinden sadece biriyim. Sayılara alışık kalemimin gücü, benzer seslerin ve uyakların müziğini yaratmaya yetmez. Gördüğümü, düşündüğümü, daha doğrusu bizim düşündüklerimizi (aynen öyle: biz diyorum ve bu BİZ, bu kayıtların başlığı olsun) yazmaktan ötesine kalkışmayacağım. Ama bu kayıt elbette yaşamımızın, TekDevlet'in matematiksel kusursuz yaşamının bir türevi olacaktır ve eğer durum buysa, ben ne dilersem dileyeyim sonunda ortaya zaten bir epik çıkmayacak mı? Çıkacak; inanıyorum ve biliyorum.

Kayıt 2

Bale
Katı Uyum
X

     Bahar. Rüzgâr, Yeşil Duvar'ın ötesinden, gözden ırak yaban ovalardan bir çiçeğin ballı sarı polenlerini getiriyor. Bu tatlı polen dudakları kurutuyor − dudaklarınızı yalayıp duruyorsunuz − ve karşılaştığınız her kadının (ve tabii, her erkeğin de) dudakları böyle tatlı olsa gerek. Bu durum, mantıksal düşünceyi biraz karıştırıyor.

     Ve bir de, ne gökyüzü ama! Masmavi, bir tek bulutla bile lekelenmemiş (şairleri bu saçma, düzensiz, aptalca birbirlerine toslayıp duran buhar kümelerinden esinlendiklerine göre eskilerin zevkleri feci ilkeldi herhalde). Ben sadece bugünkü gibi arınık ve masum gökleri severim ki burada biz severiz desem, eminim yanılmam. Böyle günlerde tüm dünya tıpkı Yeşil Duvar gibi, tıpkı tüm yapılarımız gibi sabit ve ebedi camdan yapılmış görünür. Böyle günlerde nesnelerin koyu mavi derinliklerini, o ana dek kuşkulanılmamış, afallatıcı denklemlerini görebilirsiniz. En sıradan, en gündelik nesnelerde bile.

     Mesela burası. Daha bu sabah ENTEGRAL'in yapıldığı hangardaydım ve birden gözüm donanıma takıldı: akım düzenleyici küreler, gözleri kapalı, kayıtsızca dönüyor, dirsekli manivelalar parıldıyor, sağa ve sola eğiliyor, kirişlerin omuzları gururlu kabarıyor, freze tezgâhının matkap ucu duyulmaz bir müziğin ritmine uymuş, tüm dinçliğiyle işini görüyordu. Birden sevgili mavi gözlü güneşin ışıklarına boğulmuş bu debdebeli mekanik balenin bütün güzelliğini gördüm.

     Ama neden − düşüncelerim devam etti − neden güzeldi? Dans neden güzeldi? Yanıt: çünkü dans, özgürlüksüz bir harekettir. Çünkü dansın temel anlamı tümüyle estetik bağımlılığında, ideal özgürlüksüzlüğünde yatar. Ve eğer atalarımızın yaşamlarının en esinli anlarında (dinsel, askeri) kendilerini dansa verdikleri doğruysa bu, ancak tek anlama gelebilir: özgürlüksüzlük içgüdüsünün en eski zamanlardan beri insanoğlunun içinde bulunduğu ve bizim, bugünkü yaşamımızda sadece bilerek...

     Ara vermem gerek: İç iletişim ekranı sinyal verdi. Elbette O − 90. Yarım dakika sonra burada: yürüyüşümüz için beni almaya geliyor.

     Sevgili O! Hep adı gibi göründüğünü düşünmüşümdür: Analık Ölçütü'nden on santim kadar kısa, haliyle her yanıyla yuvarlanmış gibidir ve ağzının pembe O'su, söyleyeceğim her sözü kutlamaya hazırdır. Ve bir de bileğindeki, çocuklara has, tombik boğum...

     Geldiğinde mantıksal volanım içimde hâlâ vınlıyordu ve eylemsizlik beni. az evvel çıkardığım formül üzerinde − biz, makineler ve dansı içeren formül − konuşmaya itti.

     "Harika, değil mi?" diye sordum.

     "Evet, harika." Neşeyle gülümsedi O−90. "Bahar." İşte. Buyurun bakalım. Bahar. Baharmış. Kadınlar.
Sustum.
     Aşağıya indik. Cadde tıklım tıklımdı. Böyle havalarda, öğle yemeğinden sonraki Kişisel Saat'te genellikle fazladan yürüyüşler yaparız. Müzik fabrikasının borazanları, her zamanki gibi Tek Devlet Marşı'nı çalıyordu. Sayılar, göğüslerindeki altın rozetlerde devlet numaralarını taşıyan gök mavisi üniteri 3 içinde yüzlerce, binlerce Sayı, dörtlü sıra düzeninde, marşa uygun adım yürüyordu. Ve ben, daha doğrusu biz, dördümüz, bu muazzam seldeki sayısız dalgadan biriydik. O-90 (bunları, bin yıl ötedeki saçı sakalına karışmış kıllı atalarımdan biri yazsaydı herhalde O-90'ın yanına şu komik iyelik ekini, benim sözcüğünü karşılayan eki koyardı) solumdaydı; sağımdaysa tanımadığım iki Sayı vardı: bir kadın ve bir erkek.

     3 - Muhtemelen eskilerin "üniforma" kelimesinden geliyor.

     Kutsanmışçasına mavi gökyüzü, her rozette bir minik güneş, düşünce gibi çılgınca şeylerle ışığı kaçmamış yüzler, parıltılar... Her şey düzenli, bir örnek, ışıltılı, gülümseyen maddeden... Ve bakır çalgıların ritmi: Tratata. Tratata. Güneşte parıldayan bakır adımlar. Ve her adımla yükseğe, daha yükseğe, baş döndürücü maviye çıkmak...

     Derken, tıpkı bu sabah hangardaki gibi, yine sanki yaşamımda ilk defa, her şeyi gördüm: değiştirilemez dosdoğrulukta sokaklar, kaldırımların parıldayan camları, saydam küp-konutların ilahi yüzeyleri, gri-mavi sıralarımızın katı uyumu. Eski Tanrı'yı ve eski yaşamı fethettiğimi − nesiller dolusu insan değil, ben − tüm bunları bizzat yarattığımı hissettim: bir kule gibiydim, duvarları, kubbeleri, makineleri paramparça ederim korkusuyla kolumu kıpırdatmaya çekiniyordum...

     Sonra bir an, +'dan − 'ye asırlardan bir sıçrama geldi. Birden müzedeki resimlerden birini hatırladım (karşıtlıkla çağrışım herhalde): o zamanlardan, yirmi asır sonrasından kalma, afallatıcı ölçüde cafcaflı, insanlarla, arabalarla, hayvanlarla, afişlerle, ağaçlarla, renklerle, kuşlarla dolu bir cadde... Ve sahiden böyleydi demişlerdi. Böyle olabilirmiş. O denli aptalca gelmişti ki kendimi tutamayıp kahkahayı basmıştım.

     Birden sağdan bir yankılanma, bir kahkaha geldi. Döndüm. Karşımda beyaz, sıra dışı ölçüde beyaz ve keskin dişler ve tanımadığım bir kadın yüzü vardı.

     "Özür dilerim," dedi. "Ama etrafınıza, her şeye, sanki yaratılışın yedinci günündeki mitolojik bir tanrıymışsınız gibi öylesine huşuyla bakıyordunuz ki... Herhalde beni de kendinizin, sadece kendinizin yarattığına inanıyordunuz. Pek onur duydum."

     Tüm bunları söylerken hiç gülmedi. Hatta biraz saygılıydı bile diyebilirim (belki ENTEGRAL'i yaptığımı biliyordu). Ama bilmiyorum, gözlerinde veya kaşlarında tuhaf, çıkaramadığım, sayılarla ifade edemediğim rahatsız edici bir X vardı.
    
     Her nasılsa bu durum beni utandırdı ve biraz şaşırttı: neden güldüğüme dair mantıklı açıklamalar uydurmaya başladım. O zamanlarla bugün arasındaki bu zıtlık, bu aşılmaz uçurum gayet açık...
    
     "Aşılamaz mı? Neden?" (Ne beyaz dişler!) "Uçurumdan karşıya köprü yapılabilir. Bir düşünün: trampetler, taburlar, sıralar; hepsi onlarda da vardı. Yani sonuçta..."
    
     "E, evet, doğru!" diye bağırdım. (Zihinsel kesişmenin muazzam bir örneğiydi bu: yürüyüşe çıkmadan önce yazdığım kelimelerin neredeyse aynılarıyla konuşuyordu.) "Görüyor musunuz? Düşünceler bile. Çünkü hiç kimse tek değil, herkes bir. Hepimiz aynıyız..."
"Emin misiniz?"
    
     Kaldırdığında kaşlarının şakaklarıyla çizdiği keskin açıyı gördüm: Bir X'in sivri uçları gibiydi ve her nasılsa, bir daha kafam karıştı. Sağa baktım, sola baktım... Ve... Sağımdaydı. İnce yapılı, zeki, sıkı ve bir kırbaç kadar enerjik: I − 330 (numarasını görmüştüm artık). Bileğindeki çocuksu boğumuyla ondan tümüyle farklı, toparlak O, solumdaydı. Ve dörtlümüzün ucunda tanımadığım bir erkek Sayı. S harfi gibi duruyordu. Hepimiz farklı...
    
     Sağımdaki, I −330, şaşkın bakışlarımı fark etmişti anlaşılan.
    
     "Evet," dedi iç çekerek. "Ne fena."
    
     "Ne fena" tam yerindeydi, ona kuşku yok. Ama gene yüzünde veya sesinde bir şey vardı...
    
     Bana fazlasıyla ters bir sertlikle, "Hiçbir şey için ne fena denemez," dedim. "Bilim ilerliyor ve hemen bugün değilse bile elli veya yüz yıl içinde..."
    
     "Burunlar bile..."
    
     "Evet, burunlar bile!" Resmen bağırıyordum. "Bir zamanlar... Gıptanın nedenleri önemli değil. Bir zamanlar burnum hokkaydı ve başkasınınki..."
    
     "Eh, mesele buysa, sizin burnunuz, eskilerin deyişiyle fazlasıyla klasik. Ama elleriniz... A, haydi ama ellerinizi gösterin bakayım!"
    
     Ellerime bakılmasına dayanamam. Kıllıdırlar, kabadırlar. Aptalca bir soya çekim. Uzattım ve becerebildiğimce sesimi titretmeden, "Maymun elleri," dedim.
    
     Önce ellerime, ardından yüzüme baktı.
    
     "Evet, olağanüstü ilginç bir uyum söz konusu." Sanki gözleriyle beni bir teraziye yerleştirmiş gibi tarttı ve kaşları bir kez daha boynuzlar gibi göründü.
    
     O − 90, neşeyle gülümseyerek, "O, bana kayıtlı," dedi. Hiçbir şey demese daha iyiydi elbette; tümüyle yersizdi söylediği. Sevgili O... dili, nasıl demeli, doğru hıza ayarlanmamıştı. Dilin sbd'si (saniye başına devinim) daima düşüncenin sbd'sinden azıcık yavaş kalmalı ve aksi durum asla olmamalıdır.
    
     Caddenin sonundaki akımtoplar kulesinin saati 17.00'ı vuruyordu. Kişisel Saat bitmişti. I − 300, S şekilli erkek Sayı'yla uzaklaşıyordu. Adamın yüzü saygı uyandıran cinstendi ve şimdi tanıdık geldiğini fark ediyordum. Bir yerlerde rastlamıştım, şu an için hatırlayamıyordum.
    
     I − 330 ayrılırken aynı X görüntüsüyle gülümsedi ve "Yarından sonraki gün dinleme salonu 112'da beni izlemeye gelin," dedi.
    
     Omuz silkerek, "Emir alırsam," dedim. "Bahsettiğiniz dinleme salonu..."
    
     Neden kendinden bu derece emindi, anlayamıyordum ya, "Alacaksınız," dedi.
    
     Gözümde denkleme kazara süzülüvermiş ve çarpanlarına ayrılamayan irrasyonel bir terim kadar huzur bozucuydu bu kadın. Uzun süreliğine değilse bile, o an için sevgili O'mla yalnız kaldığıma memnundum.
    
     Dört şeritli caddenin karşısına el ele geçtik. Köşede sağa dönecekti, ben sola gidecektim.
    
     O, "Bugün sana gelip perdeleri kapamayı çok isterim. Bugün, hemen şimdi," dedi ve kafasını kaldırıp yuvarlak, masmavi gözleriyle utangaçça yüzüme baktı.
    
     Komik kız. Ama ne diyebilirdim? Daha dün benimleydi ve bir sonraki Seks Günümüz yarından sonraki gündü; benim kadar iyi biliyordu bunu. Dili yine motorda erken çakan, kimi zaman zarara yol açan kıvılcımlar misali, düşüncelerinden önde gidiyordu.
    
     Ayrılırken en ufak bulutla dahi hiç lekelenmemiş güzelim mavi gözlerinden iki, hayır, doğruyu söylemeliyim, üç defa öptüm.

Kayıt 3

Ceket
Duvar
Çizelge
    
     Dün yazdıklarımı gözden geçirdim ve gereğince açık olmadıklarını gördüm. Herhangi birimiz için yeterince açık tabii. Ama kim bilir? Belki sizler, ENTEGRAL getirdiğinde notlarımı okuyacak tanımadığım insanlar, belki sizler büyük uygarlık kitabını yalnızca atalarımızın yaklaşık 900 yıl önce eriştiği sayfaya kadar okumuşsunuzdur. Belki Saatler Çizelgesi, Kişisel Saatler, Analık Ölçütü, Yeşil Duvar, Velinimet gibi en temel konuları bile bilmiyorsunuzdur. Tüm bunlardan bahsetmek bana hem gülünç hem de bayağı zor geliyor. Ne diyelim, mesela sanki romanında "ceket" veya "daire" ya da "eş" derken ne kastettiğini açıklamak zorunda kalmış bir yirminci yüzyıl yazarı gibiyim. Sonuçta böyle bir yazarın romanı vahşilerin dillerine çevrilse, dipnot düşmeden "ceket" yazması mümkün olmazdı. Eminim bir vahşi "ceket"e bakar ve "Ne bu şimdi? Okunup geçilecek bir şey daha!" derdi. Hiçbirimizin, 200Yıl Savaşı'ndan bu  yana Yeşil Duvar'ın ötesine geçmediğini söylediğimde herhalde bana aynı şekilde bakacaksınız.
    
     Ama sevgili okurlarım, biraz düşünmek durumundasınız. Pek faydalıdır. Çünkü biliyorsunuz, bildiğimiz kadarıyla tüm insanlık tarihi göçebe yaşamdan yerleşik yaşama geçişin tarihidir. Öyleyse bu, en yerleşik yaşam biçimi (bizimki) aynı zamanda en kusursuz yaşam biçimidir (bizimki) çıkarımına varılmıyor mu? İnsanlar dünyanın bir ucundan diğerine dolaşıp durdularsa bu, ancak tarih öncesi çağlarda, uluslar ve savaşlar ve ticaret ve şu veya bu Amerika'nın keşifleri varken söz konusuydu. Ama şimdi neden oradan oraya gidilsin? Ne gerek var?
    
     İnsanların bu yerleşik yaşamı derhal ve sorunsuz kabullenmediğini itiraf etmeliyim. 200Yıl Savaşları tüm yolları mahvettiğinde ve hepsi otlarla kaplandığında, işte o ilk zamanlarda birbirlerinden tüm o karmaşık yeşillikle ayrılmış kentlerde yaşamak herhalde feci rahatsız görünmüştür. E, ne olmuş yani? Kuyruğunu yitirdikten sonra insanoğlunun sinekleri kuyruksuz kovalamayı öğrenmesi de biraz zaman almıştır herhalde. O dönemde kuyruğunu özlemiştir, ondan kuşkum yok. Ama şimdi... Bugün kendinizi kuyruklu hayal edebiliyor musunuz? Ya da kendinizi sokakta çıplak, "ceket"inizden yoksun yürürken hayal edebiliyor musunuz? (Belki hâlâ "ceket"le dolaşıyorsunuzdur diye söyledim.) E, burada da aynı: Yeşil Duvar'la çevrelenmemiş bir kent hayal edemiyorum. Çizelge'nin
 sayısal giysisine bürünmemiş bir kent hayal edemiyorum.
    
     Çizelge. Tam şu an, altın zeminindeki mor sayıları odamın duvarından ciddiyetle ve şefkatle, gözlerimin içine bakıyorlar. Eskilerin "ikona" dediği şeyi düşünmeden edemiyorum ve içimden bir şiir veya bir dua yazmak geliyor (ikisi aynı şey zaten). Ey Çizelge, sen, TekDevlet'in kalbi ve nabzı Ey Çizelge! Ah, Ah, neden seni gereğince yüceltecek şiirleri yazabilecek bir şair değilim?
    
     Okul çocuğuyken hepimiz kadim edebiyatın günümüze kalmış en büyük eserini, Tren Tarifesi'ni okumuştuk (belki sizler de okumuşsunuzdur). Ama Çizelge'yle yan yana getirdiğinizde biri kömür, diğeri elmastır. İkisi de aynı elementtendir − C, yani karbon − ama elmas ne ilahi, ne şeffaf ne de parlaktır! Tren Tarifesi' nin sayfalarını karıştırırken kimin nefesi kesilmez? Ama Saatler Çizelgesi... İşte o her birimizi güpegündüz tutup çelikten, altı tekerli efsanevi kahramanlara dönüştürür. Biz, milyonlarca biz, her sabah, altı teker şaşmazlığıyla aynı saatte ve aynı dakikada, yekvücut uyanırız. Milyonlarca biz, aynı saatte çalışmaya başlarız. Daha sonra, milyonlarca biz, yekvücut, dururuz. Ardından milyonlarca ele sahip tek bir beden gibi, Çizelge'nin gösterdiği anda kaşıklarımızı ağızlarımıza götürürüz. Ve hepimiz aynı anda kalkar, dinleme salonuna, oradan Taylor 4 eksersizleri için ana salona ve sonunda uyumaya gideriz.
    
     4 - Frederick Winslow Taylor (18561915): Sanayide verimliği artırmak için araştırmalar yapmış, bilimsel yönetimin babası sayılan, tarihteki ilk işletme danışmanlarından, Amerikalı mühendis Sanayi verimliğine dair koyduğu ilkeler ve fikirleri bugün Taylorizm adıyla anılmaktadır. (ç.n.)
    
     Size tümüyle dürüst davranacağım: Biz bile mutluluk sorununu henüz yüzde yüz kesinlikle çözemedik.
    
     Yüce organizma günde iki defa − 16.00'dan 17.00'a ve 21.00'dan 22.00'a kadar − hücrelerine ayrılır. Bunlar, Çizelge tarafından belirlenmiş Kişisel Saatler'dir. Bu saatlerde kimilerinin odalarına çekilip perdelerini indirdiğini, diğerlerinin caddede, borazanların çaldığı Marş eşliğinde uygun adım yürüdüğünü görürsünüz. Bu arada tıpkı şimdi yaptığım gibi, bazıları masalarının başında kalır. İster idealist, ister hayalperest desinler, şahsen eninde sonunda bir gün bu saatler için bile genel formülde konacak bir yer bulacağımıza yürekten inanıyorum. Bir gün gelecek ve günün 86.400 saniyesinin hepsi Saatler Çizelgesi'nde yerini alacak.
    
     İnsanların özgür, yani örgütlenmemiş vahşilik içinde yaşadığı dönemlere dair bir sürü inanılmaz şey okudum ve dinledim. Ama onca şey arasında bana inanılması en zor geleni, henüz embriyo aşamasında bulunsa bile o dönemlerin hükmi gücünün insanların bizim Çizelge'ye azıcık benzeyen bir şeyden, zorunlu yürüyüşlerden, kesinkes belirlenmiş yemek saatlerinden yoksun, canları ne zaman çekerse o zaman yatıp kalkarak yaşamalarına izin vermesidir. O zamanlarda sokaklarda ışıkların gece boyu yandığını, insanların geceleri dışarı çıkıp dolaştığını iddia eden tarihçiler bile var.
    
     İşte bunu hiç aklım almıyor. Akılları ne denli kıt olursa olsun, böyle yaşamanın, günden güne ve yavaşça işlenmesi hariç, tümüyle cinayet anlamına geldiğini kavramaları gerekirdi. Hükümet (veya insanlık) idam cezasına izin vermiyor ama milyonlarca kişinin her gün yavaş yavaş öldürülmesine göz yumuyor. Bir insanı öldürmek − yani yaşamından 50 yıl almak − suç ama tüm insanların yaşamlarından 50.000.000 yılı çekip almak suç değil! Hayır, cidden, komik değil mi bu? Bugün 10 yaşındaki bir Sayı'nın yarım dakikada çözeceği bu ahlaki denklem sorununu çözememişler. Onca Kant'tan hiçbiri çözememiş (çünkü o kadar Kant'tan biri bile tutup bir bilimsel ahlak kuralları sistemi, yani toplama, çıkarma, çarpma ve bölmeye dayalı bir sistem bile akıl edememiş).
    
     Peki, hükümetin (hayır, bir de kalkıp kendine hükümet deme cüreti göstermiş) cinsel yaşamı en ufak kontrol dahi uygulamadan özgür bırakmasına ne demeli? Kimle, ne zaman, ne kadar istersen... Tümüyle bilim dışı. Hayvanlar gibi. Ve hayvanlar gibi körlemesine çocuk yapmışlar. Bahçıvanlığı, kümes hayvancılığını, balık çiftçiliğini bilip (bunları bildiklerine dair kesin kayıtlarımız var) bu mantıklı merdivenin son basamağına, çocuk üretimine ulaşamamaları, bizim "Analık ve Babalık Ölçütlerimiz" benzeri bir şeyi çıkaramamaları gülünç değil mi yani?

     Tüm bunlar o kadar akıl dışı, o kadar gülünç ki sizler, tanımadığım okurlarım, herhalde adi şakalar yaptığımı düşüneceksiniz. Birden sizlerle alay ettiğim ve ciddiyet kılığına bürünüp saçmaladığım duygusuna kapılabilirsiniz.

    
Ama öncelikle belirteyim: şaka yapmayı hiç beceremem çünkü her şakanın ön tanımlanmış değeri yalandır ve ikincisi, Tek Devlet Bilimi kadim yaşamın aynen betimlediğim gibi olduğunu açıklamıştır ve Tek Devlet Bilimi yanılamaz. Hem ayrıca insanların özgürlük adıyla bilinen, yani hayvanlar, maymunlar, sığırlar gibi yaşadığı bir ortamda herhangi bir hükümetsel mantık nereden çıkabilirdi? Ta diplerin, kıllı derinliklerin, vahşi, maymunsu çığlığı çok nadiren bugün bile duyula bilirken o zamanın insanlarından ne beklenebilirdi zaten?

     Neyse ki çok nadiren. Böyleleri neyse ki birkaç ufak ayrıntıdan öteye gitmiyor, Makine'nin büyük ebedi sürecini aksatmadan kolayca tamir edilebiliyor. Ve eğilmiş bir cıvatayı söküp atmak için Velinimet'in ağır, becerikli eline, Koruyucuların deneyimli gözlerine sahibiz.

     Ki şimdi dün gördüğüm, S gibi eğrilmiş, çifte kambur erkek Sayı aklıma geldi. Galiba onu bir defasında Koruyucular Bürosu'ndan çıkarken görmüştüm. Neden içimde saygı uyandırdığını ve şu tuhaf I − 330 onun yanındayken neden tedirginlik duyduğumu şimdi... İtiraf etmeliyim ki şu I − 330...

     Uyku çanı. Saat 22.30. Yarın görüşürüz.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder