Yevgeni Zamyatin
Biz
Kayıt 1
Duyuru
Çizgilerin En Bilgesi
Epik Bir Şiir
Devlet Gazetesi'nde bugün yayınlanan
duyuruyu kelimesi kelimesine buraya aktarmakla yetiniyorum:
ENTEGRAL'in 1 yapımı bugünden itibaren 120
gün içinde tamamlanacaktır. İlk ENTEGRAL'in uzaya yükseleceği büyük, tarihi an
çok yakındır. Bin yıl önce kahraman atalarımız Dünyayı fethederek TekDevlet'in
egemenliği altına soktu. Sizleriyse daha da şanlı bir görev bekliyor: Ateş
soluyan, elektrikli, camdan ENTEGRAL eliyle evrenin sonsuz denklemini
bütünleştirmek. Diğer gezegenlerin, muhtemelen hala özgürlük adıyla bilinen
ilkel aşamada yaşayan meçhul sakinlerini aklın faydalı boyunduruğuna almak
sizlere düşüyor. Kendilerine matematiksel yanılmazlıktaki mutluluğu sunduğumuzu
kavrayamamaları durumunda mutlu olmaları için zorlamaya mecbur kalacağız. Ama
silaha başvurmadan önce sözcükleri denemeliyiz.
1- Entegral: (Fr.) Bütüne ait olan veya
bütünleyici. Dilimizde '"Tümlev" olarak geçmekle birlikte daha yaygın
kullanılmasından dolayı metindeki matematik hissini koruyacağı düşünülerek
Entegral yeğlenmiştir.(ç.n.)
İşbu vesileyle Velinimet adına,
TekDevlet'in tüm Sayılarına duyurulur:
Yapabileceğine inanan herkesten,
TekDevlet'in güzelliği ve yüceliğini vurgulayan tezler, epik şiirler,
manifestolar, methiyeler ve diğer eserler hazırlamaları talep edilmektedir.
ENTEGRAL'in götüreceği ilk yük, budur.
Yaşasın Tek Devlet! Yaşasın Sayılar!
Yaşasın Velinimet!
Bunları yazarken yanaklarımın kızardığını
hissediyorum. Evrenin muazzam denklemini tümüyle bütünleştirmek: Evet! Yabanıl
eğriyi doğrultmak, teğet sellikle, sonuşmazlıkla 2 düzeltmek, şaşmaz düzlükte
bir çizgiye düzlemek: Evet! Çünkü TekDevlet'in çizgisi dosdoğrudur, dümdüzdür.
Büyük, ilahi, kati, bilge düz çizgi. Çizgilerin en bilgesi.
2- Sonuşmazlık (mat.): Bir doğrunun eğriye
giderek yaklaşması ama asla kesmemesi. (ç.n.)
Ben, ENTEGRAL'in Yapıcısı D-503, Tek Devlet
matematikçilerinden sadece biriyim. Sayılara alışık kalemimin gücü, benzer
seslerin ve uyakların müziğini yaratmaya yetmez. Gördüğümü, düşündüğümü, daha
doğrusu bizim düşündüklerimizi (aynen öyle: biz diyorum ve bu BİZ, bu
kayıtların başlığı olsun) yazmaktan ötesine kalkışmayacağım. Ama bu kayıt
elbette yaşamımızın, TekDevlet'in matematiksel kusursuz yaşamının bir türevi
olacaktır ve eğer durum buysa, ben ne dilersem dileyeyim sonunda ortaya zaten
bir epik çıkmayacak mı? Çıkacak; inanıyorum ve biliyorum.
Kayıt 2
Bale
Katı Uyum
X
Bahar. Rüzgâr, Yeşil Duvar'ın ötesinden,
gözden ırak yaban ovalardan bir çiçeğin ballı sarı polenlerini getiriyor. Bu
tatlı polen dudakları kurutuyor − dudaklarınızı yalayıp duruyorsunuz − ve
karşılaştığınız her kadının (ve tabii, her erkeğin de) dudakları böyle tatlı
olsa gerek. Bu durum, mantıksal düşünceyi biraz karıştırıyor.
Ve bir de, ne gökyüzü ama! Masmavi, bir
tek bulutla bile lekelenmemiş (şairleri bu saçma, düzensiz, aptalca
birbirlerine toslayıp duran buhar kümelerinden esinlendiklerine göre eskilerin
zevkleri feci ilkeldi herhalde). Ben sadece bugünkü gibi arınık ve masum
gökleri severim ki burada biz severiz desem, eminim yanılmam. Böyle günlerde
tüm dünya tıpkı Yeşil Duvar gibi, tıpkı tüm yapılarımız gibi sabit ve ebedi
camdan yapılmış görünür. Böyle günlerde nesnelerin koyu mavi derinliklerini, o
ana dek kuşkulanılmamış, afallatıcı denklemlerini görebilirsiniz. En sıradan,
en gündelik nesnelerde bile.
Mesela burası. Daha bu sabah ENTEGRAL'in
yapıldığı hangardaydım ve birden gözüm donanıma takıldı: akım düzenleyici
küreler, gözleri kapalı, kayıtsızca dönüyor, dirsekli manivelalar parıldıyor,
sağa ve sola eğiliyor, kirişlerin omuzları gururlu kabarıyor, freze tezgâhının
matkap ucu duyulmaz bir müziğin ritmine uymuş, tüm dinçliğiyle işini görüyordu.
Birden sevgili mavi gözlü güneşin ışıklarına boğulmuş bu debdebeli mekanik
balenin bütün güzelliğini gördüm.
Ama neden − düşüncelerim devam etti −
neden güzeldi? Dans neden güzeldi? Yanıt: çünkü dans, özgürlüksüz bir
harekettir. Çünkü dansın temel anlamı tümüyle estetik bağımlılığında, ideal
özgürlüksüzlüğünde yatar. Ve eğer atalarımızın yaşamlarının en esinli anlarında
(dinsel, askeri) kendilerini dansa verdikleri doğruysa bu, ancak tek anlama
gelebilir: özgürlüksüzlük içgüdüsünün en eski zamanlardan beri insanoğlunun
içinde bulunduğu ve bizim, bugünkü yaşamımızda sadece bilerek...
Ara vermem gerek: İç iletişim ekranı
sinyal verdi. Elbette O − 90. Yarım dakika sonra burada: yürüyüşümüz için beni
almaya geliyor.
Sevgili O! Hep adı gibi göründüğünü
düşünmüşümdür: Analık Ölçütü'nden on santim kadar kısa, haliyle her yanıyla
yuvarlanmış gibidir ve ağzının pembe O'su, söyleyeceğim her sözü kutlamaya
hazırdır. Ve bir de bileğindeki, çocuklara has, tombik boğum...
Geldiğinde mantıksal volanım içimde hâlâ
vınlıyordu ve eylemsizlik beni. az evvel çıkardığım formül üzerinde − biz,
makineler ve dansı içeren formül − konuşmaya itti.
"Harika, değil mi?" diye sordum.
"Evet, harika." Neşeyle
gülümsedi O−90. "Bahar." İşte. Buyurun bakalım. Bahar. Baharmış.
Kadınlar.
Sustum.
Aşağıya indik. Cadde tıklım tıklımdı.
Böyle havalarda, öğle yemeğinden sonraki Kişisel Saat'te genellikle fazladan
yürüyüşler yaparız. Müzik fabrikasının borazanları, her zamanki gibi Tek Devlet
Marşı'nı çalıyordu. Sayılar, göğüslerindeki altın rozetlerde devlet
numaralarını taşıyan gök mavisi üniteri 3 içinde yüzlerce, binlerce Sayı,
dörtlü sıra düzeninde, marşa uygun adım yürüyordu. Ve ben, daha doğrusu biz,
dördümüz, bu muazzam seldeki sayısız dalgadan biriydik. O-90 (bunları, bin yıl
ötedeki saçı sakalına karışmış kıllı atalarımdan biri yazsaydı herhalde O-90'ın
yanına şu komik iyelik ekini, benim sözcüğünü karşılayan eki koyardı)
solumdaydı; sağımdaysa tanımadığım iki Sayı vardı: bir kadın ve bir erkek.
3 - Muhtemelen eskilerin
"üniforma" kelimesinden geliyor.
Kutsanmışçasına mavi gökyüzü, her rozette
bir minik güneş, düşünce gibi çılgınca şeylerle ışığı kaçmamış yüzler,
parıltılar... Her şey düzenli, bir örnek, ışıltılı, gülümseyen maddeden... Ve
bakır çalgıların ritmi: Tratata. Tratata. Güneşte parıldayan bakır adımlar. Ve
her adımla yükseğe, daha yükseğe, baş döndürücü maviye çıkmak...
Derken, tıpkı bu sabah hangardaki gibi,
yine sanki yaşamımda ilk defa, her şeyi gördüm: değiştirilemez dosdoğrulukta
sokaklar, kaldırımların parıldayan camları, saydam küp-konutların ilahi
yüzeyleri, gri-mavi sıralarımızın katı uyumu. Eski Tanrı'yı ve eski yaşamı
fethettiğimi − nesiller dolusu insan değil, ben − tüm bunları bizzat
yarattığımı hissettim: bir kule gibiydim, duvarları, kubbeleri, makineleri
paramparça ederim korkusuyla kolumu kıpırdatmaya çekiniyordum...
Sonra bir an, +'dan − 'ye asırlardan bir
sıçrama geldi. Birden müzedeki resimlerden birini hatırladım (karşıtlıkla
çağrışım herhalde): o zamanlardan, yirmi asır sonrasından kalma, afallatıcı
ölçüde cafcaflı, insanlarla, arabalarla, hayvanlarla, afişlerle, ağaçlarla,
renklerle, kuşlarla dolu bir cadde... Ve sahiden böyleydi demişlerdi. Böyle
olabilirmiş. O denli aptalca gelmişti ki kendimi tutamayıp kahkahayı basmıştım.
Birden sağdan bir yankılanma, bir kahkaha
geldi. Döndüm. Karşımda beyaz, sıra dışı ölçüde beyaz ve keskin dişler ve
tanımadığım bir kadın yüzü vardı.
"Özür dilerim," dedi. "Ama
etrafınıza, her şeye, sanki yaratılışın yedinci günündeki mitolojik bir
tanrıymışsınız gibi öylesine huşuyla bakıyordunuz ki... Herhalde beni de
kendinizin, sadece kendinizin yarattığına inanıyordunuz. Pek onur duydum."
Tüm bunları söylerken hiç gülmedi. Hatta
biraz saygılıydı bile diyebilirim (belki ENTEGRAL'i yaptığımı biliyordu). Ama
bilmiyorum, gözlerinde veya kaşlarında tuhaf, çıkaramadığım, sayılarla ifade
edemediğim rahatsız edici bir X vardı.
Her nasılsa bu durum beni utandırdı ve
biraz şaşırttı: neden güldüğüme dair mantıklı açıklamalar uydurmaya başladım. O
zamanlarla bugün arasındaki bu zıtlık, bu aşılmaz uçurum gayet açık...
"Aşılamaz mı? Neden?" (Ne beyaz
dişler!) "Uçurumdan karşıya köprü yapılabilir. Bir düşünün: trampetler,
taburlar, sıralar; hepsi onlarda da vardı. Yani sonuçta..."
"E, evet, doğru!" diye bağırdım.
(Zihinsel kesişmenin muazzam bir örneğiydi bu: yürüyüşe çıkmadan önce yazdığım
kelimelerin neredeyse aynılarıyla konuşuyordu.) "Görüyor musunuz?
Düşünceler bile. Çünkü hiç kimse tek değil, herkes bir. Hepimiz
aynıyız..."
"Emin
misiniz?"
Kaldırdığında kaşlarının şakaklarıyla
çizdiği keskin açıyı gördüm: Bir X'in sivri uçları gibiydi ve her nasılsa, bir
daha kafam karıştı. Sağa baktım, sola baktım... Ve... Sağımdaydı. İnce yapılı,
zeki, sıkı ve bir kırbaç kadar enerjik: I − 330 (numarasını görmüştüm artık).
Bileğindeki çocuksu boğumuyla ondan tümüyle farklı, toparlak O, solumdaydı. Ve
dörtlümüzün ucunda tanımadığım bir erkek Sayı. S harfi gibi duruyordu. Hepimiz
farklı...
Sağımdaki, I −330, şaşkın bakışlarımı fark
etmişti anlaşılan.
"Evet," dedi iç çekerek.
"Ne fena."
"Ne fena" tam yerindeydi, ona
kuşku yok. Ama gene yüzünde veya sesinde bir şey vardı...
Bana fazlasıyla ters bir sertlikle,
"Hiçbir şey için ne fena denemez," dedim. "Bilim ilerliyor ve
hemen bugün değilse bile elli veya yüz yıl içinde..."
"Burunlar bile..."
"Evet, burunlar bile!" Resmen
bağırıyordum. "Bir zamanlar... Gıptanın nedenleri önemli değil. Bir
zamanlar burnum hokkaydı ve başkasınınki..."
"Eh, mesele buysa, sizin burnunuz,
eskilerin deyişiyle fazlasıyla klasik. Ama elleriniz... A, haydi ama ellerinizi
gösterin bakayım!"
Ellerime bakılmasına dayanamam.
Kıllıdırlar, kabadırlar. Aptalca bir soya çekim. Uzattım ve becerebildiğimce
sesimi titretmeden, "Maymun elleri," dedim.
Önce ellerime, ardından yüzüme baktı.
"Evet, olağanüstü ilginç bir uyum
söz konusu." Sanki gözleriyle beni bir teraziye yerleştirmiş gibi tarttı ve
kaşları bir kez daha boynuzlar gibi göründü.
O − 90, neşeyle gülümseyerek, "O,
bana kayıtlı," dedi. Hiçbir şey demese daha iyiydi elbette; tümüyle
yersizdi söylediği. Sevgili O... dili, nasıl demeli, doğru hıza ayarlanmamıştı.
Dilin sbd'si (saniye başına devinim) daima düşüncenin sbd'sinden azıcık yavaş
kalmalı ve aksi durum asla olmamalıdır.
Caddenin sonundaki akımtoplar kulesinin
saati 17.00'ı vuruyordu. Kişisel Saat bitmişti. I − 300, S şekilli erkek
Sayı'yla uzaklaşıyordu. Adamın yüzü saygı uyandıran cinstendi ve şimdi tanıdık
geldiğini fark ediyordum. Bir yerlerde rastlamıştım, şu an için
hatırlayamıyordum.
I − 330 ayrılırken aynı X görüntüsüyle
gülümsedi ve "Yarından sonraki gün dinleme salonu 112'da beni izlemeye
gelin," dedi.
Omuz silkerek, "Emir alırsam,"
dedim. "Bahsettiğiniz dinleme salonu..."
Neden kendinden bu derece emindi,
anlayamıyordum ya, "Alacaksınız," dedi.
Gözümde denkleme kazara süzülüvermiş ve
çarpanlarına ayrılamayan irrasyonel bir terim kadar huzur bozucuydu bu kadın.
Uzun süreliğine değilse bile, o an için sevgili O'mla yalnız kaldığıma
memnundum.
Dört şeritli caddenin karşısına el ele
geçtik. Köşede sağa dönecekti, ben sola gidecektim.
O, "Bugün sana gelip perdeleri
kapamayı çok isterim. Bugün, hemen şimdi," dedi ve kafasını kaldırıp
yuvarlak, masmavi gözleriyle utangaçça yüzüme baktı.
Komik kız. Ama ne diyebilirdim? Daha dün
benimleydi ve bir sonraki Seks Günümüz yarından sonraki gündü; benim kadar iyi
biliyordu bunu. Dili yine motorda erken çakan, kimi zaman zarara yol açan
kıvılcımlar misali, düşüncelerinden önde gidiyordu.
Ayrılırken en ufak bulutla dahi hiç
lekelenmemiş güzelim mavi gözlerinden iki, hayır, doğruyu söylemeliyim, üç defa
öptüm.
Kayıt 3
Ceket
Duvar
Çizelge
Dün yazdıklarımı gözden geçirdim ve
gereğince açık olmadıklarını gördüm. Herhangi birimiz için yeterince açık
tabii. Ama kim bilir? Belki sizler, ENTEGRAL getirdiğinde notlarımı okuyacak
tanımadığım insanlar, belki sizler büyük uygarlık kitabını yalnızca
atalarımızın yaklaşık 900 yıl önce eriştiği sayfaya kadar okumuşsunuzdur. Belki
Saatler Çizelgesi, Kişisel Saatler, Analık Ölçütü, Yeşil Duvar, Velinimet gibi
en temel konuları bile bilmiyorsunuzdur. Tüm bunlardan bahsetmek bana hem
gülünç hem de bayağı zor geliyor. Ne diyelim, mesela sanki romanında
"ceket" veya "daire" ya da "eş" derken ne
kastettiğini açıklamak zorunda kalmış bir yirminci yüzyıl yazarı gibiyim.
Sonuçta böyle bir yazarın romanı vahşilerin dillerine çevrilse, dipnot düşmeden
"ceket" yazması mümkün olmazdı. Eminim bir vahşi "ceket"e
bakar ve "Ne bu şimdi? Okunup geçilecek bir şey daha!" derdi.
Hiçbirimizin, 200Yıl Savaşı'ndan bu yana
Yeşil Duvar'ın ötesine geçmediğini söylediğimde herhalde bana aynı şekilde
bakacaksınız.
Ama sevgili okurlarım, biraz düşünmek
durumundasınız. Pek faydalıdır. Çünkü biliyorsunuz, bildiğimiz kadarıyla tüm
insanlık tarihi göçebe yaşamdan yerleşik yaşama geçişin tarihidir. Öyleyse bu,
en yerleşik yaşam biçimi (bizimki) aynı zamanda en kusursuz yaşam biçimidir
(bizimki) çıkarımına varılmıyor mu? İnsanlar dünyanın bir ucundan diğerine
dolaşıp durdularsa bu, ancak tarih öncesi çağlarda, uluslar ve savaşlar ve
ticaret ve şu veya bu Amerika'nın keşifleri varken söz konusuydu. Ama şimdi
neden oradan oraya gidilsin? Ne gerek var?
İnsanların bu yerleşik yaşamı derhal ve
sorunsuz kabullenmediğini itiraf etmeliyim. 200Yıl Savaşları tüm yolları
mahvettiğinde ve hepsi otlarla kaplandığında, işte o ilk zamanlarda
birbirlerinden tüm o karmaşık yeşillikle ayrılmış kentlerde yaşamak herhalde
feci rahatsız görünmüştür. E, ne olmuş yani? Kuyruğunu yitirdikten sonra
insanoğlunun sinekleri kuyruksuz kovalamayı öğrenmesi de biraz zaman almıştır
herhalde. O dönemde kuyruğunu özlemiştir, ondan kuşkum yok. Ama şimdi... Bugün
kendinizi kuyruklu hayal edebiliyor musunuz? Ya da kendinizi sokakta çıplak,
"ceket"inizden yoksun yürürken hayal edebiliyor musunuz? (Belki hâlâ
"ceket"le dolaşıyorsunuzdur diye söyledim.) E, burada da aynı: Yeşil
Duvar'la çevrelenmemiş bir kent hayal edemiyorum. Çizelge'nin
sayısal giysisine bürünmemiş bir kent hayal
edemiyorum.
Çizelge. Tam şu an, altın zeminindeki mor
sayıları odamın duvarından ciddiyetle ve şefkatle, gözlerimin içine bakıyorlar.
Eskilerin "ikona" dediği şeyi düşünmeden edemiyorum ve içimden bir
şiir veya bir dua yazmak geliyor (ikisi aynı şey zaten). Ey Çizelge, sen,
TekDevlet'in kalbi ve nabzı Ey Çizelge! Ah, Ah, neden seni gereğince yüceltecek
şiirleri yazabilecek bir şair değilim?
Okul çocuğuyken hepimiz kadim edebiyatın
günümüze kalmış en büyük eserini, Tren Tarifesi'ni okumuştuk (belki sizler de
okumuşsunuzdur). Ama Çizelge'yle yan yana getirdiğinizde biri kömür, diğeri
elmastır. İkisi de aynı elementtendir − C, yani karbon − ama elmas ne ilahi, ne
şeffaf ne de parlaktır! Tren Tarifesi' nin sayfalarını karıştırırken kimin
nefesi kesilmez? Ama Saatler Çizelgesi... İşte o her birimizi güpegündüz tutup
çelikten, altı tekerli efsanevi kahramanlara dönüştürür. Biz, milyonlarca biz,
her sabah, altı teker şaşmazlığıyla aynı saatte ve aynı dakikada, yekvücut
uyanırız. Milyonlarca biz, aynı saatte çalışmaya başlarız. Daha sonra,
milyonlarca biz, yekvücut, dururuz. Ardından milyonlarca ele sahip tek bir
beden gibi, Çizelge'nin gösterdiği anda kaşıklarımızı ağızlarımıza götürürüz.
Ve hepimiz aynı anda kalkar, dinleme salonuna, oradan Taylor 4 eksersizleri
için ana salona ve sonunda uyumaya gideriz.
4 - Frederick Winslow Taylor (18561915):
Sanayide verimliği artırmak için araştırmalar yapmış, bilimsel yönetimin babası
sayılan, tarihteki ilk işletme danışmanlarından, Amerikalı mühendis Sanayi
verimliğine dair koyduğu ilkeler ve fikirleri bugün Taylorizm adıyla
anılmaktadır. (ç.n.)
Size tümüyle dürüst davranacağım: Biz bile
mutluluk sorununu henüz yüzde yüz kesinlikle çözemedik.
Yüce organizma günde iki defa − 16.00'dan
17.00'a ve 21.00'dan 22.00'a kadar − hücrelerine ayrılır. Bunlar, Çizelge
tarafından belirlenmiş Kişisel Saatler'dir. Bu saatlerde kimilerinin odalarına
çekilip perdelerini indirdiğini, diğerlerinin caddede, borazanların çaldığı
Marş eşliğinde uygun adım yürüdüğünü görürsünüz. Bu arada tıpkı şimdi yaptığım
gibi, bazıları masalarının başında kalır. İster idealist, ister hayalperest
desinler, şahsen eninde sonunda bir gün bu saatler için bile genel formülde
konacak bir yer bulacağımıza yürekten inanıyorum. Bir gün gelecek ve günün
86.400 saniyesinin hepsi Saatler Çizelgesi'nde yerini alacak.
İnsanların özgür, yani örgütlenmemiş
vahşilik içinde yaşadığı dönemlere dair bir sürü inanılmaz şey okudum ve
dinledim. Ama onca şey arasında bana inanılması en zor geleni, henüz embriyo
aşamasında bulunsa bile o dönemlerin hükmi gücünün insanların bizim Çizelge'ye
azıcık benzeyen bir şeyden, zorunlu yürüyüşlerden, kesinkes belirlenmiş yemek
saatlerinden yoksun, canları ne zaman çekerse o zaman yatıp kalkarak
yaşamalarına izin vermesidir. O zamanlarda sokaklarda ışıkların gece boyu
yandığını, insanların geceleri dışarı çıkıp dolaştığını iddia eden tarihçiler
bile var.
İşte bunu hiç aklım almıyor. Akılları ne
denli kıt olursa olsun, böyle yaşamanın, günden güne ve yavaşça işlenmesi
hariç, tümüyle cinayet anlamına geldiğini kavramaları gerekirdi. Hükümet (veya
insanlık) idam cezasına izin vermiyor ama milyonlarca kişinin her gün yavaş
yavaş öldürülmesine göz yumuyor. Bir insanı öldürmek − yani yaşamından 50 yıl
almak − suç ama tüm insanların yaşamlarından 50.000.000 yılı çekip almak suç
değil! Hayır, cidden, komik değil mi bu? Bugün 10 yaşındaki bir Sayı'nın yarım
dakikada çözeceği bu ahlaki denklem sorununu çözememişler. Onca Kant'tan
hiçbiri çözememiş (çünkü o kadar Kant'tan biri bile tutup bir bilimsel ahlak
kuralları sistemi, yani toplama, çıkarma, çarpma ve bölmeye dayalı bir sistem
bile akıl edememiş).
Peki, hükümetin (hayır, bir de kalkıp
kendine hükümet deme cüreti göstermiş) cinsel yaşamı en ufak kontrol dahi
uygulamadan özgür bırakmasına ne demeli? Kimle, ne zaman, ne kadar istersen...
Tümüyle bilim dışı. Hayvanlar gibi. Ve hayvanlar gibi körlemesine çocuk
yapmışlar. Bahçıvanlığı, kümes hayvancılığını, balık çiftçiliğini bilip
(bunları bildiklerine dair kesin kayıtlarımız var) bu mantıklı merdivenin son
basamağına, çocuk üretimine ulaşamamaları, bizim "Analık ve Babalık
Ölçütlerimiz" benzeri bir şeyi çıkaramamaları gülünç değil mi yani?
Tüm bunlar o kadar akıl dışı, o kadar
gülünç ki sizler, tanımadığım okurlarım, herhalde adi şakalar yaptığımı
düşüneceksiniz. Birden sizlerle alay ettiğim ve ciddiyet kılığına bürünüp
saçmaladığım duygusuna kapılabilirsiniz.
Ama
öncelikle belirteyim: şaka yapmayı hiç beceremem çünkü her şakanın
ön tanımlanmış değeri yalandır ve ikincisi, Tek Devlet Bilimi kadim yaşamın aynen
betimlediğim gibi olduğunu açıklamıştır ve Tek Devlet Bilimi yanılamaz. Hem
ayrıca insanların özgürlük adıyla bilinen, yani hayvanlar, maymunlar, sığırlar
gibi yaşadığı bir ortamda herhangi bir hükümetsel mantık nereden çıkabilirdi?
Ta diplerin, kıllı derinliklerin, vahşi, maymunsu çığlığı çok nadiren bugün
bile duyula bilirken o zamanın insanlarından ne beklenebilirdi zaten?
Neyse ki çok nadiren. Böyleleri neyse ki
birkaç ufak ayrıntıdan öteye gitmiyor, Makine'nin büyük ebedi sürecini
aksatmadan kolayca tamir edilebiliyor. Ve eğilmiş bir cıvatayı söküp atmak için
Velinimet'in ağır, becerikli eline, Koruyucuların deneyimli gözlerine sahibiz.
Ki şimdi dün gördüğüm, S gibi eğrilmiş,
çifte kambur erkek Sayı aklıma geldi. Galiba onu bir defasında Koruyucular
Bürosu'ndan çıkarken görmüştüm. Neden içimde saygı uyandırdığını ve şu tuhaf I
− 330 onun yanındayken neden tedirginlik duyduğumu şimdi... İtiraf etmeliyim ki
şu I − 330...
Uyku çanı. Saat 22.30. Yarın görüşürüz.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder