Bir kez daha kucakla beni
kara-büyüsüyle bağlandığım gece;
mağma ve kemik tayfunları,
yağmur sularında sürüklenen bir mektubun
sar’alı yazısı gibi silikleşen ün;
ölümün tunçtan dökülme flütü
akkora kesmiş yüreğimi titrewtmiyor;
Gece,
uçurumlarında belleğin
kılık değiştiren hayalet,
insan bir tansık
diye yinele;
çünkü sözcüklerin külünden doğdu
yaralı oğlun.
Oğlunum,
soy kütüğünden intihar ve cinnet
kıya ve zindan
sızdıran Kent;
siyah sahtiyan!
Gölgemle kaplanırdı bir zamanlar,
rahmin olan sokaklarında;
çırakların gündüz düşleriyle uyuya kalmış
mürettiphanelerinde,
alanları dolduran göstericilerinin
o iskeletler operası şarkıcılarının
alevden hançeresinde,
yitik tundraların rüzgârlarıyla
inliyorum;
üzerimde haksız bir küşüm
ve suçlamalar,
taşta dövülen mürekkep balığının
etinde boğulan çığlığıyla
inliyorum.
Kent! Siyah sahtiyan!
Sen ki sevişiyormuş gibi
titredin bir vakitler şiirlerimle,
duy beni.
Dün müydü bugün müydü bilmiyorum,
yağıyor kar
uzaktan duyulan
kederli bir ninni gibi;
Keder,
mayam benim;
çoğunluğun okuyamadığı
okuyanınsa horladığı simyam,
keder
yakut parıltılı gömüm!
Gizemli Güldürü‘nün
yasaklandığı günden
Makbet’ler gününden beri
çocukluğumda göğsüme bastırdığım
sıcak bir somun gibi
ısıyıtorsun beni.
Çalıyor saat!
Başlangıç sondur
son da başlangıç;
“ayağa kalkılan
saattir bu,
konuşulan saat
yüzyıllarla,
tarihle,
evrenle.”
İçinden geçiyorum tarrakalarla
tüm zamanlarımın:
Baumann’ı anma gösterisinden dönüyorum
asit gibi gözlerimi yakıyor
cinayetin öfkesi;
Petersburg Luna Parkı’ndayım aynı sıra
Trajedi kırıyor sarkık çenelerini
etobur kara-kamu’nun;
Jübile’mde miyim yoksa
göğsümde buzuldan bir çiçek;
ve içimde
o hiç dinmeyen kar sesi:
“şairimiz” diye haykırıyor
işçiler
“haksızsın” diye bağırıyor
aparatçik;
burcum, gizemli Yengeç
esirge ve büyüt
devrimden başka bir şey olmayan
şiirimi.
Nasıl da akıp gitti günler
yaratılan bir dünyanın çoşkusunda,
kutusundan taunlar yayan imgelem
yabanıl afişler
yürüyüş kolları
elektrik
Mancınık ateşleriyle yanıyorsun hâlâ
Ekim gecesi.
Lili,
Denizin üstünde bir gül,
uzaklaşıyor yüzün
bayraklar
flamalar,
kasketler arasında;
yaşamım gibi.
Bir cehennem özdeyişi
fısıldıyor Çehov: “Nasıl
yalnız yatacaksam mezarımda
öyle yalnız yaşıyorum”.
Blok da
“kaos doğuştan içimde”
diye yazıyor
gecenin mürekkebiyle.
Öz kardeşlerim. Suç ortaklarım.
Sözcükler de ikizler gibi,
kanıyor
ya da düş görüyor
ötekisiyle.
Biliyor ve canımı basıyorum altına:
Meleğin sözü
Deccal’ın da.
“Dize getiremeyecek beni utanç”
Gördüm ve yitirdim
kent kadar doğurgan ve ölümcül
o yüzü
bayraklar,
flamalar,
kasketler arasında;
1916’da bilicisiydim sonumun
ve şunları kazıdım
şerareler çıkaran parmaklarımla
her kapıya:
“Mayakovski sokağı derler
bin yıldan beri
bu sokağa
Canına kıydığı yer burası işte
sevgilisinin
kapısında.”
Ödeşmiyorum seninle
sevgili yaşam,
uzlaşmıyorum da
Yatırın beni
samanyolumdan tabutuma.
Ahmet OKTAY
çok güzel bir blog. üstelik teker teker elle girilmiş içerikler, büyük bir emek. tebrik ederim hazırlayanları.
YanıtlaSil