Öne Çıkan Yayın

Nazım Hikmet / CEVAP

  CEVAP  O duvar o duvarınız,                 vız gelir bize vız! Bizim kuvvetimizdeki hız, ne bir din adamının dumanlı vaadinden, ne de bir...

18 Mart 2018 Pazar

ÖLÜMSÜZLÜK ARDINDA GILGAMIŞ~ Melih Cevdet Anday

ÖLÜMSÜZLÜK ARDINDA GILGAMIŞ


GÜNEŞE YAKARI
Erken saatlerin bahçede gezinen güneşi Susmuş ruhun gömüsü, tek kavuştağı ağıtın, Ağaçsız deniz üstündeki yol gösterici, sen, Yön belirten ışık, geleceği söyleyen çanak, Anlat bana Gılgamış’ın başından geçenleri.
O ki, uykusuz bal dolu akik bir sağrak, Lâcivert taşından bir kap, evcil yağ dolu, Saçı sunmuştu sana, ilk ağlayışında,
O ki, üçte bir insan, üçte iki tanrı, Renkli sedire uzandı artık, yatacak.
Yüce kıral Gılgamış, Uruk’un baş duvarcısı, Bilge tanrıça Ninsun’un oğlu, hangi esinle Aradı ölümsüzlüğü ağzında ırmakların, Sen, dağı ovaya yıkan, geçmişteki gelecek, Anlat bana onun ikinci kez ağlayışını.
Yiğitler de, erenler de Ay’a benzerler, Gittikçe büyür, ışır, solup gider sonra, Sürülerle yıldız geçer omuz başından, Her şeyi bilendi o, gizleri görürdü,
Yüreğin sesi tohumsuz yağmura döner.
Ekip biçme, sıcak soğuk bitmez durdukça dünya, Gece, başını kanadının altına koydu mu, Susar otların altındaki gizemli çıtırtı, Sağanağa tutulan güçlü dağ arpası titrer, Ölümlü Gılgamış’ın dönüşünü anlat bana.
Ve tufan sonrası neden başladı tüm canlılar,
Acı veren yasalar yeniden, onurlu direnç,
Neden başladı insanın taşıl kemikten sabrı,
Kire bulanmış eski ruhlar verildi yeniden,
Oysa kül olan erdemin ödülü kalmalıydı.

UYGAR İLE YABANIL
Bir kral gökteki yıldız kadar güçlü olursa, Ne sulanmış bahçe görür kent, ne de tezgâh Sert ketenlerde kuş sürüleri havalandırır Kuzeydeki sedir ormanına, uyanan
Kırlangıç mevsimin en güzel rüzgârını uçmaz.
Ve evlere kapanmış korku yakarırdı:
Tanrım, kral dediğin halkın çobanı olmalı.
Homurdanan aslan ufaldıkça ufalır,
Şöyle tuttu mu kuyruğundan çöl faresi dersin, Silkeler ölümünü, yeleli baş tuz buz,
Kente dönerken avaz avaz yükselir gök, saklan, Karılarını kapar soyluların bu kez,
Bırakmaz ilk geceyi ekin biçmiş sevgiliye, Eşit bir güç yarat, erinç bağışla bize.
Yaz aylarını gezdiren ışık duyulmaz kışın, Bir gözde yıldız vardır, ötekinde günah, Yarılmış incirdeki ısı erimez asmada, Sağ elin düzeni ayrı, sol elin ayrı,
İki kocaman ağaç bilmelisin: yakın – ırak, Doğa’nın yasası başkadır, kentin başka, Yükselen yakarılarla duvarı karıştırma.
Enkidu’yu doğurdu ormanda bildiri,
Elini suya soktu yalın ayak bir tanrıça, Buğday tanrıçası taradı saçlarını,
Tüylerle kapladı davar tanrısı, kıvır kıvır, Su başlarına saldı biri ceylanlarla,
Bilmez kenti, haberi yok ekili topraklardan, Çıplak, ot obur, insanın suçsuzu, yaban.
Hem tanrı, hem insan olamaz kimse yüz akıyla, Sağaltıcı yosmayı saldı ormana kent,
Kimmiş yabanıl hayvanlarla gezen bu damsız er, Bakıştılar bir pınar başında iki gün, Kadın göğsünü açtı ve üzerine çağırdı, Ekti biçti adam altı gün yedi gece,
Ama ne ceylan kalmıştı ne geyik, döndüğünde.
Güçsüzdü artık av tuzaklarını bozan,
Yozmuştu, yüreğinde insana özgü duygular, Çoban çadırlarına çekti kadın onu,
“Ekmeği çiğne” dedi, “yaşamın kabuğudur bu, Şarap iç, şarap ülkenin soyağacıdır.”
Ve giysisinden yırtıp tüylü kasları giydirdi,
“Gılgamış’la dövüşe git, donandır kenti.”
Tapınaklı pazar yeri Uruk’a vardığında, Bir sokak ortasında durdu, silip vakti, Buldu Gılgamış dengini, gece halkındır artık, Ayağını uzatıp kiralı önledi,
Boğalarca bir döğüş önce, yıkılır kapılar, Korku gün doğarkene ve düzen solurdu, Ama kurdular orman yolculuğuna giden dostluğu.
Düş müydü gün doğmalarımız göze görünmeden,
Yüreğimiz bomboş göğü zaman mezarlığının,
İki mızrak saplanmış şarap tulumlarımızdan,
Kadına yakılar hazırlatan horlanmış kuşku,
Çiğ etleri gibi kervan sofralarının gizli,
Üzüntü kokar bekleyiş kumulunda yağmurlar,
Çorak gecenin damında korku yıldönümleri.

ORMAN İLE DÜZEN
Düş gönderen dağ, yüreğin tutkular kazancısı, Başı yukarda, açlıktan çılgına dönmüş arslan, Rüzgârı aramak yanlıştır, gökyüzünde cansız Kavuşulan ün dünyaya yansımaz, söz ve esin, İstekle yazgı dişi ayın yüzleri gibidir, Hem gökten ağırbaşlı çini yıldızları işte, Hem yeryüzünden bitimsiz simgeyi, fidan daha Yeşillenirken bilge bahçıvan anlar bu hangi Yemiştir, sen kendi içindeki cana benzersin.
Dağdaki düzeni değiştirmeğe kalktı kıral, Küçük bir delilik dünyası olan saçlı insan, Dedi, ormandaki kötülüğü yok edeceğiz, Sedir kesilen dumanlı ormanda Humbaba’yı, Kükreyince değişir yönler, soluğu tutuşur, Ormanın bekçisidir o, uyumayan Sığırtmaç, Ve düş gördü yaratık Gılgamış, yorumladı dostu: Alınyazın değildir düş görmeyen ölümsüzlük, Sana yalnız krallık verdi atalar tanrısı.
Sonra Uruk’un töre bilimcileri geldiler: Dersin ki, dağa tırmanmak, boylu sediri kesmek, Yazılı ad bırakmak isterim pişmiş tuğlaya, Yürekliliğin uzaklara götürüyor seni, Kalk, geniş ovalar dön, kulpsuz yıldızlara bak, Yıkık mevsimlerin yola çıkışlarını sına, Sabah üzümlerini nasıl yer dişsiz bir kurtçuk, Günün kızıllığında yıka ölümlü göğsünü, Bilinen şeyler boş da, bilinmeyen mi gerekli?
Kral ün ardında, gök kuşaklı kadın düzenci, Zaman sürerdi ama durmuştu zaman – olmayan, Sedir ağacı kesilecektir, Enkidu içti, Yerin eşiğinde acunun bekçisi Humbaba, Ceylanlar yitmişti, çekildi töre bilimciler, Neye baksan uğursuzluk, çağırıyorsa orman, Göğün ışığı ağa takılan balık gibidir, Sonsuz bilgi seni nerede ele geçireyim, Yürür gibiydi Gılgamış tanrının yaşamında,
Uyuyamıyordum, istemiyordum ki hiç bir şey, Sığırlarımı sayıyordum, pencerelerimi Durup dururken, neyi bilmem gerekirdi ki hem, Soruyordum ölülerin listesini hiç yoktan, Konuşun yanımda, duvarcılar çalışıyor mu, Bilmiyordum ki kemerlerimi, her şey eskiyor, Çekiç, bakır para, kandiller, papağan kafesi, Uyuyamıyordum, uyusam n’olacak, kim anlar, Anlamıyordum ki hiç bir şey düşündüğüm zaman.
Gece – kuş, gecenin dinginliğini bağışlasın, Eğreti ırmakta ayaklarımızı yuyalım,
Deme ormanın kapısında elim gücüm yitti, İnilmez bir kuyu açalım akşam olduğunda, Ölümü unut, izle beni, işte soylu sedir, Örtünme geceden akıp gelen uykuyu, bil ki, Ne yassı ölüm kayığı semtime uğrayacak, Ne üç katlı kefeni giyeceğim… Ve Sığırtmaç, Göründü sedirden yapılı sağlam kapısında.
Başını salladı, dikti ölüm gözünü bekçi, Yedi büyüsünü takınmış, altısı var daha, Kıralsa yerleri koklayan boğa, nabız bacak.
Baktığımda yüksek surların üstünden görürdüm Sularda cesetler, sonra atasal yazıtları Okurdum, beni taşıyan da öyle mi olacak, İnsanın en uzun boylusu göğe erişemez, En büyük olanı sarmalayamaz yeryüzünü, Çivilensin Humbaba’yla vuruşurken öldüğüm.
Düşünürdü yüreğinde uykuyu delen korku, Işık hızında su baskını, kara şimşek gibi, Ama yelleri göreve çağırdı tanrı, yörük Poyrazı, kasırgayı, buzlu, kavuran rüzgârı, Dağ oğlu Enkidu’yu yüreklendirdi Gılgamış, Kırk beş okkalık balta, otuz okkalık kılıçlar, Ve sediri kesti. Bağırdı Humbaba uzaktan: Korularıma saldıran kim, sedire dokunan?
Sonra ezip geçti dipsiz batağın sazlarını.
Ve insan eylemleri dipsiz konuşma gibidir, Kemikten sözcükler bırakır tok göğün altında, Gılgamış çaldı boynuna baltayı Humbaba’nın, Çaldı Enkidu ikincisini, yıkıldı bekçi, Acunun bekçisi, tohumun bekçisi ve kargış, Yolu şaşırmış kuyruklu yıldız gibi titreşir İki fersah uzaklığa kadar ve yüzünüzü Ateş kaplasın, içtiğiniz yerden içsin ölüm, Kesik baş portakal bahçesinde yıldız gibiydi.
İşte bir sarıasma kuşu, ter içinde, uçtu
Poyraza doğru, ardından bir başka kuş, bağırdık,
Duymadı, sayamadık kaç çeşit kanat var, gaga,
Bakakaldık yalnız, yeter sanırdık rüzgârgülü,
Oysa yürüdükçe yönler çoğalır, yeni doğmuş
Çocuklar gibi uzar belli etmeden, bir ırmak
Nasıl biliyorsa yolunu — bilmiyor mu yoksa —
Vardığımız yer, şaşarsın, başladığımız yerdir,
Doyuramaz ormanlar, koyaklar bitimsiz gözü.

ÖLÜM İLE ÖLÜMSÜZLÜK
İşte döğüş yetmedi bize, dostluk, kardeşlik de Yetmedi, sediri kestik, öldürdük bekçisini, Üne sana kavuştuk, yetmedi, senin yüzünden Belki, duygusuz kapı, sen, belki senin yüzünden Ey tuzakçı, başıma geleceği kestirseydim Adımı kazdırmazdım taşa, şimdi gel de dinle, Karanlıkta oturulan evi gördüm düşümde, Kuşlar gibi kanatlı herkes, ışığı bilen yok, Gördüm toz evinde yeryüzünün krallarını, Hizmetçi tümü, et ve su taşıyıp duruyorlar, Çıkarmışlar taçlarını, artık giymemek üzere.
Kaç gün yattı ölmeden önce Enkidu, on gün mü, On iki gün mü, önemli değil, ağladı, düşler Gördü, arkadaşını çağırdı yanına, tuhaf Şeyler söylendi, kırlardan kopmasına yol açan, Çiğnenmiş ekmek ve içilmiş şarap üzerine, Ya da ölümün gerçek olmadığı kurgu gibi, Çünkü inanamıyordu, kentse oralı değildi, Belki de çoğalmayan denizdi yaşam,
Şuradan bir dere akmış, öte yanda bir sızıntı, Ne yağmur değiştirir onu, ne de buharlaşma, Kim sayabilmiştir ki denizin tanelerini.
Tan vaktinin ilk ışınlarıyla durdu soluğu Enkidu’nun, hıçkırıklı bir ses yükseldi bu kez, Şaşkına dönmüş Gılgamış’tan: Sedir ormanında Sevdiğin keçi yollan, yabanıl eşek, ceylan, Kırbalarımızla gittiğimiz sevgili Fırat, Ovanın da, otlakların da tüm yaratıkları, Ve içesin diye arpa suyu tutan saraylı, Sabah yıldızı, seni miskle yağlayan yosma, Şimdi ardından ağıt yakmaktalar, kutsamanın Parmağı bırak göstersin seni, yakarış ağarsın, Canı alıkoyan ağır uyku nasıl bastırdı?
Ve böyle ağladı Gılgamış ilk kez, bilmezdi ki, Döndü durdu sarmalanmış ölünün çevresinde, Ülkede tüm bakırcıları, kuyumcuları,
Taşçıları çağırdı ve ısmarladı bir yonut, Göğüs katına lâcivert taşı, gövdeye altın Konacakmış bol, kim bilir, gören bulan oldu mu, Sert tahtadan bir masa yaptırdı sonra, bal dolu Akik bir sağrak, yağ dolu bir kap sundu tanrıya, Yürüyordu mevsim, yerle gök arasında, uçsuz Bucaksız, yürüyordu hep o deniz, martılarla, En güzel giysisi buğdayın, dipten, yürüyordu.
Nasıl durup dinlenebilirim, diyordu, nasıl Uyuyabilirim, korku kapladı yüreğimi, Demek ben de böyle olacağım, kardeşim gibi, Tıpkı böyle, ağır uykuda hep, kurtaramazlar Beni de, yazık yazık, koca duvarı yapayım, Sediri keseyim, Humbaba’yı öldüreyim de, Eli kolu bağlı kalsın yaslı kent öldüğümde, Ben ölmem, ölemem, gider bulurum tanrıların Tufandan sonra ölümsüz kıldıkları adamı, Uzaktaki Utnapiştim’i, ziftli gemi yapan, Gizi nedir ölümsüzlüğün, yolu yordamı ne?
Tavlasına dönük at gibi sevinçli, ivecen, Güneşin doğuşu yönünde, kılıcı, baltası, Keskin ışıma taneleniyor, kıvılcımlanıyordu, Sürekli bir yankılanma, billurun yansıması, Dikenlerin, kenger otlarının bittiği yerde, Demir filizi, inciler, yer altı ve gök üstü, Kirpikleri titreştiren kuşlar, fil gömütlüğü, Çok şeyler duymuştu doğan ve batan güneş için, Donmaya dayanıklı yıldızların gecesinde, Canlılar ve diriler üstüne bilgiyle dolu Düş gördü, ama üçte iki düş, üçte bir görü.
Maşu dağının kapıcısı İnsan-Akrep sordu, Yanakların niçin çökük ve yüzün niçin solmuş, Bütün kapılarda bu soru ve hep aynı yanıt, Arkadaşım ölünce korku aldı yüreğimi.
Oysa büyüktü ölümden yüreğindeki korku.
Senin tasarladığını yapmadı kadından doğma Hiç kimse, hiç bir ölümlü girmemiştir dağa, On iki fersah karanlık, ışığın damlası yok.
Biliyordum bunları, iç çekip ağlayacağım, Ölümsüzlüğün gizini öğrenmek için, bırak, Girmem gerekiyor, dağın kapısını aç bana.
Kim için bu karanlık yol, peki, kim geçer buradan, Ey yakarışların yıldızı, önümü aydınlat, Yerle gök arasında saltanat süren ruh varsa, Ben de dünyanın sınırlarına dek varmalıyım.
Bir fersah yol alınca çevreyi sardı karanlık, Işık yoktu, göremiyordu önünü ardını.
İki fersah yol alınca karanlık yoğunlaştı, Işık yoktu, önünü ardını göremiyordu, Haykırdı acı acı sekiz fersahın sonunda, Onuncu, on birinci, sayamıyordu ki artık, Ve birden güneşin ışınları sel gibi aktı.
Unutmayacağım öğünleri, hiç değer miydi, İnsanın imgelemi umutlara kapılırsa,
Özgür olan güç, doğanın damarlarından geçer, Yakın ve uzak birleşir, ölüm ve ölümsüzlük, Us’la usdışı birdir, öngörü ve çılgınlık bir, Beni götürecek kayığı parçaladım, neden, Taştan şeyler, Urnu yılanları sarılı dümen, Bütün donanım yok oldu, yüz yirmi direk yonttum Yeniden ve boyalı halkalar geçirip dedim, Haydi kayıkçı, davran, yolumuz açıldı artık Güneşin bahçelerine, direk de, yelken de ben.
Oturmuş bir ağacın altına düşünüyordu, Canı sıkkındı sanki ölümsüz Utnapiştim’in, Belki de düşünecek bir şey kalmamıştı, ondan, Şaştı beni görünce, ne, ölümsüzlük mü, niçin?
Taşları kazıyıp altında yazılar arama, Süreklilik yoktur, bir söz yok sonsuza geçerli, Irmakların taşma zamanı sınırlı değil mi, Ne giz var, ne yokluk, bir bağıntı yalnız değişen, Dam üstü gibi dümdüz olur yüzeyi yaşamın, Suyun altında, istersen, dikenli bir bitki var, Koparabilirsen geri verir yiten gençliği.
Hep bizden, tanrılardan bilinir başa ne gelse, Ölümsüzlüğü araması da mı bizden peki, Akıntıyla derin sulara ulaştı şimdi de, Dibe daldı, ayağına ağır taşlar bağlayıp, Kopardı dikenli bitkiyi, kana boyandı su, Buz gibi kuyuda yıkandı ve dinlendi sonra, Biz göndermedik yılanı çiçeğin kokusuna, Kaptığı gibi kaçtı deri değiştirip hayvan, İkinci kez ağladı kral, öğrenmişti artık, Kendim için istemedim, yemin ederim, dedi
Götürecektim otu Uruk’un yaşlılarına.
Bizi de şaşırttı bu söz, bunca eziyete katlan, Çölü, dağı aş, yaşlan, neymiş, yaşlılar içinmiş.
Kayıkçı, sağ ol, getirdin beni kentim Uruk’a, Dilerim kendi yerine esenlikle dönesin, Çekmediğim acı kalmadı, bilmez misin, Yürüyen yıldız gibi insan, gökyüzü bitmez ki, Ölümsüzlüğü aramışım, lâf, nasıl yaşardım Aramasam, o ölümsüz denen yaşıyor mu sanki, Ardışık günleri zaman sanmışım,
Gök gürültüsü şimşekten sonra gelmez ki, Odanın içiyle dışarısı bir.
Sen duvarıma bak, pişmiş tuğladan değil mi, Temelin bulunduğu seti incele biraz da, Üçte biri kent, üçte biri bahçe, üçte biri Tanrıça Iştar’ın kendisi sayılan alandır, Sonra da bağlar, tarlalar başlar, kırmızı kuşlar, Zakkumların içinde saçını tarayan sabah, Çiçeksiz arpanın hışırtısı gelir sürekli, Kış günlerine yol gösteren ay şurda dinlenir, Unutulmuş arabalar sel yaşmaklı çayırda, Ömrün en mavi göğünü aralık ayı boyar.

Melih Cevdet Anday 




Hiç yorum yok:

Yorum Gönder