Öne Çıkan Yayın

Nazım Hikmet / CEVAP

  CEVAP  O duvar o duvarınız,                 vız gelir bize vız! Bizim kuvvetimizdeki hız, ne bir din adamının dumanlı vaadinden, ne de bir...

16 Mart 2018 Cuma

Biz ~ YEVGENİ İVANOVİÇ ZAMYATİN (*Zamyatin'in Biyografisi, *Önsöz)

Yevgeni Zamyatin
Biz

YEVGENİ İVANOVİÇ ZAMYATİN
1884’te Rusya’da Lebedyan’da doğdu. St. Petersburg Politeknik
Enstitüsü’nde gemi mühendisi olmak için öğrenim görürken Bolşevik
Partisi’ne katıldı. 1905’te Petersburg Sovyeti’nde savaştı. Yakalanarak
Şapalernaya Hapishanesi’ne atıldı. (Garip bir tesadüf eseri 1922’de Bolşeviklertarafından “uyumsuz görüşleri” nedeniyle hapsedildiğinde aynı hapishanenin aynı koridorunda bir hücreye konulacaktı.) İki kez
de sürgüne yollandı.
Zamyatin, Şubat Devrimi’ni haber alınca ülkesine dönmek üzere yola
çıktı. 1917 Ekim Devrimi’nde Rusya’daydı. Devrim sonrasında başlayan
ateşli edebiyat tartışmalarına katıldı. M. Zoşçenko, K. A. Fedin ve
A. Ahmetova gibi yazarlarla birlikte Serapion Kardeşler adını alan genç
kuşak edebiyatçılar grubunu oluşturdu. 1920’de yazdığı MIY (BİZ) adlı
romanın ülkesinde yayımlanmasına izin verilmedi. Mıy’ın önce İngilizce
daha sonra Çekçe çevirileri ülkesi dışında yayımlandı. 1927’de de
bazı bölümleri, onun bilgisi ve onayı olmaksızın SSCB dışında çıkan bir
muhacir dergisinde Rusça yayımlandı. Bunun üzerine Zamyatin, Rus
Yazarlar Birliği’nde sert eleştirilere hedef oldu. Gene de deneme ve öykü
lerini yayımlatmayı, oyunlarını sahneletmeyi sürdürdü. Ancak 1929’da
eleştirilerin iyice yoğunlaşması üzerine Rus Yazarlar Birliği’nden istifa
etti. Artık yapıtlarının yayımlanmasına ve sahnelenmesine izin verilmiyordu.
Bunun üzerine 1931’de Stalin’e mektupla başvurarak ülkesinden
ayrılmak için izin istedi. Gorki’nin de araya girmesiyle, Paris’e gitmesine
izin verildi. Paris’te yalnız ve yoksul bir yaşam sürdü. İsyancı görüşleri
nedeniyle orada da SSCB aleyhtarları tarafından tecrit edildi. 1937’de
kalp krizi geçirerek öldü. 1987’de Gorbaçov’un “açıklık” politikasının
uygulamalarından biri olarak “itibarı iade” edildi ve Mıy basılmak için
programa alındı.
G. Orwell ve A. Huxley gibi yazarların öncüsü ve esin kaynağı olan Zamyatin, onlardan çok daha önceki bir dönemde, karamsar bir çerçeve ile kendini sınırlamadan anti-ütopyayı radikal bir eleştiri silahına dönüş-
türmüştür. Devrimin hiçbir zaman sona erdirilemeyecek bir süreç olduğunu,“gerçek edebiyatın güvenilir ve gayretkeş görevliler tarafından
değil ancak aykırı ve asi ruhlular, çılgınlar ve hayalciler tarafından gerçekleştirilebileceğini” savunarak resmi görüşlere karşı çıkmış, kuşağının en radikal isimlerinden biri olmuştur.
Başlıca yapıtları: Ostrovityane, 1918, Mıy, 1924 (İng. basım), Bich Bozhii,
1938.


Önsöz


ZAMYATİN’İN “BİZ”İ BİZ MİYİZ?
     Aşağıdaki yazı 1984 yılında yazılmıştı. Çok açıdan anlamlı
bu tarih: Birincisi 1984, Orwell’in kara kehaneti yılıydı;
Orwell’in ve 1984’ün gündeme gelmesi kaçınılmazdı. Orwell’in
topyekûn reddinden onun bir demokrasi havarisi ve özgürlük
şampiyonu haline gelmesi az bir zaman almıştı; Orwell’in gerçek
kaynaklarının ve “Sovyet sosyalizmi” eleştirisinin temellerinin
tartışılması gerekiyordu. İkincisi, 1984 Zamyatin’in 100.
doğum yıldönümüydü; onun, bu vesileyle de olsa adından söz
etmek bir boyun borcu sayılırdı.
     Aradan dört yıla yakın bir süre geçti; şimdi Türk okuru
Biz’i (Mıy) Türkçesinden okuma, taklitleriyle karşılaştırma ve
Zamyatin’i birinci elden tanıma şansına sahip. Bu yazıyı Biz’in
sunuşu olarak yeniden ele alırken esas olarak bir konuda “genişletme”
yapmak gereği duydum: Biz, H. G. Wells’in Gelecek
Günlerin Bir Öyküsü ve Uyuyan Uyanınca roman/uzun öykü-
leri ve E. M. Forster’ın “Makine Duruyor” öyküsüyle birlikte
ilk anti-ütopya örneklerinden biri sayılır. Biz’i sunarken “antiütopya”
geleneğinden söz etmemek mümkün değil.

1948’DEN 1920’YE*
     George Orwell ile Yevgeni İvanoviç Zamyatin hiç tanışmadılar.
Orwell (o zamanlar Eric Blair) Burma’da sömürge polisi
iken, Zamyatin Çarlık polisinden kaçmakla uğraşan bir Bolşevikti.
Derken Orwell kendi deyimiyle “Paris ve Londra’da perperişan”
dolaşmaya başladı; Zamyatin devrim sonrası
Rusya’sında yazardı; gene isyancı, gene hapiste. Orwell
Katalonya’da faşistlere karşı dövüşürken, Zamyatin Paris’te gö-
nüllü sürgündü; İspanya İç Savaşı’nın bitişini, II. Dünya
Savaşı’nı göremeden öldü. Orwell, Zamyatin’i bilirdi;
Zamyatin’in ise Orwell’den söz edildiğini duyduğu bile meçhul.
Zamyatin 1920’de bir roman yazdı; hâlâ ülkesinde basılmıyor.
Orwell, Zamyatin’in romanını okudu (1924’te yapılan İngilizce
çevirisinden), 1948’de kişileri ve konusuyla ona çok benzer bir
roman yazdı: 1984. “Batı”nın düşünürleri düşünmezleri, eğitim
ve eğriltim kurumları bu romanı kaptıkları gibi “komünizmle
savaş”ın bayrağı yaptılar, sosyalistler ise yerin dibine batırdılar
hemen. Malum, o zamanlar SSCB’ye karşı çıkmak sosyalizme
(Mühim not: Tarihin az bulunur cilvelerinden biri olan sayın Mikhail Gorbaçov
beni yalancı çıkararak Zamyatin’e “iade-i itibar” edilmesine de yol açan bir süreç
başlattı aradaki dört yılda. Bu “iade-i itibar”lar alınan canları, ülke içinde ve
dışında geçen sürgün yıllarını geri getirmiyor tabii ki; ama gene de önemlidir.
Şu anda merak edilmesi gereken Zamyatin’in itibarından çok onun romanında
tasvir ettiği dünyanın gerçeklikle karşılık düştüğü bir dünyada yaşayıp yaşamadı-
ğımızdır hala.)
küfretmekle eşanlamlıydı. “Stalinizm”den yavaşça sıyrılan “Batı
Solu”, Orwell’in 1984’ünün sosyalizm ile “tek devletin mutlak
iktidarı”nın özdeşleştirilmesine karşı bir uyarı olduğunu anladı.
Ama o kadar. Eleştirellik dozu, Stalin dönemini de içerecek
kadar genişletilmişti yalnızca. Yevgeni İvanoviç Zamyatin ise
gerilerde, 1920’deydi ve her şeyin de bir sınırı vardı tabii ki.

DÜŞ GÜCÜ YOK EDİLEMEZ
     Biz 1920’de yazıldı. Zamyatin’in o tarihte Bolşeviklerle arası
oldukça kötüleşmişti; kitabın Rusya’da basılması söz konusu
değildi. Biz’in ilk basımı 1923’te Çekçe olarak yapıldı. Hemen
ardından Georg Zilboorg’un çevirisiyle 1924’te İngilizce’si yayımlandı.
Rusya dışındaki muhalif/göçmenler kitabın Çekçesini yeniden
Rusça’ya çevirip yayımladılar. Bu yayın yüzünden Zamyatin’in
başına gelmeyen kalmadı: Yazarlar Birliği’nden çıkarıldı,
kitaplarının yayımı, oyunlarının sahnelenmesi yasaklandı.
     Orwell daha 1930’larda Biz’den söz edildiğini duymuştu.
O yıllarda kitabın İngilizce çevirisini eline geçiremedi (ABD’de
yayımlanmıştı kitap). Ancak 1940’ların başlarında Huxley’in
Yeni Dünya’sının Biz’den “yürütme” olduğunu yazmıştı.
Oldukça boş bir iddiaydı bu; iki kitap arasında birer anti-ütopya
olmalarının dışında bir benzerlik yoktur. Orwell, Biz’i 1984’ü
yazmaya başlamadan kısa bir süre önce ele geçirdi, hemen kendi
kitabına başladı. Biz’in yapısını, ana karakterlerini olduğu gibi aldı;
ama bu arada bir şey daha yaptı: Biz’de bir “kıssa” (parable) olan
öyküyü doğruca gerçekliğe göndermeler yaparak kurdu, acıklı bir
parodiye çevirdi.
     Biz 1920’de yazıldığında ortada ne Stalin vardı
(Yosif Vissaryanoviç Çugaşvili daha perde arkasında bekliyordu),
ne Moskova mahkemeleri, ne “kolektifleştirme” harekâtı, ne de
İspanya İç Savaşı. Daha Hitler-Stalin paktı söz konusu değildi,
dünya Potsdam’da bir kek gibi bölüşülmemişti; Troçki henüz
sürgünde değildi, sağ ve esendi ve Kronstad’ı bastırıyordu.
Tüm bunlara karşın Biz’in uyarısı 1984’ten daha güçsüz değildir.
1984’te bir karabasan gibi okurun (ve yazarın) üzerine çö-
ken tüm musibetler, Biz’de henüz yaşanmamış olmasına karşın
öngörülmüş, eleştirilmişti. Milattan sonra 26. yüzyılı anlatır
Biz. Toplumun tümüne egemen bir “Tek Devlet” vardır. İnsanların
gündelik, haftalık, aylık, yıllık yaşamlarını çizelgelere ve
takvimlere bağlayan, her insan faaliyetini “akılcı” bir biçimde
düzenleyen bir devlet. Matematik en büyük erdemdir bu toplumda;
insanların adları değil numaraları vardır, insanların
kendileri de birer birey değil birer sayı ya da (‘üniforma’dan
kısaltarak) birer “ünif ”tirler. Zamyatin’in başkişisi D-503 (ki
Orwell’in Wiston Smith’ine tekabül eder), Tek Devlet’in imanlı
bir mühendisi iken bir kadın (E-330) tarafından baştan çıkarılarak
(tıpkı Orwell’in olduğu gibi) isyana ve küfre sevk edilir.
Ama “kadim devlet” bu isyanın da üstesinden gelir, devletin
başı ve efendisi olan Velinimet (Orwell’de adı Büyük Birader
olacak) düzeni yeniden sağlar. Ancak Orwell’le Zamyatin’in
benzerlikleri buraya kadar.
     Orwell’in dar muhayyilesinden fırlayan “101 Numaralı
Oda” ya da işkencehane Zamyatin’de yoktur. Orwell’de Winston
Smith’in yarı bilinçli isyanına sırtlarını dönen “prol”lar
Zamyatin’de yoktur. Zamyatin’de Velinimet’in her defasında
yeniden oybirliğiyle seçildiği “Oybirliği Günü”nde “Hayır” diyen
kararlı bir azınlık vardır. Yenilginin en belirgin olduğu
anda bile “hâlâ kentin Batı yakasında çarpışma sürmektedir”
ve isyancıların bir kısmı kenti kuşatan “yeşil duvar”ın ötesine
kaçmayı başarmışlardır. Velinimet’in isyana karşı savaş aracı
“Büyük Ameliyat”tır, yani insanların beynindeki “Düş Gücü
Merkezi”nin cerrahi bir müdahaleyle çıkarılması. Zamyatin’in
romanı, roman kahramanının ameliyat edilmesiyle biter; bir
simgedir bu. Zamyatin geçmiş gelecek tüm velinimetlere haykırmaktadır:
İnsanda düş gücünü yok edecek bir yol bulmadıkça
kazanamazsınız. Görece yolları vardır bunun, ideolojik
biçimleri bulunmuş, yetkinleştirilmiştir; ama yıl 1988, bu işe
kökten bir çözüm bulunamadı.

“EN SON DEVRİM YOKTUR”
     Orwell’in 1984’ünde ise yenilgi tam ve kesindir. Winston,
Büyük Birader’i severek ölür; tek amaçları “iktidar olmak için
iktidar” olan zalimler suratımızı sonsuza dek çizmeleriyle çiğ-
nerler. 1984’te kurtuluşu gerçekleştirecek hiçbir güç tanımlanmaz.
Bireysel isyan bile bir kurtuluş yolu değildir; Winston
baştan yitik bir yarı kahramandır. Oysa Zamyatin devrimcidir.
E-330, D-503’e “Sen matematikçisin, bilirsin” der, “bana en son
sayıyı söyle.” D-503 kadıncağızın cahilliğine güler: “Aman E”
der, “saçmalama; ilkokulda bile öğretirler bunu: Sayıların sonu
yoktur.” “Öyleyse” der E, “en son devrim de yoktur. Nasıl en
son sayı yoksa, en son devrim de yoktur.”
     Yıl 1920. Zamyatin’in uyarısı yerinde ve zamanındadır. Olmazı
olur yapan, Avrupa’nın en beklenmedik ülkesinde devrimi
gerçekleştiren Bolşevikler kendi devrimlerini devrimlerin
sonuncusu sanmak yanılgısına düşebilirler; nitekim düşmüş-
lerdir. Tarihe bir son, gelişmeye bir nihai hedef koyan düşünce
tarzı, devrim sonrasını bir evrensel durağanlık hali olarak algı-
layacaktır. Hedefe varılmış, devrim bitmiştir. Artık sorun dö-
nüştürmek değil, zaten dönüşmüş olanı fedakârca çalışarak
güçlendirmek, takviye etmektir. Ya da böyle demektedir yeni
iktidar sahipleri. Platon’dan Wells’e kadar tüm geleneksel
ütopyacılarıntemel hatasıdır bu. Ütopya (ister hayal edilerek
istersede “bilimsel çıkarsamalarla” kurulsun) hep böyle tasar-
lanageldi: Tarihin, gelişmenin sonu, insanlığın varabileceği en
mükemmel toplum biçimi. Ütopyanın kendisinin de gelişmeye
açık olması gerektiğine ilk işaret eden Wells oldu ancak bu fikri
geliştirip bir sanat yapıtının temeli haline getiren ilk kişi de
Wells’ten büyük ölçüde etkilenmiş olan Zamyatin’dir. Çünkü
Zamyatin, köktenciliğini yitirmeden, güncelliğin sınırlayıcı ve
kategorileştirici ideolojik çerçevesine teslim olmadan bir devrim
sürecinin içinde yer alan ilk ütopyacı düşünürdü. Biz’de
kapalı, durağan ve bitmiş bir an ve mekân olarak tasarlanan
ütopyanın, sömürünün ve ezilmenin yeni (ve belki biraz daha
“akılcı”) bir biçimi olduğu vurgulanıyordu. Zamyatin için ütopya
“henüz olmayan”dı, içinde yapısal olarak kendi ötesini, yeni
açılımları ve gelişme doğrultularını barındırmalıydı. En son
sayı, en son devrim yoktu.

ÜTOPYANIN ÖBÜR YÜZÜ
     Zamyatin’de varolan ve Orwell’in de dozunu kaçırdığı edebi
gelenek aslında edebiyat tarihi kadar eski bir tarzın bir parçası.
Ta Samosatalı Lukianos’un Hakiki Tarih hicvinden ve Platon’un
Devletinden günümüze kadar uzanan bir gelenek, Thomas
Moore’un yaptığı bir kelime oyunuyla “ütopya” diye biliniyor.
Eski Yunancada ou- (yok) ve eu- (iyi) öntakılarının ortalamasını
alıp (u-) “yer” anlamına gelen “tapos” ile birleştirirseniz
ortaya “ütopya” çıkar. Yani “var olmayan güzel ülke”, ütopya
zümrüdüanka kuşu gibi bir türdür: Her devrimci dönemin
sona ermesiyle birlikte sinisizm dalgaları altında kaybolur, her
yeni devrimci dönemin baharında yeniden ortaya çıkar, gelenek
küllerinden yeniden doğar. 20. yüzyılda kazın (ya da ankanın)
ayağı öyle olmadı. 20. yüzyıl başında işçi sınıfının ve
onunla yandaş olan aydınların beklentileri o kadar açık ve gü-
venliydi, o kadar “bilimsel kesinlik” taşıyordu ki, bu beklentilerin
yenilgisi çok daha gürültülü oldu, üstelik bu yenilgi de
netameli bir yenilgiydi: Devrimciler zafere ulaşmış, devrim
yenilmişti.
     Sabırsız aydın buna tahammül edemedi; o haklı olarak “
her şeyi, hemen şimdi” istiyordu. Oysa ne devrimlerin itici
güçleri onun isteklerine aldırış ettiler, ne de devrimlerin önderleri
kendi iktidarlarına toz konduracak bir davranışa izin
verdiler. O zaman kızılca kıyamet koptu: “Aldatan Put” yazıldı,
bir sürü Batılı sosyalist tövbekâr oldu.
     Bu arada 20. yüzyıl başında H. G. Wells dizi dizi ütopyaların
yanı sıra, bilime ve teknolojiye aşırı güven bağlayanlara
uyarı olsun diye iki de “negatif ütopya” yazmıştı; gelecek bir
zamanda geçen, karamsar, “böyle giderse işin sonu kötüye va-
rır” demeye getiren öyküler. Wells’i çok seven ve birçok yapıtı-
nı Rusça’ya çevirmiş olan Zamyatin’in 1917 Devrimi’nin
hemen ardından yaşadığı hayal kırıklığını bu öyküleri örnek
alarak dile getirmesi hiç de şaşırtıcı değil.
     Anti-ütopya, ütopyaların “mükemmelliğine”, kapalılığına
bir tepkiydi; 20. yüzyıla kadar yazılmış olan ütopyaların hepsi
birer diktatörlük tasvir ediyordu aslında: Yalnızca iktidar soylunun
ya da varlıklının elinden alınacak, “hak edenin”, seçkinlerin,
yetenekli, bilge, aydın azınlığın eline verilecekti. Eh bir
de yüzyıl başında ütopya falan değil, alenen gerçekte benzer
bir durum ortaya çıkınca, iktidarda olmak için tek gerekçeleri
“her zaman haklı olan partiye üye olmak” olan bir azınlık belirince,
ütopya ansızın korkutucu bir şey oldu çıktı.
     Rusya’dan kaçan dindar bir aydın olan Nicholas Berdyaev,
“ütopya her zaman totaliterdir, totaliterlik her zaman ütopyacı-
dır” diyordu. Anti-ütopyaya bir akın başladı; aynı bayrak altında
beş benzemez bir araya geldi. Zamyatin gibi bir devrimci,
Berdyaev gibi bir dindar, Orwell gibi bir radikal demokrat,
Huxley gibi bir liberal, hepsi anti-ütopyacı oldular. 1930’lar,
40’lar, 50’ler hep bu ruh haliyle geçti; piyasada görülen tek
ütopyacılar Sovyet övgücüleriydi, ütopyanın totaliter, kapalı bir
sistem olmak zorunda olmadığı, seçkinci olmayan, açık ütopyaların
da tasarlanabileceğini keşfetme şerefi, 1968’lilere düştü.

ÖZGÜRLÜK MÜ, MUTLULUK MU?
     Zamyatin’in geleneksel, kapalı, otoriter ütopyacılığı eleştirirken,
alternatif, açık bir ütopya yazma denemesine girişmek
yerine alaycı bir anti-ütopya yazmasının iki sonucu oldu. Birincisi,
Huxley ve Orwell gibi devrime uzaktan ve biraz da sinik
bir tavırla bakan düşünür/romancıların bu anti-ütopya
geleneğini karamsar bir çerçeve içine hapsederek sürdürmeleriydi.
Diğer sonuç ise kuramsal ifadesini Bloch’un Umut İlkesinde
bulan yeni ütopyacılığın geleneksel ütopyanın kapalı
yapısına karşı Zamyatin’in uyarısıyla işe başlaması oldu.
1960’ların isyancı yükselişi özellikle ABD’de bu yolda yeni,
açık ütopyaların yaratılmasına ön ayak oldu. Yeni ütopya, geleneksel
ütopyaların kapalı, sonlu ve otoriter yapısını değiştirirken,
Huxley ve Orwell karamsarlığının da ötesine geçiyordu;
bu çabada Zamyatin’in eleştirel ancak umudunu yitirmeyen
anti-ütopyasının da katkısı vardı. Nitekim 1960’lar ve 70’lerdeki
en önemli ütopyacı romanlardan birini yazan Ursula Le
Guin, işe Zamyatin öğrenerek başlamıştı.
     1920’de Zamyatin’in elinde bir eleştiri silahı olan anti-ütopya,
telaşla toplumda yeni açılımlar bekleyen ve bekledikleri
kendi yaşam süreleri içinde gerçekleşmeyince de karamsarlığa
kapılan Avrupalı aydınların elinde bir karabasana dönüştü.
Rönesans’tan Wells’e kadar çoğunluğa bir seçkin azınlık tarafından
“mutluluk hediye edilmesi” demek olan ütopya, Huxley
ile birlikte seçkin azınlığın kara kalabalık tarafından boğulmasının
öyküsü oldu. Yaratıcı aydın, çoğunluğun mutluluğu için
tasarlanmış bir ütopyada mutsuz oluyordu. Çünkü çoğunluğun
mutluluğu özgürlüğün, seçme hakkının herkes için ortadan
kaldırılması demekti. Bu özgürlük/mutluluk ikilemi
Huxley’in Yeni Dünya’sında en önemli yeri tutar ancak kökleri
daha geriye, Zamyatin üzerinden Dostoyevski’ye dayanır. Karamazov
Kardeşler’de Büyük Sorgucu ile İsa’nın karşılaşmasında
ortaya atılır bu özgürlük/mutluluk çatışması. Büyük
Sorgucu, özgürlüğün savunucusu İsa’ya insanların seçme hakkını
ellerinden alarak onları mutlu etmek gerektiğini söyler.
Dinin işlevi budur artık. Her an seçim yapmak zorunda olmak,
her an kendi vicdanıyla yüz yüze olmak insanları yüzyıllar
boyu mutsuz etmiştir. Kilise ise artık İsa’nın yolundan
ayrılarak insanlara mutlu bir dünya verecektir. Zamyatin bu
temayı Dostoyevski’den aktararak Biz’de kullanır: Velinimet,
Büyük Sorgucu’nun bir benzeridir. Huxley’in Yeni Dünya’sında
aynı tartışma Mustafa Mond ile Vahşi arasında tekrarlanır.
Vahşi tüm acıları ve mutsuzluğuyla birlikte özgürlük istemektedir
ne var ki Huxley’in dünyasında özgürlük ancak intihar
etme özgürlüğü olabilir. Huxley yıllar sonra Yeni Dünya’yı yeniden
değerlendirirken bu dünyanın içine küçük bir ütopya
adacığı yerleştirmemiş olduğu için hayıflanır. Bu adacıkta
uyumsuz aydınlar özgürce yaşayabilecektir. Ütopyanın burjuva
kültürü içindeki yeri bu olmuştur 1950’lerde: Seçkin azınlı-
ğın kendisini kara kalabalığın elinden kurtarabildiği yalıtılmış
bir adacık. Orwell’de ise Dostoyevski’nin tartışması tümden
ortadan kalkar: Büyük Birader insanlara ne özgürlük ne de
mutluluk vaat etmektedir; hiç kimse için kurtuluş yoktur.
     Zamyatin’in (Huxley’den 12, Orwell’den ise 28 yıl önce) getirdiği
tartışma ise düşünen ve hayal eden insan için özgürlük
ve mutluluğun özdeş kavramlar olduğudur. E-330 “Kimsenin
benim için istemesini istemiyorum, ben kendim için istemek
istiyorum” der. Özgürlük mutsuzluğa gebe olmak zorunda değildir
Zamyatin’de. Başkaldırmak, alışılagelmiş olanla mücadele
etmek acı verir gerçi ama “dünü bugün, bugünü de dün”
olarak yaşamak daha zordur. Zamyatin’in ütopyası kesintisiz
bir mücadeledir; bugüne daima yarının gözüyle bakarak, kendi
kurduğunu kurumlaşmaya başladığı andan itibaren yeniden
yıkarak sürdürülen bir mücadele. Ütopya, Zamyatin için bir
ufuktur; ona sürekli olarak yaklaşılır ancak varılamaz. “Vardık”,
teslim olmaktır, gerçek sorular ise “Neden” ve “Peki, sonra
ne olacak?”tır. “Edebiyat, Devrim, Entropi ve Başka
Meseleler” makalesinde yaptığı benzetmede olduğu gibi, o,
seren direğinin tepesinden fırtınalı suları seyreden, daima ileri
bakan bir denizcidir. Yaklaşan fırtınaları ilk gören o olmuştur,
fırtınanın ötesindeki denizi ve karayı, yağmurdan sonra çıkacak
olan yedi renkli gökkuşağını da ilk görecek olan o ve onunla
birlikte direğin tepesine tırmanma cesaretini gösterenler
olacaktır.

                                                                 Bülent Somay, 1988

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder