Yevgeni
Zamyatin
Biz
YEVGENİ İVANOVİÇ ZAMYATİN
1884’te
Rusya’da Lebedyan’da doğdu. St. Petersburg Politeknik
Enstitüsü’nde
gemi mühendisi olmak için öğrenim görürken Bolşevik
Partisi’ne
katıldı. 1905’te Petersburg Sovyeti’nde savaştı. Yakalanarak
Şapalernaya
Hapishanesi’ne atıldı. (Garip bir tesadüf eseri 1922’de Bolşeviklertarafından
“uyumsuz görüşleri” nedeniyle hapsedildiğinde aynı hapishanenin aynı koridorunda bir hücreye konulacaktı.) İki kez
de
sürgüne yollandı.
Zamyatin,
Şubat Devrimi’ni haber alınca ülkesine dönmek üzere yola
çıktı. 1917
Ekim Devrimi’nde Rusya’daydı. Devrim sonrasında başlayan
ateşli
edebiyat tartışmalarına katıldı. M. Zoşçenko, K. A. Fedin ve
A. Ahmetova
gibi yazarlarla birlikte Serapion Kardeşler adını alan genç
kuşak
edebiyatçılar grubunu oluşturdu. 1920’de yazdığı MIY (BİZ) adlı
romanın
ülkesinde yayımlanmasına izin verilmedi. Mıy’ın önce İngilizce
daha sonra
Çekçe çevirileri ülkesi dışında yayımlandı. 1927’de de
bazı
bölümleri, onun bilgisi ve onayı olmaksızın SSCB dışında çıkan bir
muhacir
dergisinde Rusça yayımlandı. Bunun üzerine Zamyatin, Rus
Yazarlar
Birliği’nde sert eleştirilere hedef oldu. Gene de deneme ve öykü
lerini
yayımlatmayı, oyunlarını sahneletmeyi sürdürdü. Ancak 1929’da
eleştirilerin
iyice yoğunlaşması üzerine Rus Yazarlar Birliği’nden istifa
etti. Artık
yapıtlarının yayımlanmasına ve sahnelenmesine izin verilmiyordu.
Bunun
üzerine 1931’de Stalin’e mektupla başvurarak ülkesinden
ayrılmak
için izin istedi. Gorki’nin de araya girmesiyle, Paris’e gitmesine
izin
verildi. Paris’te yalnız ve yoksul bir yaşam sürdü. İsyancı görüşleri
nedeniyle
orada da SSCB aleyhtarları tarafından tecrit edildi. 1937’de
kalp krizi
geçirerek öldü. 1987’de Gorbaçov’un “açıklık” politikasının
uygulamalarından
biri olarak “itibarı iade” edildi ve Mıy basılmak için
programa
alındı.
G.
Orwell ve A. Huxley gibi yazarların öncüsü ve esin kaynağı olan Zamyatin, onlardan çok daha önceki bir dönemde, karamsar
bir çerçeve ile kendini sınırlamadan
anti-ütopyayı radikal bir eleştiri silahına dönüş-
türmüştür.
Devrimin hiçbir zaman sona erdirilemeyecek bir süreç olduğunu,“gerçek
edebiyatın güvenilir ve gayretkeş görevliler tarafından
değil
ancak aykırı ve asi ruhlular, çılgınlar ve hayalciler tarafından
gerçekleştirilebileceğini” savunarak resmi görüşlere karşı çıkmış, kuşağının en radikal isimlerinden biri olmuştur.
Başlıca
yapıtları: Ostrovityane, 1918, Mıy, 1924 (İng. basım), Bich Bozhii,
1938.
Önsöz
ZAMYATİN’İN “BİZ”İ BİZ MİYİZ?
Aşağıdaki yazı 1984 yılında yazılmıştı. Çok
açıdan anlamlı
bu tarih:
Birincisi 1984, Orwell’in kara kehaneti yılıydı;
Orwell’in ve
1984’ün gündeme gelmesi kaçınılmazdı. Orwell’in
topyekûn
reddinden onun bir demokrasi havarisi ve özgürlük
şampiyonu
haline gelmesi az bir zaman almıştı; Orwell’in gerçek
kaynaklarının
ve “Sovyet sosyalizmi” eleştirisinin temellerinin
tartışılması
gerekiyordu. İkincisi, 1984 Zamyatin’in 100.
doğum
yıldönümüydü; onun, bu vesileyle de olsa adından söz
etmek bir
boyun borcu sayılırdı.
Aradan dört yıla
yakın bir süre geçti; şimdi Türk okuru
Biz’i (Mıy)
Türkçesinden okuma, taklitleriyle karşılaştırma ve
Zamyatin’i
birinci elden tanıma şansına sahip. Bu yazıyı Biz’in
sunuşu
olarak yeniden ele alırken esas olarak bir konuda “genişletme”
yapmak
gereği duydum: Biz, H. G. Wells’in Gelecek
Günlerin Bir
Öyküsü ve Uyuyan Uyanınca roman/uzun öykü-
leri ve E.
M. Forster’ın “Makine Duruyor” öyküsüyle birlikte
ilk
anti-ütopya örneklerinden biri sayılır. Biz’i sunarken “antiütopya”
geleneğinden
söz etmemek mümkün değil.
1948’DEN 1920’YE*
George Orwell ile
Yevgeni İvanoviç Zamyatin hiç tanışmadılar.
Orwell (o
zamanlar Eric Blair) Burma’da sömürge polisi
iken,
Zamyatin Çarlık polisinden kaçmakla uğraşan bir Bolşevikti.
Derken
Orwell kendi deyimiyle “Paris ve Londra’da perperişan”
dolaşmaya
başladı; Zamyatin devrim sonrası
Rusya’sında
yazardı; gene isyancı, gene hapiste. Orwell
Katalonya’da
faşistlere karşı dövüşürken, Zamyatin Paris’te gö-
nüllü
sürgündü; İspanya İç Savaşı’nın bitişini, II. Dünya
Savaşı’nı
göremeden öldü. Orwell, Zamyatin’i bilirdi;
Zamyatin’in
ise Orwell’den söz edildiğini duyduğu bile meçhul.
Zamyatin
1920’de bir roman yazdı; hâlâ ülkesinde basılmıyor.
Orwell,
Zamyatin’in romanını okudu (1924’te yapılan İngilizce
çevirisinden),
1948’de kişileri ve konusuyla ona çok benzer bir
roman yazdı:
1984. “Batı”nın düşünürleri düşünmezleri, eğitim
ve eğriltim
kurumları bu romanı kaptıkları gibi “komünizmle
savaş”ın
bayrağı yaptılar, sosyalistler ise yerin dibine batırdılar
hemen.
Malum, o zamanlar SSCB’ye karşı çıkmak sosyalizme
(Mühim not: Tarihin az bulunur cilvelerinden biri olan
sayın Mikhail Gorbaçov
beni yalancı çıkararak Zamyatin’e “iade-i itibar”
edilmesine de yol açan bir süreç
başlattı aradaki dört yılda. Bu “iade-i itibar”lar
alınan canları, ülke içinde ve
dışında geçen sürgün yıllarını geri getirmiyor tabii
ki; ama gene de önemlidir.
Şu anda merak edilmesi gereken Zamyatin’in itibarından
çok onun romanında
tasvir ettiği dünyanın gerçeklikle karşılık
düştüğü bir dünyada yaşayıp yaşamadı-
ğımızdır hala.)
küfretmekle
eşanlamlıydı. “Stalinizm”den yavaşça sıyrılan “Batı
Solu”,
Orwell’in 1984’ünün sosyalizm ile “tek devletin mutlak
iktidarı”nın
özdeşleştirilmesine karşı bir uyarı olduğunu anladı.
Ama o kadar.
Eleştirellik dozu, Stalin dönemini de içerecek
kadar
genişletilmişti yalnızca. Yevgeni İvanoviç Zamyatin ise
gerilerde,
1920’deydi ve her şeyin de bir sınırı vardı tabii ki.
DÜŞ GÜCÜ YOK EDİLEMEZ
Biz 1920’de yazıldı. Zamyatin’in o tarihte
Bolşeviklerle arası
oldukça
kötüleşmişti; kitabın Rusya’da basılması söz konusu
değildi.
Biz’in ilk basımı 1923’te Çekçe olarak yapıldı. Hemen
ardından
Georg Zilboorg’un çevirisiyle 1924’te İngilizce’si yayımlandı.
Rusya
dışındaki muhalif/göçmenler kitabın Çekçesini yeniden
Rusça’ya çevirip
yayımladılar. Bu yayın yüzünden Zamyatin’in
başına gelmeyen
kalmadı: Yazarlar Birliği’nden çıkarıldı,
kitaplarının yayımı,
oyunlarının sahnelenmesi yasaklandı.
Orwell daha 1930’larda Biz’den söz
edildiğini duymuştu.
O yıllarda kitabın
İngilizce çevirisini eline geçiremedi (ABD’de
yayımlanmıştı
kitap). Ancak 1940’ların başlarında Huxley’in
Yeni Dünya’sının
Biz’den “yürütme” olduğunu yazmıştı.
Oldukça boş bir
iddiaydı bu; iki kitap arasında birer anti-ütopya
olmalarının dışında
bir benzerlik yoktur. Orwell, Biz’i 1984’ü
yazmaya başlamadan
kısa bir süre önce ele geçirdi, hemen kendi
kitabına başladı.
Biz’in yapısını, ana karakterlerini olduğu gibi aldı;
ama bu arada bir şey
daha yaptı: Biz’de bir “kıssa” (parable) olan
öyküyü doğruca
gerçekliğe göndermeler yaparak kurdu, acıklı bir
parodiye çevirdi.
Biz 1920’de yazıldığında ortada ne Stalin
vardı
(Yosif Vissaryanoviç
Çugaşvili daha perde arkasında bekliyordu),
ne Moskova
mahkemeleri, ne “kolektifleştirme” harekâtı, ne de
İspanya İç Savaşı.
Daha Hitler-Stalin paktı söz konusu değildi,
dünya Potsdam’da bir
kek gibi bölüşülmemişti; Troçki henüz
sürgünde değildi,
sağ ve esendi ve Kronstad’ı bastırıyordu.
Tüm bunlara
karşın Biz’in uyarısı 1984’ten daha güçsüz değildir.
1984’te bir
karabasan gibi okurun (ve yazarın) üzerine çö-
ken tüm
musibetler, Biz’de henüz yaşanmamış olmasına karşın
öngörülmüş,
eleştirilmişti. Milattan sonra 26. yüzyılı anlatır
Biz.
Toplumun tümüne egemen bir “Tek Devlet” vardır. İnsanların
gündelik,
haftalık, aylık, yıllık yaşamlarını çizelgelere ve
takvimlere
bağlayan, her insan faaliyetini “akılcı” bir biçimde
düzenleyen
bir devlet. Matematik en büyük erdemdir bu toplumda;
insanların
adları değil numaraları vardır, insanların
kendileri de
birer birey değil birer sayı ya da (‘üniforma’dan
kısaltarak)
birer “ünif ”tirler. Zamyatin’in başkişisi D-503 (ki
Orwell’in
Wiston Smith’ine tekabül eder), Tek Devlet’in imanlı
bir
mühendisi iken bir kadın (E-330) tarafından baştan çıkarılarak
(tıpkı
Orwell’in olduğu gibi) isyana ve küfre sevk edilir.
Ama “kadim
devlet” bu isyanın da üstesinden gelir, devletin
başı ve
efendisi olan Velinimet (Orwell’de adı Büyük Birader
olacak)
düzeni yeniden sağlar. Ancak Orwell’le Zamyatin’in
benzerlikleri
buraya kadar.
Orwell’in dar
muhayyilesinden fırlayan “101 Numaralı
Oda” ya da
işkencehane Zamyatin’de yoktur. Orwell’de Winston
Smith’in
yarı bilinçli isyanına sırtlarını dönen “prol”lar
Zamyatin’de
yoktur. Zamyatin’de Velinimet’in her defasında
yeniden
oybirliğiyle seçildiği “Oybirliği Günü”nde “Hayır” diyen
kararlı bir
azınlık vardır. Yenilginin en belirgin olduğu
anda bile
“hâlâ kentin Batı yakasında çarpışma sürmektedir”
ve
isyancıların bir kısmı kenti kuşatan “yeşil duvar”ın ötesine
kaçmayı
başarmışlardır. Velinimet’in isyana karşı savaş aracı
“Büyük
Ameliyat”tır, yani insanların beynindeki “Düş Gücü
Merkezi”nin
cerrahi bir müdahaleyle çıkarılması. Zamyatin’in
romanı,
roman kahramanının ameliyat edilmesiyle biter; bir
simgedir bu.
Zamyatin geçmiş gelecek tüm velinimetlere haykırmaktadır:
İnsanda düş
gücünü yok edecek bir yol bulmadıkça
kazanamazsınız.
Görece yolları vardır bunun, ideolojik
biçimleri
bulunmuş, yetkinleştirilmiştir; ama yıl 1988, bu işe
kökten bir
çözüm bulunamadı.
“EN SON DEVRİM YOKTUR”
Orwell’in 1984’ünde
ise yenilgi tam ve kesindir. Winston,
Büyük
Birader’i severek ölür; tek amaçları “iktidar olmak için
iktidar”
olan zalimler suratımızı sonsuza dek çizmeleriyle çiğ-
nerler.
1984’te kurtuluşu gerçekleştirecek hiçbir güç tanımlanmaz.
Bireysel
isyan bile bir kurtuluş yolu değildir; Winston
baştan yitik
bir yarı kahramandır. Oysa Zamyatin devrimcidir.
E-330,
D-503’e “Sen matematikçisin, bilirsin” der, “bana en son
sayıyı
söyle.” D-503 kadıncağızın cahilliğine güler: “Aman E”
der,
“saçmalama; ilkokulda bile öğretirler bunu: Sayıların sonu
yoktur.”
“Öyleyse” der E, “en son devrim de yoktur. Nasıl en
son sayı
yoksa, en son devrim de yoktur.”
Yıl 1920. Zamyatin’in
uyarısı yerinde ve zamanındadır. Olmazı
olur yapan,
Avrupa’nın en beklenmedik ülkesinde devrimi
gerçekleştiren
Bolşevikler kendi devrimlerini devrimlerin
sonuncusu
sanmak yanılgısına düşebilirler; nitekim düşmüş-
lerdir.
Tarihe bir son, gelişmeye bir nihai hedef koyan düşünce
tarzı,
devrim sonrasını bir evrensel durağanlık hali olarak algı-
layacaktır.
Hedefe varılmış, devrim bitmiştir. Artık sorun dö-
nüştürmek
değil, zaten dönüşmüş olanı fedakârca çalışarak
güçlendirmek,
takviye etmektir. Ya da böyle demektedir yeni
iktidar
sahipleri. Platon’dan Wells’e kadar tüm geleneksel
ütopyacılarıntemel
hatasıdır bu. Ütopya (ister hayal edilerek
istersede
“bilimsel çıkarsamalarla” kurulsun) hep böyle tasar-
lanageldi: Tarihin, gelişmenin sonu, insanlığın varabileceği
en
mükemmel
toplum biçimi. Ütopyanın kendisinin de gelişmeye
açık olması
gerektiğine ilk işaret eden Wells oldu ancak bu fikri
geliştirip
bir sanat yapıtının temeli haline getiren ilk kişi de
Wells’ten
büyük ölçüde etkilenmiş olan Zamyatin’dir. Çünkü
Zamyatin,
köktenciliğini yitirmeden, güncelliğin sınırlayıcı ve
kategorileştirici
ideolojik çerçevesine teslim olmadan bir devrim
sürecinin
içinde yer alan ilk ütopyacı düşünürdü. Biz’de
kapalı,
durağan ve bitmiş bir an ve mekân olarak tasarlanan
ütopyanın,
sömürünün ve ezilmenin yeni (ve belki biraz daha
“akılcı”)
bir biçimi olduğu vurgulanıyordu. Zamyatin için ütopya
“henüz
olmayan”dı, içinde yapısal olarak kendi ötesini, yeni
açılımları
ve gelişme doğrultularını barındırmalıydı. En son
sayı, en son
devrim yoktu.
ÜTOPYANIN ÖBÜR YÜZÜ
Zamyatin’de varolan
ve Orwell’in de dozunu kaçırdığı edebi
gelenek
aslında edebiyat tarihi kadar eski bir tarzın bir parçası.
Ta
Samosatalı Lukianos’un Hakiki Tarih hicvinden ve Platon’un
Devletinden
günümüze kadar uzanan bir gelenek, Thomas
Moore’un
yaptığı bir kelime oyunuyla “ütopya” diye biliniyor.
Eski
Yunancada ou- (yok) ve eu- (iyi) öntakılarının ortalamasını
alıp (u-)
“yer” anlamına gelen “tapos” ile birleştirirseniz
ortaya
“ütopya” çıkar. Yani “var olmayan güzel ülke”, ütopya
zümrüdüanka
kuşu gibi bir türdür: Her devrimci dönemin
sona
ermesiyle birlikte sinisizm dalgaları altında kaybolur, her
yeni
devrimci dönemin baharında yeniden ortaya çıkar, gelenek
küllerinden
yeniden doğar. 20. yüzyılda kazın (ya da ankanın)
ayağı öyle
olmadı. 20. yüzyıl başında işçi sınıfının ve
onunla
yandaş olan aydınların beklentileri o kadar açık ve gü-
venliydi, o
kadar “bilimsel kesinlik” taşıyordu ki, bu beklentilerin
yenilgisi
çok daha gürültülü oldu, üstelik bu yenilgi de
netameli bir
yenilgiydi: Devrimciler zafere ulaşmış, devrim
yenilmişti.
Sabırsız aydın buna
tahammül edemedi; o haklı olarak “
her şeyi,
hemen şimdi” istiyordu. Oysa ne devrimlerin itici
güçleri onun
isteklerine aldırış ettiler, ne de devrimlerin önderleri
kendi
iktidarlarına toz konduracak bir davranışa izin
verdiler. O
zaman kızılca kıyamet koptu: “Aldatan Put” yazıldı,
bir sürü
Batılı sosyalist tövbekâr oldu.
Bu arada 20. yüzyıl
başında H. G. Wells dizi dizi ütopyaların
yanı sıra,
bilime ve teknolojiye aşırı güven bağlayanlara
uyarı olsun
diye iki de “negatif ütopya” yazmıştı; gelecek bir
zamanda
geçen, karamsar, “böyle giderse işin sonu kötüye va-
rır” demeye
getiren öyküler. Wells’i çok seven ve birçok yapıtı-
nı Rusça’ya
çevirmiş olan Zamyatin’in 1917 Devrimi’nin
hemen
ardından yaşadığı hayal kırıklığını bu öyküleri örnek
alarak dile
getirmesi hiç de şaşırtıcı değil.
Anti-ütopya,
ütopyaların “mükemmelliğine”, kapalılığına
bir
tepkiydi; 20. yüzyıla kadar yazılmış olan ütopyaların hepsi
birer
diktatörlük tasvir ediyordu aslında: Yalnızca iktidar soylunun
ya da
varlıklının elinden alınacak, “hak edenin”, seçkinlerin,
yetenekli,
bilge, aydın azınlığın eline verilecekti. Eh bir
de yüzyıl
başında ütopya falan değil, alenen gerçekte benzer
bir durum
ortaya çıkınca, iktidarda olmak için tek gerekçeleri
“her zaman
haklı olan partiye üye olmak” olan bir azınlık belirince,
ütopya
ansızın korkutucu bir şey oldu çıktı.
Rusya’dan kaçan
dindar bir aydın olan Nicholas Berdyaev,
“ütopya her
zaman totaliterdir, totaliterlik her zaman ütopyacı-
dır”
diyordu. Anti-ütopyaya bir akın başladı; aynı bayrak altında
beş benzemez
bir araya geldi. Zamyatin gibi bir devrimci,
Berdyaev
gibi bir dindar, Orwell gibi bir radikal demokrat,
Huxley gibi
bir liberal, hepsi anti-ütopyacı oldular. 1930’lar,
40’lar,
50’ler hep bu ruh haliyle geçti; piyasada görülen tek
ütopyacılar
Sovyet övgücüleriydi, ütopyanın totaliter, kapalı bir
sistem olmak
zorunda olmadığı, seçkinci olmayan, açık ütopyaların
da
tasarlanabileceğini keşfetme şerefi, 1968’lilere düştü.
ÖZGÜRLÜK MÜ, MUTLULUK MU?
Zamyatin’in
geleneksel, kapalı, otoriter ütopyacılığı eleştirirken,
alternatif,
açık bir ütopya yazma denemesine girişmek
yerine
alaycı bir anti-ütopya yazmasının iki sonucu oldu. Birincisi,
Huxley ve
Orwell gibi devrime uzaktan ve biraz da sinik
bir tavırla
bakan düşünür/romancıların bu anti-ütopya
geleneğini
karamsar bir çerçeve içine hapsederek sürdürmeleriydi.
Diğer sonuç
ise kuramsal ifadesini Bloch’un Umut İlkesinde
bulan yeni
ütopyacılığın geleneksel ütopyanın kapalı
yapısına
karşı Zamyatin’in uyarısıyla işe başlaması oldu.
1960’ların
isyancı yükselişi özellikle ABD’de bu yolda yeni,
açık
ütopyaların yaratılmasına ön ayak oldu. Yeni ütopya, geleneksel
ütopyaların
kapalı, sonlu ve otoriter yapısını değiştirirken,
Huxley ve
Orwell karamsarlığının da ötesine geçiyordu;
bu çabada
Zamyatin’in eleştirel ancak umudunu yitirmeyen
anti-ütopyasının
da katkısı vardı. Nitekim 1960’lar ve 70’lerdeki
en önemli
ütopyacı romanlardan birini yazan Ursula Le
Guin, işe
Zamyatin öğrenerek başlamıştı.
1920’de Zamyatin’in
elinde bir eleştiri silahı olan anti-ütopya,
telaşla
toplumda yeni açılımlar bekleyen ve bekledikleri
kendi yaşam
süreleri içinde gerçekleşmeyince de karamsarlığa
kapılan
Avrupalı aydınların elinde bir karabasana dönüştü.
Rönesans’tan
Wells’e kadar çoğunluğa bir seçkin azınlık tarafından
“mutluluk
hediye edilmesi” demek olan ütopya, Huxley
ile birlikte
seçkin azınlığın kara kalabalık tarafından boğulmasının
öyküsü oldu.
Yaratıcı aydın, çoğunluğun mutluluğu için
tasarlanmış
bir ütopyada mutsuz oluyordu. Çünkü çoğunluğun
mutluluğu
özgürlüğün, seçme hakkının herkes için ortadan
kaldırılması
demekti. Bu özgürlük/mutluluk ikilemi
Huxley’in
Yeni Dünya’sında en önemli yeri tutar ancak kökleri
daha geriye,
Zamyatin üzerinden Dostoyevski’ye dayanır. Karamazov
Kardeşler’de
Büyük Sorgucu ile İsa’nın karşılaşmasında
ortaya
atılır bu özgürlük/mutluluk çatışması. Büyük
Sorgucu,
özgürlüğün savunucusu İsa’ya insanların seçme hakkını
ellerinden
alarak onları mutlu etmek gerektiğini söyler.
Dinin işlevi
budur artık. Her an seçim yapmak zorunda olmak,
her an kendi
vicdanıyla yüz yüze olmak insanları yüzyıllar
boyu mutsuz
etmiştir. Kilise ise artık İsa’nın yolundan
ayrılarak
insanlara mutlu bir dünya verecektir. Zamyatin bu
temayı
Dostoyevski’den aktararak Biz’de kullanır: Velinimet,
Büyük
Sorgucu’nun bir benzeridir. Huxley’in Yeni Dünya’sında
aynı
tartışma Mustafa Mond ile Vahşi arasında tekrarlanır.
Vahşi tüm
acıları ve mutsuzluğuyla birlikte özgürlük istemektedir
ne var ki
Huxley’in dünyasında özgürlük ancak intihar
etme
özgürlüğü olabilir. Huxley yıllar sonra Yeni Dünya’yı yeniden
değerlendirirken
bu dünyanın içine küçük bir ütopya
adacığı
yerleştirmemiş olduğu için hayıflanır. Bu adacıkta
uyumsuz
aydınlar özgürce yaşayabilecektir. Ütopyanın burjuva
kültürü
içindeki yeri bu olmuştur 1950’lerde: Seçkin azınlı-
ğın
kendisini kara kalabalığın elinden kurtarabildiği yalıtılmış
bir adacık.
Orwell’de ise Dostoyevski’nin tartışması tümden
ortadan
kalkar: Büyük Birader insanlara ne özgürlük ne de
mutluluk
vaat etmektedir; hiç kimse için kurtuluş yoktur.
Zamyatin’in
(Huxley’den 12, Orwell’den ise 28 yıl önce) getirdiği
tartışma ise
düşünen ve hayal eden insan için özgürlük
ve
mutluluğun özdeş kavramlar olduğudur. E-330 “Kimsenin
benim için
istemesini istemiyorum, ben kendim için istemek
istiyorum”
der. Özgürlük mutsuzluğa gebe olmak zorunda değildir
Zamyatin’de.
Başkaldırmak, alışılagelmiş olanla mücadele
etmek acı
verir gerçi ama “dünü bugün, bugünü de dün”
olarak
yaşamak daha zordur. Zamyatin’in ütopyası kesintisiz
bir
mücadeledir; bugüne daima yarının gözüyle bakarak, kendi
kurduğunu
kurumlaşmaya başladığı andan itibaren yeniden
yıkarak
sürdürülen bir mücadele. Ütopya, Zamyatin için bir
ufuktur; ona
sürekli olarak yaklaşılır ancak varılamaz. “Vardık”,
teslim
olmaktır, gerçek sorular ise “Neden” ve “Peki, sonra
ne
olacak?”tır. “Edebiyat, Devrim, Entropi ve Başka
Meseleler”
makalesinde yaptığı benzetmede olduğu gibi, o,
seren
direğinin tepesinden fırtınalı suları seyreden, daima ileri
bakan bir
denizcidir. Yaklaşan fırtınaları ilk gören o olmuştur,
fırtınanın
ötesindeki denizi ve karayı, yağmurdan sonra çıkacak
olan yedi
renkli gökkuşağını da ilk görecek olan o ve onunla
birlikte
direğin tepesine tırmanma cesaretini gösterenler
olacaktır.
Bülent
Somay, 1988
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder