Öne Çıkan Yayın

Nazım Hikmet / CEVAP

  CEVAP  O duvar o duvarınız,                 vız gelir bize vız! Bizim kuvvetimizdeki hız, ne bir din adamının dumanlı vaadinden, ne de bir...

Ahmet OKTAY etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Ahmet OKTAY etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

5 Ocak 2019 Cumartesi

KIRLAŞTI SAÇLARIM ~ Ahmet OKTAY

KIRLAŞTI SAÇLARIM

Seviştik. Sonra sokuldum kokuna
su orguydun, efsaneni dinledim
“ayrılık günü bir gül getir bana”
diyen karlamış sesinle ürperdim.
Kırlaştılar; saçlarımı okşadın
şefkatle; ışıdı o solgun suret
bir ormanın ruhuydu parmakların
dağıldı sesimdeki şikayet.
Ayrılık bilemem ne zaman gelir
sen bir okul defteri getir bana
çünkü sadece yazmak tesellidir
çektiğimiz acıya bu dünyada.
Kırlaştı saçlarım, yakınmıyorum
ölüme yargılı insan doğumda
yeraltı mı daha korkunç bilmiyorum
Dünya mı? yaşadım yaşadığımca..
Sen de erken dolarsa vade eğer
ne olur “beyaz bir gül at” ardımdan
bomboş sokağa; dağılsın her keder.
Ahmet OKTAY

25 Mart 2018 Pazar

VLADIMIR MAYAKOVSKI ~ Ahmet OKTAY

VLADIMIR MAYAKOVSKI

Bir kez daha kucakla beni
kara-büyüsüyle bağlandığım gece;
mağma ve kemik tayfunları,
yağmur sularında sürüklenen bir mektubun
sar’alı yazısı gibi silikleşen ün;
ölümün tunçtan dökülme flütü
akkora kesmiş yüreğimi titrewtmiyor;
Gece,
uçurumlarında belleğin
kılık değiştiren hayalet,
insan bir tansık
diye yinele;
çünkü sözcüklerin külünden doğdu
yaralı oğlun.

Oğlunum,
soy kütüğünden intihar ve cinnet
kıya ve zindan
sızdıran Kent;
siyah sahtiyan!
Gölgemle kaplanırdı bir zamanlar,
rahmin olan sokaklarında;
çırakların gündüz düşleriyle uyuya kalmış
mürettiphanelerinde,
alanları dolduran göstericilerinin
o iskeletler operası şarkıcılarının
alevden hançeresinde,
yitik tundraların rüzgârlarıyla
inliyorum;
üzerimde haksız bir küşüm

ve suçlamalar,
taşta dövülen mürekkep balığının
etinde boğulan çığlığıyla
inliyorum.

Kent! Siyah sahtiyan!
Sen ki sevişiyormuş gibi
titredin bir vakitler şiirlerimle,
duy beni.

Dün müydü bugün müydü bilmiyorum,
yağıyor kar
uzaktan duyulan
kederli bir ninni gibi;
Keder,
mayam benim;
çoğunluğun okuyamadığı

okuyanınsa horladığı simyam,
keder
yakut parıltılı gömüm!
Gizemli Güldürü‘nün
yasaklandığı günden
Makbet’ler gününden beri
çocukluğumda göğsüme bastırdığım
sıcak bir somun gibi
ısıyıtorsun beni.

Çalıyor saat!
Başlangıç sondur
son da başlangıç;
“ayağa kalkılan
             saattir bu, konuşulan saat
yüzyıllarla,
          tarihle,
              evrenle.”

İçinden geçiyorum tarrakalarla
tüm zamanlarımın:

Baumann’ı anma gösterisinden dönüyorum
asit gibi gözlerimi yakıyor
cinayetin öfkesi;
Petersburg Luna Parkı’ndayım aynı sıra
Trajedi kırıyor sarkık çenelerini
etobur kara-kamu’nun;
Jübile’mde miyim yoksa
göğsümde buzuldan bir çiçek;
ve içimde
o hiç dinmeyen kar sesi:
“şairimiz” diye haykırıyor
işçiler
“haksızsın” diye bağırıyor
aparatçik;
burcum, gizemli Yengeç
esirge ve büyüt
devrimden başka bir şey olmayan
şiirimi.

Nasıl da akıp gitti günler
yaratılan bir dünyanın çoşkusunda,
kutusundan taunlar yayan imgelem
yabanıl afişler
yürüyüş kolları
elektrik
Mancınık ateşleriyle yanıyorsun hâlâ
Ekim gecesi.

Lili,
Denizin üstünde bir gül,
uzaklaşıyor yüzün
bayraklar
           flamalar,
                     kasketler arasında;
yaşamım gibi.

Bir cehennem özdeyişi
fısıldıyor Çehov: “Nasıl
yalnız yatacaksam mezarımda
öyle yalnız yaşıyorum”.
Blok da
“kaos doğuştan içimde”
diye yazıyor
gecenin mürekkebiyle.

Öz kardeşlerim. Suç ortaklarım.
Sözcükler de ikizler gibi,
kanıyor
ya da düş görüyor
ötekisiyle.
Biliyor ve canımı basıyorum altına:
Meleğin sözü
Deccal’ın da.

“Dize getiremeyecek beni utanç”

Gördüm ve yitirdim
kent kadar doğurgan ve ölümcül
o yüzü
           bayraklar,
                          flamalar,
                                         kasketler arasında;

1916’da bilicisiydim sonumun
ve şunları kazıdım
şerareler çıkaran parmaklarımla
her kapıya:
“Mayakovski sokağı derler
        bin yıldan beri bu sokağa
Canına kıydığı yer burası işte
        sevgilisinin kapısında.”

Ödeşmiyorum seninle
sevgili yaşam,
uzlaşmıyorum da

Yatırın beni
samanyolumdan tabutuma. 
Ahmet OKTAY

1 Mart 2018 Perşembe

SIRADA ~ Ahmet OKTAY

SIRADA 
Uzat saçlarını gecenin balkonundan
isteğimin çok tüylü suyuna.
Bir orman gecesinde
bir kar gündüzünde,
gördüm nasıl süzüldüğünü
yırtıcı ölüm kuşlarının.
Hadi uçsun memelerindeki güvercinler
hadi cennet ülkeni sun.
Kardeşliğin şarabını istemiyorlar
söyle kaç  sofra kaldı kurulu?
Baktıkça içleniyorum fotoğraflarına
yüzlerini öpmüş anneleri ayrılığa benzer
çilekeş kadınlar rüzgârlarına vurgun,
onlar silâhları ve şarkılarıyla
hani şuracığından geçerlerdi
korkularınla kaldığın zaman.
Ölümü en güzel kullandı onlar
bir karanfil dişleri arasından
aşk içinde ulaştırdıkları sana,
cepheden, sürgünden, mapustan. 
Sıra bizim, hadi günler bitiyor.
hadi uzat mavi saçlarını
yenik gövdemin üstünden.
Ahmet OKTAY

24 Ocak 2018 Çarşamba

VİRGİNİA WOLF ~ Ahmet OKTAY

VİRGİNİA WOLF
Üşümesinden belli içimin: bitiyor yaz.
Ufuk kör bir gözün ardı kadar boş. Geçiyor son
kuş sürüleri mumların titrediği bir katedralde
dinlediğim orgun sönüp giden yankısı gibi dinli-
yorum kanatlarının sesini

Ey üzünç diyorum: Yaşamımın toplamı, koyakların
ıssızlığından damıtılmış bana kalan tek bilgelik.

Üzünç: kolsuz bir askerin sakallı yüzü yansıyıp vitrinin
camında ‘kendini öldür’ diye iç geçirince; tezgahda
sızıp kalınca çocukluğunu ele veren göçebe
yüreğin sözü, kucaklanmayınca artık sevgili beden
ve gözyaşlarında parlayınca terkedilmiş baba ocağı

Dupduru gözlerle baktın bana ey yitik çocuk:
derede seyrederken kendimi ve öptün, ülkeler
vadeden bir öpüşle

Bu işte üzünç,
bu işte onulmazlık.

Yaz bitiyor:
gece iniltisini emziriyor büzülüp toprağa doğru çekilen
ağaçların, zaten yaralı belleğime daha bu sabah
bir uçurum kıyısıymış gibi dalıp gitmiştim saksının
çatlağına,bahçede yürürkende ayaklarım yapraklara
gömülü, bir kez daha Rhoda’nın sesiydi:
“Ah yaşam, nasıl da korktum senden.”

Bitiyor yaz: Ürperdim demin, biçimler dönüşebilir diye
düşünürken tek değişmeyen yüreğim ama yüreğim:
Paslı bir kapı işte, açılınca da inildeyerek ardında
hiçbir şey yok büyük karanlıktan başka.
Yine de konuşuyor biri:

Melek değil hükümlü kendini dünyaya doğru fırlatan:
“Siz lekelediniz beni ve çürüttünüz.”

Çöldeki su damlası gibi Söz: Emiyor onu demir,
beton ve cam, savaş ve tecim;
Yitiktir ve kovalanmıştır açıklamak isteyen
Söz

Ah bilemiyorum henüz yaşamımın tümünü, dok
işçilerinin suda yüzen sapları kesilmiş çiçeklere
benzeyen yüzlerine bakıyorum, şalına sımsıkı sarılmış
ihtiyar kadının çay bardağına değince bir kemik sesi
çıkaran eline bakıyorum, çilli bir oğlanın otobüsün camında
yassılmış burnuna bakıyorum: Bir giz mi bunlar belirginlik mi?
Üstelik hem göreniyim düşlerimin hem görüleni:

Üç başlı bir köpekle söyleşiyorum sık sık, elimde
bir gül; yağmalarken bir kitabın paha biçilmez gömüsünü.
Yine de yazgım o sözcükler, biricik ödevim.

Ve herşey bana sesleniyor: binlerce parçaya bölünüyor,
dağılıp gitmeden önce dokunuyorum herbirine:
Su bardaklarına, sarı, kırmızı, mor kurdelelere;
pencerenin nice yağmurlar, nice karlarla boyası
gitmiş pervazına; bir albümün gün boyu birbirleriyle
fısıldaşan sararmış fotoğraflarına, ıssız kar ovaları gibi
yalnızca rüzgarın sesiyle uğuldayan bomboş sayfaları gibi

Ah yazıma kimi zaman da, ateşe tutulmuş bir elin
acısıyla karalanmış yazılarıma:

Kanı çekilmiş ve dudakları hummanın koruyla kavrulmuş
bir yüz bu. Nedir aradığı ve nedir yitirdiği?
İnsan çiçeklenmelerinin ve insan yıkımlarının arasında.
Kişisel tarihler mi kurdum yaşamın sabuklamasıyla
yoksa varolan tarihlerin kurgusu muyum?
Ah yazı(m) taşıllaşan yazı(m): Aradığını ve yitirdiğini
biliyorum sonunda:

Yanmış bir kelebeğin külü.

Yaz bitiyor işte. Ayaküstü bir söyleşiydi zaten pespembe
ibrişim ağaçlarının altında. Kışa taşıyorum dünyanın
tortusunu: şarkılar, ağlayışlar, vedalar, buluşmalar,
karartma geceleri, sirenler, yaşamı saran sis:
İç içe giren, sarmaşan. Son bir gözgöze geliş zamanla:
Yanmış bir kelebeğin külü: Mavi-beyaz bir kelebeğin
külü…

Buluştuk Septimus, Clarissa, Rhoda. Mrs. Ramsay
dupduru bir ırmağın kıyısında, su yankılıyor dağılan ve
birleşen doğaya tek bir cümleyi:

“Şu küçücük varolma sorunu bitti”

Akıyor ırmak
Ahmet OKTAY

12 Aralık 2017 Salı

İNSANIN GURBETLERİ İÇİNDE - Ahmet OKTAY

Fotoğraf
İNSANIN GURBETLERİ İÇİNDE

Gecesel bir yer altı sesiydi
kehanet fısıldaşmasındaydı kökler, kemikler;
açıkta lüfercilerin parıldayan
lüks’leri. Av vakti, o tedirgin
kaşılıklı bekleyiş; gövdemdi sanki
oltadan ışığın yalımına kapılan.

Yanılsamalar ve aldanışlar.
Beklediğim inmedi trenden
bir söylen olacaktı dönüşü;
kara büyülere çarpılmaya hazırdım
dönsündü yeter ki.
Oysa kıpırtısızdı istasyon;
öyleyse kırmızı bir mendille
kimdi el sallayan geçen akşam?

İnsanın gurbetleri içinde;
sürgün yeri bu yüzden tanıdık
ayrıldığı günkü gibi dönüyor kişi.
Gide gide, yata yata bitmeyen
yol değil, zindan değil;
bedenin ve kırılgan sözlerin
bahçıvanın budadığı dalın
suladığı fidanın içinden geçen
o karanlık menzil.

Ezberimde tüm zulümler
belleği öyle beslemez
çünkü aşklar.

Sevgililer! Bazılarınızı unuttum
burnumda tütüyor bazınızın kokusu.
Terk edilmenin acısı dinliyor, aldatılış
gülümsetiyor: parmakların arasında
buruşturduğum hercai menekşenin
o tuhaf hışırtısı.

Vahşet vahşetle açıklanmalı.
Tazeyken yanık et kokusu
kılınabilir mi beş vakit namaz?
Hangi kösnü, hangi düş, hangi dua
unutturabilir toplu mezarları?

Kardeşler! Çoktan verdim
vereceğim filizi. Gittim gideceğim
yerlere; döneceğim yerlerden
döndüm. Yol alırken değiştirdi
görüntüleri, biçimleri, çelik
keskisi zamanın ve güzergâhın.

Kazınıyor anılar, bir gül
sesiyle birbirinin üstüne;
son eskinin, artık unutulmuşun
bir yorumu en yakın katmandaki
yara gibi taze anı.
Fotoğraf
Anımsadıkça bilecek insan
neyi unutmaması gerektiğini.
Ahmet OKTAY

24 Ekim 2017 Salı

SIĞINAK - Ahmet OKTAY

Fotoğraf
SIĞINAK

Kaçıp sana saklanıyorum akşam oldu mu
Sana dokununca mı denizleniyor masa
Senin avcıların mı çok hayvanları kovalayan
Sıkıntımın ormanında?

Üç beş günümüz var şuracığında
Nice oyuncağımızı kırdılar
Biz de güzel çocuklardık bahçelerde
Sularda alabalık

Azla avunmaya alıştık
Ne yapalım paramız yoksa
Şarabımız bitince yağmura çıkarız
Kim güzelleşmiyor öpüşünce. 
Fotoğraf
Ahmet OKTAY