Öne Çıkan Yayın

Nazım Hikmet / CEVAP

  CEVAP  O duvar o duvarınız,                 vız gelir bize vız! Bizim kuvvetimizdeki hız, ne bir din adamının dumanlı vaadinden, ne de bir...

8 Ocak 2018 Pazartesi

SİS [1-2-3-4-5] ~ Oya UYSAL "Uzak Olan Sendin"

SİS

Göğsümden geçerdi göç yolları kuşların. Yaşadım mı, düş mü,
hayal mi ne kadar uzak. Bir başka kalpteki yerin kadardı hayat.

Neyin peşine takılıp geldim bu bilinmeyen yere
unutmanın sisini aralayan şaman!
Ey Kuzey yıldızı!
Kaybolan geceye yolunu gösteren şamdan
içimin karanlığında korkan çocuğu koru.
Hatırayı saklayan eşyanın eskimiş yorgunluğu
yazlık sinemalar, taş plak, radyolu günler
ve kalbin ilk ağrısı
bir başka kalpteki yerin kadardı hayat.

Her aşk başa dönmekti belki de
hayata ve aşka hep geç kalan ben,
kimi sevsem bir başkasını sevmiş olurdu.

Göğsümden geçerdi göç yolları kuşların. Yaşadım mı, düş mü,
hayal mi ne kadar uzak. Bir başka kalpteki yerin kadardı hayat.

- 1 -
Uykuya dalan bahçeyi uyandırmadan geçti de yağmurlu güz,
kışı atlatamadı, toprakla kucaklaştı sokağın yaşlıları.

Hatıranın karanlık dehlizlerinde yerini aldı,
yeri göğü aydınlatıp
yataktan aynaya yansıyan ışık
koynunda sevişmekten tükenip bittiğimde,
uçurtması bulutlara değen çocuk sevinci, kamaşan beden.

Nehri, bahçeyi, akmayan çeşmeyi, güvercinli damları,
çarşıyı örtüp
karşı kıyıya uzanan sis
örtmese de bitmiş bir aşkın kederini

beni hayata, eve, evdeki bir başka yalnızlığa döndüren
çocuk kedi. Artık iyi.

Ey bilge şaman! Yerlere ve
göklere hükmü geçen zaman.

Beklemek ve görmek. Birbirinin benzeri sözler,
gelip geçen insan suretleri,
birbirine karışan yüzler ve sesler.
Yolları ardında bırakan mevsimler, batan gemi ve
karanlık sularda sürüklenen ruhum ve bütün soruların
toplamı ve özeti olan
– Ben neyi aradım durdum?
Ve hâlâ el altında duran bir başucu kitabı
yalnızlığım.

Göğsümden geçerdi göç yolları kuşların. Yaşadım mı, düş mü,
hayal mi ne kadar uzak. Bir başka kalpteki yerin kadardı hayat.

2 -
Yolları yorgun düşüren yolcuydum ben eskiden, artık geçmiş
ve kalbim yorgun düşen.

Herkes kendi gözünde büyütüp seyrederken kendini
sinip küçüldüm,
sığındım yalnızlığın
göğsüne
odalara sığmazken yalnızlığım.

Başkasının yerine sahne alınmış bir oyun,
birkaç gösterilik bir oyundu bu. Aşkı doğrulayan acı
ve yılları yadsıyan çıplak bedenlerimizin
bazen usul, bazen hırçın karışıp birbirine akışı.
Uykuyla uyanıklık arasında
kısacık bir yaşanmışlık.

Nehri, bahçeyi, akmayan çeşmeyi, güvercinli damları,
çarşıyı örtüp
karşı kıyıya uzanan sis
bugün de örtmedi bitmiş bir aşkın kederini.

Zamanın kıvrımları arasında gizli saklı kalmış bir şeyler
sezilen ama söze dökülemeyen.
Biz diye bir şey yokken,
neyi alıp gitmiştik birlikte temmuza
ansızın boşalan yüzün,
uzak bakışların
bilip de bilmezlikten,
görüp de görmezlikten gelinen.

İçimin kırılıp dökülmüş camlarından sızan bir soğuk rüzgâr,
bir karmakarışıklık,
derbederlik, derlenip toparlanmak istemeyen.

Yolları yorgun düşüren yolcuydum ben eskiden, artık geçmiş
ve kalbim yorgun düşen.

3 -
Yolları yorgun düşüren yolcuydum ben eskiden, artık geçmiş
ve kalbim yorgun düşen.
İçimin kırılıp dökülmüş camlarından sızan bir soğuk rüzgâr,
bir karmakarışıklık,
derbederlik, derlenip toparlanmak istemeyen.

– Yaprak kımıldatmayan durgun gecenin sokaklarından geçtim, bahardı. Dalları karlarla yüklü ağaçlı bulvarlardan sonra, gece yol alınan uzak şehirlerden, türeyen tren camlarına yaslanmış başımda ağrılarla, soluk kasaba içlerinden, perdeleri açık, sarı kör ışıklı ev içlerinden, donuk insan yüzlerinden…

Dinmek bilmez son yaz yağmurları… Sanki bir suç işlemiş de yüzü yere inmiş üzgün çocuktu gökyüzü. Islak ot ve toprak kokusu.
Başı sonu yokmuş gibi uzayıp giden sararıp solmuş kederli bozkırlardan, gecenin uykuya yeni düştüğü ıssız vakitlerden geçtim. Günü uyandıran kuşlarla başlayan sabahlardan.
Önce mordan eflatuna sonra ağır ağır pembe
usul bir ışıkta, şafakla yüzü aydınlanan yeryüzü güzeldi.

O vakitlerde aşkın eşlikçisi acı bile içimde güzeldi.

4 -
Aşıp gecenin eşiğini geliyor arada bir caddenin uzak sesi. Kar,
beyaz bir hüzün gibi örttü şehri.

Yaprakları birbirine yapışmış eski, tozlu bir kitabı
sanki okur gibi yeniden
unutmaya bırakılmış sırları
çevirdi parmaklarım.

Herkesin bir vazgeçilmezi var ya,
her yere birlikte götürdüğü
takvimsiz, saatsiz vakitlerde
dökülüp saçılan ortalığa.
Ben sarıp sarmalayıp aşkı
yalnızlığa
taşıdım durdum acıyı küçültüp
sığdırdım
incecik bir sızıya.

Şimdi çıkıp gitsem oturur sedire bekler beni
büyüdü, evi sevdi,
annesinin ölmeye terk ettiği hasta kedi.

Evden eve taşınırken yıpranmış, hatırası karanlık hayaller,
yüzünde iri bir gözyaşı, üzgün çocukluğum.
Bazen belirip -sisler arasında- durup bakıyor bana
saçları mısır püskülü bir kız
– ben bunu daha önce yaşamıştım duygusu-
uzansam kaçıp kaybolacak,
biliyorum.

Aşıp gecenin eşiğini geliyor arada bir caddenin uzak sesi. Kar,
beyaz bir hüzün gibi örttü şehri.

5 -
Uykuya dalan bahçeyi uyandırmadan geçti de yağmurlu güz,
kışı atlatamadı, toprakla kucaklaştı sokağın yaşlıları.

Hatıranın karanlık dehlizlerinde yerini aldı,
yeri göğü aydınlatıp
yataktan aynaya yansıyan ışık
koynunda sevişmekten tükenip bittiğimde,
uçurtması bulutlara değen çocuk sevinci, kamaşan beden.

Nehri, bahçeyi, akmayan çeşmeyi, güvercinli damları,
çarşıyı örtüp
karşı kıyıya uzanan sis
örtmese de bitmiş bir aşkın kederini

beni hayata, eve, evdeki bir başka yalnızlığa döndüren
çocuk kedi. Artık iyi.

Ey bilge şaman! Yerlere ve
göklere hükmü geçen zaman.

Beklemek ve görmek. Birbirinin benzeri sözler,
gelip geçen insan suretleri,
birbirine karışan yüzler ve sesler.
Yolları ardında bırakan mevsimler, batan gemi ve
karanlık sularda sürüklenen ruhum ve bütün soruların
toplamı ve özeti olan
– Ben neyi aradım durdum?
Ve hâlâ el altında duran bir başucu kitabı
yalnızlığım.

Göğsümden geçerdi göç yolları kuşların. Yaşadım mı, düş mü,
hayal mi ne kadar uzak. Bir başka kalpteki yerin kadardı hayat.
Oya UYSAL
"Uzak Olan Sendin"

7 Ocak 2018 Pazar

İNCE İNCE BİR KAR YAĞAR ~ Selda BAĞCAN

İNCE İNCE BİR KAR YAĞAR

İnce ince bir kar yağar fakirlerin üstüne, 
Neden felek inanmıyor fukaranın sözüne, 
Öldük öldük biz açlıktan, etme ağam n'olur. 

Kimi mebus kimi vali, bize tahsil haramdır, 
Dayanamam artık senin bu yalancı pozuna, 
Yandık yandık bize okul, bize yol, bize hayat, 
Etme ağam, n'olur, n'olur, n'olur, n'olur, n'olur n'olur. 

Adam mı ölür yol yapılınca, 
Okul olunca, hayat bulunca, 
N'olur, n'olur, n'olur, n'olur n'olur… 

İstanbul'un benzemiyor neden o urfalara, 
Yoksul maraş, susuz urfa, ya diyarbakırların? 
Yandık yandık, öldük öldük, bir yudum su, 
Etme ağam, n'olur…

Öldük öldük, bir mektup yaz, yapma ağam, 
N'olur, n'olur, n'olur, n'olur, n'olur n'olur… 

Adam mı ölür toprak verince, 
İnsan sevince, kendin bilince. 

N'olur, n'olur, n'olur, n'olur n'olur… 

Sen anandan ben babamdan ağa doğmadık dostum, 
Gel beraber yaşayalım, sanma ki sana küstüm, 
Yandım yandım, ayrı gezme, etme gardaş, 
N'olur, n'olur, n'olur, n'olur, n'olur n'olur… 

Adam mı ölür toprak verince, 
Borç ödeyince, kendin bilince, 
N'olur, n'olur, n'olur gardaş n'olur
Selda BAĞCAN

4 Ocak 2018 Perşembe

HALİKARNASSOS (I-II-III-IV-V-VI) İlhan BERK "Bir Yeryüzü Tanığı"

HALİKARNASSOS

I
Hava patladı. Demek gök boşandı Kaplankaya'da. Ve bir kolu
Koyun. Boşanmış göğü kaldırıyorum tutup iki ucundan.

Beyaz her şey. Beyaz beyaz beyaz. Beyaz olan
Şeye çıkıyor yüzüm. Ve sessizce dolaşıyorum bir kaleyi

Burçları, mazgalları, kuleleri: Suyun
Ellenip ayaklandığı ve bir çocuk kılığında dolaştığı

Ve girip çıktığı sokaklara - ki biraz kireç, biraz
Tuzdur ve devrilmiş bir süt şişesi hüznüyle durur -

Oylukdağı'na çeviriyorum gözlerimi
Yenileyip duran kendini ve değişen

Değişmekmiş gibi ölümün uzun uzun yazılan adı
Bir dağın hayatında, bir dağın durgun sıkılgan.

Uzayıp gidiyor bir yol bir çarşı ve çıkmıyor
Bir evin imbata açılan penceresi. Bir balkon.

"Kasımdayız ve birden soğudu havalar," diyor bir adam
Ve avucuna dolduruyor havayı ve bırakmıyor

Kaşlarını düşüre düşüre çıkıyor sonra dalgakıranı
Ve tükürüyor durmadan ve duvar gibi yüzü. Duvar

Gibi bir papalık arması önünde duruyor gözleri
Bir papalık arması, yılanlı kuleli, uzun, haçlı

Ve ölüm yalnızlığını bırakmış sade ve çekip gitmiş
Yani yazmamış adını ve rengini. Beyaz öyle.

Bakıyoruz birlikte çekip giden ölüme. Ve kentlerden konuşuyoruz
İçini otlar bürümüş kentlerden ve kuşlardan.

Hiç yeri yokken sen giriyorsun sonra hiç yeri
Yokken ellerini tutuyorum ya da bir su arkını

Ve nedense bir Moğol'un yüzünü anımsatıyor yüzün
Durup dururken. Ve çıkıyor ellerime.

"Girit'te sabah erken olur," diyor sonra. Doğduğu
Girit'te. Ve Girit'teymiş gibi buruyor bıyıklarını.

Sevdiği kadınları anlatır gibi anlatıyor sonra da
Gördüğü kentleri. Ve hiç ayırmıyor denizden gözlerini

Ve ellerini. Bir sokağa çeviriyoruz neden sonra yüzümüzü
Bir eve belki. Uzun karısının ellerini uzun uzun

Yıkadığı
Ve ihtiyarlığının şöyle ucundan tuttuğu.

Birden bir alana çıkıyoruz ve galiba hiç konuşmuyoruz
Bir alana uzayan ve taşlık. Taşlık bir yolda

Bakıp kalıyorum ardından nedense işte
Sonra yeniden kente çeviriyorum gözlerimi.

II
Bir ağzın içi gibi kent. Ve sarı tütünden elleri
Ve dişleri. Bir yol uzun uzun dönüyor uzakta. Dönüp
Mindos kapılarına çıkıyor, eski Halikarnassos'a. Eski Halikarnas-
        sos'u
Dolaşıyoruz seninle. Lelegler'i ve İskender'i. Çok güzel olan ve
        çok
Şarap içmeyen İskender'i - ki çok yıkanır çok dinlenir
Diye geçer kral günlüklerinde - Ve yüzü Fırat'ın rengini alan
Ölümünde. -
Lelegler'i ve İskender'i işte. Benim esmer diye düşündüğüm
Lelegler'i ve bir yıkıntıyı. Şimdi
Bir ölümün taş ve kemik kılığına girdiği ve dolaştığı bizimle
Bizim bir düzlük diye bildiğimiz ölümü
Ve yürüdüğümüz.

İşte uzun boylu uzun bıyıklı Karya Satrapı. Ve taştan
Taştan bir yalnızlıkla geriye taramış saçlarını
Ve halkını. Artık uzun olan halkını
Ve şimdi yavaş yavaş çıkan bizimle bir dağın böğürlerini
Yazıcı dükkanlarını, surlarını
Bir köpek ve bir kadın iskeletini
Ve bir yağ kandilini kendi  hayatını kendinin yavaş yavaş işlediği
Ve durduğu.

Geçiyoruz işte yeniden bulur kurar gibi bir kenti
Lav altında ve soğuk.
Senin bir ağacın büyümesini seyreder gibi baktığın ölüm
İlk Akdeniz halkı gibi kısa boylu burda.
Ve ölü düşüyor kuşlar ve bir papirüs tomarı
Bir sakız testisi sonra korkunç uzun boynu.

Böyle bulduk yere batmış kenti
Ve bir Bizans maltızını
Ellerine çıkan
                     ve kalan.

III
İndim sonra denize okşadım durdum derisini suyun
Okudum suyu, susan suyu.
Biliyorum çok uzak değil doğduğum kent denize
Ama hep bir kara adamı gibi düşündüm kendimi
Onun için uzatmadım saçlarımı ve bıyıklarımı
Belki fakir büyüdüğümdendir belki özlediğimden denizi
Ama bilirim karayı ve suyu. Büyük karayı
Ve suyu. Ben ki
Aynı aşkla bakmışımdır bir porsukla
Bir fokun gözlerine
(onun için mi acaba esmerim ve uzun boyum)
Gördüm otları hayvanları gördüm de yüzümü tuttum
Gördüm ormanları ve cebimde gibi dolaştım gökle
Sordum sonra sordum durdum doğayı kendi kendime
Sordum da öğrendim kendimi
Büyüyüşünü yaprağın
Düşen suyu.
İnceledim tepeden tırnağa otu
Diri kökü. Çalıştım karanlık dokusuna
Döl yolunu buldum. Gittim geldim toprakta
Diri. Kokuları saptadım. Geçtim ağaçlara
Yeni ağaçlara. Yeni otlara. Azgın
Sularını akıttım. Sevincini
Gördüm birbirine girmiş iki dalın.
Geçtim sonra ölü bir köke
Geçer gibi bir ölüme.
Sevdim usumu
Anlayacağınız çıkanla çıktım düşenle düştüm
Böyle yavaş yavaş büyüttü kara beni.

Böyle dedim yıkık bir ayazmanın duvarına dayayıp sırtımı
Ama güldü durdu deniz.

IV
Göktepe'den bakıyorum Halikarnassos'a. Ağmış
Rüzgarlar, demirler, yelkenler ve hurda bir tekne.

Deniz görmeyen bir evde
Uzun uzun camları siliyor bir kadın

Siler gibi kendini (ki eski diller eğirir)
Ve sayılarla yaşar gibi geldiği evleri).

Eski balıkçılar eski sular kokuyor mendirek
Eski haritalar, yağ ve kırık bir çıpa ve.

Çekilmiş deniz. Çekilmiş denizi dinliyorum
Ve ölü sirenleri biraz da. Ki

Küldür cesetleri dağılan ve kalan evlerde
Gecikmiş bir öğle sonu biraz da.

Bağırıyor bir tereci terelerini ve yüzünü
Sülüklerini bir sülükçü ve şişelerini.

Ve tuz, yaban inciri kokuyor sokaklar
Ve bir uzak yol kaptanı akan gözünü

(Şimdi yalnız geceleri çıkan
ve ayaklarıyla gören işini).

Ve rotasını iskeleye çeviriyor bir ses
Ve çocuklar çocuklar çocuklar çocuklar.

Göktepe'den bakıyorum Halikarnassos'a
Çekilen denizde çocukların gözleri.

V
Böylece vardık varacağımız yere ensende toplayıp saçlarını
Ve topuzunu.

Güneşle başladı gün bir gözü ikiye böler gibi usturayla
Kendi halinde bir gözü
Ne bakan ne bakmayan.
Ve avlusunu yıkadı durdu bir kadın
Balıklarını temizledi oturdu sonra denize karşı
Başında tokalar ve yığıla firkete
Ve korkunç harnup kokusuna bıraktı kendini.
Vurgun yemiş gibi döndü neden sonra yeniden önündeki denize
Çözüp saçlarını ve ağzını. Büyük ağzını.
Dikip kıyıda ağ yamayan bir balıkçıya gözlerini
Girit'ten getirdiği uzun kuru elleriyle
Saran kendi kıydığı tütünüyle cıgarasını

Ve kendini.

O zaman gidip oturdum ben de aralarına
Konuştuk denizi.

Ve uzun uzun sustuk sonra üçümüz de
Yakındık ne de olsa üçümüz de ölüme

Onlar için bir yer değiştirmekti ölüm
İki heceli bir sözcük benim için.

(oturup yazdım ölümün gözlerini
kımıltısız ve durağan)

Sonra çıktık gittik. Eskidik.

Sonra gelip düştü güneş.

VI
Ağacı çöpü otuyla uyandı yarımada. İndi kalktı.
Çizdi durdu kendini
baktım Değirmen burnu yalçın ve dağlıktı
ve daha şişman daha kemikliydi eski coğrafyada. Ve
        sevendi otlarını balıklarını daha.
Ovaya batmıştı İnceburun 
Kırılmıştı Gökova.
Gittim geldim usumda suyla
Hayıtla.
Hanlarda yıkadı yüzünü çocuklar baktım
Gök buruştu durdu
Bir tirandil kendini çekti kalafata
(Asık suratlı buruş buruş yüzü)
Açıldı sonra baktım.
Uzun uzun yazdı adını Pazardağı ve Kızılburun
Döndü yerine.

Nane kekik koktu dağ.
Bir su üstü karagözü kayboldu Bozburun'da. Çataladaları'na
        çıktı
Dinledi geçtiği yeri.
Denizin yüzü karıştı
Kapadı büklerini
Toplandı.
Yürüdü kara. Kapı önlerinde oturan kadınların yanına gelip
        durdu.
Hışımla geçti bir kırlangıç, küçüldü durdu uzakta
Ağını attı bir adam baktım
Çekti iple sonra ihtiyarlığını.
Güneşe serdi süngülerini hızlı hızlı bir süngerci
Ve bağırdı hafif kalkık bıyıklarına.
Baktım köylerini uyandırdı yarımada
Teknelerini indirdi
Düzdü ırıplarını, gırgırını
Balığa çıktı baktım.
İlhan BERK
"Bir Yeryüzü Tanığı"

3 Ocak 2018 Çarşamba

ÇALINMIŞ BİR MAHŞER İÇİN AHVAL ~ Yılmaz ODABAŞI

ÇALINMIŞ BİR MAHŞER İÇİN AHVAL

" Ben Afrika'da kanat çırpan bir kelebeğin Kuzey Amerika'da yarattığı kasırgayı istiyorum… Ben kaos istiyorum! "

sefil bitler hala uzayın boşluğunda yaşıyor ve içimde bir abdal ağlarken ufuklar 
caddesinde ufuksuz adam, sesine bir küfür katmış sokaklara saçıyor... arada 
üşümüş gözlerle, pörsümüş göğüslere bakıyor; üşümüş gözler üşüyor, üşümeye 
bakıyor... 
için içimde gerilen hayat ,turuncu laleler ve ıssız insanlık, artık sıcak sözcüklerden 
utanacak kadar d(üşüyor)! günler, yeni günlere yenilgiler saçıyor... bu yüzden 
ellerim durmadan uzaklara kaçıyor, gözlerim hep dağlara bakıyor. ben kentlerde rehinken 
firar ellerim! ellerim üç beş nöbetinde bir askerle kanyak çekiyor, gözlerim yorgun bir 
gerillayla ufka bakıyor... aklımda Diyarbakırlı bir kızın uzak ve sıcak gözleri, havada 
kar, gökyüzü aydınlığında bir çingene cüreti; yollarda aç köpekler, çatılarda ürkek 
kuşlar üşüyor...bütün yaslı hayatların ansızın bir sonbahar geçiyor... 

içimde bir sonbahar kırık dökük vagonlar gibi...poyrazım sinmiş, yağmurum dinmiş 
ve düşlerim darmadağın erken göçen kuşlar gibi. 

hey kuşlar, daha dün kağıttan uçaklar, gemiler yapan çocukluğum hangi cehennemin dibine kaçıyor? kaçıyor! kaçtıkça daha çok görüyorum: ölülerin kanında, günlerin 
meşru kıvamında illegal karmaşalar büyüyor... 

bir şeyler büyüdükçe sicilim bozuluyor, şiirim deliriyor ve yurdumun toz duman 
yollarında külhan kasaba şoförleri küfrederek, yarışarak gaza basıyor... bir dağ 
Bingöl'de oturmuş sessizce öbürüne bakıyor... yamacına bir çoban çömelmiş de 
yalnızlığına bir ateş yakıyor ve uzak bir istasyonda bir kaçak, bomboş bir 
şimendiferde kurşunlanıp düşüyor! 
insanlar küçüldükçe ölüm büyüyor ve herkes seçmediği yasalarla ölüyor... 

herkes ölüyor ve caddelerden bayat bir proletarya geçiyor; baka baka 
eskittiğimiz, acıttığımız çağda bir Guernica; Guernica ağlıyor... 

belki bu yüzden içimde çığlık çığlığa bir sonbahar acıyor 
içimde bir sonbahar kışların kapısında yaprak döküyor... 

bayat bir proletarya caddelerden, anılardan esneyerek geçiyor...oysa evvel zaman 
takvimlerinde umuda gülümseyen sapsarı dişleriyle devrimdi onlar, gelecektiler! çıkıp 
o sanrılardan hepsi bir yere gelecektiler. 

şimdi Çankırı, Malatya yollarında, Moskova'da, Prag'da evlerinin camlarındaki ışıklı 
buğular arkasında eski türkü gözleri... akıp geçmiş çabuk nehirler gibi. 
eski türkü; şanlı proletarya ve müttefikleri(!) 
proletarya ve şanlı müttefikleri, hala o alaturka çoşkularla kol kola aynı soluk 
Günlerin daracık evlerinde aynı bordurlarıyla, aynı avratlarıyla oturuyorlar ve dünyaya 
çalınmış bir mahşer gibi bakıp, hala yeni yıllara aynı dişlerle gülümsüyorlar... 

birde tedavülden kalkmış genç ömrümüz; okyanusların unuttuğu kumsallar kadar 
yanılmış, yanmış ve yalnız ömrümüz;' narodnikler, troçki, finans kapital, oligarşi(!)ve benim proletaryam: şimdi şiddet ekranlarında Hülya Avşarın kocaman göğüsleri... 

Kırıkkale ,Tekirdağ yollarında eski halkım eski bir düşün devrimi gibi; halkım, hala 
bir devrim düşü gibi toprak ve insan kokuyor... 

belki bu yüzden içimde çığlık çığlığa bir sonbahar acıyor 
içimde bir sonbahar kışların kapısında yaprak döküyor... 

bir sonbahar: 
o şimendiferde vurulan kaçağın yüzündeki korkular 
kadar ölümlere acemi. bir sonbahar: 
dallarında darmadağın savrulan yaprakların eceli... 

hey sonbahar ,işte büyük aşklar , büyük düşler düşler büyük ölüyor! 
büyük aşklar , büyük düşler buruşuk çamaşırlar gibi yıllara seriliyor... uzaklıklar 
gidiliyor, yakınlıklar biliniyor ve hep aynı tahakkümün özneleri ,onları palyaço yapıp 
tarihin çöplüğünde gülüyor...gülüyor! 

-artık kül oğlu kül'sün sen ; zül'sün zül 
bu sözlerin üstüne bir çay geliyor; evet ,çay bile içiliyor bu sözlerin üstüne ve 
belleğimden uğultularla, saralı imgelerle geçen bitmemiş bir şiir Ankara'nın ortasında 
mola veriyor. 
aklımda hep self servis ömrüm... aklımda piç bir devrimin büyük 
pankartları, çalınmış alanları, kirletilmiş anıları... aklımda hep vaat eden o bıçkın 
şarkıları... aklımda kahraman yeminler, yenilmiş militanlar ve aklımda Diyarbakırlı bir 
kızın uzak ve sıcak gözleri; hep uzak, ve sıcak kalacak gözleri... 

belki bu yüzden içimde bir sonbahar acıyor; öyle acıyor ki acılar acısız 
kalıyor; mevsimler üstüme devriliyor; mevsimler üstüme devriliyor kışlar kış'sız 
kalıyor! devrimler öksüz, kalemim safsız kalıyor! 

bizi zaman yeniyor aşklarım aşksız kalıyor... 

bir sonbahar: açların mahkumların ve orospuların büyük yenişmişlikleri kadar eski. 
bir Guarnica acıttığımız eski çağın enkazında ağlıyor; ötede ter ve sidik kokan 
barlarda eski yoldaşlar: 

-heyy sesimize biraz daha alkol katalım 
kaparosu ödenmiş yitik bir devrim 
ve bütün şaraplar için şarap açalım! 
diyor... Beyoğlu, Sakarya, kordon barlarında eski devrimcilerden caddelere simsiyah 
bir hüzün sızıyor... 
caddelere simsiyah yenilgiler sızıyor...ben burada kurşuni bir göğe bakarak, 
Diyarbakırlı bir kızın sıcak ve uzak gözlerine akarak, Varto'da Niksar'da kederlerini 
gözyaşlarınla öpen çocuklar için ağlıyor ve bağrıyorum: 

-bu oyunda bütün replikler yalan 

derken her yeri yasalar, namlular ,dublörler kuşatıyor! içimin sokaklarında evden 
kaçmış çocuklar üşüyorlar...bir kemanın tiz sesinde günler sıtmalı, günler titreyerek 
geçiyor... Kızılay'da bir ayyaş ,nöbeti yanlış bir gündüzden devralmış gecenin 
duvarlarına işiyor...kasaba hapishanelerinde mahkumlar aksırıyor, tütün kokuyor, esrar 
çekiyor... pavyonlarda bir Gülnihal, akarsız sesiyle bir şarkı okuyor rast makamında.. 
ve yurdumun toz duman yollarında yanık bir bozlak... 
sesim mi? 
ulaşmıyor ağladığım dağlara 
tütünün var mı dosttum ? 
bir poyrazdan geliyorum da... 

yurdumun toz duman yollarında işçiler harç karıyor yükselen yapılarda; yük 
abanmış bedene, can ölesiye tutunmuş tene :işçiler harç karıyor yükselen yapılarda. 

yurdumun toz duman yollarında analar erişte kesiyor sofralarda 'bu gün bizde 
yarın komşuda sıra. 
yurdumun toz duman yollarında mahkumlar marş söylüyor 
ranzalarda; hasret, kırık kanatlar gibi çöarepıpo düşüyor mazgallara 
Buyurdu mu toz duman yollarında memurlar evrak yazıyor, dülgerler ağaç kesiyor 
şairler şiir yazıyor, halim yurduma benziyor ...halim yurduma benziyor... 

yurdumun toz duman yollarında, batık gemileri unutulmuş kumsallarında büyük 
toprakların, büyük betonların kıyılarında babalar hevesle çocuk ekiyor yarınlara... 
bir Guarnica aynalarda ağlarken, yarınsız yarınlar bizim ;bu kışlar ,bu kanlar ,bu ölü 
kırlangıçlar bizim... 

(içimdeki sonbahar kışların kapısında can çekişerek ölüyor) 

sonbahar öldü 
her yüz bir anı bırakıp gitti 
alkışlar methiyeler ,dostluklar bitti... 

bilsem size bağrımı açar mıydım hiç 
bu deniz benim olsaydı batar mıydım hiç 

sonbahar öldü 
devrimin yok evin yok sevgilim 
ormanım yok dalım yok yeşilim 
bir poyrazdan geliyorum; tütünüm yok gülüm yok 
gökyüzü öldü... şahdamarım zonkluyor 

şimdi yüzde yüz yalnız 
İki kere ikinin dört ettiği kadar mağlubum 
sabıkalıdır şiirim de şairi kadar 

sonbahar bile öldü...ömrümde çalınmış mahşerler var, havada kar...önümde 
gül demetleri, arkamda hançerler var! 

sonbahar öldü...feodal figüranlıklar için karnemi aldım ve hiç kopya çekmedim 
hayat oyununda sınıfta kaldım! eğrildim...artık eğrildim doğruluktan! 

sonbahar öldü... kapattım dili geçmiş zamanlara açılan kapılarımı; artık 
yolumda sadece kar var ve kirlendi alnımın aklığı bahçem tarumar! 
(o inkar eski inkar...) 

yeni bir söz 
eski bir gözle 
 anlatılmaz! 
bir meneviş olmalı sözler 
kesilip atılırken çiğnenmiş bahçelerde ağrıyan 
karanfiller 
ağrılarda söz olmalı 
ve sözlerimiz yeni çağı kuşatmalıdır! 

varsın yeni bir söz için eski bir göz ölsün 
ölsün gecelerin ilmeğine suç ortağı çakallar 
zamanın tortusunda kurutulan anılar 
büzüşen yalnızlıklar 
ve ihanete doymayan ihanet ölsün! 

ben ise her denizde yeni bir liman için ölürüm 
her deniz yeni limanlarla tükenir, ölür 
geride 
martılar 
çığlıklarla 
yeniden 
yeniden hırçın sulara gömülür... 
 
denizler kalabalıktır 
akarsular ise yalnız, sefil durulur 
ve titreyen eski çağlarda beyhude şafaklar ölür! 
yeni bir söz için eski bir göz ölür 
eski bir göz tanıdık rüzgarlara savurur küllerini 
ben bir okyanusa adamışsam sesimi 
bütün limanlar ölür! 

sonbahar öldü 
biz gençliğimizle hiçbir yere varamadık 
üşüdük 
hep üşüdük 
de birlikte hala ayrılmadık 

oysa nereye gidersem 
yanıma önce kendimi aldım 
nereden dönersem 
biraz dağınık kaldım 

kıyılara vura vura hayatın 
yosun tuttu düşlerim 
aynaları kullanarak eskittim 
eskidi gülüşlerim... 

ben ömrümün rahlesinde yanlış yüzlerle aşındım baktım, çıldırdım işte isyana 
ve inkara böyle taşındım! 

ama bu eski inkar 
bu sözler 
bu yüzler eksik 
ve eski 

ve eski gülü sula, kanı yıka, toprağı öp, yolu geç; ağıtı, ölümü geç suları, şarapları, salkatanatları… vardığın yerlerde cüzzamlı çağ 
göreceksin! zemherilerde öğüttükçe şarkılarını, kendini yeniden, yeniden 
keşfedeceksin! 

eski sonbahar öldü 
şimdi yeni bir kışı'ım 
bakarak uzaklara 
verilmiş sözüm 
kalmışım tuzaklara... 

düşerken tuzaklara 
haydi, sokağa fırla 
yağmura bakam ,geçer 
aldırma! 

bir mezar kaz 
üşüyen yalnızlığa 
bir mezar 
eskimiş ayrılığa... 

ağarken uzaklara 
geç yağmuru, ihaneti, külü geç! 
her şeyi aş 
ölüme ulaş 
ölüme dalaş 

artık kaçtığın yer kaçamadığın yerdir! 

sonbahar öldü...son kez söylendi o eski sözler 
şimdi dağlardan kopup tepeme çöken şu ürkek bulut 
ve Erzincan'ın saçakları buz tutmuş dar, matemli evleri 
bana nal seslerine özlemimi anlatır 
devrilip giden ölü yılları anımsatır 
ölü yıllar bana neler...neler anlatır 
kalbimde bir Vivaldi, bir sızı kalır... 

oysa ben o balçıklarda izler bıraktım 
yeni yağmurlarda, yollarda esamem okunmuyor 
ki her yeni güz için yeni şarap açtım 
yeni şarapların güzleri anılara uymuyor 

yeni şarapların güzleri anılara uymuyor 
yalnızlığım kuytularda soluyor, ah ,soluyor! 

demek hep yanlış kadınlar için atmışım zarlarımı 
ama atmışım! 
ve hep yanlış yollara oynamışım ömrümün bütün kumarlarını... 

yenilgiler kapımı ayaz mevsimini çaldı 
kalbimde bir Vivaldi,bir sızı kalır... 

artık bu sözlerde olacağım...bu sözleri yazdığım yerlerde kalacağım ve bütün 
yaslı hayatları toplayarak kışların ortasına; yaslanarak aşklarımın yasına, anıların 
buğusunu öperek yazacağım… buğusunu öperek yazacağım...
Yılmaz ODABAŞI
"Aşk Tek Kişiliktir"

DENİZ TÜRKÜSÜ ~ Bedri Rahmi EYÜBOĞLU

DENİZ TÜRKÜSÜ

Deniz dediğin bir tarladır
Gülü gül, dikeni diken, tohumu tohum
Toprak gibi verimli, toprak gibi cömert
Betine bereketine kurban olduğum

Deniz dediğin bir tarladır
Uçsuz bucaksız bir tarla
Göbeği insanlarla kesilmiş
Çilesi insanlarla

Deniz dediğin bir tarladır
Sözü pek, eli ağır
Dost gibi güldürür insanı
Dost gibi ağlatır.

Deniz dediğin bir tarladır
Anadır, babadır, kardeştir
İnsan eline hasret
İnsan eli değer değmez ürperir
Binbir yerinden çatlar sevincinden
Nesi var, nesi yok çıkarır verir,
İnsan eli değmemiş denizlere bir damla alınteri
Bulutlar dolusu rahmetten mübarektir.

Deniz dediğin bir tarladır
Bulutlar, güneşler dibindedir
Gecelere gündüzler dibindedir
Yıldızlar mevsimler dibindedir

Zifiri karanlık güller açılır dibinde
Bağlar, bahçeler kat kat, katmer katmer, deste deste
Bağlar, bahçeler zifir karanlık güller
İnsan eline hasret beklemekte.

Deniz dediğin bir tarladır
Kapılar açılır içinde kapılar
Bitip tükenmeyen bereket kapıları
Balıklar akıp gider bölük bölük tabur tabur
Alı al moru mor sarısı sarı.

...
Deniz dediğin bir tarladır
Üstünde başı boş rüzgâr
Gönlünce at oynatır
Üstünde bir avuç tuzlu köpük
İçinde milyonlarca yürek
Milyonlarca öpücük
Bir insan eli arar konacak
Bir insan eli muhkem, sıcak

Hey benim
Boydan boya cömert denizlerle çevrili
Güzel memleketim
Bu yaz tenha denizlerinde yıkandım
İnsan eli değmemiş ormanlar gibi vahşi
Dağ başında unutulmuş küçük kundaklar gibi yetim.
Bedri Rahmi EYÜBOĞLU

2 Ocak 2018 Salı

KUĞUNUN ÖLÜMÜ ~ Mehdî Hamîdî Şîrazî

KUĞUNUN ÖLÜMÜ

Bu güzel bir kuğunun ölümüdür
Kuğu hoşça doğar güzelce ölür

Ölüm gecesi tek başına konar suya
Yalnız bir ırmak köşesinde ölür

O köşede o kadar gazel okur ki
Sonunda gazellerin içinde ölür

Kimileri inanır ki bu çılgın kuş
Nerede âşık olmuşsa orada ölür

Bilmeden başka yerde ölmemek için
Ölüm gecesi oraya koşar ve ölür

Bir kuğunun ovada öldüğünü görmedim
Diyelim ki inanmadım bir kuğu böyle ölür

Bir gün suyun kucağından gelip
Bir gece yine suyun koynunda ölür

Sen benim denizimdin, aç kucağını
Bu güzel kuğu ölmek istiyor
Mehdî Hamîdî Şîrazî