Öne Çıkan Yayın

Nazım Hikmet / CEVAP

  CEVAP  O duvar o duvarınız,                 vız gelir bize vız! Bizim kuvvetimizdeki hız, ne bir din adamının dumanlı vaadinden, ne de bir...

28 Ocak 2018 Pazar

AN’LAR…~ Jorge Luis BORGES

AN’LAR…
Sil baştan yaşama şansım olsaydı eğer,
oturup saymazdım eski yanlışlarımı.
Kusursuz olmaya çalışmaz, rahat bırakırdım yüreğimi.
Neşeli olurdum, geçmişte olmadığım kadar,
ve elbette çok daha coşkulu olurdu sevdalarım,
içine de yeterince ciddiyet katardım.
Bu denli temiz, titiz olmazdım hiç, öyle bir şansım olsaydı eğer.
Hiç çekinmezdim daha fazla riske girmekten de…
Daha çok yolculuklara çıkar, gündoğumlarını kaçırmazdım asla;
hele dağlara tırmanmanın, ırmaklarda yüzmenin keyfini…
Hiç bilmediğim yerlere giderdim, gidebildiğimce.
Doyasıya dondurma yer, boşverirdim kuru nimetlere.

Öyle bir şansım olsaydı eğer, dertlerim de
yalnızca düşlerin değil, yaşamın gerçeğini taşırdı.
İşte onlardan biriydim ben ömrü boyunca hani, her saniyesini
verimli kılmaya çalışan insanlardan biri.
Ama aynı an’lara yeniden geri dönebilseydim eğer,
yalnızca iyi ve güzel olanları tatmak isterdim, mutlu an’ları…

Farkında değilseniz hâlâ, öğrenin artık:
Yaşam an’lardan oluşur, sadece anlardan, ŞİMDİ’yi yakalayın.
Yanında termometresi, bir şişe suyu, şemsiyesi
ve paraşütsüz yerinden kıpırdamayan bir insandım ben.
Ama yeni baştan yaşayabilseydim eğer,
yüksüz, iyice hafiflemiş olarak çıkardım yolculuklara.
İlkbahara yalınayak girer, sonbahara dek unuturdum ayakkabıyı.
Hiç bilinmeyen yolları keşfeder, tadına varırdım günışığının,
Çocuklarla daha çok oynardım, yeniden bir şansım olsaydı eğer…

Ama ne çare..  İş işten geçmiş ne yazık ki!
85’indeyim artık ve biliyorum ki… Ölmekteyim.
Jorge Luis BORGES

YARIN ~ Robert DESNOS

YARIN
Yüz bin yıl yaşamış olsam, hâlâ gücüm olurdu
Seni beklemeye, ey yarın, ümitle hissedilen. 
Üst üste incinmeyle acı çeken yaşlı zaman
Şöyle sızlanabilir: Sabah yenidir ve yenidir akşam.

Ama pek çok aydan beri uykusuz yaşıyoruz,
Gece beraberiz, ışığa, ateşe göz kulak oluyoruz, 
Alçak sesle konuşuyoruz ve kulak veriyoruz çabuk sönmüş ve
Oyundaymış gibi yitirilmiş pek çok gürültüye.

Oysa, yine şahitiz gecenin derinliklerinden, 
Gündüzün sunduğu her şeye, göz kamaştıran parlaklığına, 
Eğer uyumuyorsak, şu an bize yaşadığımızı kanıtlayacak olan 
Şafağı seyrettiğimiz için sonuçta.
Robert DESNOS

ÇÜRÜMENİN KİTABI (TANIMLAR MEZARLIĞINDA) ~ Emil Michel CİORAN

ÇÜRÜMENİN KİTABI
(TANIMLAR MEZARLIĞINDA)
"Artık benim için hiçbir şey konu olamaz, zira bütün şeylerin tanımını
verdim," diye haykıran bir zihin tahayyül edebilir miyiz acaba? Böyle
bir şeyi tahayyül edebilsek bile, süre içinde nasıl konumlandırılır bu?
Bizi çevreleyen şeylere, onlara isim verdiğimiz -ve ötelerine geç­
tiğimiz- ölçüde tahammül ederiz. Ama, bir şeyi bir tanımla benimsemek,
ne kadar keyfi olursa olsun -ne kadar keyfiyse o kadar da vahimdir,
çünkü bu durumda ruh bilginin önüne geçer- o şeyi dışlamaktır;
onu yavanlaştırmak ve yersizleştirmektir, yok etmektir. Avare ve
münhal bir zihin - dünyayla da yalnızca uyku sayesinde bütünleşen
bir zihin- şeylerin isimlerini çoğaltmak, içlerini boşaltmak ve yerlerine
formüller koymaktan başka hangi işi icra edebilir? Sonra, şeylerin
yıkıntıları üzerinde ilerler; artık ihsas yoktur: Yalnızca hauralar. Her
formülün altında bir kadavra yatmaktadır: Varlık veya nesne, mahal
verdiği bahanenin altında ölür. Zihnin havai ve uğursuz hovardalığı­
dır bu. Ve bu zihin isimlendirdiği ve kayda düştüğü şeylerin içinde
kendini de heba etmiştir. Sözcüklere il.şık olduğu için, ağır sessizlik
lerdeki esrardan nefret ediyordur ve bu sessizlikleri hafifleştirip saflaştırır:
Bu zihnin kendisi de hafif ve saf bir hale gelmiştir, çünkü her
şeyin yükünü atmış ve her şeyden arınmıştır. Tanımlama zaafı, onu
merhametli bir cani ve uysal bir kurban haline getirmiştir.
Ruhun zihne yaydığı ve ona canlı olduğunu hatırlatan tek leke de
böylece silinmiştir.
Emil Michel CİORAN

GÜL ŞİİR ~ Ahmet ERHAN

GÜL ŞİİR

Geceyarısı, karanlık bir bozkırda
Işıklar içinde akan bir tren kadar yalnızım
içinde onca insan, içinde dünya…
Soluk soluğa, demirden bir ırmağa mahkum
Ve bilmeyen sonsuzluk nedir,
Haklı olan kim bu kargaşada?
Ateş ve su, yaşam ve ölüm, irin ve şiir
Ucu bucağı olmayan bu çığlıgın
Ortasında nasıl barışılabilir?
Anlamak isterim, hangi yasa
Bir beşikle bir darağacını
Aynı ağaçtan, ne adına varedebilir?

Sorular sormak için geldim şu dünyaya
Yasım acıların yasıdır
Boynumu üzgün bir çiçek gibi kırıp da
Yollara düştüğümde, başımda deniz köpüklerinden
Ya da sabah yellerinden bir taçla
Yürüdüğüme inanırdım – yanılırdım
Geceyi günle, acıyı sevinçle kardığım
Bu söylencenin bir yerinde durakladım
Ve anlatamadım, konuşamadım bir daha.

Acını ödünç ver bana, gözyaşlarını
Damarlarında uyuyan sevinci ödünç ver
Yitirdim çünkü onları da..
İlenmiyorum, el çırpmıyorum artık
Ne aklımda yaşadıklarım üstüne düşünceler
Ne de geleceğime dair bir tasa.
Gelirken çan çalmıyor yalnızlık
Bir adam, bir sokak, bir ev
Yüzler, gülüşler, susuşlar boyunca

Soruların vardı senin, ne çok soruların
Gözlerin dünyayı eleyip dururdu boyuna
Bir fısıltı gibi başladı sevgim
Çığlık oldu, kağıtlarda çiçek açtı sonra
Sonrası…Mutlu bile olduk bazı
Artık sen yadsısan da ne kadar
Ya da ben bilmiyorum mutluluk nedir
Anlatsın yollar, yollar, yollar…

Şimdi gece, soluğumu verdim içime
Az önce kağıtlara gül kuruları serptim
Dolaplardan kekik, nane kokuları çıkardım
Öylece serptim, seni yazacağım diye
Sen ki, deniz görmemiş bir deniz kızısın
Aklımın almadığı bir yerde, öylesin
Şimdi gece, iki kişilik bu yalnızlık
Bize artık yeter de artar bile…

Dünyanın ölümünü gördüm, suyun toprağın
En yakın dostlarımın birer birer
Vakitsiz açan çiçeklerin, vakitli doğan çocukların
Ölümünü gördüm, ama kimse
İnandıramaz beni öldüğüne sevgilerin!
Yaşam ki bir kum saatidir usulca akan
Dolan sevgilerimizdir biz boşaldıkca
Yaşımız biraz da sevgilerimizin akranıdır
Vereceğimiz tek şey budur dünyaya.

Şu dağılgan yüreğimi, şu köpüklere imrenen
Yüreğimi bir gün yollara atarsam
Bir gün bir nehir yataklarına dolarsam, korkarım
Suyumun çoğu senden yana akacak
Bütün sözcüklere adını ekleyeceğim
Güldeniz, Gülekmek, Gülyağmur, Gülşarap
Gülaşk, Gülşiir, Gülahmet, Gülerhan
Ey gül yaşamım, yitip giden düşlerim!

Gecelerdi, solgun – sessiz tüterdi yüzün
Yatağımda bir kımıltıydın, dilimde türkü
Uykusunda konuşurken sesini öptüğüm
Varmak için beyninin kıvrak dağ yollarına
Kokundu, bedenimi saran o ince buğu
Esintisinde usul usul yürüdüğüm
Ki değişmem yaseminlerle, portakal ağaçlarıyla..

Sanki bir kız yürürdü yollarda
Evimin sokağına girer, paspasa ayaklarını silerdi
Kapımı açardı gümüş bir anahtarla
Sanki hep gelirdi, sevişirdik bazı, konuşurduk
Tozlu kitapların yığıldığı odalarda
Kalırdı duvarlarda gülüşünden bir tını
Yatağımda bedeninden bir oyuk.

Benimse ellerim titrerdi, alnının aklığından
Saçlarına saçlarına doğru titrerdi
Şimdi kağıtların üstünde gidip gelen ellerim
Titremiyor artık , yolunu biliyor şimdi
Geceyarılarını çoktan geçti.
Bu şiir bitmeyince varolmayacak ellerim
Ellerim uykusuz, ellerim geberesiye yalnız
Süzülüp alçalıyor karanlığa doğru.

Bütün yaşamım seninle geçiyor belleğimden
Seninle var ve seninle sürüp gidecek artık
Bir akdeniz kentinde limon koklayan
Ve hep ufkun ardına bakan çocuk
Acıyı buldu sonunda, kanayan bir gülden
Çaldı yüzünü bir yaşamlık
Geçer şimdi dumanlı bir kentin sokaklarından
Şaire çıkar adı – az buçuk kaçık.

Yeryüzünden silinmiş ırkların sonuncusuyum ben
Oturup da şimdi aşk şiiri yazmam bundan
Gülsün köpek sürüsü, lime lime edip
Bu dizeleri, satsınlar haraç-mezat
Doğru, benden sonra da tufan kopmayacak
Ama haykıracağim laflarını tuzla kesip
Yitip giden bu aşkı, nefesim tükenene dek.

Beynime bir sarkaç gibi vuruyor sorular
Neresinde yanıldık biz bu yaşamın?
Hangi el bozdu büyüyü, hangi yazı
Acılara hüküm verdi, soldan sağa taşarak?
Kalbimde yıllardır kabuk bağladı yaralar
Ödüm kopuyor, bir gün hepsi birden kanamaya başlayacak diye
Yenilmeyeceğim, boyun eğmeyeceğim hiçbir şeye
Hep direnen bir yanım kalacak
Adımın soluk izi, acının seyir defterinde.

şimdi gece, bindokuzyuzseksenikiyle
Üçyüzaltmışbeşi çarp – oradayım işte
Yorgun değilim, umarsızım yalnızca
Geçmişle geleceğin öpüştüğü yerde bir nokta
Gibiyim ve çoktan dürüldü defterim
Uçurumlar üstünde uçuşur dizelerim
Onlara köprü olacak bir beden yoksa da..

Bu benim yalnızlığım, dalsızlığım benim
Kana kana içtiğim çeşmelerden susayarak ayrılmak
Titreyen bir ışık karanlıklarda
Onu kim görebilir, kim tanıyabilir?
Sonuda hep bir soruyla karşı karşıya kalmak
Boynumun borcu bu, ödenmedi yıllardır.

Her aşktan böyle bir şiir kaldı bende
Yaşamımın bir dilimini özetleyen
Unutuşun çiçekleri bunun için hiç açmıyor
Donuyor bir gülüş tek bir dizede
Yaşanmış yüzlerce anı, buruk bir özlem
Çivileniyor beynimin bir yerlerine
Geride -hayır- acılar filan da kalmıyor
Bir boşluk yalnızca, uçurumlara özenen.

Nefret ediyorum ve seviyorum seni
Girdiğin bütün kapıları açık bırak
Birazdan git diyebilirim çünkü..
Çağım yalnız bırakmıyor beni, ellerini
Tutuşumda, usulca öpüşümde dudağını
Çağım aramızda çekilen kanlı bir bayrak
Uzayan, akan bir irin yolu gibi.

Sözcükleri güden çobanları var kalbimin
Beynimin yaşamı saran kıskaçları
Bitsin dediğim yerde bunun için başlıyorum
Yitirdiğim her şeye dönüp de bakmam bundan
Sensin yalnızlığa uzanan yolların düğüm yeri
Ama şu anda içimde öyle çoğulsun ki
Böyle irkilmezdim dünyayı kucaklasam.

Çapraz yalnızlıklar astım göğsüme
Yollarda bir savaşçı gibi yürüdüğüm doğrudur
Gözlerle, dillerle kuşatılmış bir ülke
kalbimdir ona tek sınır
Susmayı bunun için severim bir çığlık gibi
Donup kalır sesim kendi göğünde
Onu ne anlayan, ne de duyan bulunur.

Yaşamım sonsuz bir hac yolculuğuna dönüşüyor burada
Kendi içimde ya da uzak yollarda
Bulduğum ve yitirdiğim bütün varlıklar
Bir mozayiğe biçim veriyorlar sessizce..
Bende dünyanın acısıyla sevinci öpüşüyor
Irmakların birleştiği o nokta benim
İtilip tekmelendiğim bütün kapılarda
Bana atılan her taş şimdi çiçek açıyor.

Bir gün anlarsın beni neden suskunum
Dünya içimde konuşurken böyle
Bedenimi aşıyor yorgunluğum
Karşında oturduğum masalardan dökülüp saçılıyor
Bu öyle bir çığlık ki, susuşlar kalıyor geride
Ondan öte her söz bir saçmalığı büyütüyor.

Adını çoktan unuttum yüzün aklımda
Ve bu şiiri neden sana adadığımı bilmiyorum
Ama her güzellik nasılsa kendi adını bulur
Bunun için ben Gül dedim sana..
Yine de bir çiçeğe bunca yağmur yağarsa
Kökleri toprağı saramaz olur
Üstüne titrediğim her şeyi yitirmeyi öğrendim çoktan

Söylenecek bir tek sözüm kalmazsa
Çizerim yüzünü kuşların kanatlarına
Her çırpınışta gökyüzüne dağılır
Yüzün, hücrelerine varana dek uçuşur.

Kağıtların aklığına aşkın tortusu çöküyor
Parklar, sokaklar, söylenmiş ya da söylenmemiş sözler

Yazdıkça biraz daha unutuyorum seni
Ve her yerde düş tacirleri, şiirseviciler
Bir şeyleri yorumlayıp duruyorlar aptalca
Büyüteçlerle inceliyorlar şu yitik ömrümüzü
Ben aşkın son hasatçısı, son peygamber
Gülünç, soyu tükenmiş bir varlığı oynuyorum boyuna.

Sana artık bir sığınak olsun bu şiir
Noterlere ver onaylasınlar – her hakkı saklıdır
Düşün, kalemimi sen tuttun yazarken
Yeni okula başlayan bir çocuğa yardım eder gibi
Öyle acemilikler yaptım ki ben
Hiç kalır bu şiir onların yanında ve
Nasıl ayaktayım diye şaşıyorum bazen.

Görüp göreceği son şey bu şiirdir dünyanın
Çığlığımdan arta kalan bunlar olacak
Aklımın son kırıntılarını da burada harcıyorum
Bundan böyle ibreler hep eskiye vuracak
Yakınmıyorum, yerinmiyorum hiçbir şeyle
Kalırsa odalarda unutulmuş birkaç şiir
Bir yeniyetmenin altını çizeceği dizeler benden
Senin adın nasılsa bir gün hepsini tamamlayacak.
Ahmet ERHAN

27 Ocak 2018 Cumartesi

BİN DOKUZ YÜZ SEKSEN DÖRT(III.Bölüm) ~ George ORWELL

BİN DOKUZ YÜZ SEKSEN DÖRT
III
Winston rüyasında annesini görüyordu.

Annem ortadan kaybolduğunda on-on bir yaşlarındaydım herhalde, diye düşündü. Annesi uzun boylu, endamlı, sessiz ve ağırkanlı bir kadındı, harikulade sarı saçları vardı. Babasını, hayal meyal de olsa, her zaman tertemiz koyu giysiler giyen, esmer, zayıf ve gözlüklü bir adam olarak anımsıyordu (babasının ince tabanlı ayakkabıları hiç aklından çıkmamıştı). Belli ki, ikisi de ellilerin ilk büyük temizlik hareketleri sırasında ortadan kaldırılmıştı.

Rüyasında, annesi, onun çok aşağılarında bir yerde oturuyordu, kız kardeşi de kucağındaydı. Winston, iri gözleriyle çıldır çıldır bakan, hiç sesi çıkmayan, minicik, enez bir bebek olması dışında kız kardeşiyle ilgili hiçbir şey anımsamıyordu. İkisi de, başını kaldırmış, ona bakıyordu. Yerin altında bir yerdeydiler –belki bir kuyunun dibi, belki çok derin bir mezar–, Winston'ın çok aşağısında ve durmadan daha da aşağılara gitmekte olan bir yerde. Batmakta olan bir geminin salonundaydılar, gittikçe kararan suların arasından ona bakıyorlardı. Salonda hâlâ hava vardı, hâlâ onlar Winston'ı, Winston da onları görebiliyordu, ama gittikçe dibe, birazdan onları yutup yok edecek olan yeşil sulara batıyorlardı. Winston'ın bulunduğu yerde ışık da vardı, hava da, onlar ise ölümün içine çekiliyorlardı; Winston burada, yukarıda olduğu için onlar orada, aşağıdaydılar. Bunu Winston da biliyordu, onlar da; bildiklerini yüzlerinden okuyabiliyordu. Ama yüzlerinde de, yüreklerinde de en küçük bir gücenme yoktu; yalnızca onun yaşayabilmesi için kendilerinin ölmesi gerektiğini, bunun yaşamın doğası gereği kaçınılmaz olduğunu bildikleri anlaşılıyordu.

Winston neler olup bittiğini anımsayamıyordu; ama rüyasında biliyordu ki, annesiyle kız kardeşi onun yaşaması için can vermişlerdi. Bu rüya, rüyalara özgü görüntülerde geçmekle birlikte, insanın düşünsel yaşamının bir devamı olan ve uyandıktan sonra da yeni ve değerliymiş gibi gelen gerçekler ve düşüncelerin ayırdına vardığı rüyalardandı. Şimdi birden Winston'ı allak bullak eden, annesinin nerdeyse otuz yıl önceki ölümünün, artık pek mümkün olmayan biçimde trajik ve hüzünlü bir ölüm olduğuydu. Trajedinin, eski zamanlara, mahremiyet, sevgi ve dostluğun hâlâ var olduğu, aile üyelerinin nedenini bilmeye gerek duymadan birbirlerine arka çıktıkları bir zamana ait bir şey olduğunu anlıyordu. Annesinin anısı yüreğini dağlıyordu, çünkü annesi onu severek ölmüştü, Winston ise o sıralar onun sevgisine karşılık veremeyecek kadar küçük ve bencildi; nasıl olduğunu anımsamıyordu, ama annesi özel ve sağlam bir sadakat kavramı adına kendini feda etmişti. Winston artık böyle şeylere rastlanmadığının ayırdındaydı. Artık korku, nefret ve acı vardı, soylu duygulara, derin ve karmaşık acılara rastlanmıyordu. Winston bütün bunları yüzlerce kulaç aşağıda, daha da derinlere batmakta olan annesiyle kız kardeşinin yeşil suların arasından kendisine bakan iri gözlerinde görür gibiydi.

Birden, kendini, güneşin eğik ışınlarının toprağı yaldızladığı bir yaz akşamı, bodur, süngersi bir turbalığın üstünde buldu. Bu görünüme rüyalarında o kadar sık rastlıyordu ki, gerçek dünyada da görüp görmediğini hiçbir zaman tam olarak anlayamıyordu. Uyur uyanık düşünürken, buraya Altın Ülkesi adını vermişti. Tavşanlar tarafından kemirilmiş eski bir çayırdı burası; ortasından bir patika geçiyor, sağda solda köstebek yuvaları göze çarpıyordu. Çayırın karşı tarafındaki kırık dökük çitin içinde kalan karaağaçların dalları hafif rüzgârda salınıyor, gür yaprakları kadın saçı gibi uçuşuyordu. Gözle görülmese de, yakınlarda bir yerde, söğütlerin altındaki gölcüklerde sazanların yüzdüğü duru bir dere ağır ağır akıyordu.

Siyah saçlı kız, çayırın öte yanından ona doğru geliyordu. Sanki bir çırpıda giysilerini yırttığı gibi istifini bozmadan bir kenara fırlattı. Teni beyaz ve duruydu, ama Winston'da en küçük bir istek uyandırmadı, göz ucuyla bile bakmadı kıza. O anda Winston'ı asıl afallatan, kızın giysilerini bir kenara fırlatışı karşısında kapıldığı hayranlık oldu. Genç kız, bu hareketindeki zarafet ve umursamazlıkla, Büyük Birader, Parti ve Düşünce Polisi tek bir benzersiz kol hareketiyle yok edilebilirmişçesine bütün bir kültürü, bütün bir düşünce sistemini yerle bir etmişti sanki. Bu da eski çağlardan kalma bir hareketti. Winston, dudaklarında "Shakespeare" sözcüğüyle uyandı.

Tele-ekrandan kulakları sağır eden bir düdük sesi yükseldi ve otuz saniye kadar aynı tonda sürdü. Saat sıfır yedi on beşti, büro çalışanlarının kalkma vakti gelmişti. Winston yataktan güç bela kalktı –çıplaktı, çünkü bir Dış Parti üyesi yılda yalnızca üç bin giysi kuponu alabiliyordu, oysa bir pijama altı yüz kupondu– ve iskemlenin üstündeki soluk tişörtle şortu kaptı. Beden Alıştırmaları üç dakikaya kadar başlayacaktı. Birden, nerdeyse her sabah uyanır uyanmaz yakalandığı şiddetli bir öksürük nöbetine tutularak iki büklüm oldu. Ciğerleri öyle bir boşalmıştı ki, ancak sırtüstü uzanıp art arda derin derin nefes aldıktan sonra soluklanabildi. Öksürmekten damarları şişmiş, varis çıbanı kaşınmaya başlamıştı.

Cırlak bir kadın sesi, "Otuz kırk yaş arasındakiler!" diye ciyakladı. "Otuz kırk yaş arasındakiler! Lütfen yerlerinize geçin. Otuz kırk yaş arasındakiler!"

Winston, cimnastik giysileri giymiş, lastik pabuçlu, ince yapılı ama kaslı, genççe bir kadının görüntüsünün belirdiği tele-ekranın karşısında hemen hazır ola geçti.

Kadın, "Kolları bükün ve uzatın!" diye gürledi. "Benim gibi yapacaksınız. Bir, iki, üç, dört! Bir, iki, üç, dört! Hadi bakalım, yoldaşlar, canlanın biraz! Bir, iki, üç, dört! Bir, iki, üç, dört!..."

Öksürük nöbetinin sancısı, rüyanın Winston'da uyandırdığı duyguları tümden silememişti; üstelik cimnastiğin ritmik hareketleri nedense o duyguları diriltiyordu. Yüzünde Beden Alıştırmaları için uygun görülen o sert ama hoşnut bakış, kollarını kaldırıp indirirken, çocukluğunun belli belirsiz günlerini kafasında yeniden canlandırmaya çalışıyordu. Ama hiç de kolay değildi. Ellilerin sonlarının ötesinde her şey silikleşiyordu. Olup bitenlerle ilgili hiçbir kayıt olmayınca, insanın kendi yaşamının ana çizgileri bile belirsizleşiyordu. Büyük olasılıkla hiç olmamış büyük olayları anımsıyordunuz, olayların ayrıntılarını anımsıyor, ama meydana geldikleri ortamı çıkaramıyordunuz, araya hiçbir şey anımsayamadığınız büyük boşluklar giriyordu. Anlaşılan, o zamanlar her şey farklıydı. Ülkelerin adları ve haritadaki biçimleri bile farklıydı. Örneğin, o günlerde Havaşeridi Bir'e Havaşeridi Bir denmiyordu; İngiltere ya da Britanya deniyordu, ama Londra'ya o zaman da Londra dendiğinden nerdeyse emindi.

Winston, ülkesinin savaşta olmadığı bir dönemi anımsamıyordu, ama çocukluğunda uzunca bir barış dönemi yaşadıkları açıktı, çünkü ilk anıları arasında bir hava saldırısının herkesi şaşkınlığa uğratması yer alıyordu. Belki de Colchester'a atom bombası atıldığındaydı. Saldırıyı anımsamıyordu, ama babasının elinden sımsıkı tuttuğunu, ayaklarının altında çın çın öten sarmal bir merdivenden döne döne ta aşağılara, yerin altına indiklerini hiç unutmamıştı; bir ara bacakları o kadar yorulmuştu ki yanıp yakılmaya başlamış, sonunda durup dinlenmek zorunda kalmışlardı. Annesi, her zamanki ağır aksak, dalgın haliyle, epeyce arkalarında kalmıştı. Kucağında Winston'ın minik kız kardeşi vardı; belki de katlanmış birkaç battaniyeydi kucağındaki: O sırada kız kardeşinin doğup doğmadığından bile emin değildi. En sonunda, bir metro istasyonu olduğu anlaşılan kalabalık, gürültülü bir yere inmişlerdi.

Bazıları taş zeminde oturuyorlardı, bazıları da birbirlerine sokulup demir ranzaların üstüne yığılmışlardı. Winston, annesi ve babası taş zeminin üstünde bir yer bulmuşlardı; yanı başlarında yaşlı bir adamla yaşlı bir kadın bir ranzanın üstünde yan yana oturuyorlardı. Yaşlı adamın sırtında temiz pak koyu bir giysi, başında bembeyaz saçlarını açıkta bırakacak biçimde arkaya itilmiş siyah bir kumaş kasket vardı: Yüzü kıpkırmızıydı, mavi gözlerinde yaşlar birikmişti. Ağzından cin kokuları saçılıyordu. Teninden ter kokusu değil de cin kokusu yayılıyordu sanki, gözlerinde birikenin yaş değil, saf cin olduğu söylense yeriydi. Hafif sarhoş olmakla birlikte, belli ki gerçek ve dayanılmaz bir acı çekiyordu. Winston, o çocuk aklıyla bile, az önce korkunç bir şeyin, bağışlanamayacak, asla umarı olmayan bir şeyin meydana geldiğini anlamıştı. Sanki ne olduğunu da anlamış gibiydi. Yaşlı adamın çok sevdiği biri, belki de küçük torunlarından biri öldürülmüştü sanki. Yaşlı adam ikide bir aynı sözleri yineliyordu:

"Onlara güvenmicektik. Ben demiştim, hatun, di mi? Onlara güvenirsen bööle olur işte Hep söölemiştim. O alçak heriflere güvenmicektik."

Ama hangi alçak heriflere güvenmemeleri gerektiğini Winston artık anımsayamıyordu.

O zamandan bu yana savaş dur durak bilmeden sürmüştü, ama hep aynı savaş mıydı sürüp giden, orası belli değildi. Çocukluğunda, Londra'nın göbeğinde aylarca süren, ne idüğü belirsiz sokak çatışmaları olmuştu, bazıları hâlâ gözünün önünden gitmiyordu. Gel gör ki, bütün bir dönemin tarihini çıkarmak, kimin kiminle savaştığını söyleyebilmek artık kesinlikle olanaksızdı, çünkü şimdiki saflaşmanın dışında bir saflaşmaya ilişkin ne yazılı bir kayıt kalmıştı ne de söylenmiş bir söz. Şu anda, yani 1984 yılında (gerçekten yıllardan 1984 ise tabii) Okyanusya Avrasya'yla savaşmaktaydı ve Doğuasya'yla bağlaşma içindeydi. Bu üç devletin daha önceleri farklı bir saflaşma içinde oldukları ne resmi ağızlarca ne de birilerince doğrulanmıştı. Aslına bakılırsa, Winston'ın çok iyi bildiği gibi, Okyanusya daha dört yıl önce Doğuasya'ya savaş açıp Avrasya'yla bağlaşmaya girmişti. Ne ki, bu, belleği yeterince denetim altında olmadığı için aklında tutabildiği gizli bir bilgiydi. Bağlaşmalarda resmi olarak bir değişiklik yoktu. Okyanusya Avrasya'yla savaştaydı: Demek, Okyanusya Avrasya'yla hep savaşta olmuştu. O andaki düşman her zaman mutlak kötülüğün temsilcisi olmuştu, o yüzden onunla geçmişte de, gelecekte de herhangi bir anlaşma söz konusu olamazdı.

Omuzlarını acı içinde geriye çekerken (eller kalçalarda, gövdelerini belden yana döndürüyorlardı, bu egzersizin sırt kaslarına iyi geldiği söyleniyordu), kim bilir kaçıncı kez, en korkuncu bütün bunların doğru olabileceği, diye geçirdi aklından Parti geçmişe el koyabiliyor ve şu ya da bu olayın hiçbir zaman olmadığını söyleyebiliyorsa, bu hiç kuşkusuz işkenceden de, ölümden de beter bir şeydi.

Parti, Okyanusya'nın Avrasya'yla hiçbir zaman bağlaşmaya girmediğini söylüyordu. Ama o, Winston Smith olarak, Okyanusya'nın daha dört yıl önce Avrasya'yla bağlaşma içinde olduğunu biliyordu. Peki, bu bilgi neredeydi? Yalnızca kafasının içinde, o da pek yakında yok edilip gidecekti nasıl olsa. Ve eğer başka herkes Parti'nin dayattığı yalanı kabulleniyorsa –eğer bütün kayıtlar aynı masalı söylüyorsa–, o zaman yalan tarihe geçecek ve gerçek olacaktı. Parti sloganında ne deniyordu: "Geçmişi denetim altında tutan, geleceği de denetim altında tutar; şimdiyi denetim altında tutan, geçmişi de denetim altında tutar." Üstelik geçmiş, doğası gereği değiştirilebilir olmasına karşın, hiçbir zaman değiştirilmemişti. Şimdi gerçek olan, sonsuza dek gerçekti. Çok basitti. Tek gereken, kendi belleğinize karşı sonu gelmeyen zaferler kazanmanızda "Gerçeklik denetimi" diyorlardı buna: Yenisöylem'de ise "çiftdüşün".

"Rahat!" diye bağırdı kadın eğitmen, biraz daha güler yüzle.

Winston kollarını yana indirerek havayı yeniden yavaş yavaş içine çekti. Aklı çiftdüşünün dolambaçlı dünyasına kayıp gitmişti. Hem bilmek hem de bilmemek, bir yandan ustaca uydurulmuş yalanlar söylerken bir yandan da tüm gerçeğin ayırdında olmak, çeliştiklerini bilerek ve her ikisine de inanarak birbirini çürüten iki görüşü aynı anda savunmak; mantığa karşı mantığı kullanmak, ahlâka sahip çıktığını söylerken ahlâkı yadsımak, hem demokrasinin olanaksızlığına hem de Parti'nin demokrasinin koruyucusu olduğuna inanmak; unutulması gerekeni unutmak, gerekli olur olmaz yeniden anımsamak, sonra birden yeniden unutuvermek: en önemlisi de, aynı işlemi işlemin kendisine de uygulamak. İşin asıl inceliği de buradaydı: bilinçli bir biçimde bilinçsizliği özendirmek, sonra da, bir kez daha, az önce uygulamış olduğunuz uykuya yatırmanın ayırdında olmamak. "Çiftdüşün" dünyasını anlayabilmek bile çiftdüşünü kullanmayı gerektiriyordu.

Bu arada, tele-ekrandaki kadın eğitmen yeniden hazır ol komutu verdi. "Haydi, görelim bakalım," dedi coşkulu bir sesle, "kim parmak uçlarına dokunabilecek! Lütfen belinizi bükmeden eğilin, yoldaşlar. Bir, ki! Bir, ki!.."

Winston, topuklarından kalçalarına kadar canını yakan, çoğu kez de sonunda yeni bir öksürük nöbetine yol açan bu egzersizden nefret ederdi. Daldığı düşüncelerin tadı tuzu kalmamıştı. Geçmiş yalnızca değiştirilmekle kalmamış, resmen yok edilmiş, diye geçirdi aklından. İnsan, kendi belleği dışında hiçbir kayıt olmayınca en belirgin gerçeği bile nasıl kanıtlayabilirdi ki? Büyük Birader'den söz edildiğini ilk kez hangi yıl duyduğunu anımsamaya çalıştı. Altmışlarda olmalı, diye düşündü, ama kesin bir şey söylemek olanaksızdı. Büyük Birader, hiç kuşkusuz, Parti'nin tarih kitaplarında en baştan beri Devrim'in önderi ve koruyucusu olarak görünüyordu. Gösterdiği kahramanlıklar, zamanla kapitalistlerin, kafalarında o garip silindir şapkalarla, Londra caddelerinde kocaman, ışıltılı otomobiller ya da iki yanı camlı faytonlarla gezindikleri kırklı ve otuzlu yılların görkemli günlerini kapsayacak kadar geriye götürülmüştü. Bu efsanenin ne kadarının gerçek, ne kadarının uydurma olduğunu bilmek olanaksızdı. Winston, Parti'nin hangi tarihte oluştuğunu bile anımsayamıyordu. İngsos sözcüğünü 1960'tan önce duyduğunu hiç sanmıyordu, ama Eskisöylem'deki biçimiyle –yani "İngiliz Sosyalizmi" olarak– daha önce de var olmuş olabilirdi. Her şey bilmece gibiydi. Bazen bir yalanı saptamak mümkün olabiliyordu. Örneğin, Parti'nin tarih kitaplarında ileri sürüldüğü gibi, uçakları Parti'nin icat ettiği doğru değildi. Winston daha küçük bir çocukken bile uçakların var olduğunu anımsıyordu. Ama hiçbir şeyi kanıtlamak mümkün değildi. Ortada hiçbir kanıt yoktu. Tarihsel bir olayın çarpıtıldığının şaşmaz belgeli kanıtını hayatı boyunca yalnızca bir kez ele geçirebilmişti. Ama o zaman da...

Tele-ekrandaki kadın, "Smith!" diye bağırdı şirret bir sesle. "6079 Smith W! Evet, sen! Biraz daha eğilir misin, lütfen! Bence daha iyisini yapabilirsin. Kendini vermiyorsun ki. Az daha eğil, lütfen! Tamam, böyle daha iyi, yoldaş. Şimdi rahat! Herkes beni izlesin."

Winston birden tepeden tırnağa tere batmıştı. Ama yüzünden hiçbir şey anlaşılmıyordu. Korkunu asla gösterme! Öfkeni asla belli etme! Gözlerindeki ufacık bir kıpırtı seni ele verebilir. Winston durduğu yerden, kollarını başının üzerine kaldıran ve –zarafetle değilse bile, olağanüstü bir beceri ve ustalıkla– öne eğilerek el parmaklarının ilk eklemini ayak parmaklarına değdiren eğitmeni izledi.

"Tamam mı, yoldaşlar! Aynen böyle yapmanızı istiyorum. Bir bakın bana. Otuz dokuz yaşındayım ve dört çocuk doğurdum. Şimdi beni izleyin. Yeniden öne eğildi. "Bakın, dizlerimi bütmüyorum." Sonra yeniden doğrulurken, "Hepiniz yapabilirsiniz, yeter ki isteyin," diye ekledi. "Kırk beş yaşının altındaki herkes pekâlâ ayak parmaklarına dokunabilir. Gerçi hepimiz ön saflarda savaşma ayrıcalığına sahip değiliz, ama hiç değilse hepimiz bedenimizi sağlam tutabiliriz. Malabar cephesindeki evlatlarımızı anımsayın! Yüzen Kaleler'deki denizcileri anımsayın! Onların neler çektiklerini bir düşünün," dedi ve "Haydi bakalım, şimdi yeniden deneyin. Evet, şimdi daha iyi, yoldaş, şimdi çok daha iyi,"diye ekledi yüreklendirici bir sesle. Winston, büyük bir çaba göstererek, yıllardır ilk kez dizlerini bükmeden ayak parmaklarına dokunmayı başardı.
George ORWELL

26 Ocak 2018 Cuma

MESUT OLMAK VARDIR ~ Rıfat ILGAZ

MESUT OLMAK VARDIR
Mesut olmak vardır,
Allahın her gününde
Gün günden daha mesut
Yaşamak yeryüzünde.
Mesut olmak vardır, kardeşim,
Hemen küsme bahtına.
Mesut olmak, insan için,
Ermek muradına.
Bizler içindir şu doğan gün,
Ölüler mezarlarda varmış rahatına.
Daha oturmak vardır bizler için,
Çiçek açmış bir ağacın altına.
Mesut olmak vardır,
– Boşuna didinecek yerde –
Gök senin, rüzgâr senin, dünyalar senin!
Pupa yelken denizlerde.
Mesut olmak vardır,
Seyrettiğin resimlerde.
Kuş cıvıltısı, yaprak hışıltısı
Yemyeşil mevsimlerde.
Mesut olmak vardır,
Doğmuş olmanın adına,
Damağı, gözbebekleri, elleriyle,
Doyasıya, göğe, yere, kadına.
Dertliler, hastalar, evde kalmış kızlar,
Bütün bahtsızlar!
Mesut olmak vardır,
Varmak yaşamanın tadına…

Rıfat ILGAZ

ÇÜRÜMENİN KİTABI (ANTİ-PEYGAMBER) ~ Emil Michel CİORAN

ÇÜRÜMENİN KİTABI
(ANTİ-PEYGAMBER)
Her insanın içinde bir peygamber uyuklar ve o uyandığında, dünyadaki
kötülük biraz daha artar ...
Vaaz verme çılgınhğı içimizde öylesine yer etmiştir ki, korunma
içgüdüsünün bilmediği derinliklerden doğar. Her insan, kendinin bir
şey önereceği iirıı bekler: Ne önerdiği önemli değildir. Bir sesi vardır
ya, o yeter. Ne sağır ne dilsiz olmanın bedelini pahalıya öderiz ...
Çöpçüsünden züppesine kadar herkes, cinai cömertliğinin kesesinden
harcar; hepsi, mutluluk reçeteleri dağıtır; hepsi, herkesin adımlarına
yön vennek ister: Ortaklaşa hayat, bundan ötürü tahammül edilmez
bir hale gelir; insanın kendi hayatı daha da çekilmez olur: Başkalarının
işlerine hiç karışmadığı zaman kişi kendi işleri için o kadar endişe
duyar ki, kendi "benliği"ni bir dine çevirir, yada tersten havarilik
yaparak "benliği "ni yok sayar: Evrensel oyunun kurbanıyızdır ...
Varoluşun veçhelerine getirilen çözüm önerilerinin bolluğu, ancak
bu önerilerin nafılelikleriyle mukayese edilebilir. Tarih: İdeal imalathanesi.
.. huyu suyu belli olmayan mitoloji, sürülerin ve yalnızlann
taşkınlıkları ... gerçekliği olduğu haliyle tasarlamanın reddi, ölümcül
kurgu açlığı. ..
Fiiliyatımıztn kaynağı, kendimizi zamanın merkezi, nedeni ve sonucu
zannetmeye bilinçsizce meyilli olmamızdadır. Reflekslerimiz
ve gururumuz, teşkil ettiğimiz et ve bilinç parçasını bir gezegene dö­
nüştürür. Eğer dünyadaki konumumuzu doğru olarak anlayabilseydik;
eğer kıyaslamak, yaşamak'tan ayrılmaz olsaydı, mevcudiyetimizin
ufaklığının açığa çıkması bizi ezerdi. Ama yaşamak, kendi boyutlanna
karşı körleşmektir. ..
Bütün fiiliyatımız -soluk almaktan imparatorluklar ya da metafizik
sistemler kurmaya kadar- kendi önemimiz hakkında bir yanılsamadan,
bilhassa da peygamberlik içgüdüsünden çıktığına göre, kendi
hükümsüzlüğünü doğru bir şekilde görmesi durumunda, işe yarar olmaya
ve kendini kurtarıcı gibi göstermeye kim çalışırdı ki?
"İdeal"siz bir dünya, doktrinsiz bir can çekişme, yaşamsız bir ebediyet
hasreti ... Cennet. .. Fakat kendimizi oyalamaksızın bir saniye bi-
le var olamazdık: İçimizdeki peygamber, bizi kendi boşluğumuzda
ihya eden deli tarafımızdır.
İdeal bir şekilde zihni açık, yani ideal bir şekilde nornıal insan,
içindeki hiçlik'ten başka hiçbir şeye tutunmamalıdır ... Onu işittiğimi
farz ediyorum: "Amaçtan, bütün amaçlardan koparılmışım: arzuları­
mın ve buruk:luklarımın sadece formüllerini muhafaza ediyorum. Sonuca
bağlama eğilimine direndiğim için ruhu yendim; tıpkı hayatı da,
onun içinde çözüm aramaktan dehşete kapılarak: yendiğim gibi. .. İnsanın
seyri - ne mide bulandırıcı şey! Aşk- iki tükürüğün karşılaşması
... Bütün duygular mutlak:lannı salgı bezlerinin sefilliğinden alırlar.
Asalet varoluşun yadsınmasındadır, harap olmuş manzaralara tepeden
bakan bir tebessümdedir yalnızca.
(Vaktiyle bir "benliğim" vardı; artık sadece bir nesneyim ... Yalnızlığın
bütün uyuşturucularını tıka basa alıyorum; dünyanın uyuşturucuları
bana benliğimi unutturamayacak: kadar hafiftiler. İçimdeki peygamberi
öldürmüş olduğuma göre, nasıl olur da insanlar arasında h§.lii
bir yerim olabilir ki?)
Emil Michel CİORAN