Öne Çıkan Yayın

Nazım Hikmet / CEVAP

  CEVAP  O duvar o duvarınız,                 vız gelir bize vız! Bizim kuvvetimizdeki hız, ne bir din adamının dumanlı vaadinden, ne de bir...

22 Haziran 2021 Salı

Agostino Neto / AYRILIK ÖNCESİNDE VEDA

AYRILIK ÖNCESİNDE VEDA 


Anacığım !

Öldürdüler evlatlarını senin 

Ve sabretmeyi öğrettiler sana.


Anacığım !

Yılları senin yaşamının 

benziyor birbirine 

mezar taşları gibi,


Ve acı çekmeyi öğrettiler sana 

umut bağlayıp göklere.


Fakat senin evlatlarının

daha başka oldu yazgısı

Çatladı sabır taşı

ve çatladı

tohumu acının

ve öfke ağacı fışkırdı ondan.

Ve göklere bağlanan umudun 

sonu geldi.


Umut biziz, kendimiz!


Biz ki dünün

Köleleri;

çıplak ırgatlar

kahve plantasyonlarında:

Biz ki aç her zaman, 

her zaman susuz, 

biz ki aydınlıktan 

yoksun; 

kör, cahil,

ve bildiğimiz tek okul 

efendilerimizin buyruğu...


Korkardık

yürümekten toprak üstünde 

allında atalarımızın yattığı; 

severdik, seni 

hırsızlama

bir başkasının malını çalar gibi; 

seni biz, ana diye 

çığırmaya korkardık...


Anacığım, yurdum!

Şimdi değiştik artık.

Kendimiz kurtardık 

boynumuzu boyunduruktan 

Ve dönüşü yok artık bu yolun.


Yaşamdan korkmuyoruz

bu, ölümden de korkmuyoruz demektir

Biziz umudu

Angola’nın

Ve bizim savaşımız

sana mutluluğu getirecektir!


Agostino Neto (1922-1979)

Türkçesi: Ataol Behramoğlu

21 Haziran 2021 Pazartesi

Friedrich Nietzsche / İŞARET ATEŞİ

İŞARET ATEŞİ


Burada, adanın denizlerin ortasında çıkıverdiği, 

bir kurban taşı gibi birdenbire yükseldiği yerde, 

burada, kara göklerin altında tutuşturuyor 

Zerdüşt koca ateşini,

yollarını kaybetm iş gem icilere işaret ateşi, 

bir cevap verebileceklere soru işareti...


Beyaz-gri karınlı bu alev 

-arzulaması yalıyor soğuk uzaklıkları, 

hep daha arı yüksekliklere uzatıyor boynunu sabırsızlıkla dikelmiş bir yılan: 

bu işareti takıyorum kendi kendime.

Benim ruhumdur bu alev:


Kanmazca susuz hep yeni uzaklıklara, 

durgun yalazını fırlatıyor, yukarlara.

Ne demeğe kaçtı Zerdüşt hayvandan da insandan da?

Ne demeğe bıraktı sağlam karalan?

Altı yalnızlığı tanımıştı bile

ama yetmedi ona denizin yalnızlığı,

ada bıraktı tırmansın, tepe bıraktı yansın, alev olsun,

bir yedinci yalnızlığı, yukarıya,

attı şimdi oltasını arayışla,

Ey yollarını kaybetmiş denizciler! Ey sönmüş yıldızların artıkları! 

Siz ey geleceğin denizleri! Ey keşfedilmemiş gökler!


İşte atıyorum bütün yalnızlara oltamı: 

bir cevap verin alevin sabırsızlığına, 

yakalayın bana, yüksek dağlarda bekleyen balıkçıya 

yedinci, sonuncu yalnızlığımı!


Friedrich Nietzsche (1844-1900)

Türkçesi: Oruç Aruoba

Cesar Vallejo / KARA TAŞ AKTAŞ ÜSTÜNE

KARA TAŞ AKTAŞ ÜSTÜNE 


Paris'te öleceğim boşanan yağmurlarla, 

anısını şimdiden yaşadığım bir günde. 

Paris'te öleceğim -bu da koymuyor bana-

belki de bugün gibi bir güz Perşembesinde. 


Bir Perşembe olacak, çünkü bugün, Perşembe, 

yazarken bu dizeleri durmadan sızlıyor kolum, 

ve hiçbir gün, geçtiğim yollarında yaşamın, 

yalnızlığı içimde bugün gibi duymadım. 


Cesar Vallejo öldü, dayak yiye yiye herkesten, 

oysa kimseyi de incitmemişti: 

koca sopalarla vurdular, 


Kalın urganlarla dövdüler; 

tanığı Perşembeler, kollarında kemikler, 

yalnızlık, yağmurlar, yollar ... 


Cesar Vallejo (1892 -1938)

Türkçesi: Cevat Çapan

18 Haziran 2021 Cuma

Sohrab Sepehri / Suyun Ayak Sesi

 

Suyun Ayak Sesi


Annemin sessiz geceleri için!

Kaşan şehrindenim

Fena sayılmaz halim,

Bir lokma ekmeğim var, biraz aklım,

İğne ucu kadar da zevkim.

Annem var, ağaç yaprağından daha güzel,

Dostlar, akan sudan daha iyi


Ve Allah, burada yakındadır,

Şebboylar arasında, uzun çamın altında

Suyun bilincinde,

Bitkilerin kanununda.


Ben müslümanım.

Kıblem bir kırmızı güldür,

Namazlığım bir pınar,

Mührüm ışıktır,

Ova seccadem.

Penceremi titreştiren ışık ile abdest alırım.

Namazımın içinden ay geçer, tayf geçer,

Namazımın bütün zerreleri billurlaşır,

Namaz kaybolur taş görünür,

Rüzgâr, selvilerin üstünde ezan okuduğunda,

Namaz kılarım ben.

Otların tekbirinden sonra,

Denizdeki dalganın kamedinden sonra

Namaz kılarım.


Kâbem su kıyısında,

Kâbem akasyaların altındadır.

Kâbem bir esinti gibi bahçeden bahçeye,

Şehirden şehre gider.


Hacerülesvetim bahçenin aydınlığıdır.

Kaşan şehrindenim.


İşim resim yapmaktır.

Bazen bir kafas boyar,

Size satarım.

Orda mahpus çayırkuşu, sesiyle

Yalnız gönlünüzü tazelesin diye.

Bu bir hayal, bu bir hayal, …

Biliyorum,

Tuvalim cansızdır,

İyi biliyorum,

Çizdiğim havuz balıksızdır.


Kaşan şehrindenim.

Soyum belki

Hint’de bir bitkiden gelir,

Belki “Sialk” toprağından yapılmış bir çömlekten,

Soyum belki de

Buharalı bir fahişeden gelir.


Babam, kırlangıçların iki kere gelmelerinden önce,

İki kardan önce

Babam terastaki iki uykudan önce,

Babam zamanlar önce ölmüştü.

Babam öldüğü zaman, gökyüzü maviydi.

Annem birden kalktı uykudan, kızkardeşim güzelleşti

Babam öldüğü zaman, bekçilerin hepsi şairdi.

Kaç kilo kavun istiyorsun? Diye sordu manav bana.

Sordum: Gönül hoşluğunun gramı kaça?


Babam ressamdı

Saz yapar, saz çalardı.

Üstelik iyi bir hattattı.


Bahçemiz bilginin gölgesindeydi.

Bahçemiz duyguyla bitkinin karıştığı yerdi.

Bahçemiz bakışın, aynanın ve kafesin kesiştiği noktaydı.

Bahçemiz belki de yeşil saadet çemberinin bir parçasıydı.

Tanrının ham meyvasını çiğniyordum o gün uykuda,

Suyu felsefesiz içiyor,

Dutu, bilgisiz topluyordum.


Nar dalında yarıldığında,

Elim tutkudan bir şadırvan olurdu.

Çayırkuşu şakıdığında,

Gönlüm dinleme hazzıyla yanardı.

Kâh yalnızlık, yüzünü camın arkasına dayar,

Kâh heyecan, elini duygunun boynuna dolardı.

Düşünce oyun oynardı.

Bayram yağmuru gibi bir şeydi yaşam,

Sığırcıklarla dolu bir çınar.

Işık ve taşbebek alayıydı yaşam,

Bir kucak özgürlük idi,

Yaşam, musıki havuzuydu o zaman.


Çocuk yavaş yavaş uzaklaştı yusufçuklar sokağından.

Kendi yükümü bağlayıp,

Hafif hayallerin şehrinden çıktım,

Yüreğim yusufçuk gurbetiyle dolu.


Ben dünya misafirliğine gittim.

Ben sıkıntı ovasına,

Ben irfan bağına,

Ben bilim ışığının balkonuna gittim.

Dinin basamaklarını çıktım.

Şüphe sokağının sonuna kadar,

Gönül doygunluğunun serin havasına,

Islak sevda akşamına kadar.


Ben birini görmeye gittim,

Aşkın öbür ucuna

Gittim, gittim kadına kadar,

Lezzet ışığına kadar,

Tutkunun sessizliğine,

Yalnızlığın kanat sesine kadar.


Yer üstünde neler gördüm:

Bir çocuk gördüm ay kokluyordu.

Kapısız bir kafes gördüm,

İçinde, aydınlık kanat çırpıyordu.

Bir merdiven gördüm,

Üzerinde aşk melekler âlemine çıkıyordu.

Bir kadın gördüm, havanda ışık dövüyordu.

Öğle, onların sofrasında ekmekti,

Sebzeydi, şebnem tepsisiydi,

Sıcak sevda kâsesiydi.


Bir dilenci gördüm, çayırkuşundan bir şarkı için,

Kapı kapı dolaşıp, dileniyordu.

Bir çöpçü, kavun kabuğuna secde ediyordu.


Bir kuzu gördüm, uçurtmayı yiyordu.

Bir eşek gördüm yoncayı anlıyordu.

“Nasihat” otlağında bir inek gördüm, doymuştu.


Bir şair gördüm, konuşurken bir zambağa “siz” diyordu.


Bir kitap gördüm, kelimeleri billurdan.

Bir kâğıt gördüm, ilkbahardan.

Müze gördüm yeşillikten uzak,

Cami gördüm sudan uzak.

Umutsuz bir fakih gördüm,

Başucunda sorularla dolu bir testi vardı.


Bir katır gördüm yazı ile yüklü.

Bir deve gördüm, “nasihat ve misal”in boş sepetiyle yüklü.

Bir arif gördüm “ya hu” ile yüklü.


Aydınlık götüren bir tren gördüm,

Fıkıh götüren bir tren gördüm,

Nasıl da yavaş gidiyordu.

Siyaset götüren bir tren gördüm,

(ne de boş gidiyordu)

Nilüfer tohumları ve kanarya şarkıları götüren

bir tren gördüm,

ve bir uçak, binlerce metre yüksekteyken

Penceresinden toprak göründü;

Hüthüt kuşunun tepeliği,

Kelebek kanatlarının benekleri,

Kurbağanın havuzdaki aksi,

Ve yalnızlık sokağından bir sineğin geçişi.

Bir serçenin çınardan yere indiğindeki arayış.

Ve güneşin ergenliği,

Ve oyuncak bebeğin sabah ile kucaklaşması


Basamaklar şehvet serasına gidiyordu.

Basamaklar içki mahzenine iniyordu.

Basamaklar kırmızı gülün fesat kanununa

Ve hayat matematiğinin anlamına

Basamaklar aydınlanmanın damına,

Basamaklar tecelli kürsüsüne gidiyordu.


Aşağıda, annem,

Nehrin hatırasında çay bardaklarını yıkıyordu.


Şehir görünüyordu:

Büyüyen çimento, demir, taş geometrisi,

Güvercin taşımayan yüzlerce otobüs.

Çiçekçi çiçeklerini mezata götürüyordu.

İki yasemin ağacı arasına,

Salıncak kuruyordu bir şair,

Çocuğun biri okul duvarına taş atıyordu.

Bir diğeri erik çekirdeğini,

Babasının renksiz seccadesine tükürüyordu

Ve bir keçi haritadaki “Hazar”dan su içiyordu.


Çamaşır ipi göründü, sallanan bir sutyen.


Bir at arabasının tekerleği, atın durmasına hasret,

At, arabacının uykusuna hasret,

Arabacı ölüme hasret.


Aşk göründü, dalga göründü.

Kar göründü, dostluk göründü.

Kelime göründü.

Su göründü, eşyaların sudaki aksi…

Kanın sıcaklığında, hücrelerin serin gölgeleri.

Hayatın rutubetli tarafı.

Sıkıntılı Doğu insanının yaratılışı.

Kadın sokağında serserilik mevsimi.

Mevsim sokağında yalnızlık kokusu.


Yazın eli bir yelpaze gibi göründü.


Tohumun çiçeğe,

Sarmaşığın evden eve,

Ayın, havuza yolculuğu,

Hasret çiçeğinin topraktan fışkırışı.

Körpe asmanın duvardan dökülüşü.

Şebnemin uyku köprüsü üstüne yağışı.

Neşenin ölüm hendeğinden atlayışı.

Sözün ardında geçen hadise.


Bir pencere ile ışığın savaşı.

Bir basamak ile güneşin büyük ayağının savaşı.

Yalnızlık ile bir şarkının savaşı.

Armutlar ile boş bir sepetin güzel savaşı.

Nar ile dişlerin kanlı savaşı.

“Naziler” ile naz çiçeğinin sapının savaşı.

Papağan ile güzel konuşmanın savaşı.

Alın ile soğuk mührün savaşı.


Camideki çinilerin secdeye saldırışı.

Sabun köpüğünün yükselmesine rüzgârın saldırışı.

Kelebek ordusunun “ilaçlama” programına

Yusufçuk alayının kanal işçilerine saldırışı.

Kamış kalem taburunun kurşun harflere saldırışı.

Kelimenin şairin çenesine saldırışı.


Bir devrin fethi, bir şiir eliyle,

Bir bahçenin fethi, bir sığırcık eliyle,

Bir sokağın fethi, iki selam eliyle,

Bir şehrin fethi, üç dört tahta süvari eliyle,

Bir bayramın fethi, iki oyuncak bebek ve bir top eliyle.


Bir çıngırağın katli, ikindi yatağının başında,

Bir hikâyenin katli, uyku sokağının başında,

Bir hüznün katli, bir şarkı emriyle,

Ayışığının katli, neonların emriyle,

Bir söğüdün katli, devlet eliyle,

Bir umutsuz şairin katli, bir kar çiçeği eliyle.


Yeryüzü tümüyle belirdi:

Yunan sokağında düzen gidiyordu.

Başkuş “Babil bahçelerinde” ötüyor,

Rüzgâr, Hayber yamacından, doğuya

Tarihin çer çöpünü sürüklüyordu.

Durgun “Negin” gölünde bir kayık çiçek götürüyor,

Benares’te her sokağın başında ebedi ışık yanıyordu.


Halklar gördüm.

Şehirler gördüm.

Ovalar, dağlar gördüm.

Suyu gördüm, toprağı gördüm.

Işık ve karanlık gördüm.

Bitkileri ışıkta ve bitkileri karanlıkta gördüm.

Hayvanları ışıkta ve hayvanları karanlıkta gördüm.

Ve insanı ışıkta ve insanı karanlıkta gördüm.


Kaşan şehrindenim

Ama, benim şehrim değil Kaşan.

Benim şehrim kayboldu.

Telaşla ve pür heyecan,

Gecenin öbür tarafına bir ev yaptım.


Ben bu evde,

Kimsenin adını bilmediği nemli otlara yakınım.

Bahçenin nefesini duyuyorum.

Ve karanlığın sesini bir yapraktan düştüğünde.

Ağacın arkasında aydınlığın öksürük sesini.

Her taşın deliğinde suyun aksırığını.

Baharın çatısında kırlangıcın sesini.

Ve açıp kapanan yalnızlık penceresinin saf sesini.

Ve müphem aşkın deri değiştirmesinin temiz sesini.

Kanatta uçmak zevkinin toplanmasını,

Ruhun kendi kendini tutarken çatlamasını.


Ben tutkunun adımlarını duyuyorum.

Ve damardaki kan kanununun

Ayak sesini duyuyorum.

Güvercinler kuyusunda seher çırpıntısı

Cuma gecesinin kalp çarpıntısı,

Düşüncede karanfil çiçeğinin akışı

Hakikatin, uzaktan saf kişnemesi.

Ben uçuşan maddenin sesini duuyorum.

Ve coşku sokağında inanç ayakkabısının sesini.

Ve aşkın ıslak gözkapakları üstündeki,

Ergenliğin hüzünlü musıkisi üstündeki,

Nar bahçelerinin türküsü üstündeki yağmurun sesini.

Ve gece içinde neşe şişesinin kırılmasının,

Güzelliğin kâğıt gibi parçalanmasının

Gurbet kâsesinin rüzgârdan dolup boşalmasının sesini.


Ben dünyanın başlangıcına yakınım.

Çiçeklerin nabzını tutuyorum.

Suyun ıslak kaderine,

Ağacın yeşil olma adetine aşinayım.


Ruhum nesnelerin tazeliklerine akar,

Benim ruhum, gençtir.

Ruhum bazen heyecandan kekeler,

Benim ruhum, işsizdir:

Yağmur damlalarını, duvardaki tuğlaları sayar,

Ruhum bazen yol ağzında duran bir taş gibi gerçektir.


Ben birbirine düşman iki çam görmedim,

Gölgesini yere satan bir söğüt de görmedim

Karaağaç kovuğunu bağışlar kargaya.

Nerde bir yaprak varsa, içim açılır.

Afyon çiçeği yıkadı beni varoluşun selinde.


Bir böcek kanadı gibi, seherin ağırlığını biliyorum.

Bir saksı gibi ,yeşermenin musıkîsini dinliyorum.

Bir sepet dolusu meyva gibi,

Olgunlaşmak için sabırsızlanıyorum.

Uyuşukluk sınırında bir meyhane gibiyim.

Deniz kenarında bir bina gibi,

Ebedi dalgalardan endişeliyim.


İstediğin kadar güneş, istediğin kadar bağlılık,

İstediğin kadar çoğalma.


Ben bir elmayla hoşnutum,

Ve bir papatyanın kokusundan.

Ben bir ayna, bir saf bağlılıkla yetiniyorum.

Bir balon patlasa, gülmüyorum,

Bir felsefe ay’ı ikiye bölerse, gülmüyorum.

Ben bıldırcın tüylerinin sesini tanıyorum,

Toy kuşunun karnındaki renkleri,

Dağ keçisinin ayak izlerini.

Nerde ravent yetişir, iyi biliyorum.

Sığırcık ne zaman gelir, keklik ne zaman öter,

Şahin ne zaman ölür,

Çölün uykusunda ay nedir,

Tutku sapındaki ölüm.

Ve sevişmenin ağızda bıraktığı ahududu lezzeti.


Yaşam hoş bir adettir,

Yaşamın ölüm genişliğinde kanatları vardır,

Aşk kadar sıçrayabilir,

Yaşam, alışkanlık rafına kaldırıp

Unutulacak bir şey değildir.


Yaşam elin çiçek koparma isteğidir.

Yaşam turfanda siyah incirdir,

Yazın ağzında buruk bir tat.

Yaşam böceğin gözünde ağacın boyutudur.

Yaşam yarasanın karanlıktaki tecrübesidir.

Yaşam bir göçmen kuşun gariplik duygusudur.

Yaşam uykunun dönemecinde bir tren düdüğüdür,

Yaşam uçak penceresinden bir bahçeyi görmektir.

Füzenin uzaya fırlatıldığı haberi,

Ayın yalnızlığına dokunuş,

Başka bir gezegende çiçek koklamak fikri.


Yaşam bir tabak yıkamaktır.


Yaşam sokakta bir metelik bulmaktır.

Yaşam aynanın “karesi”dir.

Yaşam çiçek “üstü” sonsuzdur.

Yaşam yer “çarpı” yüreğimizin çarpıntısıdır.

Yaşam basit ve eşit nefesler geometrisidir.


Nerede olursam olayım

Gökyüzü benimdir.

Pencere, fikir, hava, aşk, yeryüzü benimdir.

Ne önemi var

Bazen büyürse

Gurbetin mantarları?


Bilmiyorum, neden

“At soylu hayvandır, güvercin güzeldir.” derler?

Ve neden hiç kimse yarasayı kafese koymuyor.

Yoncanın ne eksiği var kırmızı laleden.

Gözleri yıkamalı, başka türlü görmeli.

Kelimeleri yıkamalı.

Kelime rüzgâr olmalı, yağmur olmalı.


Şemsiyeleri kapatmalı.

Yağmur altında yürümeli.

Düşünceleri, hatıraları yağmur altına getirmeli.

Şehir bütün halkıyla yağmur altına gitmeli.

Dostu yağmur altında görmeli.

Aşkı yağmur altında aramalı.

Yağmur altında bir kadınla sevişmeli.

Yağmur altında oyun oynamalı.

Yağmur altında yazmalı, konuşmalı, nilüfer dikmeli.

Yaşam sürekli ıslanmaktır.

Yaşam “şimdi” havuzunda suya girmektir.


Çıkaralım giysileri:

Suya bir adım var.


Aydınlığı tadalım.

Bir köy gecesini, ahunun uykusunu tartalım.

Leylek yuvasının sıcaklığını hissedelim.

Çimenlerin kanununu çiğnemeyelim.

Bağbozumunu tadalım.

Ve eğer ay çıkarsa ağzımızı açalım

Ve gecenin uğursuz olduğunu söylemeyelim.

Ateş böceğinin bahçenin bilgeliğinden

Yoksun olduğunu sanmayalım.


Sepeti getirelim

Biraz kırmızı biraz yeşil toplayalım.


Sabahları ekmekle ebegümeci yiyelim.

Her sözün başında bir fidan,

İki hecenin arasında sessizlik tohumu ekelim.


İçinde rüzgâr esmeyen kitabı okumayalım,

Ve içinde ıslak şebnem yüzeyi olmayan kitabı

Hücreleri canlı olmayan kitabı okumayalım ve

Sineğin tabiatın parmağından uçmasını istemeyelim.

Ve panterin yaratılış kapısından dışarı çıkmasını.

Ve eğer solucanlar öldüyse,

Yaşamda bir şeyin eksildiğini bilelim.

Eğer ağaçbiti yoksa, ağaç kanunları zarar görmüştür.

Ve eğer ölüm olmasaydı, neyin peşine koşacaktık.

Ve eğer ışık olmasaydı, uçuşun mantığı değişecekti.

Ve mercandan önce

Denizlerin düşüncelerinde boşluk vardı.


Ve nerdeyiz diye sormayalım,

Hastahanenin taze çiçeklerini koklayalım.


Ve geleceğin fıskiyesi nerde diye sormayalım,

Ve neden hakikatın kalbi mavidir diye

Ve dedelerimizin esintileri nasıl, geceleri nasıldı

Diye sormayalım.


Geçmiş artık canlı değil.

Geçmişte kuş şakımıyor.

Geçmişte rüzgâr esmiyor.

Geçmişte çamın yeşil penceresi kapalı.

Geçmişte bütün kâğıt fırıldakların yüzü tozlu.

Geçmişte tarihin yorgunluğu kaldı.

Geçmiş dalganın hatırasında,

Sahile vurmuş hareketsiz soğuk sedeflerdir.


Deniz kıyısına gidelim,

Sulara ağ atalım,

Suların tazeliğini çekelim.


Yerden bir çakıl taşı alıp,

Varolmanın ağırlığını hissedelim.


Eğer ateşimiz çıkarsa ayışığına söylenmeyelim.

(Bazen ateşim varken ay’ın aşağı indiğini görürüm,

Elimin melekler katına eriştiğini,

İspinozun daha iyi öttüğünü.

Ayağımdaki yara,

Yerin inişli çıkışlı olduğunu öğretti bana.

Çiçeğin hacmi kaç misline çıktı, hasta yatağımda,

Daha da büyüdü turuncun çapı, fenerin ışığı)


Ve ölümden korkmayalım,

(ölüm güvercinin sonu değildir.)

Bir cırcır böceğinin ters dönmesi ölüm değildir.

Ölüm akasyanın aklından geçer.

Ölüm düşüncenin güzel ikliminde yaşar.

Ölüm köy gecesi derinliğinde sabahı anlatır.

Ölüm üzüm salkımı ile gelir ağzımıza.

Ölüm gırtlağın kızıl hançeresinde fısıldaşır.

Ölüm kelebek kanatlarındaki güzellikten sorumludur.

Ölüm bazen reyhan koparır.

Ölüm bazen votka içer.

Bazen gölgede oturur ve bize bakar.

Ve hepimiz lezzetin ciğerinin,

Ölüm oksijeni ile dolu olduğunu biliriz.


Çitlerin arkasında yaşayan sesi var kaderin

Yüzüne kapıyı kapatmayalım.


Perdeyi açalım:

Bırakalım duygular soluk alsın.

Bırakalım ergenlik her ağacın altında yuva kursun.

Bırakalım içgüdü oyun oynasın.

Yalınayak mevsimlerin peşinde,

Çiçeklerin üstünde uçsun.

Bırakalım yalnızlık,

Türkü söylesin,

Birşeyler yazsın,

Sokaklara çıksın.


İçten olalım.


İçten olalım,

Bankada da bir ağacın altında da içten olalım.


Bizim işimiz değil kırmızı gülün sırrını anlamak.

Bizim işimiz belki de:

Kırmızı gülün büyüsünde yüzmektir.

Bilimin ötesine çadır kuralım,

Bir yaprağın cezbesiyle elimizi yıkayıp

Sofraya oturalım,

Sabah güneş doğarken doğalım,

Heyecanları serbest bırakalım,

Uzayın, rengin, sesin, pencerenin

Anlamını tazeleyelim,

Varlığın iki hecesi arasına, gökyüzünü yerleştirelim,

İçimizi ebediyetle doldurup boşaltalım,

Bilimin yükünü kırlangıçların sırtından alıp yere koyalım,

Bulutların, çınarın, sivrisineğin, yazın ismini geri alalım,

Sevdayı yağmurun ıslak basamaklarından

Yükseltelim,

Kapıyı insana ve ışığa ve bitkiye ve böceğe açalım.


Bizim işimiz belki de,

Nilüfer çiçeği ve çağımız arasında,

Hakikat şarkısının peşinde koşmaktır.


Sohrab Sepehri

Kaşan, Çınar köyü yaz

Türkçesi : Işık Tabar Gençer – Şirin Mehran

Küçük İskender / Periler Ölürken Özür Diler

 

🎨 John White Alexander


Periler Ölürken Özür Diler


Ayak izlerimizde ölüp erimiş peri pelerinleri

Periler birbirine düşman, pelerinler birbirine küs


Sana bugün bir mektup yazdım:

En çok

En çok güllerden sözettim

Saydam renksiz tutkun güllerden

Bir gül olmak korkusundan

Nedenini hatırlamıyorum ama ağladım

‘canım..’ diye başlanılıp

Vazgeçilmiş bir sürü kağıt parçası

Ruh parçası Aşk parçası

Buğu parçası Haz parçası

Vazgeçilmiş bir sürü kağıt parçası


Her ihtimale karşı kurşun kalemle yazılan

Ayrılık mektuplarını rüzgar taşır


Sen istesen gitmezsin

Sen bunu bana yapmazsın


Karanlığı aralık bıraksan içeri peri sızar

Sıkı sıkı kapatsan karanlığı

Ben sende mahsur kalırım

Sevişirken yüzüne düşen gözyaşım

Eski bir falcının sihirli küresi

Tut onu avucunda ve bana oku geleceğimi:

Serüvenler, aradenizler, araırmaklar, aşkla alevlenmiş günler mi?


Aşktan bana her mevsim çığ düşüyor

Kalbim aşka değil düştüğünde dar bir kuyuya düşüyor

İçinde kuğuların öpüştüğü bilinen öldürülmüş bir kuyuya


Yüzün yüzüme şüphesiz bir gizli geçitti

Saramadığım, beni saramayan bir fırtınaydı dizginsiz yüreğin gitti!

Bütün çocukluğumu çalıp da gitti.


Bir film adıydı değil mi: ‘herkes seni seviyorum der’

Ve bir şarkı adıydı: ‘bütün aşklar tatlı başlar’

‘şimdi uzaklardasın gönül hicran…’

hayati önemi olan acılardan başka ne kattık

birbirimizin yüreğine sevgilim: ‘gittiğin bu gidiş bence ölümden beter…

…’


yok bir köyde ilkkorku öğretmeniydim

dersimin adı: ölmek istemiyorum psikolojisi

öğrencilerimse: toprak ve ruh, eylem ve sis-

o kızlar arka sokaklarda yakışıklı oğlanların çirkin kalplerine yakın

kendimle savaşır ve ağlardım


bir gazeteydim:köşe yazarım: hüzün, magazin ekim: umut


sen istesen gitmezsin

sen bana bunu yapmazsın


kalbim göremeyeceğin bir köşede açan

bir yenik çiçek

kalbin ulu orta açmış bir sahte çiçek


Oysa söz vermiştik

Seninle birlikte kurtaracaktık rapunzel’i

İlk biz uyandıracaktık uyuyan güzeli ilk biz

Kırmızı başlıklı kız için kurtla dövüşecektik

Pamuk prenses’in cam tabutu başında en çok ağlayan biz olacaktık

(bugün ağlama!)

Hansel ve Gratel’e biz ormanda arkadaş olacaktık

Sen masallar severdin beni bir masala inandıracaktın

Sabahlara kadar kızmabirader de oynayacaktık


Çok uzak artık

Çok uzak

Çok uzak artık

Çok uzak


Çok geç olacak yarın. Yarın çok geç olacak. Çok geç olacak yarın. Yarın çok

olacak geç.

Yok olacak.


İnsan karanlıkta koklamamalı bir gülü

Kör olabilir tutkusundan


Bilsen öyle seviyorum ki seni

Bir tavşanın ürkek kaldırıp başını dağda

Yağan yağmuru seyretmesi gibi;


Ah sevgilim

Bu masalın sonuna kan yazdın:

Ovdun ve okşadın beni

Çıktı içimdeki cin;

Ondan ölümümü diledin.


Mayıstı.


Seni o yüzden bağışladım!

Ben en çok mayısta su içerim

Ben en çok mayısta başımı öne eğerim

İçimden felçli bir göçebe gökyüzüne bakar

Avuçlarımda yaralı kelebek taşımayı

mayısta öğrendim ben

Ve teraslarda Leonard Cohen dinlemek en çok mayısa yakışırdı

Tiril tiril

bembeyaz bir giysiyle

Rüzgarda ayakların çıplak

Kolların saracak gibi mayısta ölüp dirilen tüm çiçekleri

Öyle başın öne eğik yıllarca o boş terasta durmak

Durmak

Durmak


Sevgilim periler ölürken özür diler

Sevgilim..


Kartpostallardan tanıdığın bir şehri düşünmek gibi

Bir yaraya kabuk olmayı kabullenmek gibi

Eksik, yarım, farkına varmaktan kaçınılan

Tam

Tam yaza girecekken

Yazın omzuna yüzünü dayayacakken

Çekip giden

Ayaklarının altından o son sığınak terası da

Acılarının velihatı Leonard Cohen de

Çekip gitmiştir işte, yalnızca gitmiştir

Yani.. anlıyor musun.. mayıstı..


Seni o yüzden bağışladım!


Bir sesim vardı gölgenden ikmale kalan

Biliyorum, büyük çocukluktu birbirimizi sevmemiz

Ne güzel çocukluktu

Büyük çocukluktu yaptık işte

Ne yapalım, iki ömür odamıza hapsediliriz, cezamızı çekeriz, kulaklarımızdan değil yüreklerimizden çeker

Öğretirler bize

Yetişkinler gibi sevimsizce aşık olmayı, ama


Sevgilim periler ölürken özür diler

Sevgilim..


Hatırla, sana bileklerimi, sana dizlerimi

Sana topuklarımı sundum

Hatırla senin gözlerin çokulusluydu

Ve usluydu gözlerin


Bir hüzünden bir tersliğe dokunarak koştum

Bazı sevdalarda hafızasını kaybeder ya insan

Telaşlanır, ağlar

Adını unutur, yolunu kaybeder oturduğu evin

Talanım!

Artanım!

Eksik kalanım!

Yarım kalanım!


Nasıl yedirdim ihanetini kendime

O dev hisle sen mayıstın ben mayıstım

Her şey ama her şey elele mayıstı

Seni o yüzden bağışladım!


Uzanıp topraktan çıkardın beni

Tozumu sildin, hohladın, parlattın

Ovdun ve okşadın beni

Çıktı içimdeki cin;

Ondan

-gidecektin, mecburdun, hepsi gibi-

Affını diledin.


Mayıstı. Mecburdum. Seni o yüzden bağışladım!

Ah sevgilim

Nihayet

Oyun biter ve yırtılır kapanırken perde


Cin düşmüş dolunaylarda ben peri

şan, sen gül

yabani.


Sevgilim

Periler ölürken özür diler


Kimi aşklar bitmesi için yaşanır

Sen bunları hiç önemseme

Git gülümse başkalarına

Beni burkulmuş bırak

Beni ısırılmış

Beni emilmiş


Sevgilim söylesene

Seni ne ağlatır

Sevgilim

Söylesene

Söz kalbine dokunabilmek için

Daha hangi biçime bürünsün

Sevgilim ağlarsan kalbin olduğuna inanacağım

Söyle seni ne ağlatır


Söylesene seni ben niçin bağışladım


Yani bir ayrılık sonrası suçlamaları

İade edilen buz tutmuş armağanlar

İade edilen öpüşmeler, sevişmeler

Çok özlediğin birinin ölümünü duymak gibi aniden

Çekip giden bir sevgili

Çekip giden bir düş

Çekip giden bir sıfır

Sana uzatılan

İlk sahte çiçeğin peşinden

Koşarak giden sen

İhanet bir kent adı mıdır sandın sevgilim


Senden sonraydı

Gökyüzüne teslim oluyordu ayışığı

Ah senin zarif parmaklarına dolanmış kuğular,

Ve kalbi delik bir melek sabahlıyordu

Yeryüzünde

Ümit:kurugül! Ümit:aksigül!


Biliyorum kavgada bile söylenmez bu söz ama söyleyeceğim:

Seniseviyorum


Bir insan ne sır verebilirdi ki gölgesine


Dağlar dağlarına dürüsttür

Dağlar sularına alev içercesine dokunurdu

Dağlar dağlarına bir kez bağlandı mı kendi doruklarından mahşeri vurgunlar yerdi

Dumanıyla

İsiyle,

Dermanıyla

İniyle,

İnlenen ismime nakış gibi işlenen yazık fermanıyla

Kapına dayanan tanrı misafiri sevdam

Aşkımla belalanan dağım!

Dağlara adak adamış bir toprağın yangınıyım ben de!


Bakma!

Kumumda tuz var

Bu dağ kanayacak

Aşkında ihanet var

Kalbim dağlanacak

Kızma korkma kaçma acıma ağlama utanma unutma

Ama sakın unutma Seniseviyorum


Ama senin kulağına eğilip

Dağ diye fısıldayan bu dudak

Ya elinden ya ayağından

Ya eteğinden ya alnından

Öfkelenme: öpmeyecek,

Mutlaka çok isteyecek öpmeyi fakat

Öpmeyecek, sen istemedikçe.

Sadece bir hayalet nehir gibi fışkırıp

Dört nala kan olup akacak göğsüne

Öfkelenme: senin değil

Ölü bir meleğin göğsüne


Sevgilim ağlarsan

Göz yaşların hatırlayacak

Sen ne çok şeyi unutmuşsun

Sevgilim


Söylesene

Külün de yanışının ardından ne kalır geriye

Bu kez ağla sevgilim

Ağla ki benzeyesin o yitik benzersizliğine


1-hala benden söz ediyor musun?

2-unutmak ne mümkün

3-biliyorum

4-orada olacak mısın?

5-Korkarım ki başka şansım yok. Vücudumu dolaşan tenim bunu söylüyor. Ağrıyorum. Her şeyi yitirmişim meğer, bütün eski fotoğrafları attım.

6-Hissettim bir yerlere fırlatıldığımı

Orada olacak mısın?


Bu mektubu yırt at.

Sen istemezsen gitmezsin. Sen bana bunu yapmazsın. Biliyorum.

Beni hatırlatacak ne varsa yırt at. Kalbini ve tenini ve dudaklarını…


Sevgilim periler ölürken özür diler

Sevgilim.


Küçük İskender

Küçük İskender / Yaz Serin Geçer Sanmıştım

John White Alexander (1856-1915) | Symbolist painter

Yaz Serin Geçer Sanmıştım


Ben, bu yaz serin geçer sanmıştım. Uzun zamandır konuşmayı unutmak, hiç bir şeyi bilmemek, yalnızca, evet yalnızca gece yarısı edilebilecek bir telefonla uyanıp, eski, çok eski bir arkadaşın sesini duymak istemiştim. Galiba, en büyük hatalarımdan biriydi bu. Ses ne kadarını anlatabilir ki bir insanın: görmeden, dokunamadan, ansızın kapatarak avcunu, bir kelebeği orda hapsetmek gibi bir şey olmalı. Oysa ağrılı yaralarım, ‘janti’ taklalarım, hububata dönüşmüş yanlarım vardı. Oysa ben, bu yaz serin geçer ve sessiz kalmayı tercih ederek, evimde, odamda, fallar açarım, belki biraz müzik dinler, ağlarım diye ummuştum. Hatırdan hiç çıkmayan yüzlerin hiç çıkmayacak fallarını açarım, bir parça tarihe geçerim diye ümit etmiştim. Ama olmadı. Olmadı işte, savruldum. Şaşkın çocuğun elindeki patlak, şapşal balon gibi, muhit itibarını yitirmiş delikanlı gibi, kalakaldım. Artık her şeyi biliyorum. Artık her şeyi bilmekten başka çıkar yolum kalmadı. Bu ne sancılı bir telaş benim için; bedenimden mahrumum. Onlar önemsemesinler, hatta alay etmeleri bile mümkün ve belki böylesi daha yıpratıcı, daha bir mazlum kılıcı. Oysa neleri özlemiştim, ne şahane hisler beslemiştim. Oh, artık çok geç? ! Onlara söylemek için şarkılar, okumak için şiirler, anlatmak için çok kaliteli seks fıkraları ezberlemiştim günlerce; ben, bu yazı serin geçer sanmıştım. Alev alev. Her yer alevler içersinde; ve ben, bu korkunç yangında çatıya kaçacak gücü bile kalmamış bir kötürüm gibi, tekerlekli sandalyemde havanın her zaman olduğundan daha çabuk ve daha fazla kararmasını, damların hesapsız kediler ve matematisyen martılarla dolmasını bekliyorum şimdi. Aşk, beni ünlü yapar sanmıştım! Neleri özlemiştim, ne mükemmel hisler beslemiştim: çıt çıkarmadan çekildiler, hükmen yenildik. Kaybolanları da gördüm. Samimi söylüyorum, hem de çok yakından gördüm. Kendi aralarında konuşuyorlardı. O mesafede gidip gelen bir nefes topluluğu, ağızdan kulaklara musikisi noksan bir söz kümesi taşıyordu. Bu kümeste tek tavuk da bendim! Ah, bir parça ağlarım diye ummuştum. Nafile! Olmadı velhasıl. Artık her şeyi biliyorum. Artık her şeyi bilmekten başka çıkar yolum kalmadı. Bütün bütün boğuldum. Karaya da vuramam / vuramam. Neden benden söz ettiler kısaca. Neden dolaştım bir serseri kurşun gibi oradan oraya. Oradan oraya ve kime götürüyordum parklardan topladığım oksijen oranı yüksek çiçekleri. Kim koklamaya cesaret edecekti, kim onları alıp bir vazoya yerleştirecek kadar kendini tanıyordu, bana inanıyordu, beni seviyordu, mıncıklıyordu, kolluyordu… hiç. Hiç kimse. Bunu da biliyorum. Buna da erdim. Bir kere, en başta sezmiştim yanılacağımı… İlkin, telefon defterimi attım. Sonra fotoğraflar, ah çok hoş, elbette o mükemmel fotoğraflar. Renk renk, çeşit çeşit, insan insan, düşman düşman fotoğraflar. Topluca otururken, içki içerken, grup seks takılırken, hususi sevdaların o “sözü geçmese iyi olacak, mayonez alır mıydın” tipindeki sohbetlerinde çekilmiş, arşivlenmiş, çerçevelenmiş fotoğraflar! Deklanşöre basanın, karşısındaki topluluk içinde olamayışının da hüznünü, burukluğunu taşıyan o canım fotoğraflar! Kestim kendimi. Kestim kendimi, çıkarttım fotoğraflardan: Bir şiirde geçer ya hani: Oramda buramda biraz el, biraz bacak, biraz omuz ve penis kaldı. Oyup çıkarttığım o adamı, o Aptal Surat’ı attım, yani kendimi. Şimdi o fotoğraflardaki o insanlar bensiz, ben zaten mekansız, yurtsuz, huysuz ve savruk, anne tarafından serseri, baba tarafından alkolik, ölmüş ve yarı diri bir adamım. Olmadı işte. Artık her şeyi biliyorum. Bağırsam çağırsam, “Ne bağrıyon lan bu saatte lavuk, manyak mısın? ! ” diye karşılık verecek bir yabancı bile yok. Artık her şeyi bilmekten başka çıkar yolum kalmadı. Romantizme kızıyorlardı. Evet, onlar da gözyaşlarını bir sır gibi saklamayı erdem sayanlardandılar. Kollarımda kör jilet yaraları, mutfakta üç haftalık bulaşık, ciğerimde dışarı atılması kasten unutulmuş bir miktar esrar dumanı, kulaklarımda fış fış kayıkçının ilk iki mısrası, gidilmesi gereken ülkeler, kalınması gereken oteller var aslında. Godot’yum desem, bekleyenim olmaz! Acayip bunalımdayım. Sevmiyorum bu tür hijyenik cümleler kurmayı. “Artık” kelimesini kullanmaktan nasıl da sıkıldım. “Dert yanmak” fiiliyle başım uzun zamandır dertte! … Gecenin bu yarısında… Gece Yarısı Edilebilecek Bir Telefon! Evet, aslında ben yalnızca buna değinecektim. Hatta sabaha karşı… Kafanı.iktiysem kusura bakma, özürdilerim, eğer, rahatsız…ediyorsam…eğer…
Sen… Peki sen benim telefon numaramı hatırlıyor musun hala? !

Küçük İskender

17 Haziran 2021 Perşembe

Şükrü Erbaş / Pervane [ Gölgelik ]

Gölgelik


Ağaçlar şarkısını döktü Boncuk Hanım

Bahçelerin duası ölüm üzerine nicedir

Deniz çekildi çekildi, buğday başağı bir çocuk

Harman yerlerinde köpüklenip duruyor

On parmağın gösterdiği güneşler

Çatılarda bir yoksulluk ürpertisi

Islık çalan kirpiklerde yıldız tozları

Puhu kuşlarından bir yatakta uzaklar

Yorgunlukla sürmelenmiş bir rüya şimdi

Bir kandil soluğu gökyüzünde rüzgâr.


Önce Ömür diyorum, sonra Hayal

Sonra sonsuz karlar içinde bir nar

Bir adam her gün biraz daha ölüyor

Gövdesi ağardıkça canı heves yarası

Ağzı geçikmiş zamanlardan bir kuyu

Rodos gülünü örtünmemiş üstüne

Limon çiçeklerine mahcup

Varsa yoksa gülhatmilerden bir yoksul harf

Kimi sevse gözlerinin bebeğinde o çığlık:

“Dinle imdi sen o zarı arı inler bal içinde.”*


Dünya aklında tutmaz kimseyi sürmelim

Benim, sevgilim diye diye çırpındığın

Senin, huzur diye unuttuğun

Ne varsa gövdemizde tüten

-Bir karabatak sulara dalıp dalıp çıkıyor-

Bir yasemin kokusu kadar sürmez hükmü

Tanrının can bulduğu bu gölgelikte…


Şükrü Erbaş / Pervane, 2014


* Pir Sultan Abdal