Öne Çıkan Yayın

Nazım Hikmet / CEVAP

  CEVAP  O duvar o duvarınız,                 vız gelir bize vız! Bizim kuvvetimizdeki hız, ne bir din adamının dumanlı vaadinden, ne de bir...

24 Mart 2018 Cumartesi

Biz (Kayıt 1,2,3)~ Yevgeni Zamyatin

Yevgeni Zamyatin
Biz


Kayıt 1

Duyuru
Çizgilerin En Bilgesi
Epik Bir Şiir

     Devlet Gazetesi'nde bugün yayınlanan duyuruyu kelimesi kelimesine buraya aktarmakla yetiniyorum:

     ENTEGRAL'in 1 yapımı bugünden itibaren 120 gün içinde tamamlanacaktır. İlk ENTEGRAL'in uzaya yükseleceği büyük, tarihi an çok yakındır. Bin yıl önce kahraman atalarımız Dünyayı fethederek TekDevlet'in egemenliği altına soktu. Sizleriyse daha da şanlı bir görev bekliyor: Ateş soluyan, elektrikli, camdan ENTEGRAL eliyle evrenin sonsuz denklemini bütünleştirmek. Diğer gezegenlerin, muhtemelen hala özgürlük adıyla bilinen ilkel aşamada yaşayan meçhul sakinlerini aklın faydalı boyunduruğuna almak sizlere düşüyor. Kendilerine matematiksel yanılmazlıktaki mutluluğu sunduğumuzu kavrayamamaları durumunda mutlu olmaları için zorlamaya mecbur kalacağız. Ama silaha başvurmadan önce sözcükleri denemeliyiz.

     1- Entegral: (Fr.) Bütüne ait olan veya bütünleyici. Dilimizde '"Tümlev" olarak geçmekle birlikte daha yaygın kullanılmasından dolayı metindeki matematik hissini koruyacağı düşünülerek Entegral yeğlenmiştir.(ç.n.)

     İşbu vesileyle Velinimet adına, TekDevlet'in tüm Sayılarına duyurulur:

     Yapabileceğine inanan herkesten, TekDevlet'in güzelliği ve yüceliğini vurgulayan tezler, epik şiirler, manifestolar, methiyeler ve diğer eserler hazırlamaları talep edilmektedir.

     ENTEGRAL'in götüreceği ilk yük, budur.

     Yaşasın Tek Devlet! Yaşasın Sayılar! Yaşasın Velinimet!

     Bunları yazarken yanaklarımın kızardığını hissediyorum. Evrenin muazzam denklemini tümüyle bütünleştirmek: Evet! Yabanıl eğriyi doğrultmak, teğet sellikle, sonuşmazlıkla 2 düzeltmek, şaşmaz düzlükte bir çizgiye düzlemek: Evet! Çünkü TekDevlet'in çizgisi dosdoğrudur, dümdüzdür. Büyük, ilahi, kati, bilge düz çizgi. Çizgilerin en bilgesi.

     2- Sonuşmazlık (mat.): Bir doğrunun eğriye giderek yaklaşması ama asla kesmemesi. (ç.n.)

     Ben, ENTEGRAL'in Yapıcısı D-503, Tek Devlet matematikçilerinden sadece biriyim. Sayılara alışık kalemimin gücü, benzer seslerin ve uyakların müziğini yaratmaya yetmez. Gördüğümü, düşündüğümü, daha doğrusu bizim düşündüklerimizi (aynen öyle: biz diyorum ve bu BİZ, bu kayıtların başlığı olsun) yazmaktan ötesine kalkışmayacağım. Ama bu kayıt elbette yaşamımızın, TekDevlet'in matematiksel kusursuz yaşamının bir türevi olacaktır ve eğer durum buysa, ben ne dilersem dileyeyim sonunda ortaya zaten bir epik çıkmayacak mı? Çıkacak; inanıyorum ve biliyorum.

Kayıt 2

Bale
Katı Uyum
X

     Bahar. Rüzgâr, Yeşil Duvar'ın ötesinden, gözden ırak yaban ovalardan bir çiçeğin ballı sarı polenlerini getiriyor. Bu tatlı polen dudakları kurutuyor − dudaklarınızı yalayıp duruyorsunuz − ve karşılaştığınız her kadının (ve tabii, her erkeğin de) dudakları böyle tatlı olsa gerek. Bu durum, mantıksal düşünceyi biraz karıştırıyor.

     Ve bir de, ne gökyüzü ama! Masmavi, bir tek bulutla bile lekelenmemiş (şairleri bu saçma, düzensiz, aptalca birbirlerine toslayıp duran buhar kümelerinden esinlendiklerine göre eskilerin zevkleri feci ilkeldi herhalde). Ben sadece bugünkü gibi arınık ve masum gökleri severim ki burada biz severiz desem, eminim yanılmam. Böyle günlerde tüm dünya tıpkı Yeşil Duvar gibi, tıpkı tüm yapılarımız gibi sabit ve ebedi camdan yapılmış görünür. Böyle günlerde nesnelerin koyu mavi derinliklerini, o ana dek kuşkulanılmamış, afallatıcı denklemlerini görebilirsiniz. En sıradan, en gündelik nesnelerde bile.

     Mesela burası. Daha bu sabah ENTEGRAL'in yapıldığı hangardaydım ve birden gözüm donanıma takıldı: akım düzenleyici küreler, gözleri kapalı, kayıtsızca dönüyor, dirsekli manivelalar parıldıyor, sağa ve sola eğiliyor, kirişlerin omuzları gururlu kabarıyor, freze tezgâhının matkap ucu duyulmaz bir müziğin ritmine uymuş, tüm dinçliğiyle işini görüyordu. Birden sevgili mavi gözlü güneşin ışıklarına boğulmuş bu debdebeli mekanik balenin bütün güzelliğini gördüm.

     Ama neden − düşüncelerim devam etti − neden güzeldi? Dans neden güzeldi? Yanıt: çünkü dans, özgürlüksüz bir harekettir. Çünkü dansın temel anlamı tümüyle estetik bağımlılığında, ideal özgürlüksüzlüğünde yatar. Ve eğer atalarımızın yaşamlarının en esinli anlarında (dinsel, askeri) kendilerini dansa verdikleri doğruysa bu, ancak tek anlama gelebilir: özgürlüksüzlük içgüdüsünün en eski zamanlardan beri insanoğlunun içinde bulunduğu ve bizim, bugünkü yaşamımızda sadece bilerek...

     Ara vermem gerek: İç iletişim ekranı sinyal verdi. Elbette O − 90. Yarım dakika sonra burada: yürüyüşümüz için beni almaya geliyor.

     Sevgili O! Hep adı gibi göründüğünü düşünmüşümdür: Analık Ölçütü'nden on santim kadar kısa, haliyle her yanıyla yuvarlanmış gibidir ve ağzının pembe O'su, söyleyeceğim her sözü kutlamaya hazırdır. Ve bir de bileğindeki, çocuklara has, tombik boğum...

     Geldiğinde mantıksal volanım içimde hâlâ vınlıyordu ve eylemsizlik beni. az evvel çıkardığım formül üzerinde − biz, makineler ve dansı içeren formül − konuşmaya itti.

     "Harika, değil mi?" diye sordum.

     "Evet, harika." Neşeyle gülümsedi O−90. "Bahar." İşte. Buyurun bakalım. Bahar. Baharmış. Kadınlar.
Sustum.
     Aşağıya indik. Cadde tıklım tıklımdı. Böyle havalarda, öğle yemeğinden sonraki Kişisel Saat'te genellikle fazladan yürüyüşler yaparız. Müzik fabrikasının borazanları, her zamanki gibi Tek Devlet Marşı'nı çalıyordu. Sayılar, göğüslerindeki altın rozetlerde devlet numaralarını taşıyan gök mavisi üniteri 3 içinde yüzlerce, binlerce Sayı, dörtlü sıra düzeninde, marşa uygun adım yürüyordu. Ve ben, daha doğrusu biz, dördümüz, bu muazzam seldeki sayısız dalgadan biriydik. O-90 (bunları, bin yıl ötedeki saçı sakalına karışmış kıllı atalarımdan biri yazsaydı herhalde O-90'ın yanına şu komik iyelik ekini, benim sözcüğünü karşılayan eki koyardı) solumdaydı; sağımdaysa tanımadığım iki Sayı vardı: bir kadın ve bir erkek.

     3 - Muhtemelen eskilerin "üniforma" kelimesinden geliyor.

     Kutsanmışçasına mavi gökyüzü, her rozette bir minik güneş, düşünce gibi çılgınca şeylerle ışığı kaçmamış yüzler, parıltılar... Her şey düzenli, bir örnek, ışıltılı, gülümseyen maddeden... Ve bakır çalgıların ritmi: Tratata. Tratata. Güneşte parıldayan bakır adımlar. Ve her adımla yükseğe, daha yükseğe, baş döndürücü maviye çıkmak...

     Derken, tıpkı bu sabah hangardaki gibi, yine sanki yaşamımda ilk defa, her şeyi gördüm: değiştirilemez dosdoğrulukta sokaklar, kaldırımların parıldayan camları, saydam küp-konutların ilahi yüzeyleri, gri-mavi sıralarımızın katı uyumu. Eski Tanrı'yı ve eski yaşamı fethettiğimi − nesiller dolusu insan değil, ben − tüm bunları bizzat yarattığımı hissettim: bir kule gibiydim, duvarları, kubbeleri, makineleri paramparça ederim korkusuyla kolumu kıpırdatmaya çekiniyordum...

     Sonra bir an, +'dan − 'ye asırlardan bir sıçrama geldi. Birden müzedeki resimlerden birini hatırladım (karşıtlıkla çağrışım herhalde): o zamanlardan, yirmi asır sonrasından kalma, afallatıcı ölçüde cafcaflı, insanlarla, arabalarla, hayvanlarla, afişlerle, ağaçlarla, renklerle, kuşlarla dolu bir cadde... Ve sahiden böyleydi demişlerdi. Böyle olabilirmiş. O denli aptalca gelmişti ki kendimi tutamayıp kahkahayı basmıştım.

     Birden sağdan bir yankılanma, bir kahkaha geldi. Döndüm. Karşımda beyaz, sıra dışı ölçüde beyaz ve keskin dişler ve tanımadığım bir kadın yüzü vardı.

     "Özür dilerim," dedi. "Ama etrafınıza, her şeye, sanki yaratılışın yedinci günündeki mitolojik bir tanrıymışsınız gibi öylesine huşuyla bakıyordunuz ki... Herhalde beni de kendinizin, sadece kendinizin yarattığına inanıyordunuz. Pek onur duydum."

     Tüm bunları söylerken hiç gülmedi. Hatta biraz saygılıydı bile diyebilirim (belki ENTEGRAL'i yaptığımı biliyordu). Ama bilmiyorum, gözlerinde veya kaşlarında tuhaf, çıkaramadığım, sayılarla ifade edemediğim rahatsız edici bir X vardı.
    
     Her nasılsa bu durum beni utandırdı ve biraz şaşırttı: neden güldüğüme dair mantıklı açıklamalar uydurmaya başladım. O zamanlarla bugün arasındaki bu zıtlık, bu aşılmaz uçurum gayet açık...
    
     "Aşılamaz mı? Neden?" (Ne beyaz dişler!) "Uçurumdan karşıya köprü yapılabilir. Bir düşünün: trampetler, taburlar, sıralar; hepsi onlarda da vardı. Yani sonuçta..."
    
     "E, evet, doğru!" diye bağırdım. (Zihinsel kesişmenin muazzam bir örneğiydi bu: yürüyüşe çıkmadan önce yazdığım kelimelerin neredeyse aynılarıyla konuşuyordu.) "Görüyor musunuz? Düşünceler bile. Çünkü hiç kimse tek değil, herkes bir. Hepimiz aynıyız..."
"Emin misiniz?"
    
     Kaldırdığında kaşlarının şakaklarıyla çizdiği keskin açıyı gördüm: Bir X'in sivri uçları gibiydi ve her nasılsa, bir daha kafam karıştı. Sağa baktım, sola baktım... Ve... Sağımdaydı. İnce yapılı, zeki, sıkı ve bir kırbaç kadar enerjik: I − 330 (numarasını görmüştüm artık). Bileğindeki çocuksu boğumuyla ondan tümüyle farklı, toparlak O, solumdaydı. Ve dörtlümüzün ucunda tanımadığım bir erkek Sayı. S harfi gibi duruyordu. Hepimiz farklı...
    
     Sağımdaki, I −330, şaşkın bakışlarımı fark etmişti anlaşılan.
    
     "Evet," dedi iç çekerek. "Ne fena."
    
     "Ne fena" tam yerindeydi, ona kuşku yok. Ama gene yüzünde veya sesinde bir şey vardı...
    
     Bana fazlasıyla ters bir sertlikle, "Hiçbir şey için ne fena denemez," dedim. "Bilim ilerliyor ve hemen bugün değilse bile elli veya yüz yıl içinde..."
    
     "Burunlar bile..."
    
     "Evet, burunlar bile!" Resmen bağırıyordum. "Bir zamanlar... Gıptanın nedenleri önemli değil. Bir zamanlar burnum hokkaydı ve başkasınınki..."
    
     "Eh, mesele buysa, sizin burnunuz, eskilerin deyişiyle fazlasıyla klasik. Ama elleriniz... A, haydi ama ellerinizi gösterin bakayım!"
    
     Ellerime bakılmasına dayanamam. Kıllıdırlar, kabadırlar. Aptalca bir soya çekim. Uzattım ve becerebildiğimce sesimi titretmeden, "Maymun elleri," dedim.
    
     Önce ellerime, ardından yüzüme baktı.
    
     "Evet, olağanüstü ilginç bir uyum söz konusu." Sanki gözleriyle beni bir teraziye yerleştirmiş gibi tarttı ve kaşları bir kez daha boynuzlar gibi göründü.
    
     O − 90, neşeyle gülümseyerek, "O, bana kayıtlı," dedi. Hiçbir şey demese daha iyiydi elbette; tümüyle yersizdi söylediği. Sevgili O... dili, nasıl demeli, doğru hıza ayarlanmamıştı. Dilin sbd'si (saniye başına devinim) daima düşüncenin sbd'sinden azıcık yavaş kalmalı ve aksi durum asla olmamalıdır.
    
     Caddenin sonundaki akımtoplar kulesinin saati 17.00'ı vuruyordu. Kişisel Saat bitmişti. I − 300, S şekilli erkek Sayı'yla uzaklaşıyordu. Adamın yüzü saygı uyandıran cinstendi ve şimdi tanıdık geldiğini fark ediyordum. Bir yerlerde rastlamıştım, şu an için hatırlayamıyordum.
    
     I − 330 ayrılırken aynı X görüntüsüyle gülümsedi ve "Yarından sonraki gün dinleme salonu 112'da beni izlemeye gelin," dedi.
    
     Omuz silkerek, "Emir alırsam," dedim. "Bahsettiğiniz dinleme salonu..."
    
     Neden kendinden bu derece emindi, anlayamıyordum ya, "Alacaksınız," dedi.
    
     Gözümde denkleme kazara süzülüvermiş ve çarpanlarına ayrılamayan irrasyonel bir terim kadar huzur bozucuydu bu kadın. Uzun süreliğine değilse bile, o an için sevgili O'mla yalnız kaldığıma memnundum.
    
     Dört şeritli caddenin karşısına el ele geçtik. Köşede sağa dönecekti, ben sola gidecektim.
    
     O, "Bugün sana gelip perdeleri kapamayı çok isterim. Bugün, hemen şimdi," dedi ve kafasını kaldırıp yuvarlak, masmavi gözleriyle utangaçça yüzüme baktı.
    
     Komik kız. Ama ne diyebilirdim? Daha dün benimleydi ve bir sonraki Seks Günümüz yarından sonraki gündü; benim kadar iyi biliyordu bunu. Dili yine motorda erken çakan, kimi zaman zarara yol açan kıvılcımlar misali, düşüncelerinden önde gidiyordu.
    
     Ayrılırken en ufak bulutla dahi hiç lekelenmemiş güzelim mavi gözlerinden iki, hayır, doğruyu söylemeliyim, üç defa öptüm.

Kayıt 3

Ceket
Duvar
Çizelge
    
     Dün yazdıklarımı gözden geçirdim ve gereğince açık olmadıklarını gördüm. Herhangi birimiz için yeterince açık tabii. Ama kim bilir? Belki sizler, ENTEGRAL getirdiğinde notlarımı okuyacak tanımadığım insanlar, belki sizler büyük uygarlık kitabını yalnızca atalarımızın yaklaşık 900 yıl önce eriştiği sayfaya kadar okumuşsunuzdur. Belki Saatler Çizelgesi, Kişisel Saatler, Analık Ölçütü, Yeşil Duvar, Velinimet gibi en temel konuları bile bilmiyorsunuzdur. Tüm bunlardan bahsetmek bana hem gülünç hem de bayağı zor geliyor. Ne diyelim, mesela sanki romanında "ceket" veya "daire" ya da "eş" derken ne kastettiğini açıklamak zorunda kalmış bir yirminci yüzyıl yazarı gibiyim. Sonuçta böyle bir yazarın romanı vahşilerin dillerine çevrilse, dipnot düşmeden "ceket" yazması mümkün olmazdı. Eminim bir vahşi "ceket"e bakar ve "Ne bu şimdi? Okunup geçilecek bir şey daha!" derdi. Hiçbirimizin, 200Yıl Savaşı'ndan bu  yana Yeşil Duvar'ın ötesine geçmediğini söylediğimde herhalde bana aynı şekilde bakacaksınız.
    
     Ama sevgili okurlarım, biraz düşünmek durumundasınız. Pek faydalıdır. Çünkü biliyorsunuz, bildiğimiz kadarıyla tüm insanlık tarihi göçebe yaşamdan yerleşik yaşama geçişin tarihidir. Öyleyse bu, en yerleşik yaşam biçimi (bizimki) aynı zamanda en kusursuz yaşam biçimidir (bizimki) çıkarımına varılmıyor mu? İnsanlar dünyanın bir ucundan diğerine dolaşıp durdularsa bu, ancak tarih öncesi çağlarda, uluslar ve savaşlar ve ticaret ve şu veya bu Amerika'nın keşifleri varken söz konusuydu. Ama şimdi neden oradan oraya gidilsin? Ne gerek var?
    
     İnsanların bu yerleşik yaşamı derhal ve sorunsuz kabullenmediğini itiraf etmeliyim. 200Yıl Savaşları tüm yolları mahvettiğinde ve hepsi otlarla kaplandığında, işte o ilk zamanlarda birbirlerinden tüm o karmaşık yeşillikle ayrılmış kentlerde yaşamak herhalde feci rahatsız görünmüştür. E, ne olmuş yani? Kuyruğunu yitirdikten sonra insanoğlunun sinekleri kuyruksuz kovalamayı öğrenmesi de biraz zaman almıştır herhalde. O dönemde kuyruğunu özlemiştir, ondan kuşkum yok. Ama şimdi... Bugün kendinizi kuyruklu hayal edebiliyor musunuz? Ya da kendinizi sokakta çıplak, "ceket"inizden yoksun yürürken hayal edebiliyor musunuz? (Belki hâlâ "ceket"le dolaşıyorsunuzdur diye söyledim.) E, burada da aynı: Yeşil Duvar'la çevrelenmemiş bir kent hayal edemiyorum. Çizelge'nin
 sayısal giysisine bürünmemiş bir kent hayal edemiyorum.
    
     Çizelge. Tam şu an, altın zeminindeki mor sayıları odamın duvarından ciddiyetle ve şefkatle, gözlerimin içine bakıyorlar. Eskilerin "ikona" dediği şeyi düşünmeden edemiyorum ve içimden bir şiir veya bir dua yazmak geliyor (ikisi aynı şey zaten). Ey Çizelge, sen, TekDevlet'in kalbi ve nabzı Ey Çizelge! Ah, Ah, neden seni gereğince yüceltecek şiirleri yazabilecek bir şair değilim?
    
     Okul çocuğuyken hepimiz kadim edebiyatın günümüze kalmış en büyük eserini, Tren Tarifesi'ni okumuştuk (belki sizler de okumuşsunuzdur). Ama Çizelge'yle yan yana getirdiğinizde biri kömür, diğeri elmastır. İkisi de aynı elementtendir − C, yani karbon − ama elmas ne ilahi, ne şeffaf ne de parlaktır! Tren Tarifesi' nin sayfalarını karıştırırken kimin nefesi kesilmez? Ama Saatler Çizelgesi... İşte o her birimizi güpegündüz tutup çelikten, altı tekerli efsanevi kahramanlara dönüştürür. Biz, milyonlarca biz, her sabah, altı teker şaşmazlığıyla aynı saatte ve aynı dakikada, yekvücut uyanırız. Milyonlarca biz, aynı saatte çalışmaya başlarız. Daha sonra, milyonlarca biz, yekvücut, dururuz. Ardından milyonlarca ele sahip tek bir beden gibi, Çizelge'nin gösterdiği anda kaşıklarımızı ağızlarımıza götürürüz. Ve hepimiz aynı anda kalkar, dinleme salonuna, oradan Taylor 4 eksersizleri için ana salona ve sonunda uyumaya gideriz.
    
     4 - Frederick Winslow Taylor (18561915): Sanayide verimliği artırmak için araştırmalar yapmış, bilimsel yönetimin babası sayılan, tarihteki ilk işletme danışmanlarından, Amerikalı mühendis Sanayi verimliğine dair koyduğu ilkeler ve fikirleri bugün Taylorizm adıyla anılmaktadır. (ç.n.)
    
     Size tümüyle dürüst davranacağım: Biz bile mutluluk sorununu henüz yüzde yüz kesinlikle çözemedik.
    
     Yüce organizma günde iki defa − 16.00'dan 17.00'a ve 21.00'dan 22.00'a kadar − hücrelerine ayrılır. Bunlar, Çizelge tarafından belirlenmiş Kişisel Saatler'dir. Bu saatlerde kimilerinin odalarına çekilip perdelerini indirdiğini, diğerlerinin caddede, borazanların çaldığı Marş eşliğinde uygun adım yürüdüğünü görürsünüz. Bu arada tıpkı şimdi yaptığım gibi, bazıları masalarının başında kalır. İster idealist, ister hayalperest desinler, şahsen eninde sonunda bir gün bu saatler için bile genel formülde konacak bir yer bulacağımıza yürekten inanıyorum. Bir gün gelecek ve günün 86.400 saniyesinin hepsi Saatler Çizelgesi'nde yerini alacak.
    
     İnsanların özgür, yani örgütlenmemiş vahşilik içinde yaşadığı dönemlere dair bir sürü inanılmaz şey okudum ve dinledim. Ama onca şey arasında bana inanılması en zor geleni, henüz embriyo aşamasında bulunsa bile o dönemlerin hükmi gücünün insanların bizim Çizelge'ye azıcık benzeyen bir şeyden, zorunlu yürüyüşlerden, kesinkes belirlenmiş yemek saatlerinden yoksun, canları ne zaman çekerse o zaman yatıp kalkarak yaşamalarına izin vermesidir. O zamanlarda sokaklarda ışıkların gece boyu yandığını, insanların geceleri dışarı çıkıp dolaştığını iddia eden tarihçiler bile var.
    
     İşte bunu hiç aklım almıyor. Akılları ne denli kıt olursa olsun, böyle yaşamanın, günden güne ve yavaşça işlenmesi hariç, tümüyle cinayet anlamına geldiğini kavramaları gerekirdi. Hükümet (veya insanlık) idam cezasına izin vermiyor ama milyonlarca kişinin her gün yavaş yavaş öldürülmesine göz yumuyor. Bir insanı öldürmek − yani yaşamından 50 yıl almak − suç ama tüm insanların yaşamlarından 50.000.000 yılı çekip almak suç değil! Hayır, cidden, komik değil mi bu? Bugün 10 yaşındaki bir Sayı'nın yarım dakikada çözeceği bu ahlaki denklem sorununu çözememişler. Onca Kant'tan hiçbiri çözememiş (çünkü o kadar Kant'tan biri bile tutup bir bilimsel ahlak kuralları sistemi, yani toplama, çıkarma, çarpma ve bölmeye dayalı bir sistem bile akıl edememiş).
    
     Peki, hükümetin (hayır, bir de kalkıp kendine hükümet deme cüreti göstermiş) cinsel yaşamı en ufak kontrol dahi uygulamadan özgür bırakmasına ne demeli? Kimle, ne zaman, ne kadar istersen... Tümüyle bilim dışı. Hayvanlar gibi. Ve hayvanlar gibi körlemesine çocuk yapmışlar. Bahçıvanlığı, kümes hayvancılığını, balık çiftçiliğini bilip (bunları bildiklerine dair kesin kayıtlarımız var) bu mantıklı merdivenin son basamağına, çocuk üretimine ulaşamamaları, bizim "Analık ve Babalık Ölçütlerimiz" benzeri bir şeyi çıkaramamaları gülünç değil mi yani?

     Tüm bunlar o kadar akıl dışı, o kadar gülünç ki sizler, tanımadığım okurlarım, herhalde adi şakalar yaptığımı düşüneceksiniz. Birden sizlerle alay ettiğim ve ciddiyet kılığına bürünüp saçmaladığım duygusuna kapılabilirsiniz.

    
Ama öncelikle belirteyim: şaka yapmayı hiç beceremem çünkü her şakanın ön tanımlanmış değeri yalandır ve ikincisi, Tek Devlet Bilimi kadim yaşamın aynen betimlediğim gibi olduğunu açıklamıştır ve Tek Devlet Bilimi yanılamaz. Hem ayrıca insanların özgürlük adıyla bilinen, yani hayvanlar, maymunlar, sığırlar gibi yaşadığı bir ortamda herhangi bir hükümetsel mantık nereden çıkabilirdi? Ta diplerin, kıllı derinliklerin, vahşi, maymunsu çığlığı çok nadiren bugün bile duyula bilirken o zamanın insanlarından ne beklenebilirdi zaten?

     Neyse ki çok nadiren. Böyleleri neyse ki birkaç ufak ayrıntıdan öteye gitmiyor, Makine'nin büyük ebedi sürecini aksatmadan kolayca tamir edilebiliyor. Ve eğilmiş bir cıvatayı söküp atmak için Velinimet'in ağır, becerikli eline, Koruyucuların deneyimli gözlerine sahibiz.

     Ki şimdi dün gördüğüm, S gibi eğrilmiş, çifte kambur erkek Sayı aklıma geldi. Galiba onu bir defasında Koruyucular Bürosu'ndan çıkarken görmüştüm. Neden içimde saygı uyandırdığını ve şu tuhaf I − 330 onun yanındayken neden tedirginlik duyduğumu şimdi... İtiraf etmeliyim ki şu I − 330...

     Uyku çanı. Saat 22.30. Yarın görüşürüz.

23 Mart 2018 Cuma

HİÇ GİTMEDİĞİM BİR YERDE ~ Edward Estlin CUMMİNGS

HİÇ GİTMEDİĞİM BİR YERDE

hiç gitmediğim bir yerde, sevinçle ötesinde
her türlü yaşantının, kendi sessizliği var gözlerinin:
en ince kımıltısında birşey var içime gömen beni,
birşey dokunamayacağım kadar bana yakın

kolayca açar beni en ürkek bir bakışın
parmaklar gibi kapamış olsam bile kendimi,
sen hep yaprak yaprak açarsın beni, Baharın
(dokunup ustaca, gizlice) açışı gibi ilk gününü

ya da beni kapatmaksa istediğin, ben,
hayatım kapanırız güzelce, birden
karın her yere özenle inişini
düşleyen yüreğince şu çiçeğin;

duyduğumuz hiçbir şey bu ülkede
erişemez gücüne sonsuz inceliğinin:
renkleriyle yapısının beni bağlayan,
öldüren, hiç durmadan, her nefeste

(bilmiyorum nedir bu sende olan, bu kapayan
ve açan; yalnız anlıyor içimde birşey
gözlerinin sesini güllerden derin olan)
kimsenin yok, yağmurun bile, böyle küçük elleri
Ä°lgili resim
Edward Estlin CUMMİNGS

ZEHİRLİ ÇİÇEK ~ Cezmi ERSÖZ

ZEHİRLİ ÇİÇEK

Aşk, ölümün dudaklarından öptüğü zaman
yüreğimdeki zehirli çiçeği
usulca bıraktım dünyanın dışına...

Aşk, ölümün dudaklarından öptüğü zaman
son kez ayaklanır düşevlerimde bastırılmış yangınlarım
mahcup ve sinsi bir konuk gibi yaşlandığım düşevlerim...

Aşk, ölümün dudaklarından öptüğü zaman
cesedim sahile vurur
insanların kıskanarak topladığı cesedim...

Aşk, ölümün dudaklarından öptüğü zaman
kelimelerin hatırasını sokaklara fırlatırım...
Cezmi ERSÖZ

22 Mart 2018 Perşembe

TRENLER DE AHŞAPTIR... Haydar ERGÜLEN

TRENLER DE AHŞAPTIR...
1.
Eski ahşap evinizi satmayın
sessizliği sokağa atmayın
hastalar penceredir, ölüler çatı
zordur kurmak yapısını bozmayın

Ahşabın mırıldandığı iyilik
eski alışkanlığıdır hayatın
satmayın, kelime yapın ondan
kelimeden kiracı
cümleden komşu
çocuklara verirsiniz:
varımız yoğumuz bu

2.
Eski ahşap yazınızı saklayın
herkesin gölgesini alıp gittiği
aşklardan geriye yaz kalır
gövde: o kimsenin gezmediği kasaba
gecesinin ıssızlığına öyle katlanır

Nasıl da uzardı kelimelerin gölgesi
yazların aşklardan uzun sürdüğü
eski ahşap mevsimlerden üstümüze
ve kim gitse, kaç yaz bitse: ahşaptı
gölgesine sığındığımız serin kelime

Şimdi alıp gidiyoruz bakışımızı
ahşap gözlü eski kasabalardan
ne unutmak yeni ne hatırlamak
ne de gelip geçen onca yaz uzun
geçmiş ahşap zamandaki yazlardan

3.
Suya yakın bir kelime arıyordum
mırıldanmak için ahşabın sessiz derinliğini
denizi anlayan bir kelime arıyordum
ne gemi ne sahil ne mavi
varsın söylensindi en tuhaf iklimlerde
kardeşliğin en kayıp düşleri gibi,
bir dalga titretir ya bazen
ölü denizlerin içini, bekleyişin kederi de
öyle yıkasaydı içimi, taş avluların
güneşe karşı yıkanma vakti...

Ne denizim açık, ne sözlerim mavi
anladım artık bir dalgakırandır hayat
bir kelime bile yoksa içine doğan
ve onu denize komşudan yakın kılan,
iki kara arasında çarpar durur kendine

Ahşap sanıyorum hayatı karadan kurtaran
ona bir su ve üstüne rüya
ona bir ev ve içine kelime kuran

Ahşap ki kelimeden
nice ev kurulacağını gösterdi bize, eski
çocuklarımız da ondan eski ölülerimiz de

Denizdir hayatı terbiye eden
ve onun karada kayıp kardeşi
ahşap, ki bir evi de terbiye eder
bir kelimeyi de

4.
Bir ahşap gibi yaşlanmayı isterdim
kurt yeniği, su vurgunu ve karanlık
şarabımla küflü bir sarnıcın dibinde,
atım tahta, gecem tahta, gemim tahta
bunlarla geçmeye kalkardım da denizi
hemen kırılsın isterdim tahta kılıcım
başka nasıl geçerdik ki kardeşlik denizinden
ben ahşap kaptan ve suda izi yok
hayalet donanmam, bilmem ki kalmış mıdır
vaktim, henüz kabuk bağlamamış kelimelerin
kalbine doğru bu ahşap yolculukta
kandırın beni, tuzla korkutun, başka
kayıp yok deyin kardeşlik sayılmazsa
şimdi kime gitsem. yeni, kim kırsa
ahşap: meğer gölgesiz kasabalar kadar
çıplak gözlerimi aldatan bir rüyaymış
o deniz, o donanma, o saltanat
bakın bana. gözlerimde boğuluyor artık
yeniden yeniden yeniden o eski hayat!

5.
İnsan ne diye ahşaba özensin ki
iyi bir ihtiyar olmak isterse,
şiir insanı terbiye eder, insan
insanı ve böylece hayat hepimizi...
Benim ahşap arkadaşlarım vardı
geçmiş yazlar gibi yeni,
eski kasabalar gibi içli hala
geniş zamanın odalarında durur izleri,
evleri büyük değil, çoğu eski
cümleye komşu, kelimeye kiracı,
su alsa da batmadı gemileri
tayfalıktan geldiler, bilirler ahşap
bir hayatı karada yüzdürme hünerini,
halkı bir ev sanırlardı ahşaptan
halk onlar yanılttı ahşapsa asla
halkın plastik çiçeği var, kökü içerde.
prefabrik, betonarme: ey benim
ahşaba sağlam bir ders veren halkım,
güneşin kasabalara verdiği sıcak ders gibi
yangının ahşaba verdiği kara ders gibi
boşluğun köylere verdiği ıslak ders gibi,
sen halksın verirsin dersini çocukların da
sen haklısın çünkü çocuklar ahşap
bırak ısınsınlar birkaç kuru hatıranın
ateşinde, sen onlara bloklardan bak!

6.
Sokağı mı soruyorsun, ahşaptır
senden başka evim yok,
ahşaptır kırılmayı bilenlerin şiiri,
taşra ahşap, başı döner yüksekten
komşular ahşap yıkılmamak için
omuz omuza durmaktan
bütün kuşlar ahşaptır
bütün kelimeler sıcak
ahşaptandır kanatları bir ev
alır başını gider
bir ev kalır, ahşaptır:
açamam pencereyi ya kapanmazsa!
Ahşapsa bir kadın duyulur
sesi mırıl mırıl sessizliği fırtına
ahşapmış meğer ömür
su almaya başladı,
çoktan oturdu karaya ahşabın gemisi
ahşap baba: çok çocuklu bir konak
günlerin ahşabı cumartesi
çocuklar kayıptır anneler ahşap
mektuplar ahşaptır kapısını açana
zarf mektubun kapısıdır ahşaptır
gölgeyi sorma
o başkasının peşinde
gözlerimize bakma onlar kelepir
bakanın üstünde kalıyor
köyleri, ormanları sorma
dumanı içimizi yakıyor
ahşap ki bir mevsimdi eskiden
güze hazırlardı hayatı
şimdi göç vaktidir
şimdi asri gurbet ahşap değildir
aşkın evi kurulurken ahşaptır
aşk yıkıldıkça ahşap
hayatı sorarsan yanıtım belli
hayat öyle yeni ki
ahşaptan bir eser yoktur içinde

7.
'Yine gam yükünün kervanı geldi'
trenler de ahşaptır turnalardan ötürü
Haydar ERGÜLEN

İSTANBUL DESTANI ~ Bedri Rahmi EYÜBOĞLU

Görüntünün olası içeriği: gökyüzü ve açık hava
İSTANBUL DESTANI

İstanbul deyince aklıma martı gelir
Yarısı gümüş, yarısı köpük
Yarısı balık yarısı kuş
İstanbul deyince aklıma bir masal gelir
Bir varmış, bir yokmuş

İstanbul deyince aklıma Gülcemal gelir
Anadolu´da toprak damlı bir evde
Gülcemal üstüne türküler söylenir
Süt akar cümle musluklarından
Direklerinde güller tomurcuklanır
Anadolu´da toprak damlı bir evde çocukluğum
Gülcemalle gider İstanbul´a
Gülcemalle gelir

İstanbul deyince aklıma
Bir sepet kınalı yapıncak gelir
Şehzadebaşı´nda akşam üstü
Sepetin üstünde üç tane mum
Bir kız yanaşır insafsızca dişi
Boyuna bosuna kurban olduğum
Kalın dudaklarında yapıncağın balı
Tepeden tırnağa arzu dolu
Sam yeli, söğüt dalı, harmandalı
Bir şarap mahzeninde doğmuş olmalı
Şehzadebaşı´nda akşam üstü
Yine zevrak-ı derunum
Kırılıp kenara düştü

İstanbul deyince aklıma Kapalıçarşı gelir
Dokuzuncu Senfoniyle kolkola
Cezayir marşı gelir
Dört başı mamur bir gelin odası
Haraç mezat satılmakta
Bir gelinle güvey eksik yatakta
Köşede sedef kakmalı tombul bir ut
Tamburi Cemil Bey çalıyor eski plakta
Sonra ellerinde şamdanlar nargileler
Paslı Acem kılıçları
Amerikan kovboyları
Eller yukarı

Ne kadar da beyaz elbiseleri
Amerikan deniz erleri
Kocaman bir papatyadan yolunmuşlar gibi
Sütten duru buluttan beyaz
Beyazın böylesine ölüm yakışır mı dersin
Yakışmaz
Ama harbederken onlara
Bambaşka elbiseler giydirirler
Kan rengi, barut rengi, duman rengi
Kin tutar, kir tutmaz

İstanbul deyince aklıma
Kocaman bir dalyan gelir
Kimi paslı bir örümcek ağı gibi
Gerinir Beykoz´da
Kimi Fenerbahçe´de yan gelir
Dalyanda kırk tane Orkinos
Kırk değirmen taşı gibi dönmektedir
Orkinos dediğin balıkların şahı Orkinos mavzerle gözünden vurulur
Denizin içinde ağaçlar devrilir
Kan çanağına döner dalyanın yüzü
Camgöbeği yeşili bulanır
Bir çırpıda kırk Orkinos
Reisin sevinçten dili dolanır
Bir martı gelir konar direğe
Atılan Kolyosu havada yutar
Bir başkasını beklemez gider
Balıkçı gülümser tatlı tatlı
Adı Marikadır bu martının der
Her zaman böyle gelir böyle gider

İstanbul deyince aklıma Adalar gelir
Dünyanın en kötü Fransızcası orda harcanır
Çalımından geçilmez altmışlık madamların
Ağzı dili olsa da tenhadaki çamların
Görüp göreceği rahmeti anlatsa insanların

İstanbul deyince aklıma kuleler gelir
Ne zaman birinin resmini yapsam öteki kıskanır
Ama şu Kızkulesinin aklı olsa
Galata kulesine varır
Bir sürü çocukları olur

İstanbul deyince aklıma
Tophane´de küçücük bir sokak gelir
Her Allahın günü kahvelerine
Anadolu´dan bir sürü fakir fukara gelir
Kimi dilenecek dilenmesine utanır
Kiminin elinde bir süpürge peyda olur uzun
Dudaklarında kirli paslı bir tebessüm
Çöpçü olmuştur bugüne bugün
Kiminin sırtında perişan bir küfe
Kiminin sırtında nakışlı semer
Şehrin cümbüşüne katılır gider
Kalın yağlı bir kolana koşulur
Piyano taşırlar omuz omuza
Kendinden ağır yükün altında adamlar
Balmumu gibi erir dururlar
Sonra kanter içinde soluk alırlar
Nazik eşya nazik hamallar ister neylersin
Ama onlar kadar piyanoyu ciddiye alırlar mı dersin
Nazdan nazik çiniden bilezik eller
Derken
Karşı radyoda gayetle mülayim bir ses
Evlere şenlik Üstad Sinir Zulmettin
Hacıyağına bulanmış sesiyle esner:
Gamı şadiyi felek
Böyle gelir böyle gider

İstanbul deyince aklıma
Stadyum gelir
Güne güneşe karşı yirmibeşbin kişi
Hepsinin dudağında İstiklal Marşı
Bulutlar atılır top top pare pare
Yirmibeşbin kişilik bir aydınlık içinde eririm
Canım ağzıma gelir sevinçten hilafsız
İsteseler bir gelincik gibi koparır veririm

İstanbul deyince aklıma
Stadyum gelir
Kanımın karıştığını duyarım ılık ılık
Memleketimin insanlarına
Daha fazla sokulmak isterim yanlarına
Ben de bağırırım birlikte
Avazım çıktığı kadar
Göğsümü gere gere
Ver Lefter´e yaz deftere
Stadyum gelir
İstanbul deyince aklıma
Binlerce insanın aynı anda
Aynı şeyi duymasından doğan sevincin
Heybetini düşünürüm
Birbirine eklenir kafamda
Binler yüzbinler milyonlar
Sonra bir mısra havalanır ürkek
Bir uykuyu cananla beraber uyuyanlar

İstanbul deyince aklıma
Yahya Kemal gelirdi bir eyyam
Şimdi Orhan Veli gelir
Demindenberi dilimin ucundasın Orhan Veli
Demindenberi senin tadın senin tuzun
Senin şiirin senin yüzün
Yaralı bir güvercin misali
Başımın üstünde dolanır durur
Gelir sessizce konar bu şiirin bir yerine
Neresine mi arayan bulur
Erbabı bilir
Deli eder insanı bu şehir deli
Kadehlerin çınlasın Orhan Veli

İstanbul deyince aklıma Sait Faik gelir
Burgaz adasında kıyıda
Mavi gözlü bir çocuk büyür döne döne
Mavi gözlü bir ihtiyar balıkçı gencelir küçülür
İkisi bir boya geldi mi Sait kesilirler
Bütün İstanbul´u dolaşırlar elele başbaşa
Ana avrat küfrederler uçan kuşa eşe dosta
Sivriadada da martı yumurtası toplarlar çilli çilli
Ziba mahallesinde gece yarısı
Sabaha Galata´dan geçer yolları
Maytaba alacakları tutar kahvede
Zararsız bir deliyi
Ula Hasan derler gazeteyi ters tutaysun
Çaktırmadan gazetesini tutuştururlar fakirin
Sonra oturup sessizce ağlarlar

İstanbul deyince aklıma
Sait Faik gelir
Taşında toprağında suyunda
Fakirin fukaranın yanıbaşında
Bir kalem bir bilek bilendikçe bilenir
Kıldan ince kılıçtan keskin
Hep iyiden güzelden yana
Hep kimsesizlerin

İstanbul deyince aklıma
Said´in son yılları gelir
Hey Allahım en güzel çağında Said´e
Dört beş yıl ömrün kaldı denir
Sait Sait olur da nasıl dayanır
Mavi gözlü çocuk boşverir ölüm haberine
İhtiyar balıkçı pis pis düşünür
Bir zehir yeşilidir açılır
Bir yeşil ki ciğerine işler adamın
Bir yeşil ki kasıp kavurur
Küçük mavi çocuk
İhtiyar balıkçı
Ve dilimize bulaşan zehir yeşili
İstanbul çalkalandıkça bu denizlerde dipdiri
Dilimiz yaşadıkça yaşasın Said´in şiiri

İstanbul deyince aklıma
Sabiyem gelir
Sabiyem boynundan büyük bir demetle
Sarıyer´den gelir Pendik´ten gelir
Bahar nereden gelirse velhasıl
Sabiyem oradan gelir
Ne delidir ne divane
Aslını ararsan çingenedir
Tepeden tırnağa güneştir
Topraktır
Anadır
Analar içinde bir tanedir
Biri sırtında biri memesinde biri karnında
Karnı her daim burnundadır
Canını mendil gibi takar dişine
Yürekten birşeyler katar işine
Bir ucundan girer şehrin ötekinden çıkar
Alçakgönüllüdür Sabiyem
Hem maşa satar, hem göbek atar
Ver bir çeyrek güzelim der
Neyse halin o çıksın falin
Canı çıkar Sabiyemin falı çıkmaz
Sonra anlatır dün gece başına gelenleri
Görürüm üryamda bir sarı yılan
Cenabet uğraşır durur benimlen
Uyanır bakarım benim bebeler
Yatağın ucuna kaymış
Ayağımın parmaklarını emer

İstanbul deyince aklıma
Bir basma fabrikası gelir
Duvarları uzun masaları uzun sobaları uzun
Dal gibi dalyan gibi kızlar çalışır bütün gün ayakta
Kanter içinde mahzun
Yüzleri uzun elleri uzun günleri uzun
Fabrikada pencereler tavana yakın
Al topuklu beyaz kızlar dalga geçmeyin
Dışarda ağaçlar dizi dizi
Duvarlar duvarlar uzun duvarlar
Niçin ağaçlardan ayırdınız bizi
Dışarda tarlalar turuncu asfalt mosmor
Dışarda dışarda dışarda
Mevsim gürül gürül akıp gidiyor
Ondokuz yaşında Eyüplü Gülsüm
Dalmış beyaz köpüklü akışına ipeklilerin
Kötü kötü düşünüyor
İpeğin akışına doyum olmaz
Ama gel gör ki ipekli emprimeden oğlana don olmaz
Bir top Amerikan bezi sakız gibi beyaz
Bir top Amerikandan neler çıkmaz
Perdeler yatak çarşafları çoluğa çocuğa çamaşır
Sakız gibi ağarmış bir top Amerikan bezi
Gülsüm´ün gözleri kamaşır
Üçüncü oğlanı doğururken Gülsüm
Bir top Amerikana hasret sizlere ömür
Gülsüm´lerin sürüsüne bereket
Yerine bir Gülsüm´cük bulunur elbet
Gider Gülsüm gelir Gülsüm
Azrail ettiğin bulsun

İstanbul deyince aklıma
Ağzına kadar soğan yüklü bir taka gelir
Sülyen kırmızısı üstüne zehir gibi yeşil
Samsun´dan Sürmene´den Sinop´tan
Yaz demez kış demez mutlaka gelir
Kirli yelkeninde yeni bir yama
Demirinin pası gelir dilime
Nabzımda duyarım motorunun hızını
Canımın içine sokasım gelir
İri kalçaları pullu denizkızını

İstanbul deyince aklıma
Takalar gelir
Alçakgönüllü kalender
Ya Peleng-i Deryadır adları ya Şimşir-i Zafer
İstanbul deyince aklıma
Koca Sinan gelir
On parmağı on ulu çınar gibi
Her yandan yükselir
Sonra gecekondular gelir ardısıra
İsli paslı yetim
Eyy benim dev memesinde cüceler emziren
acayip memleketim
Bedri Rahmi EYÜBOĞLU