Öne Çıkan Yayın

Nazım Hikmet / CEVAP

  CEVAP  O duvar o duvarınız,                 vız gelir bize vız! Bizim kuvvetimizdeki hız, ne bir din adamının dumanlı vaadinden, ne de bir...

22 Ağustos 2018 Çarşamba

İSTANBUL' DAN MEKTUP ~ Nazım Hikmet Ran

İSTANBUL' DAN MEKTUP

Canım,
uzandığım yerde yazıyorum,
yorgunum pek,
aynada yüzümü gördüm, adeta yeşil
Havalar soğuk, yaz gelmeyecek
Haftada otuz liralık odun lazım,
                                başa çıkılır gibi değil.
Demin, sofada iş görürken
battaniyemi aldım sırtıma.
Camlar, çerçeveler kırık,
kapılar kapanmıyor,
burda barınmamız imkânsız artık
                  taşınmalı,
ev yıkılacak üstümüze.
Kiralarsa dehşetli pahalı.
Sana bunları ne diye anlatırım?
Üzüleceksin
Derdimi kime dökeyim?
Kusura bakma.
Isınsa, iyice ısınsa ortalık ama,
                        hele geceler.
Bıktım usandım üşümekten.
Rüyalarımda Afrika'ya gidiyorum.
Cezayir 'deyim bir sefer
Sıcaktı.
Alnımı bir kurşun deldi.
Bütün kanım aktı,
                    ama ölmedim.
Bana bir hal geldi,
çok ihtiyarladığımı hissediyorum,
- halbuki biliyorsun
                  henüz kırkıma basmadım -
çok ihtiyarladığımı hissediyorum
söylüyorum da,
söyleyince de kızıyorlar,
                    konferans dinliyorum herkesten
Her neyse bu bahsi kapat
Filme alınmış Çehof'un "Ağustos böceği"
Paris'te de göstermişler, Beğenilmiş
O zavallı hoppa kadında mı bütün kabahat?
Ben doktoru hem severim,
                   hem de affetmem eşeği.
Eninde sonunda kim daha bedbaht?
                   Kim kimin yüzünden?
Paraguay halk türkülerini çaldı radyo
Bunlar, dikenli bir yaprağın üzerine
aşkla, güneşle, insan teriyle yazılmış,
acı da, umutlu da
Bayıldım Paraguay türkülerine
Adviye'den mektup aldım,
beni çok göresi gelmiş
beni hiç unutamıyormuş...
Şaştım da kaldım.
Yıllardır, sen memleketten kaçıp gittin gideli,
ne kapımı çaldı,
                 ne bir haber yolladı hatta,
hatta sokakta karşılaştık
bir bayram sabahı,
başını çevirip geçti.
En yakın arkadaştık.
Ama, arkadaşlık ağaca benzer
kurudu mu
         yeşermez artık
Ben cevap yazmadım.
Neye yarar?
Evime bile gelse şimdi,
söyleyecek lakırdım yok
Düşmanlığım da yok elbet.
Otursun güle güle,
zengin bir koca bulmuş.
Hastalıklı bir şeymiş adam,
                      manyağın biri.
Halbuki Adviye ne canlı kadındir
Gidip baktim oğlumuza,
pembe, kumral, uyuyor mışıl mışıl.
Yorganı açılmış, örttüm.
Bir kara haber de verdi bu aksam radyo :
Iren Jolio Küri ölmüş.
Daha gençti.
Yıllar var
bir kitap okudum du
ölenin anası ústüne yazılmış
Bir yerinde iki kız çocuğundan bahseder,
satırlar gözümün önüne geldi
sarışın iki Yunan heykeli gibi, der.
İşte bu çocuklardan biri öldu.
Bilmem ki nasıl anlatsam,
büyük bilgin, büyük adam,
ama şimdi lösemiden ólen
o sarışın kız çocuğu da.
Bu ölüm bana çok dokundu.
Iren Jolio Küri için
              ağladım bu aksam.
Ne tuhaf.
      İren, deselerdi İren,
              öldüğün zaman,
                            deselerdi,
İstanbullu bir kadın,
hem de hiç tanımadığın,
aglayacak arkandan,
                            deselerdi,
                              şaşardı.
Kocası geldi aklıma,
bir mektup yazsam,
başsağlığı dilesem
                    diye düşündüm.
Adresini bilmiyorum ama
Paris, Frederik Jolio Küri, desem,
                                        gider miydi?
Bir de Fransız yazar öldu,
gazetede okudum.
Adını bile duymamışın dır
Çok ihtiyardı zaten,
üstelik de egoist,
                     sinik
              cenabet herifin biri.
Her şeyle alay etmiş ömrü boyunca,
hiçbir şeyi, hiç kimseyi sevmemiş
bir köpeklerle kedileri,
ama yalnız kendininkileri.
Mülakat vermiş ölmeden birkaç gün önce
ölümü alaya alıyor aklınca,
ama belli dehşetli de korkuyor.
Resmi de var,
büyük annemizi erkek yap,
tepesine bir takke koy,
                 işte herif.
Korkunç bir yalnızlık içinde
                         sıska bir ihtiyar.
Ona da acıdım.
Belki büyük annemize benzediğinden,
                        belki de yalnızlığına
Acıdım,
ama aynı acıma değil elbet,
acıyorsun Iren Küri’ye,
çocuklarını düşünüyorsun, kocasinu,
ama daha çok dünyaya acıyorsun
                               büyük bir insan öldü diye.
Sana bir müjdem var:
okumayı öğreniyor tembel oğlun,
epeyi söktü kerata :
tut, kos, kitap, kalem, çanta..
Mükemmel değil mi?
Her harfi bir şeye benzetiyor
A bir evmiş,
          B göbekli bir adam,
                                        T bir keser
Ödüm kopuyor tembel olacak diye.
Hep ona iş yaptırmak istiyorum.
Kız olsaydı kolaydı.
Kadınların her yaşta her iş gelir elinden.
Ama beş yaşında bir oğlan
                                    ne becerebilir?
Ah bir ısınsa havalar..
Isınacak
Uzadıkça uzadı mektubum.
Kendine iyi bak,
bana hemen cevap ver,
beni unutma.
Bana hemen cevap ver
Akıllıdır Münevver
nasıl olsa, ne yapıp eder,
falan filan diye kendini avutma.
Sensiz perişanım.
Beni unutma.
Kendine iyi bak.
Gözlerinden öperim canım.
Güzel geceler.
Kendine iyi bak.
Bana hemen cevap ver.
Dertlerimi aklında tutma,
                                         unut,
                               beni unutma…
Nazım Hikmet Ran

YALNIZLIKLAR 25. 26. 27. ~ Hasan Ali TOPTAŞ

YALNIZLIKLAR
25.
Yalnızlık aşklarda gezer çoğu kez;
aşklar ki,
yüzyıllardır vazgeçemediğimiz bir ölüm türüdür
ve yasaların
geleneklerin
ve törelerin
ve sakız sakız alışkanlıklarla
yasakların hüküm sürdüğü yerlerde doğarlar.
Bu yüzden, her aşkın gerisinde
bir kuraklık vardır
ve her aşk
büyüler kendini kendi başkaldırısıyla.
Sonra aşkın,
çırılçıplak kalan
ya da kendini öyle hisseden bir ben’i
biz’le örtmek gibi ( ki, biz ben’in en kalın örtüsüdür)
gizli bir görevi vardır.
Aşklar ki – ah aşklar,
yalnızlığımız kadardır.

26.
İster içinden bakılsın ister dışından,
bütün pencereler birer yalnızlıktır
ev denen yalnızlığın yüzünde.
Çatılara üşüşen antenlere bakmayın, yalnızlıktır;
camları titreten şu müzik, şu perdeler
ve omzunuza çarpıp geçen şu bıyık,
şu bira kasaları sonra, şu mikrofondaki ses,
şu gülüş, şu öpüşme ve bütün alışverişler yalnızlıktır.
Gece, gündüz sizinle gezer; yalnızlık.
Gündüz, gece sizinle gezer; yalnızlık.

27.
Ben sensizliği yalnızlık sanmıştım her keresinde.
Alevin cürmüydü kum düşü;
bir elma hangi nakışa yakışırsa oradaydı yaprağın ölümü
ve her pusula kendini gösteriyordu önce, her bıçak kendine batıyordu
ve gerçekler öyle yalandı ki o yıllarda, böcekler bile her şeye inanıyordu;
otlar ve taşlar bile, her şeye ..
Oysa her zamanki gibi her şey dönüp dolaşıp insanda ölüyordu.
Renklerin çağrışımları bu denli gürültülü değilse de kendileri vardı.
Sesler vardı, gözlerimizi oyan görüntüler vardı.
Hatta, anlamlar gene o eski huylarıyla her şeyi örtünüyorlardı.
Yokluğu örtünüyorlardı sözgelimi, renkleri, sesleri, biçimleri,
derinlikleri ve güzellikleri ve çirkinlikleri örtünüyorlardı.
Seni, beni sonra; senden benden oluşan kargaşayı,
sonra görme yetimizi ve daha neyi, neyi ...
Yani okyanus okyanus yorganlar didikli yorduk
durup dinlenmeden anlamak için küçücük bir iğneyi.
Ve anlamı güzellik damarından yakalamak gibi
bir alışkanlığı sürdürüyordu insanlar.
Çiçek gibi kızlar vardı yeryüzünde bu yüzden,
çiçek gibi sofralar, evler, bahçeler, parklar ve dudaklar vardı.
Bozkırın kendini tekrarlayan dikensi yalnızlığı bile
çiçek gibi çizilebiliyordu sözgelimi,
balıklar ve kokarcalar ve alçak mı alçak suratlar
çiçek gibi çizilebiliyordu.
Güzellik en meşru takıntıydı bir bakıma
ve nedense çiçek denen ota takılıp kalmıştı.
Oysa o yıllarda, Baklan'da ve her yerde,
diyelim gün ortasında ya da gece ya da seherde
her çiçek insandan kaça bildiği kadar çiçekti.
Şarkıları ne hicazdı, ne nihavent ve düğün
bilmiyorlardı henüz, ölüm bilmiyorlardı.
Tören kelimesi sızmamıştı kokularına,
keder ve sevinç sızmamıştı.
Hatta, cam dibi yalnızlıklarının demirbaşı da değildiler.
Bir yalnızlıktı onlar evcilleşmeden önce,
şimdi yapayalnızdırlar ellerimizde.
Hasan Ali TOPTAŞ

GURBET KUŞLARI ~ Haydar ERGÜLEN

Tablo, by Justyna Kopania
GURBET KUŞLARI
-Erkut Tanrıseven’e, ilkgençliğimize
Çocuk Anadolu’dan böyle güvercin çıkmamıştır daha
yalnızlığın üstüne böyle şiir kanatlanmamıştır
böyle göz dökülmemiştir gurbet sürmelisine
böyle yağmur da inmemiştir kimsenin gözlerine
İyilik kanatlarının üstüne olsun, gelmişsin
şu uzun taşradan gölgesi bile yorulur bazen
yorgunsun da biraz daha yorulmaya gelmişsin
akşamlar efendidir, birbirine benzer deyip gelmişsin
dalgınlığından mı ne bir an çıkıp gelmişsin
kim kimse demeden bir de çağrılmadan gelmişsin
-ben miydim önce gelen başkası diye bir yanlış adrese
kimi sorduysam kendine başkasını gösterdi
bildim bilmediğimi de, başkası bile değilmişim kendime-
sen de gelecekmişsin kimin yerine ayrıldıysan kendinden
gelecektin elbette ve kime
benzeyecektin biz dururken
dalgın mısın, üzülme, bir yanlışlık olacaktın nasılsa
dalgınlık yalnızlığa benzer sanki çoğala çoğala
ve kara bir şaşkınlık gibi başkasının toprağında
çırpına çırpına-boşuna, mavi başkasının toprağıdır
bizse toprağımız olan göğü yitirmişiz gibi
geldik başkasının mavisine
Sen de öyle gelmişsin
geç de sayılmazsın erken de
ikisine de yetişilir nasılsa sonunda
yetişmişsin, hem zaman senin değil burada
hem zamanda bir yerin de olmayacak burada
ister aç ister katla kanatların gibisin
kanatlarından başka bir evin de yok burada
kanatların kadar açık bu göğün altında
Gurbet açık zamanda bir deniz
hadi misafir sayalım kendimizi onun vapurunda
hem eski turnalar gibiyiz hala
kendi kanatlarına misafir
hem saklana saklana yenisi yok sözler gibiyiz
bizden başka misafiri de yok ama
yine de yolcu gibi davranır bu deniz insana
gurbetten bir kuş mu gelmiş şehir uyuyor
senin kanatlarınla uyanacak şehir bu değil
güvercinin denizi geçtiği şiir bu değil
Deniz ökse, vapur avcı görünür
çocuk Anadolu’nun kara donlu güvercinine
senden sonra da bilmem ki çocuk mu Anadolu
son güvercinini yitirmiş de hala demli uykuda
kasabaların horladığı vakitsiz uykularda
uykusu sarışın, şiiri bun bir Turgut Uyar kalmadı
Cemal Süreya da yok ki bir abi arasan burada
sana çok uzun bir öğlesonuydu Turgut Uyar
sıkıntısını mı kıskanırdın: Şu kasaba bir içine baksa
sen kanatlarını toplayıp otursan da coğrafya uçsa
sınıftan! Dul coğrafya gidecek evi mi vardı
Turgut Uyar’ ın tozlu şiirinden başka?
Kederliyim, gölgesinin terk ettiği bir kasaba kadar yorgunum, kanatları
gurbette bir güvercin gibiyim
senin yerineyim, sıkıntını yazmak kaldı bana
Bugün paçalı bir güvercin gördüm
çocuk Anadolu böyle avunamaz bir daha
bilmem ki nesiyim o güvercinin
artık nereye uçsa göğü benim içimdir
nereye konsa o güvercinin yerlisiyim
“San Marko meydanında dost olduğum güvercin”
ilk seninle tanıdıydım Oktay Rifat’ı
o şiiri uçurduğu gökyüzü şimdi boş
yeni bir gökyüzü kurulmuş şimdi öyle diyorlar
“milyon güvercin içinde” eskisi kayıp Ankara
bizi ne zaman seveceksin eskisi gibi bir daha
çocuk Anadolu gibiydin, şarkı gibiydin öyle
ümidimiz gibiydin birlikte hiç büyümemeye
uzun bir iyilik gibiydin, bir ‘Anakaraydın hepimize
seni unuta unuta büyümek bile hatırlamak gibiydi
durup durup insanları sanki kendilerinden çok
sevdiğimiz yılları hatırlamak gibiydi, yalnızca
bunu hatırlıyorum senden artık insanları değil
insanları hatırlatacak hiçbir şey kalmadı son zamanlarda
Hem olmasın da artık insanları hatırlatacak hiçbir şey
insanları insanlarla hatırlamadıktan sonra
kasabaları güvercinlerle, trenleri turnalarla
ve anılan şehirlerle hatırlamadıktan sonra
hayvanların suçu yok bunda, şehirlerin suçu yok
evlerin de suçu yok bana kalırsa
galiba her şey yerli yerinde de insanlar ortalık
eskiymiş, bir dostu bulamasak gölgesini arardık
şimdi gölgeler de insanlara benziyor
yarısı karanlık, yarısı kiralık
herkes içinde üç-beş yalnız besliyor
herkesin gözü başkasının yalnızlığında
bir ‘çıt’ yeterdi oysa bir insanla
bir ‘çıt’, açılıp kapanmaya
şimdi herkesin ortasında
şimdi bir insanın ortasında
çat çat çat
çarpışan üç-beş yalnız
üç-beş yaralısı var herkesin hayatında
ve yalnızca bir cümlesi:
Biz çok yalnızdık!
Ve galiba yalnızlığın bol gelmesinden
içimizdeki bu kalabalık
öyle korktuk ki yalnızlığımızdan
kimseye bırakmadık!
Bugün bir güvercin gördüm şehirde
bugün bir güvercin şiirden içeri
‘Avunulmazı getir’di bana hiç avunması
yoktu gönlümün, ne güvercin ne turna
tenha bir sokak itiydim olsa olsa
tekmelenmiş yaşlı bir kedi biraz da
geçtim insan hastanelerinden geçtim
insan evlerinden kimseye yetişemedim
dilde kardeşlik vardı da bir kanatlık
yer yoktu kimsenin kalbinde konacak
sustum: “Çocuk Anadolu’dan uçtum iyidir
çocukları bizim Anadolu’nun” dedikçe sen,
nasıl ezber eder kardeşliği,diyemedim,
ruhtan sökün etmeyen dil nasıl?
İçinde bile kimsesi yoktu onun
bir kendisi kalmış bir de kimsesi
gibi gelip şiire konan şu gurbet kuşunun
kimsesi sen olursun Erkut diye
ister gama say onu ister şiire
On Dakika Ara
Gurbet Kuşları / Orhan Kemal’ in aynı adlı romanından Halit Refiğ’ in çektiği film
Sonsuzluk ve Bir Gün, sayı: 1
Haydar ERGÜLEN