AŞKI ÖLÜMLE KUŞATILMIŞ BİR ÜLKEDE...
O adamları ay ışında bir kadın fısıltıyla öpseydi;
o adamlar önleri sardunyalı pencerelerden rüzgarlara baksaydı;
o adamların çatılarına her bahar leylekler yuva yapsaydı;
o adamlar söğütlerin dibinden akan sularla menevişli, uzaklara aksaydı;
o adamlara akşamlar birazcık gölge düşürseydi;
o adamların kirpikleri bir vakitler hiç nedensiz nemlenmiş olsaydı;
o adamlar yağmur altında yalın ayak yollarda koşsaydı;
o adamları uçurumun kıyısında birileri göğsüne gömseydi;
o adamlar bir gün olsun güneşi serçelerle karşılasaydı;
o adamların dilinde keder bir erguvan dinginliğine dönseydi…
Yaşlılar, bedenlerinde bir ince sızı, parklarda öpüşen çocuklarla
gönenirdi. Kimse kendi rengini başkasının burcuna
çekmeye çalışmazdı. Evler evlerin üstüne bir değirmen taşı
gibi kurulmazdı. Herkes durduğu yeri biricik doruk, dünyanın
tek gerçeği sanmazdı. Pencereler yıldızlarla ürpere ürpere
sevişirdi. Aşkı ölümle kuşatılmış bir ülkede mutluluk, mutluluk
sayılmazdı. Özgürlük insanın aldığı soluktan belli olurdu.
Kimsenin eli kimseye ölüm için uzanmazdı. Doğanın büyüsüyle
yüreğin gizi akla iyilikler katardı. Bir hüznü söylerken
bile söz, insana güven ve incelik verir, bir gökyüzü genişliği
ile dünyaya barış getirirdi.
Şimdi mi? İnsanların gözleri uzun bir uçurumu ezber etmeye çalışan bir çift korku çiçeği, bir imdat çığlığı; sevincine bakarken bile ışığını ağır bir kuşku, boğuk bir önlem duygusundan alıyor. Herkes eliyle göğüs kafesine yerleştirdiği kocaman bir kayanın altında kirpikleriyle kuş resimleri çiziyor gökyüzüne. Zorun, paranın ve yalanın Tanrıları, aşk, iyilik, eşitlik, onur, özgürlük gibi tüm insani değerleri bir ihanet saplantısı, bir bölünme paranoyası ile ufkun dışına itiyor. Bütün korkakların azılı azılı bir kahraman kesildiği şarkıları bozulmuş bir ülkede ölüm, sorunların tek çözümü, hakların ve halkların ilk ve son ödülü oluyor. Özgürlük, bir uygunlukla iğdiş edilmemişse ancak hapishanelerde soluk alıyor. Yatağını cehalet, ihtiras ve çirkinliğin serdiği odalar ve olanaklar içinde, yeteneksizlik parayla yatıp kötülükle kalkıyor. Yoksulluk insanları evlere kapattıkça dünyadan ışığı kesilenler, soğuk bir karanlıkla Tanrıyı çoğaltıyor. Namusu cinsel organlara indirgeyen adamların mutsuz kadınları, bedenlerini soğuk yataklara çarpa çarpa tiksintiyi ve şiddeti doğuruyor. Şarkılar durmadan ayrılık ve ölümü söylüyor. Sesine dağları almış çocuklar, incecik boyunlarında binlerce yılın örseli yükü, gözlerinin ve parmaklarının buğulu pınarıyla yangın yerlerine, taş duvarlara su taşıyor.
Ve kendilerinden başka kimseyi sevmeyen, sevgisizliğin doğurduğu o adamlar, konumlarını ve kişiliklerini oluşturan korku, kabalık ve kurnazlığın o kırıcı nefti uzaklığından, yalnızca görmek istediklerini görüp duymak istediklerini duyarak, hakim olmanın şehveti ve olanaklarıyla ülkeyi tek bir renge indirmeye devam ediyorlar… Halk mı? Tanrı, devlet ve yokluğun üç ağızlı bıçağında, bilenmek mi dilinmek mi belli olmayan bir çırpınış içinde, dalıp dalıp gittiği boşluğa benziyor gittikçe…
Şükrü ERBAŞ