Öne Çıkan Yayın

Nazım Hikmet / CEVAP

  CEVAP  O duvar o duvarınız,                 vız gelir bize vız! Bizim kuvvetimizdeki hız, ne bir din adamının dumanlı vaadinden, ne de bir...

11 Şubat 2018 Pazar

BÖYLE BAŞLAMAK İSTEMEZDİM ~ Engin TURGUT

BÖYLE BAŞLAMAK İSTEMEZDİM

Karbonları silik çıkmayan bir hayat seçtim kendime.
Kendimi çok özledim. Bir martının sesini duyarım.
Bir çocuğum olur adını gün ışığı koyarım. Aşk dersem
sus! Aşk dersem öl! Hep sperma, hep yas, benim mi
bu mika aldanış. Sözleriniz ne güzel, gözleriniz sis,
lütfen yüksek sesle sevmeyiniz. Sıcacık bir serçe düşer
gözlerimden. Uzar akşamların sıkıntısı, uzar ay kılıklı
bir aşk, evlere sığmaz...

Yalnızlığım yalnız kaldı
Güvercin uçuşu bir öpücük alır mıydınız?

Saat altı. Hüznün mesaisi bitti.
Hadi içelim, şimdi insan olma vakti.

Bir adam çekip giderim buralardan ıslığıdır.
Çekip gidemez buralardan bu onun dalgınlığıdır.

Ey kül rengi kadın sahi siz en pıhtı tanıdığım
mıydınız? Gün bir uyanmak gibi gerinir. Neyimize
yetmez küf ve su, baharat konuşur. Öpün üşüyen
ağzımdan, köpürsün gövdem. Şaşırsın böcek!
Konuşsun lamba! Korkunç uyumsuzum. Ey
gecelerimin ormanı, düzelt hüznümü, köpürt!
Su rengi çiçeğim, kestane saçlım, buğum benim.
Gece ve çıplak. Çıngırak ve tomurcuğun sesi.
Ve hayat ve hayat komuta bende artık!..

Topallayan ah deli yüreğim
Böyle başlamak istemezdim...
Engin TURGUT

10 Şubat 2018 Cumartesi

BİN DOKUZ YÜZ SEKSEN DÖRT( İKİNCİ BÖLÜM - II ) George ORWELL

BİN DOKUZ YÜZ SEKSEN DÖRT

İKİNCİ BÖLÜM
II
Winston, dallar arasından vuran ışıkla bir aydınlanan, bir gölgeye gömülen dar bir yolda, altın rengi su birikintilerine basarak koşar adım yürüyordu. Solundaki ağaçların altındaki toprak çançiçeklerinden görünmüyordu. Hava insanın tenini okşuyordu sanki. Mayısın ikisiydi. Ormanın derinliklerinden tahtalı güvercinlerin cıvıltıları geliyordu.

Biraz erken gelmişti. Yolu bulmakta en küçük bir güçlük çekmemişti; belli ki kız bu konuda deneyimliydi, o yüzden her zamanki kadar korkmuyordu Winston. Kız güvenli bir yer bulmuş olmalıydı. Doğrusu, kırsal yörelerin Londra'dan daha güvenli olduğu söylenemezdi. Gerçi buralarda hiç tele-ekran yoktu, ama bir yerlere yerleştirilmiş olabilecek gizli mikrofonlardan sesinizi kaydedip tanıyabilirlerdi; üstelik, kimsenin dikkatini çekmeden bir başınıza yolculuk etmeniz hiç de kolay değildi. Yüz kilometreyi geçmeyen yolculuklarda pasaportunuzu onaylatmanız gerekmiyordu, ama bazen tren istasyonlarının çevresinde dolaşan devriyeler oralarda rastladıkları bütün Parti üyelerinin kâğıtlarına bakıyorlar, akla gelmedik sorular soruyorlardı. Ne ki, Winston hiçbir devriyeye rastlamamış, istasyonda indikten sonra yola koyulduğunda da ikide bir dönüp arkasına bakmış, izlenmediği kanısına varmıştı. Tren, hava günlük güneşlik olduğu için gezintiye çıkmış proleterlerle doluydu. Winston'ın oturduğu ahşap koltuklu kompartmanı, dişleri dökülmüş bir nineden bir aylık bir bebeğe kadar kalabalık bir aile tıka basa doldurmuştu; öğleden sonrayı kırda oturan "yakınlarıyla" birlikte geçirecekler ve Winston'a hiç çekinmeden anlattıkları gibi, biraz karaborsa tereyağı alacaklardı.

Yol önce genişledi, ama çok geçmeden, kızın sözünü ettiği patikaya vardı Winston; iki yanı çalılık bir keçiyoluydu burası. Saati yoktu, ama üçü geçtiğini sanmıyordu. Yerleri boydan boya kaplayan çançiçeklerine basmadan yürümek olanaksızdı. Biraz vakit geçirmek için çömelip çiçek toplamaya başladı; ne ki, aklından, buluştuklarında kıza bir demet çiçek sunmak da geçmiyor değildi. Koca bir demet toplamış, çiçeklerin baygın kokusunu içine çekiyordu ki, arkasından gelen bir sesle donup kaldı; belli ki, çalıları çıtırdatarak yaklaşan biri vardı. En iyisi, çiçek toplamaya devam etmekti. Gelen ya kızdı ya da biri tarafından izlenmişti. Başını kaldırıp çevreye bakınsa, kuşku çekebilirdi. Bir çiçek daha, bir çiçek daha derken, bir el usulca omzuna dokundu.

Başını kaldırıp baktı. Kızdı gelen. Sesini çıkarmaması için başıyla uyardıktan sonra çalıları araladı ve ormana giden dar yolda hızla ilerlemeye başladı. Balçıklara hiç basmadan yürüdüğüne bakılırsa, buradan çok geçmişti. Winston da, çiçek demetini sımsıkı tutarak, ardına düştü. İlkin büyük bir rahatlık duymuştu, ama önünde ilerleyen dipdiri, incecik bedene, beline sımsıkı sarılmış kırmızı kuşakla kalçalarının daha da ortaya çıkan yuvarlaklığına bakarken yüreğine ağır bir eziklik çöktü. Şimdi bile, kız arkasına dönüp kendisine bir baksa, vazgeçebilirmiş gibi geliyordu Winston'a. Havanın güzelliği, yemyeşil yapraklar gözünü korkutuyordu. Daha istasyondan buraya yürürken, mayıs güneşi altında kendini sararmış solmuş, Londra'nın toz dumanı derisinin gözeneklerine işlemiş, gün yüzü görmeyen bir yaratık gibi hissetmişti. Kızın onu şimdiye kadar hiç gün ışığında görmediğini fark etmişti birden. Daha önce kızın sözünü ettiği, kuruyup devrilmiş ağacın oraya gelmişlerdi. Kız ağacın üzerinden atladı ve geçit vermez gibi görünen çalıları araladı. Winston da ardından yürüdü ve bir açıklığa çıktılar; çepeçevre yüksek, körpe ağaçlarla kuşatılmış çimenlik bir tepecikteydiler. Kız durup arkasına döndü.

"İşte geldik," dedi.

Aralarında yalnızca birkaç adım kalmış olmasına karşın, Winston kıza iyice sokulmayı göze alamıyordu.

"Patikada yürürken, gizli bir mikrofon falan olabilir diye konuşmak istemedim," dedi kız. "Sanmıyorum, ama belli de olmaz. Neme lazım, ya o soysuzlardan biri sesimizi tanırsa. Neyse, burada güvende sayılırız."

Winston hâlâ kıza yaklaşacak cesareti bulamıyordu kendinde. "Demek burada güvendeyiz, öyle mi?" diye alık alık yineledi.

"Evet. Ağaçlara baksana." Çevreleri, bir süre önce budanıp yeniden sürgün vermiş, bilek kalınlığında dişbudaklarla kaplıydı. "Dalları arasına mikrofon gizlenebilecek kadar büyümemişler. Hem ilk gelişim değil buraya."

Konuşadursunlar, Winston kıza biraz daha sokulmayı başarmıştı. Kız karşısında dimdik duruyordu; yüzünde, neden bu kadar ağırdan aldığını sorgularcasına hafif alaycı bir gülümseyiş belirmişti. Ayaklarının altı çançiçekleriyle kaplıydı. Sanki toprağı kendiliğinden örtüvermişlerdi. Winston kızın elini tuttu.

"İnanır mısın," dedi, "şu ana kadar gözlerinin renginin farkında değildim." Kirpikleri kopkoyu, gözleri kahverengiydi, açık kahverengi. "İşte sen de gördün neye benzediğimi sonunda, hâlâ bakabiliyor musun bana?"

"Neden bakamayacakmışım ki?"

"Otuz dokuz yaşındayım. Yakamı kurtaramadığım bir karım, bacaklarımda varislerim, beş takma dişim var."

"Umurumda değil," dedi kız.

Hangisinin önce davrandığı belli değildi, ama az sonra kollarındaydı kız. Winston ilk başta, olup bitene inanamadı. Kızın dipdiri bedeni bedenine sımsıkı yaslanmıştı, simsiyah saçlarından önünü göremiyordu. Ve evet! Kız başını kaldırıp ona baktı, Winston o geniş, kırmızı ağzı öptü. Kız, kollarını Winston'ın boynuna dolamış, sevgilim, bir tanem, canım, diye mırıldanıyordu. Winston kızı çekip yere yatırdı, kız hiç karşı koymadı, ona istediğini yapabilirdi. Ne ki, kıza dokunuyordu, ama bedeninde en küçük bir uyanma yoktu Winston'ın. Şaşkın ve gururluydu, o kadar. Olup bitenden hoşnuttu, ama en küçük bir cinsel istek duymuyordu. Her şey ansızın oluverdiği için mi, kızın gençliği ve güzelliği gözünü korkuttuğundan mı, yoksa kadınsız yaşamaya fazla alıştığı için mi, nedenini bilemiyordu. Kız toparlanıp kalktı, saçına ilişen bir çançiçeğini aldı. Winston'ın yanına oturup kolunu beline doladı.

"Aldırma, bir tanem. Acelemiz ne? Akşama kadar buradayız. Burası saklanmak için biçilmiş kaftan, değil mi? Hep birlikte çıkılan o doğa yürüyüşlerinden birinde yolumu kaybedince kendimi burada bulmuştum. Birinin geldiğini yüz metreden duyuyorsun."

Winston, "Adın ne?" diye sordu.

"Julia. Ben seninkini biliyorum. Winston... Winston Smith."

"Nasıl öğrendin?"

"Galiba bazı şeyleri öğrenmekte senden daha becerikliyim, canım. Söyle bakalım, sana o pusulayı vermeden önce hakkımda neler düşünüyordun?"

Winston yalan söyleme isteğine kapılmadı. Dahası, en kötüsünden başlamak bir tür ilanı aşk yerine bile geçebilir, diye düşündü.

"Senden resmen nefret ediyordum," dedi. "Irzına geçmek, sonra da öldürmek istiyordum seni. İki hafta önce, başını bir kaldırım taşıyla ezmeyi geçirdim aklımdan ciddi ciddi. Doğrusunu istersen, senin Düşünce Polisi'yle bir ilişkin olduğunu düşünüyordum."

Gülüşüne bakılırsa kızın hoşuna gitmişti; belli ki, Winston'ın sözlerini kendini gizlemekteki becerisine bir övgü olarak almıştı.

"Düşünce Polisi ha! Gerçekten böyle düşünmüş olamazsın!"

"Yok, aslında tam öyle değil. Ama görünüşüne bakarak –gençsin, dinçsin, sağlıklısın ya, anlarsın işte– sandım ki..."

"İyi bir Parti üyesi olduğumu sandın. Özüyle sözüyle su katılmadık bir Parti üyesi. Bayraklar, geçit törenleri, oyunlar, toplu doğa yürüyüşleri falan. Fırsatını bulsam seni bir düşünce-suçlusu olarak ele verip öldürteceğimi geçirdin kafandan, değil mi?"

"Evet, öyle bir şey işte. Biliyorsun, genç kızların çoğu böyle."

Julia, "Her şeyin nedeni şu rezil şey," diyerek Seks Karşıtı Gençlik Birliği'nin kızıl kuşağını belinden çıkardı, bir dalın üstüne fırlattı. Sonra, elini beline götürünce bir şey anımsamışçasına elini tulumunun cebine soktu, küçük bir parça çikolata çıkardı. İkiye bölüp yarısını Winston'a uzattı. Winston daha kokusundan bambaşka bir çikolata olduğunu anlamıştı. Gümüş yaldızlı bir kâğıda sarılı, siyah ve parlak bir çikolataydı. Bildik çikolatalar ise soluk kahverengiydi, durduk yerde un ufak olurlardı; tadı, her nasılsa, yakılan çöplerin dumanını çağrıştırırdı. Ama kızın şimdi kendisine verdiği çikolatadan da yediğini anımsıyordu. Burnuna gelen ilk koku, tam olarak çıkaramadığı, ama güçlü ve boğucu bir anıyı canlandırmıştı.

"Nereden buldun bunu?" diye sordu.

Kız, öylesine, "Karaborsadan," dedi. "Aslında ben görünüşte o dediğin kızlardan farklı sayılmam. Oyunlarda iyiyimdir. Bir ara Casuslar'da bölük komutanıydım. Haftanın üç akşamı Seks Karşıtı Gençlik Birliği'nde gönüllü çalışıyorum. Saatlerce Londra'nın dört bir yanını dolaşıp onların o hastalıklı düşüncelerini yayıyorum. Geçit törenlerinde flamanın bir ucunu mutlaka ben tutarım. Her zaman neşeli görünürüm, asla görevden kaçmam. Kalabalık bağırıyorsa ben de bağırırım. Güvende olmanın tek yolu bu."

Çikolatanın ilk parçası Winston'ın ağzında dağılmıştı. Nefisti. Ama olanca gücüyle duyumsadığı, ne ki insanın göz ucuyla görebildiği bir nesne gibi tam olarak biçimlendiremediği o anı hâlâ belleğinin kıyısında dolanıp duruyordu. Kafasından silip atmaya çalıştığı bu anının, unutmayı çok istemesine karşın bir türlü unutamadığı bir olayla ilgili olduğunun ayırdındaydı.

"Çok gençsin," dedi. "Benden on on beş yaş gençsin. Benim gibi bir adamın nesini beğenmiş olabilirsin ki?"

"Yüzünde fark ettiğim bir şey çekti beni. Şansımı deneyeyim dedim. Bağlılık duymayanları saptamakta üstüme yoktur. Seni görür görmez onlara karşı olduğunu anladım."

Onlar derken Parti'yi, en çok da İç Parti'yi kastediyordu anlaşılan; ancak Julia'nın Parti üyelerinden apaçık ve alaycı bir nefretle söz etmesi, burada olabildiğince güvende olduklarını bilmesine karşın Winston'ı tedirgin ediyordu. Konuşmasının kabalığına ise şaşırıyordu. Parti üyelerinin küfretmemeleri gerekiyordu, Winston da pek küfretmezdi zaten, edecekse de içinden ederdi. Julia ise, Parti'den, özellikle de İç Parti'den söz açılmayagörsün, kenar mahalle sokaklarının duvarlarında rastlanan sözleri kullanmadan edemiyordu. Aslında Winston bundan hoşlanmıyor değildi. Partiye ve Partinin tüm kurallarına isyan edişinin bir belirtisinden başka bir şey değildi; ayrıca, bir atın samanı beğenmeyince aksırması gibi doğal ve sağlıklı bir davranıştı. Açık alandan ayrılmışlardı, arada bir gün ışığının vurduğu gölgelik yolda yürüyorlar, yolun yan yana yürünecek kadar genişlediği yerlerde kollarını birbirlerinin beline doluyorlardı. Julia'nın belinin, kuşağı çıkardıktan sonra çok daha yumuşak olduğunu fark etti. Yalnız fısıldayarak konuşuyorlardı. Julia'ya bakılırsa, açık alanda olmadıkları sürece seslerini yükseltmemekte yarar vardı. Çok geçmeden korunun sonuna vardıklarında Julia Winston'ı durdurdu.

"Açık alana çıkma. Biri gözetliyor olabilir. Dalların ardında kaldığımız sürece güvendeyiz."

Alçak boylu, çalımsı fındık ağaçlarının gölgesindeydiler. Sayısız yaprağın arasından süzülen gün ışığı yüzlerini hâlâ ısıtıyordu. Winston uzanıp giden çayıra baktı ve birden garip bir şaşkınlık içinde, burayı bildiğini sezinledi. Daha önce görmüştü burayı. Kupkuru kalmış, eski bir otlak, ortasından bir patika geçiyor, sağda solda köstebek yuvaları göze çarpıyor. Karşıdaki kırık dökük çitin içinde kalan karaağaçların dalları hafif rüzgârda salınıyor, gür yaprakları kadın saçı gibi uçuşuyor. Yakınlarda bir yerde, gözle görülmese de, yeşil gölcüklerinde sazanların yüzdüğü bir dere olmalı.

Winston, "Buralarda bir yerde bir dere yok mu?" diye fısıldadı.

"Haklısın, var. Yandaki çayırın ucunda. Üstelik balıklar var içinde, çok iri balıklar. Söğütlerin altındaki gölcüklerde kuyruklarını çırparak dolaştıklarını görebilirsin."

"Sanki Altın Ülke," diye mırıldandı Winston.

"Altın Ülke mi?"

"Boş ver. Bazen rüyama giren bir görünüm."

"Şuraya bak!" diye fısıldadı Julia.

Biraz ileride, göz hizasındaki bir dala bir ardıçkuşu konmuştu. Herhalde onları görmemişti. Ardıçkuşu gün ışığında, onlar ise gölgedeydiler. Kanatlarını iki yana açtıktan sonra özenle kapattı, güneşi selamlarcasına başını eğip kaldırdı ve bir güzel şakımaya başladı. İkindi sessizliğinde insanı şaşkına çeviren bir ses çıkartıyordu. Winston ile Julia büyülenmişçesine birbirlerine sarıldılar. Ardıçkuşunun ezgisi, bir kez olsun tekrara düşmeden, şaşırtıcı çeşitlemelerle sürüp gidiyordu; tüm hünerlerini göstermek istiyor gibiydi. Bazen birkaç saniye susup kanatlarını açıp kapatıyor, sonra benekli gerdanını şişirip yeniden ötmeye başlıyordu. Winston kendinden geçmişçesine seyrediyordu. Bu kuş kimin için, niçin ötüyordu? Ortalıkta ne eşi vardı ne de bir rakibi. Neydi onu böyle korunun kıyısında bir dala kondurup bir başına söyleten? Birden, Winston'ın aklına, yakınlarda bir yerde gizli bir mikrofon olabileceği geldi. O kadar alçak sesle konuşmuşlardı ki, sesleri duyulmuş olamazdı; ama ardıçkuşunun sesi duyuluyor olabilirdi. Belki de, aletin öbür ucunda ufak tefek, böceksi bir adam, dikkat kesilmiş, can kulağıyla bunu dinliyordu. Ama su gibi akıp giden ezgi, çok geçmeden, Winston'ın kafasındaki tüm kuşkuları aldı götürdü. Sanki tepesinden dökülen sular bedenini baştan ayağa yıkıyor, yaprakların arasından süzülen gün ışığına karışıyordu. Artık düşünmeyi bırakmış, yalnızca duyumsuyordu. Kızın beli, kolunun altında, yumuşacık ve sıcacıktı. Kızı kendine çekip kucakladı, göğüsleri göğsündeydi artık; bedeni bedeninde eriyordu sanki. Elleriyle gezindiği her yeri teslim alıyordu. Ağızları birbirine yapıştı; bu kez, önceki yabanıl öpüşmelerinden çok farklıydı. Dudakları ayrıldığında ikisi de derin bir iç çekti. Ardıçkuşu ürktü, kanat çırparak uzaklaştı.

Winston, dudaklarını kızın kulağına dayayarak, "Hadi," diye fısıldadı.

Julia da fısıltıyla, "Burada olmaz," dedi. "Gel, gizli köşemize gidelim. Daha güvenli orası."

Yerlerdeki ince dallara bastıkça çıtırtılar çıkararak çabucak açıklığa döndüler. Körpe ağaçların ortasına geldiklerinde, Julia dönüp Winston'a baktı. İkisi de soluk soluğaydı, ama Julia'nın dudaklarının kıyısındaki o gülümseyiş yeniden belirmişti. Bir an öylece Winston'a baktıktan sonra tulumunun fermuarına uzandı. Ve işte! Neredeyse Winston'ın düşlediği gibiydi. Winston'ın aklından geçirmesine kalmadan çıkarıverdiği giysilerini akla zarar bir buyurganlıkla fırlatıp atarken koca bir uygarlığı silip atıyordu sanki. Bembeyaz vücudu gün ışığında pırıl pırıldı. Oysa Winston kızın vücuduna bir süre bakmadı; gözlerini, Julia'nın çilli yüzündeki o belli belirsiz, ama meydan okuyan gülümseyişten alamadı. Önünde diz çöküp ellerini ellerine aldı.

Daha önce de yaptın mı bunu?"

"Tabii. Yüzlerce kez yaptım... yüzlerce kez olmasa da pek çok kez."

"Parti üyeleriyle mi?"

"Evet, hep Parti üyeleriyle."

"İç Parti üyeleriyle mi?"

"Yok, o alçaklarla hiç yapmadım. Ama bir sürüsü eline fırsat geçse yapmak için neler vermez. Herkese azizlik taslarlar, yutturabildiklerine tabii."

Winston'ın yüreğine su serpilmişti. Demek Julia bunu pek çok kez yapmıştı; keşke yüzlerce, binlerce kez yapmış olsaydı. Yozluğu anıştıran her şey onda her zaman çılgınca bir umut doğururdu. Kim bilir, belki de Parti içten içe çürümüştü, emek ve özveriye tapınma kötülükleri örtbas eden bir yalından başka bir şey değildi belki de. Ah, hepsine birden cüzam ya da frengi bulaştırmak ne kadar hoş olurdu! Parti'yi çürütmek, güçsüz kılmak, yerle bir etmek için neler vermezdi! Julia'yı da aşağıya çekti; şimdi ikisi de dizlerinin üstünde, yüz yüzeydiler.

"Bak. Ne kadar çok erkekle yattıysan, seni o kadar çok seviyorum. Anladın mı?"

"Evet, çok iyi anladım."

"Saflıktan tiksiniyorum, iyilikten tiksiniyorum! Erdem diye bir şey olmasın istiyorum. Herkes dipten doruğa yozlaşsın istiyorum."

"İyi ya, demek tam istediğin gibiyim, sevgilim. Benden yozunu bulamazsın."

"Yapmak hoşuna gidiyor mu? Benimle yapmaktan söz etmiyorum, bu işi yapmayı seviyor musun?"

"Hem de nasıl."

Winston'ın duymak istediği tam da buydu. Birine duyulan aşk değil de, o hayvansal içgüdü, o basit, bozulmamış arzu: Parti'yi paramparça edecek güç buydu işte. Julia'yı, ağaçlardan dökülmüş çan çiçekleriyle örtülü çimenlerin üstüne yatırdı. Bu sefer hiçbir güçlük çıkmadı. Çok geçmeden göğüslerinin inip kalkışı yavaşlayarak normale döndü ve keyifli bir umarsızlıkla birbirlerinden ayrıldılar. Güneş sanki ortalığı daha da ısıtmıştı. İkisinin de uykusu gelmişti. Winston çıkardıkları tulumları aldı, Julia'nın üstünü örttü. Çabucak uykuya daldılar ve yarım saat kadar uyudular.

İlk uyanan Winston oldu. Oturduğu yerden, elini başına yastık yapmış, mışıl mışıl uyuyan Julia'nın çilli yüzünü seyre koyuldu. Ağzı dışında, güzel olduğu söylenemezdi. Yakından bakıldığında, gözlerinin çevresinde bir iki kırışık göze çarpıyordu. Kısacık siyah saçları olağanüstü gür ve yumuşaktı. Birden kızın soyadını da, nerede oturduğunu da hâlâ bilmediğini fark etti.


Julia'nın genç, güçlü bedeninin şimdi uykusunda savunmasızca uzanıp yatışı Winston'da bir acıma, koruma duygusu uyandırdı. Yine de, ardıç kuşu şakırken fındık ağacının altında kapılmış olduğu, en küçük bir ön yargı taşımayan sevecenlikten uzak bir duyguydu bu seferki. Tulumları kızın üstünden çekip aldı, pürüzsüz, beyaz gövdesini seyre daldı. Eskiden bir erkek bir kızın bedenine bakınca safça baştan çıkardı, diye geçirdi aklından. Oysa artık katıksız aşk ya da katıksız şehvet diye bir şey kalmamıştı. Her şeye korku ve nefret karıştığı için, artık hiçbir duygu katıksız değildi. Sevişmeleri bir savaş, doyumun doruğuna varışları bir zafer olmuştu sanki. Parti'ye indirilmiş bir darbeden farksızdı. Siyasal bir eylemdi.
George ORWELL

9 Şubat 2018 Cuma

NUTUK ~ Mustafa Kemal ATATÜRK (*MÜFETTİŞLİK GÖREVİMİN GENİŞ YETKİLERİ *GENEL DURUMUN DAR BİR ÇERÇEVE İÇİNDEN GÖRÜNÜŞÜ *DÜŞÜNÜLEN KURTULUŞ ÇARELERİ *BENİM KARARIM)

NUTUK
Mustafa Kemal ATATÜRK

*MÜFETTİŞLİK GÖREVİMİN GENİŞ YETKİLERİ
Benim, bu iki kolorduya doğrudan doğruya emir ve komuta vermekten daha ileri bir yetkim vardı ki, müfettişlik bölgesine yakın olan askeri birliklere de tebligat yapabilecektim. Aynı şekilde bölgemde bulunan ve bölgeme komşu olan illere de tebligatta buluna bilecektim. Bu yetkiye göre, Ankara'da bulunan 20'nci Kolordu ve bunun bağlı bulunduğu müfettişlik ile, Diyarbakır'daki kolordu ile ve hemen hemen Anadolu'nun bütün sivil yönetim amirleriyle ilşkiler kurabilecek ve yazışmalar yapabilecektim. Bu geniş yetkinin, beni İstanbul'dan sürmek ve uzaklaştırmak maksadıyla Anadolu'ya gönderenler tarafından, bana nasıl verilmiş olduğu garibinize gidebilir. Hemen ifade etmeliyim ki, onlar bu yetkiyi bana bilerek ve anlayarak vermediler. Ne pahasına olursa olsun, benim İstanbul'dan
uzaklaşmamı isteyenlerin buldukları gerekçe Samsun ve dolaylarındaki güvensizlik olaylarını yerinde görüp tedbir almak üzere Samsun'a kadar gitmekti. Ben, bu görevin yerine getirilmesinin bir makam ve yetki sahibi olmaya bağlı bulunduğunu ileri sürdüm. Bunda hiçbir sakınca görmediler. O tarihte Genelkurmay'da bulunan ve benim maksadımı bir dereceye kadar  sezmiş olan kimselerle görüştüm. Müfettişlik görevini buldular; yetki konusu ile ilgili talimatı da ben kendim yazdırdım. Hatta Harbiye Nazırı olan Şakir Paşa , bu talimatı okuduktan sonra, imzalamaya çekinmiş; anlaşılır anlaşılmaz bir biçimde mührünü basmıştır.

*GENEL DURUMUN DAR BİR ÇERÇEVE İÇİNDEN GÖRÜNÜŞÜ
Bu açıklamalardan sonra, genel durumu daha dar bir çerçeve içine alarak, çabucak ve kolayca hep birlikte gözden geçirelim : Düşman devletler, Osmanlı devlet ve memleketine karşı maddi ve manevi saldırıya geçmişler. Onu yoketmeye ve paylaşmaya karar vermişler. Padişah ve halife olan zat, hayat ve rahatını kurtarabilecek çareden başka bir şey düşünmüyor. Hükumeti de aynı durumda. Farkında olmadığı halde, başsız kalmış olan millet, karanlıklar ve belirsizlikler içinde olup bitecekleri beklemekte. Felâketin dehşet ve ağırlığını kavramaya başlayanlar, bulundukları çevreye ve alabildikleri etkilere göre kendilerince kurtuluş çaresi saydıkları tedbirlere başvurmakta... Ordu, ismi var cismi yok bir durumda. Komutanlar ve subaylar, I. Dünya Savaşı'nın bunca çile ve güçlükleriyle yorgun, vatanın parçalanmış olduğunu görmekle yürekleri kan ağlıyor; gözleri önünde derinleşen karanlık felâket uçurumu kenarında beyinleri bir çare, kurtuluş çaresi aramakla meşgul... Burada pek önemli olan bir noktayı da belirtmeli ve açıklamalıyım. Millet ve ordu, Padişah ve Halife'nin hâinliğinden haberdar olmadığı gibi, o makama ve o makamda bulunana karşı asırların kökleştirdiği din ve gelenek, bağları dolayısıyla da içten gelerek boyun eğmekte ve sadık. Millet ve ordu bir yandan kurtuluş çaresi düşünürken bir yandan da yüzyıllardır süregelen bu alışkanlık dolayısıyla, kendinden önce, yüce hilâfet ve saltanat makamının kurtarılmasını ve dokunulmazlığını düşünüyor. Halifesiz ve padişahsız kurtuluşun anlamını kavrama yeteneğinde değil... Bu inanca aykırı bir düşünce ve görüş ileri süreceklerin vay haline! Derhal dinsiz, vatansız, hain ve istenmeyen kişi olur... Diğer önemli bir noktayı da belirtmek gerekir. Kurtuluş çaresi ararken İngiltere, Fransa, İtalya gibi büyük devletleri gücendirmemek temel ilke olarak kabul edilmekte idi. Bu devletlerden yalnız biri ile bile başa çıkılamayacağı kuruntusu hemen bütün kafalarda yer etmişti. Osmanlı Devleti'nin yanında, koskoca Almanya, Avusturya - Macaristan varken hepsini birden yenip yerlere seren İtilâf kuvvetleri karşısında, yeniden onlarla çatışmaya varabilecek durumlara girmekten daha büyük mantıksızlık ve akılsızlık olamazdı. Bu zihniyette olan yalnız halk değildi; özellikle seçkin ve aydın denen insanlar böyle düşünüyordu. O halde, kurtuluş çaresi ararken iki şey söz konusu olmayacaktı. Önce, İtilâf Devletleri'ne karşı düşmanca tavır alınmayacak; sonra, Padişah ve Halife'ye canla başla bağlı ve sadık kalmak temel şart olacaktı.

*DÜŞÜNÜLEN KURTULUŞ ÇARELERİ
Şimdi Efendiler, müsaade buyurursanız size bir soru sorayım : 
Bu durum ve şartlar karşısında kurtuluş için nasıl bir karar akla gelebilirdi? Açıkladığım hususlara ve yaptığım gözlemlere göre üç türlü karar ortaya atılmıştır. Birincisi, İngiliz himâyesini istemek İkincisi, Amerikan mandasını istemek, Bu iki türlü karar sahipleri, Osmanlı Devleti'nin bir bütün halinde korunmasını düşünenlerdir. Osmanlı topraklarının çeşitli devletler arasında taksimi yerine, imparatorluğu tek bir devletin koruyuculuğu altında bulundurmayı tercih edenlerdir. Üçüncü karar, bölgesel kurtuluş çarelerine başvurmuştur. Söz gelişi, bazı bölgeler kendilerinin Osmanlı Devleti'nden koparılacağı görüşüne karşı ondan ayrılmama tedbirlerine başvuruyordu. Bazı bölgeler de Osmanlı Devleti'nin ortadan kaldırılacağını ve Osmanlı ülkesinin taksìm edileceğini oldubitti kabul ederek kendi başlarını kurtarmaya çalışıyordu. Bu üç türlü kararın gerekçesi yaptığım açıklamalarda yer almıştır.

*BENİM KARARIM
Efendiler, ben bu kararların hiçbirinde isabet görmedim. Çünkü bu 
kararların dayandığı bütün deliller ve mantıklar çürüktü, temelsizdi. 
Gerçekte içinde bulunduğumuz o tarihte, Osmanlı Devletinin temelleri 
çökmüş, ömrü tamamlanmıştı. Osmanlı memleketleri tamamen parçalanmıştı. 
Ortada bir avuç Türk'ün barındığı bir ata yurdu kalmıştı. Son mesele bunun da taksimini sağlamaya çalışmaktan ibaretti. Osmanlı Devleti onun istiklâli padişah, halife, hükûmet, bunların hepsi anlamı kalmamış birtakım boş sözlerden ibaretti.
Neyin ve kimin dokunulmazlığı için kimden ne gibi yardım sağlanmak isteniyordu? O halde ciddî ve gerçek karar ne olabilirdi? Efendiler, bu durum karşısında bir tek karar vardı. O da milIî hâki'miyete dayanan, kayıtsız şartsız, bağımsız yeni bir Türk devleti kurmak! İşte, daha İstanbul'dan çıkmadan önce düşündüğümüz ve Samsun'da Anadolu topraklarına ayak basar basmaz uygulanmasına başladığımız karar, bu karar olmuştur.

8 Şubat 2018 Perşembe

SANA YAĞMUR DİYORUM ~ Yılmaz ODABAŞI

SANA YAĞMUR DİYORUM

(gidersen hani sığınaklarım?
eksilir, zarar kalırım
kalırım!
yeni günün tenine dağılır yaralarım
sana yağmur diyorum…)

uzun boylu umuttun
tadında unutuldun
nerde büyük uçurumların
kış suların, yaz uykuların?

sana yağmur diyorum ıslaklığım bundan
yağ da ıslanalım, ama uslanmayalım
uslanmayalım!

gün, vursun yükünü gecenin hırkasına
yol, vursun sesini uzaklığın pasına
sesime kibrit çaksan tutuşacağım
sargısızım,
çoğalırım;
çoğaldıkça arsızım
sana yağmur diyorum…
en haklı aşk,
alkışsız sürebilendir
ve en haklı kavganın öznesi
ölmemek için dövüşürken de ölebilendir…

o an
işte o an
ey bizi ayrı takvimlere düşüren zaman
yere bir bahar dalı düşmüş gibi mi olur
sıradağlar mı tutuşur bağrının orta yerinde?

yeter
kan sıçratmayın sabahın seherine
boğulursunuz
boğulursunuz!
Yılmaz ODABAŞI

ÇÜRÜMENİN KİTABI (*HARİKULADE YARARSIZLIK - *DÜŞMÜŞLÜĞÜN TAHLİLİ) Emil Michel CİORAN

ÇÜRÜMENİN KİTABI

(HARİKULADE YARARSIZLIK)
Yunan kuşkucuları ve gerileme dönemindeki Roma imparatorları dı­şında 
tüm zihinler belediyeci bir yönelimin hizmetine girmiş görünmektedirler.
Sadece onlar -birinciler şüphe, diğerleri ise cinnet yoluyla o tatsız yararlılık saplantısından azade olmuşlardır. Filozof ya da eski fatihlerin külyutmaz 
dölleri olmalarına bağlı olarak, keyfiliği bir icraat ya da bir baş dönmesi mertebesine yükselttikleri içindir ki hiçbir şeye bağlı değillerdi: Bu yönleriyle azizleri çağrıştırırlar. Fakat azizler asla çöküntüye uğramamalıyken azizlerin 
yazgısı kendi yaptıklarına bağlıydı, kaprislerinin hem efendisi hem kurbanıydılar onlar hakiki yalnızlardı, çünkü yalnızlıkları kısırdı. Hiç kimse bunu örnek almadı, onlar da bunu hiç önermiyorlardı; "hemcinsleri"yle de sadece istihza ve terör yoluyla iletişim kuruyorlardı...
   Bir felsefenin ya da bir imparatorluğun yıkılmasında etken olmak:
Bundan daha hazin ve daha görkemli bir kibir tahayyül edilebilir mi?
Bir yanda hakikati, öte yanda da azameti öldürmek, zihni ve siteyi yaşatan
düşkünlüklerdir. Düşünür ve yurttaş gururunun dayandığı yanılgıların
mimarisini kökünden biçmek; tasarlama ve isteme sevincinin dayanaklarını bozulacak derecede yumuşatmak; kinaye ve azabın incelikleriyle geleneksel soyutlamaları ve saygıdeğer ananeleri gözden düşürmek - ne kadar nazik, ne kadar vahşi bir kaynaşma! Tanrıların gözlerimizin önünde ölmedikleri yerde hiçbir çekicilik yoktur. Roma' da, tanrıların yerine yenilerinin konulduğu ya da ithal edildiği, tanrıların kuruyup gitmesinin izlenebildiği o yerde, hayaletleri zikretmek ne büyük bir zevkti; ama yine de o yüce değişkenliğin, sert ve murdarherhangi bir tanrının saldırısı önünde dize gelmesi korkusu vardı...
Nitekim korkulan da gelmiştir başa.
   Bir ilahı yıkmak zahmetsiz bir iş değildir: Onu yükseltmek ve ona tapmak için gereken kadar zaman lazımdır bu iş için. Zira onun maddi simgesini yok etmek kafi gelmez, basit bir şeydir bu; ilahın ruhtaki kökleri yok edilmelidir. Geçmişin tasfiye olduğu batış devirlerine gözleri yalnızca boşlukla kamaşabilen insanların önünde- bakışlarını çeviren kişinin, bir uygarlığın ölümü denilen o büyük sanat karşısındaacıma duymaması elde midir?
   Olmayacak, hazin ve barbar bir ülkeden, Yunan yanıltmacalanyla güzelleşmiş bir Roma'nın can çekişmesi içinde belirsiz bir perişanlığı dolaştırmak için gelen o kölelerden biri gibi düşlüyorum kendimi... 
Öyle olsaydım, büstlerin münhal gözlerinde, gevşek batıl inançlar tarafından
küçültülmüş ilahlarda, atalarımı, boyunduruklarımı ve piş­manlıklanmı unutmayı başarırdım. Eski simgelerin melankolisine girerek azat olurdum; terk edilmiş tanrıların itibarını benimser; onları kurnaz haçlara karşı, uşaklarla şehitlerin istilasına karşı korurdum; ve gecelerim, Sezarlar'ın cinnet ve sefahatinde huzur arardı. Külyutmazlıkta uzmanlaşmış bir halde -kibar fahişelerin yanında, kuşkucu randevu evlerinde ya da çok gösterişli zulümler sergilenen sirklerde- kokuşmuş bir bilgeliğin bütün oklarıyla yeni coşkuları kalbura çevirir; mantığı, hiç düşlemediği boyutlara kadar, ölmekte olan dünyaların boyutlarına kadar genişletmek için akıl yürütmelerimi zaaf ve kanladoldururdum.

(DÜŞMÜŞLÜĞÜN TAHLİLİ)
Her birimiz, yalnızlığa karşı işlenen günah, yani insanlarla alışveriş tarafından yozlaştırılmaya yazgılı bir saflık dozuyla doğarız. Zira her birimiz, kendimize hasredilmiş olmamak için elimizden geleni yaparız. Bu durum, mukadderatı değil düşmüşlük eğilimini andırır. Ellerimizi temiz ve kalplerimizi bozulmamış bir halde muhafaza etmekten acizizdir; yabancıların terleriyle temas ederek kendimizi kirletiriz; tiksintiye aç ve vebaya hayran bir halde, toplu çirkefin içine gırtlağı­mıza kadar gömülürüz. Kutsal suyla dolu ummanları düşlediğimizde de, artık oraya dalmak için çok geç kalmışızdır; iliğimize kemiğimize kadar kokuşmuş olmamız, o ummana dalıp boğulmamızı engeller: Dünya yalnızlığımızı bozmuştur; ötekilerin üzerimizde bıraktığı izler silinmez bir hale gelir.
    Mahluklar arasında, sadece insan sürekli bir tiksinti uyandırabilir. Bir hayvanın yarattığı iğrenme geçicidir, düşüncemizde hiç olgunlaş­ maz; oysa hemcinslerimiz düşünüşümüze musallat olurlar, dünyadan kopukluk mekanizmamıza sızarak itiraz ve katılmama sistemimizi teyit ederler. Sadece incelik derecesiyle bir uygarlığın düzeyine işaret eden her sohbet sonrasında, Sahra'yı aramamak ve bitkilere ya da zoolojinin bitmek bilmeyen monologlarına gıpta etmemek neden imkansızdır?
    Hiçlik karşısında her kelimeyle bir zafer kazansak bile, onun zorbalığına daha da fazla maruz kalmamıza yol açar bu. Etrafımıza saçtığımız kelimeler oranında ölürüz... Konuşanların sırrı yoktur. Ve hepimiz konuşuruz. Kendimize ihanet eder, kalbimizi teşhir ederiz; her birimiz dile gelmezliğin celladıyızdır; her birimiz sırları, en başta da kendi sırlarımızı yok etmek için yırtınırız. Ötekilerle görüşmemiz de, kendimizi boşluğa doğru bir yarış içinde hep birlikte alçaltmak içindir; ister fikir teatisi olsun, ister itiraflar ya da entrikalar... Merak, sadece cennetten dünyaya düşüşe değil, her günkü sayısız düşüşe yol açmıştır. Hayat, bu düşme sabırsızlığından; ruhun bakir yalnızlıklarını, Cennet'in en eski ve en gündelik inkarı olan diyalog yoluyla peş­ keş çekmekten ibarettir. İnsan, aktarılamayan Kelam'ın sonsuz vecdi içinde yalnızca kendini dinlemeliydi; kendi sessizlikleri için kelimelerve sadece kendine ait pişmanlıklar için işitilebilen akortlar uydurmalıydı. Ama evrenin gevezesidir o, ötekiler adına konuşur, benliği çoğul biçimi sever. Ötekiler adına konuşan kişi ise daima bir sahtekardır. Siyasetçiler, reformcular ve kolektif bir bahaneden yana çıkan herkes üçkağıtçıdır. Sadece sanatçının yalanı bütünsel değildir, zira o ancak kendini icat eder. Kendini iletişimsizliğe bırakmanın, tesellisiz ve sessiz heyecanlarımızın ortasındaki gerilimin dışında, hayat, koordinatları belli olmayan bir alan üzerinde kopanları patırtıdır; evren ise, sara hastalığına tutulmuş bir geometri...

    (Gizli öznedeki zımni çoğul ile "biz"deki açık çoğul, sahte varoluş için rahat bir sığınak oluşturur. "Ben" demenin sorumluluğunu sadece şair üstlenir; sadece o, kendi adına konuşur; sadece onun buna hakkı vardır. Şiir, içine kehanet ya da doktrin sızdırdığı zaman soysuzlaşır: "Misyon" ezgiyi soluksuz bırakır, fikir uçuşa köstek olur. Shelley'nin "cömert" tarafı eserlerinin büyük bir bölümünü hükümsüzleştirir: İyi ki Shakespeare asla bir şeye "hizmet" etmemiştir.
    Aslına uygun olmamanın zaferi felsefi faaliyette, kendini gizli özneyle hoş tutan o faaliyette vuku bulur; bir de kahinlik (dini, ahlaki ya da siyasi) faaliyetinde, "biz"in ululaşmasında... Tanımlama. soyut zihnin yalanıdır; 
mülhem formül ise militan zihnin yalanı: Bir tapınağın kökeninde daima bir tanım bulunur; müminleri içinden sıyrılınmaz bir şekilde bir formül toplar oraya. 
Bütün öğretiler böyle başlar. O zaman şiire doğru dönmemek elde mi? 
Onun da, tıpkı hayat gibi, hiçbir şey kanıtlamama mazereti var.)
Emil Michel CİORAN

7 Şubat 2018 Çarşamba

FIRTINADAN SONRA ~ Boris PASTERNAK

FIRTINADAN SONRA

Hava, gelip geçen fırtınayla dolu.
Canlandı her şey, ve bir cennet ferahlığında solmakta
Leylak, bir tazelik akımını çekmede içine
Her yana dağılmış mor salkımlarıyla

Hava değişimi diriltti her şeyi,
Doldurmada çatı oluklarını yağmur;
Fakat gitgide aydınlığa doğru değişmede gök
Kara bulutların ötesi masmavi

Sanatçının eli daha bir güvenle
Arındırmada her şeyi tozundan, kirinden;
Yaşam, gerçeklik ve olup bitenler
Yepyeni çıkmada onun atölyesinden

Yaşanmış yarım yüzyılın anıları
Gelip geçen fırtınayla tersine dönmede şimdi,
Yüzyılımız çıktı vesayetinden onun
Geleceğe yol açmanın zamanı geldi

Yeni yaşamın yolunu arındıracak olan
Artık sarsıntılar ve dönüşümler değildir;
Bir şeylerle alevlenmiş ruhun
İçtenliği, fırtınaları ve cömertliğidir…
Boris PASTERNAK
Çeviri: Cemal Süreya

BİN DOKUZ YÜZ SEKSEN DÖRT(İkinci Bölüm I) George ORWELL

BİN DOKUZ YÜZ SEKSEN DÖRT

İkinci Bölüm
I
Henüz öğle olmamıştı; Winston odacığından çıkmış, tuvalete gidiyordu.
Uzun, aydınlık koridorun öbür ucundan ona doğru gelen birini gördü. Siyah saçlı kızdı gelen. Eskici dükkânının önünde karşılaşmalarının üzerinden dört gün geçmişti. Biraz daha yaklaşınca, kızın sağ kolunun askıda olduğunu fark etti; askı kızın tulumuyla aynı renkte olduğundan, uzaktan ayırt edememişti. Anlaşılan, elini, roman taslaklarının "hazırlandığı" büyük kaleydoskoplardan birine kıstırmıştı. Kurmaca Dairesi'nde sık rastlanan kazalardandı.

Aralarında dört metre kadar bir uzaklık kalmıştı ki, kız tökezleyerek yüzükoyun yere kapaklandı ve acı içinde çığlığı bastı. Herhalde sakat kolunun üstüne düşmüştü. Winston öylece kaldı. Kız dizlerinin üstünde doğruldu. Yüzü sapsarı kesildiğinden, dudaklarının kırmızılığı daha da göze çarpıyordu. Winston'a diktiği gözlerinde, acıdan çok umarsız bir korku okunuyordu.

Winston tuhaf bir heyecana kapıldı. Karşısında onu öldürmeye çalışan bir düşman, ama aynı zamanda acı içinde kıvranan, belki de bir yeri kırılmış bir insan duruyordu. Kıza yardım etmek için kendiliğinden ileri atılmıştı Winston. Sargılı kolunun üstüne düştüğünü gördüğünde, acıyı kendi bedeninde duyar gibi olmuştu.

"Canınız yandı mı?" dedi.
"Bir şey yok. Kolum. Geçer şimdi."

Kız, konuşurken, titriyor gibiydi. Beti benzi atmıştı.

"Kırık falan yoktur umarım."
"Yok, iyiyim. Canım yandı, o kadar."

Elini Winston'a uzattı, Winston elinden tutup kalkmasına yardım etti. Yüzünün rengi biraz olsun yerine gelmişti, çok daha iyi görünüyordu.

"Bir şeyim yok," diye kestirip attı. "Bileğimi burktum galiba. Teşekkürler, yoldaş!"

Sonra da, hiçbir şey olmamışçasına yürüyüp gitti. Her şey yarım dakika içinde olup bitmişti. İnsanların duygularını yüzlerinden belli etmemeleri nerdeyse içgüdüsel denebilecek bir alışkanlık olmuştu, kaldı ki olay tele-ekranlardan birinin tam karşısında meydana gelmişti. Yine de, Winston bir anlık şaşkınlığını gizleyebilmek için akla karayı seçmişti, çünkü kızın ayağa kalkmasına yardım ettiği iki üç saniye içinde kız kaşla göz arasında eline bir şey tutuşturmuştu. Bilerek yaptığı apaçıktı. Küçük, yassı bir şeydi. Tuvaletin kapısından girerken elindekini cebine attı ve parmaklarının ucuyla yokladı. Katlanmış bir kâğıt parçasıydı.

Pisuarın önünde dikilirken, parmaklarıyla kâğıdı açmayı becerdi. Belli ki, bir mesaj yazılıydı kâğıtta. Bir an, tuvaletlerden birine girip hemen okumak geçti kafasından. Ama bunun tam bir çılgınlık olacağını çok iyi biliyordu. Hiç kuşku yok ki, tuvaletlerdeki tele-ekranlar sürekli izleniyordu.

Odacığına dönüp oturdu, kâğıt parçasını rastgele masanın üstündeki öteki kâğıtların arasına attı, gözlüğünü takıp söyleyaz'ı kendine doğru çekti. "Beş dakika," dedi kendi kendine, "hiç değilse beş dakika!" Yüreği yerinden oynamıştı sanki, küt küt atıyordu. Bereket, elinde son derece sıradan bir iş vardı, bir sürü rakamı yeniden düzenleyecekti, tüm dikkatini vermesi gerekmiyordu.

Kâğıtta, politik anlamı olan bir şey yazıyordu herhalde. Görebildiği kadarıyla iki olasılık vardı. Birincisi, ki bu daha büyük bir olasılıktı, kız tahmin ettiği gibi Düşünce Polisi'nin bir ajanı olabilirdi. Düşünce Polisi'nin mesaj iletmek için neden böyle bir yol seçtiğini anlamak mümkün değildi, ama kendilerine göre bir nedenleri olsa gerekti. Kâğıtta yazan, bir tehdit, bir celp, bir intihar emri ya da bir tür tuzak olabilirdi. Ama aklından bir türlü kovamadığı, çok daha çılgınca bir başka olasılık daha vardı. Mesaj belki de Düşünce Polisi'nden değil, bir yeraltı örgütünden geliyordu. Kardeşlik diye bir örgüt gerçekten vardı belki de! Kız o örgütün üyesi olabilirdi! Hiç kuşkusuz saçma bir fikirdi bu, ama kâğıt daha eline tutuşturulur tutuşturulmaz böyle bir düşünce aklından geçmişti. Daha olası görünen öteki açıklama ancak birkaç dakika sonra aklına gelmişti. Mantığı şu anda bile mesajın ölüm anlamına geldiğini söylese de, inandığı bu değildi, mantıksız da olsa umudunu koruyordu; eli ayağı birbirine karışmıştı; yeniden düzenlediği rakamları söyleyaz'a mırıldanırken sesinin titremesini elinden geldiğince bastırmaya çalışıyordu.

İşi biten kâğıtları tomar yapıp basınçlı boruya tıktı. Sekiz dakika olmuştu. Gözlüğünü burnunun üstünde geriye itti, derin bir nefes aldıktan sonra en üstte o kâğıt parçasının durduğu öteki kâğıt yığınını önüne çekip kâğıdı açtı. İri harflerle, kargacık burgacık bir elyazısıyla şöyle yazıyordu:
Seni seviyorum.

Donup kaldığı için, insanın başını derde sokabilecek bu kâğıdı birkaç saniye kadar bellek deliğine atamadı. Gerçi bir şeye gereğinden fazla ilgi göstermenin ne kadar tehlikeli olduğunu biliyordu, ama yine de iyice emin olmak için, kâğıdı bellek deliğine atmadan önce bir kez daha okumadan edemedi.

Öğleye kadar güçbela çalışabildi. Bir sürü saçma sapan işe odaklanmak sorun değildi, en kötüsü yüreğindeki coşkuyu tele-ekrandan gizlemek zorunda olmasıydı. Midesi yanıyordu sanki. Sıcak, kalabalık ve gürültülü kantindeki öğle yemeği tam bir işkenceye dönüştü. Yemek saatinde hiç değilse bir süre başını dinlemeyi umuyordu, ama ne gezer, kuş beyinli Parsons gelip yanına oturmasın mı; ter kokusunun türlünün berbat kokusunu bile bastırması yetmiyormuş gibi, Nefret Haftası hazırlıklarını anlata anlata bitiremiyor, susmak bilmiyordu. Özellikle Büyük Birader'in başının iki metre genişliğindeki kartonpiyerden modeli konusunda çok heyecanlıydı; model, Nefret Haftası için Büyük Birader'in kızının Casuslar'daki birliği tarafından yapılmıştı. Hele, onca şamata arasında Parsons'ın güçlükle duyabildiği o sersemce sözlerini ikide bir yinelemesini istemek zorunda kalmak Winston'ı illet ediyordu. Bir ara gözüne genç kız ilişti; kantinin öbür ucundaki bir masada iki kızla birlikte oturuyordu. Onu görmemiş gibiydi, Winston da bir daha o tarafa bakmadı.

Öğleden sonra biraz daha katlandırdı. Öğle yemeğinden hemen sonra, önüne, birkaç saatini alacak ve her şeyi bir yana bırakmasını gerektirecek kadar incelikli ve güç bir iş geldi. İç Parti'nin şimdilerde kuşku altında olan, önde gelen bir üyesini gözden düşürmek için, iki yıl öncesine ilişkin üretim raporlarının çarpıtılması gerekiyordu. Winston'ın iyi kıvırdığı işlerden biriydi bu, o yüzden kızı kafasından silerek iki saatten fazla bir zaman çalıştı. Ne ki, iş biter bitmez kız yeniden aklına düştü ve yalnız kalmak için dayanılmaz bir istek duydu. Bu yeni gelişmeyi iyice düşünebilmek için yalnız kalması gerekiyordu. Oysa bu gece Dernek Merkezi'nde olmak zorundaydı. Kantindeki tatsız tuzsuz yemeği çalakaşık mideye indirdikten sonra kendini Merkeze atıp bir "tartışma grubu"nun insanın yüreğini daraltan saçma sapan konuşmalarına katıldı, bir süre masa tenisi oynadı, birkaç kadeh cin yuvarladı ve yarım saat "İngsos'un satrançla ilişkisi" konulu bir konferansı dinledi. Ruhu daralmasına karşın, bu akşam belki de ilk kez Merkez'den kaçıp gitmek gelmiyordu içinden. Seni seviyorum sözünü görünce, yüreğinde hayatta kalmak için müthiş bir istek uyanmış, birden gereksiz tehlikelere atılmayı aptalca bulmaya başlamıştı. Eve dönüp yatağa yattıktan sonra düşünceye daldığında gecenin on biriydi; karanlıkta sesini çıkarmadan uzandığında tele-ekrana yakalanması bile olanaksızdı.

Kızla bağlantıya geçip randevulaşmak gibi çözülmesi gereken ciddi bir sorun vardı. Artık kızın kendisine tuzak kuruyor olabileceği aklının ucundan bile geçmiyordu. Öyle olmadığından en küçük bir kuşkusu yoktu, çünkü pusulayı eline tutuştururken kızın nasıl aşka geldiğini gözleriyle görmüştü. Üstelik aklının başından gittiği de apaçık ortadaydı. Kızın kendisine yaklaşmak için gösterdiği çabayı geri çevirmeyi düşünmüyordu elbette. Gerçi daha beş gece önce aklından kızın kafasını kaldırım taşıyla ezmek geçmişti, ama artık bunun hiç önemi kalmamıştı. Onu, rüyasında gördüğü gibi, çırılçıplak düşündü, gözlerinin önüne genç kızın taze bedenini getirdi. Oysa onun da öteki salaklardan bir farkı olmadığını, kafası yalan ve nefretle dolu, o soğuk ve donuk kızlardan olduğunu sanmıştı. Bir an onu kaybedebileceği, o sütbeyaz gencecik bedenin elinin altından kayıp gidebileceği düşüncesiyle sarsıldı! En çok da, onunla hemen bağlantıya geçmezse kızın bu işin arkasını bırakacağından korkuyordu. Ama kızla buluşmanın zorluğu gözünü yıldırıyordu. Satrançta mat olmuşken hamle yapmaya çalışmak gibi bir şeydi. İnsan ne yana dönse karşısına tele-ekran çıkıyordu. Aslında, kızın notunu ilk okuduğunda, onunla bağlantı kurabilmenin tüm yollarını beş dakika içinde aklından geçirivermişti; ama artık, uzun uzun düşünebilir, tüm aletlerini masanın üstüne dizercesine hepsini bir bir gözden geçirebilirdi.

Bu sabahkine benzer bir karşılaşmanın yinelenemeyeceği çok açıktı. Kız Arşiv Dairesi'nde çalışıyor olsaydı işler bir ölçüde kolaylaşabilirdi, ama Winston Kurmaca Dairesi'nin binanın neresinde olduğunu bilmediği gibi, oraya gitmek için bir bahane de bulamıyordu. Kızın nerede oturduğunu ve işten kaçta çıktığını bilseydi, onunla eve dönerken buluşmanın bir yolunu bulabilirdi; ama onu izlemeye kalkışmak hiç de güvenli değildi, Bakanlığın önünde dolanıp durması gerekeceğinden ister istemez dikkatleri üzerine çekecekti. Mektup göndermek ise söz konusu bile olamazdı. Mektupların açıldığını bilmeyen kalmamıştı. Kaldı ki, pek mektup yazan da yoktu artık. Bir haber iletmeniz gerekiyorsa, uzun bir mesaj listesi içeren kartpostallar vardı, gerekmeyen mesajların üstünü çiziyordunuz. Hem, kızın adresi şöyle dursun, daha adını bile bilmiyordu. Sonunda en güvenli yerin kantin olduğuna karar verdi. Eğer kızı kantinin ortalarında, tele-ekranlara pek yakın olmayan bir masada tek başına otururken yakalayabilirse, ortalık da çene çalanların gürültüsünden geçilmiyorsa ve tüm bu koşullar hiç değilse otuz saniye sürerse, onunla iki çift laf edebilmek mümkün olabilirdi.

Bütün bir hafta kâbus gibi geçti. Ertesi gün, tam zil çalmış, Winston yemekten kalkıyordu ki, kız kantinden içeri girdi. Belki de daha sonraki bir vardiyaya aktarılmıştı. Birbirlerine bakmadan geçip gittiler. Kız bir sonraki gün kantine tam vaktinde geldi, ama yanında üç kız daha vardı ve bir tele-ekranın tam altına oturdular. Sonra, kızın ortalıkta görünmediği üç gün Winston'a kâbus gibi geldi. Beyni ve bedeni amansız bir duyarlılık, bir tür saydamlık kazanmıştı sanki; öyle ki, her hareket, her ses, her ilişki, söylemek ya da duymak zorunda kaldığı her söz yüreğini dağlıyordu. Uykusunda bile onu görür gibi oluyordu. O üç gün boyunca günceye elini bile sürmedi. Bir tek çalışırken rahatlıyor, on dakikalığına da olsa kendini unutabiliyordu. Kıza ne olduğu konusunda en küçük bir bilgisi yoktu. Sorup soruşturması da mümkün değildi. Kim bilir, belki buharlaştırılmıştı, belki intihar etmişti, belki de Okyanusya'nın öbür ucuna gönderilmişti; en kötüsü ve en güçlü olasılık ise, fikir değiştirmiş ve ondan uzak durmaya karar vermiş olabileceğiydi.

Ertesi gün kız yeniden göründü. Kolu askıdan çıkmıştı, bileği plasterle sarılıydı. Kızı görünce nerdeyse kendinden geçen Winston bir süre gözünü alamadı ondan. Bir sonraki gün ise kızla handiyse konuşacaktı. Kantine girdiğinde, kız duvardan uzakta bir masada yalnız başına oturuyordu. Henüz erken olduğu için kantin pek kalabalık değildi. Kuyruk ağır ağır ilerlemiş, sıra nerdeyse Winston'a gelmişti ki, iki dakikalık bir duraklama oldu; önlerdeki bir adam sakarin tabletini alamadığından yakınıyordu. Winston tepsisini alıp da onun masasına doğru yürümeye başladığında, kız hâlâ yalnız başına oturuyordu. Winston, kızın arkasında boş bir masa aranıyormuş gibi yaparak ilgisizce ilerledi. Aralarında üç metre kalmış kalmamıştı. İki üç saniye sonra yanı başında olacaktı ki, arkasından biri, "Smith!" diye sesleniverdi. Duymamış gibi yaptıysa da adam bu kez sesini yükselterek, "Smith!" diye bağırdı. Çaresi yoktu. Arkasına döndü. Doğru dürüst tanımadığı, sarı saçlı, salak bakışlı, Wilsher adında genç bir adam sırıtarak onu masasına davet ediyordu. Geri çevirmek tehlikeli olabilirdi. Artık tanınmıştı bir kez, gidip yalnız bir kızın masasına oturamazdı. Herkesin içinde olmazdı. Dostça gülümseyerek Wilsher'ın masasına oturdu. Wilsher ahmak ahmak sırıtarak bakıyordu. Winston, suratının ortasına kazmayı indirsem ne güzel olur, diye geçirdi içinden. Biraz sonra kızın oturduğu masa dolmuştu bile.

Ama kız, Winston'ın kendisine doğru gelmekte olduğunu görmüş, dahası meramını anlamış olsa gerekti. Ertesi gün erkenden kantindeydi Winston. Kız da, tabii ki, aynı yerdeki masalardan birinde, yine yalnız başına oturmaktaydı. Kuyrukta, Winston'ın hemen önünde ufak tefek, yassı suratlı, pire gibi bir adam duruyor, minik gözleriyle etrafı kolaçan ediyordu. Winston, tam elinde tepsisiyle tezgâhtan ayrılıyordu ki, adamın doğruca kızın masasına yöneldiğini gördü ve yeniden umutsuzluğa kapıldı. Aslında daha ilerideki bir masada da boş yer vardı, adamın halinden rahatına düşkün biri olduğu ve en boş masayı seçeceği anlaşılıyordu. Winston yüreğine taş basarak adamın ardına takıldı. Kızı yalnız yakalamadıkça masasına oturmanın bir anlamı olmayacaktı. İşte tam o sırada büyük bir şangırtı koptu. Ufak tefek adam yüzükoyun yere kapaklanmış, tepsi elinden fırlayıp yeri boylamış, çorba da, kahve de yerlere dökülmüştü. Winston'a öfkeyle bakarak ayağa kalktı, belli ki kendisine çelme taktığından kuşkulanmıştı. Ama sorun çözülmüştü işte. Winston biraz sonra kızın masasına oturmuştu bile; yüreği yerinden fırlayacak gibiydi.

Kıza bakmadan tepsisindekileri masaya boşalttı ve hemen yemeye başladı. Kimse gelmeden hemen konuşması gerekiyordu, ama müthiş bir korkuya kapılmıştı. Kızın kendisine yakınlık gösterdiği günün üzerinden bir hafta geçmişti. Belki de fikir değiştirmişti, belki değil, mutlaka değiştirmişti fikrini! Böylesi bir serüvenin bir yere varması olanaksızdı; gerçek yaşamda böyle şeyler olmuyordu. Tam o sırada, kulakları kıllı şair Ampleforth' un, elinde tepsisi, oturacak bir yer arandığını görmeseydi, belki de konuşmaya hiç cesaret edemeyecekti. Ampleforth her nedense Winston'a yakınlık duyan biriydi, onu görür görmez masasına damlayacağı kesindi. Bir an önce harekete geçmek gerekiyordu. İkisi de hızlı hızlı atıştırıyordu. Sözüm ona etli kuru fasulyeydi yedikleri, oysa çorbadan farksızdı, kuru fasulye çorbası gibi bir şey. Winston mırıldanırcasına konuşmaya başladı. İkisi de başını kaldırmadan önündeki sulu yemeği kaşıklıyor, iki lokma arasında birbirine alçak sesle kuru kuruya en gerekli sözleri söylemekle yetiniyordu.

"Kaçta çıkıyorsun işten?"
"Altı buçukta."
"Nerede buluşabiliriz?"
"Zafer Meydanı'nda, anıtın orada."
"Orada bir sürü tele-ekran var."
"Kalabalıksa fark etmez."
"Bir işaret verecek misin?"
"Hayır. Kalabalığın ortasında değilsem gelme yanıma. Sakın bana bakma. Yakınımda bir yerde dur, yeter."
"Kaçta?"
"Yedide."
"Tamam."

Ampleforth, Winston'ı görmediği için gidip başka bir masaya oturdu. Winston'la genç kız başka bir şey konuşmadıkları gibi, aynı masada karşılıklı oturmalarına karşın elden geldiğince birbirlerine bakmamaya çalıştılar. Kız yemeğini çabucak bitirip kalktı, Winston ise oturduğu yerde bir sigara yaktı.

Zafer Meydanı'na kararlaştırdıkları saatten önce vardı. Tepesinde Büyük Birader'in güneye dönük heykelinin, Havaşeridi Bir Çarpışması'nda Avrasya uçaklarının (birkaç yıl önce Doğuasya uçaklarıydı bunlar) hakkından geldiği gökyüzüne baktığı görkemli yivli sütunun kaidesinin çevresinde dolandı. Sütunun önünden geçen caddede, Oliver Cromwell'i at sırtında gösteren bir heykel vardı. Randevu saatini beş dakika geçmiş, ama kız hâlâ görünmemişti. Winston bir kez daha müthiş bir korkuya kapıldı. Demek gelmeyecekti, vazgeçmişti! Ağır ağır meydanın kuzey yakasına doğru yürüdü ve çanları bir zamanlar "Nerde benim üç çeyreğim" diye çalmış olan St. Martin Kilisesi'ni görünce buruk bir hoşnutluk duydu. Sonra birden kızı gördü; anıtın kaidesinin orada durmuş, sütunu sarmalayan bir posteri okuyor ya da okuyormuş gibi yapıyordu. Orası biraz daha kalabalıklaşıncaya kadar kızın yanına gitmek tehlikeliydi. Binanın alınlığının çevresi tele-ekrandan geçilmiyordu. Ama tam o sırada bir patırtı koptu, sol taraftan ağır araçların uğultusu duyuldu. Birden herkes meydanın ortasında koşuşturmaya başladı. Kız da çabucak anıtın kaidesindeki aslanların çevresini dolandı ve koşuşanların arasına karıştı. Winston da arkasından. Koşarken, sağdan soldan gelen bağırtılardan, Avrasyalı tutsakları taşıyan bir konvoyun geçmekte olduğunu anladı.

Meydanın güney yakasında yoğun bir kalabalık birikmişti. Her zaman bu tür kargaşalardan uzak durmayı seçen Winston bu kez dirseklerini kullanarak, omuz atarak, ite kaka kalabalığın içine daldı. Kıza iyice yaklaşmıştı ki, araya insan azmanı bir proleter ile karısı olduğu anlaşılan, fıçı gibi bir kadın girdi; kızla arasında aşılmaz bir etten duvar oluşturmuşlardı. Winston solucan gibi kıvrıldı, var gücüyle hamle yaparak bir omzunu adamla kadının arasına soktu. Bir an iki koca kalça arasında yassılır gibi olduysa da, sonunda aradan sıyrılıverdi; ter içinde kalmıştı. Artık kızın yanındaydı. Omuz omuzaydılar, ama ikisi de gözlerini önüne dikmişti.

Donuk bakışlı muhafızların, ellerinde yarı makineli tüfekleriyle her bir köşesinde dimdik dikildikleri kamyonlar caddede ağır ağır ilerliyor, konvoyun ardı arası kesilmiyordu. Kamyonlara balık istifi doldurulmuş, yırtık pırtık yeşilimtırak üniformalarıyla sarı yüzlü ufak tefek adamlar çömelip oturmuşlardı. Hüzünlü çekik gözleriyle kamyonların kenarından boş boş dışarıya bakıyorlardı. Arada sırada kamyonlardan biri sarsıldığında demir şakırtıları duyuluyordu: Tüm tutsakların ayaklarına pranga vurulmuştu. Kederli yüzlerle dolu kamyonlar birbiri ardı sıra geçip gidiyordu. Winston onların orada olduklarını biliyor, ama yüzlerini arada bir görebiliyordu. Kızın omzu ve kolu dirseğine kadar Winston'ın koluna yaslanmıştı. Yanağı o kadar yakındı ki, handiyse sıcaklığı duyulacaktı. Kız, tıpkı kantinde yaptığı gibi, hemen dizginleri ele aldı. Daha önce de yaptığı gibi, dudaklarını nerdeyse hiç kıpırdatmadan, soğuk bir sesle konuşmaya başladı; sesi, bağrışmalar ve kamyonların gürültüsü arasında boğulup gidiyordu.

"Beni duyabiliyor musun?"
"Evet."
"Pazar öğleden sonra işin var mı?"
"Hayır."
"O zaman dinle. Aklında tutman gerekecek. Paddington İstasyonu'na git..."

Winston'ın ağzını açık bırakan, nerdeyse askeri bir şaşmazlıkla, izleyeceği yolu tarif etti. Yarım saatlik bir tren yolculuğu; istasyondan çıkınca sola dön; yol boyunca iki kilometre yürü; en üstteki çıtası eksik olan bir kapıdan girip çayırın ortasından geçen bir patikaya gireceksin; otlarla kaplı dar bir yoldan yürüyüp çalılar arasında bir keçiyolundan geçecek, yosun tutmuş kupkuru bir ağaca varacaksın. Sanki kafasının içinde bir harita vardı. En sonunda, "Bunların hepsini aklında tutabilecek misin?" diye mırıldandı.
"Evet."
"Önce sola, sonra sağa, sonra yeniden sola dön. Unutma, kapının en üstteki çıtası yok."
"Tamam. Kaçta?"
"Öğleden sonra üç sularında. Beklemen gerekebilir. Ben başka bir yoldan geleceğim. Her şeyi aklında tutabileceğinden emin misin?"
"Evet."
"Öyleyse hemen uzaklaş benden."
Aslında bunu söylemesine gerek yoktu. Ama kalabalığın ortasında sıkışıp kalmışlardı. Kamyonlar hâlâ birbiri ardı sıra geçiyordu, insanlar göz kesilmiş, seyre dalmışlardı. İlk başta yuhalayıp ıslıklayanlar olmuştu, ama bunlar kalabalığın arasındaki Parti üyeleriydi ve çok geçmeden susmuşlardı. Kalabalığın heyecanı tümüyle meraktan kaynaklanıyordu. Yabancılara, ister Avrasyalı ister Doğuasyalı olsunlar, yabansı hayvanlar gözüyle bakılıyordu. Onları yalnızca tutsak durumunda, o da ancak götürülürlerken şöyle bir görüyorlardı. Savaş suçlusu olarak idam edilenler dışında başlarına neler geldiğini kimse bilmiyordu; idam edilmeyenler ortadan kayboluveriyor, olasılıkla kendilerini zorla çalıştırıldıkları kamplarda buluyorlardı. Yuvarlak Moğol yüzlerin yerini şimdi daha Avrupalı, pis, sakallı ve bitkin yüzler almıştı. Bazen gözler, çıkık elmacıkkemiklerinin üzerinden tuhaf bir ısrarla Winston'ın gözlerinin içine bakıyor, sonra çabucak bir başka yöne çevriliyordu. Konvoyun sonu gelmişti. Son kamyonun içinde dimdik duran yaşlı bir adam çarptı Winston'ın gözüne; ak saçları yüzünü örtmüştü; sanki hep böyle duruyormuşçasına kollarını önünde kavuşturmuştu. Artık Winston'la kızın ayrılmaları gerekiyordu. Ama son anda, henüz kalabalıktan kurtulamamışken, kız Winston'ın elini tutup usulca sıktı.

On saniye sürmüş sürmemişti, ama Winston'a elleri uzunca bir süre birbirine kenetliymiş gibi geldi. O kısacık an, kızın elini tüm ayrıntılarıyla tanımasına yetti. Uzun parmaklarını, biçimli tırnaklarını, çalışmaktan nasır tutmuş avcunu, bileğinin altındaki yumuşacık teni keşfetti. Artık yalnızca dokunarak bile tanıyabilirdi bu eli. Birden, kızın gözlerinin ne renk olduğunu bilmediğini düşündü. Herhalde kahverengiydiler, ama siyah saçlılar bazen mavi gözlü de olabiliyorlardı. İçinden dönüp bakmak geçtiyse de, böylesi bir çılgınlığı göze alamadı. Elleri birbirine sımsıkı kenetlenmiş, yüzlerce gövde arasında sıkışıp kaybolmuş, gözlerini öylece karşıya dikmişlerdi; kızın gözleri yerine, ihtiyar tutsağın kederli gözleri, yüzünü örten saçlarının arasından, Winston'a bakıyordu.
George ORWELL