Öne Çıkan Yayın

Nazım Hikmet / CEVAP

  CEVAP  O duvar o duvarınız,                 vız gelir bize vız! Bizim kuvvetimizdeki hız, ne bir din adamının dumanlı vaadinden, ne de bir...

17 Mart 2018 Cumartesi

BİN DOKUZ YÜZ SEKSEN DÖRT(VI, VII) George ORWELL

BİN DOKUZ YÜZ SEKSEN DÖRT
George ORWELL

VI
Winston güncesini yazıyordu:

Üç yıl oluyor. Akşam hava kararmıştı, büyük tren istasyonlarından birinin yakınlarındaki dar bir ara sokaktaydım. Soluk bir sokak lambasının altında, bir kapı aralığının yakınında bir kadın duruyordu. Genç yüzü boyaya batmış gibiydi. Beni çeken de o boyanın maskı andıran beyazlığı ve parlak kırmızı dudaklar oldu. Partili kadınlar hiçbir zaman yüzlerini boyamazlardı. Sokak bomboştu, tek bir tele-ekran yoktu. İki dolar dedi. Kadınla...

Bir an durdu, yazmayı sürdüremedi. Gözlerini kapattı, durmadan yinelenen görüntüyü silip atmak istercesine parmaklarını gözlerine bastırdı. Yüreğinden yeri göğü inleterek ağız dolusu sövmek geldi. Ya da başını duvara vurmak, masayı bir tekmede devirmek, mürekkep hokkasını camdan dışarı fırlatmak... içini kemiren anıyı belleğinden kazımak için zorbaca, mahalleyi ayağa kaldıran, can yakan bir şey yapmak.

Winston, en kötü düşmanın kendi sinir sistemin, diye düşündü. İçindeki gerilim her an gözle görülür bir belirtiye dönüşebilir. Birkaç hafta önce sokakta yanından geçen bir adam geldi aklına: Son derece sıradan görünüşlü bir Parti üyesi, otuz beş kırk yaşlarında, uzun boylu, zayıf bir adam, elinde bir çanta. Aralarında birkaç metre kalmışken, birden adamın yüzünün sol tarafı kasılıvermişti. Adam Winston'ın yanından geçerken kasılma bir kez daha yinelenmişti; bir fotoğraf makinesinin objektif kapağının klik sesi kadar kısa, ama belli ki alışkanlık edinilmiş bir seğirme, bir titreme. Winston, o sırada, zavallı adam hapı yutmuş, diye düşündüğünü anımsadı. Kasılmanın büyük olasılıda istem dışı olması çok korkunçtu. En tehlikelisi ise, insanın uykusunda konuşmasıydı. Görebildiği kadarıyla, bundan korunmanın hiçbir yolu yoktu.

Derin bir nefes aldıktan sonra yazmayı sürdürdü:

Kadınla birlikte kapıdan girdik, bir avludan geçerek bir bodrum katının mutfağına geldik. İçeride duvara dayalı bir yatak, masanın üstünde iyice kısılmış bir lamba vardı. Kadın...

Winston'ın dişleri kamaşmıştı. Tükürmek istiyordu. Bodrum katının mutfağındaki kadını düşünürken, aklına karısı Katharine geldi. Winston evliydi; daha doğrusu bir zamanlar evlenmişti. Belki hâlâ evliydi, çünkü bildiği kadarıyla karısı ölmüş değildi. O bodrum mutfağının ağır, küflü kokusunu, tahtakurusu, kirli giysi ve iğrenç ama ayartıcı ucuz parfüm kokularının birbirine karıştığı o kokuyu yeniden duyar gibi oldu; Partili kadınlar asla koku sürmezlerdi, böyle bir şey düşünülemezdi bile. Yalnızca proleter kadınlar parfüm kullanırlardı. Parfüm kokusu, Winston'ın kafasında, fahişelikle bütünleşmişti.

O kadına gidişi, nerdeyse iki yıldır yaptığı ilk kaçamaktı. Fahişelerle birlikte olmak hiç kuşkusuz yasaktı, ama ara sıra çiğnemeyi göze alabileceğiniz kurallardandı bu. Tehlikeli olmasına tehlikeliydi, ama işin ucunda ölüm yoktu. Bir fahişeyle yakalanmak, daha önce işlenmiş bir suçunuz yoksa, size zorunlu çalışma kampında topu topu beş yıla patlayabilirdi. Kolayca göze alınabilecek bir suçtu bu, yeter ki suçüstü yakalanmayın. Yoksul mahalleler kendilerini satmaya hazır kadınlardan geçilmiyordu. Bazılarını, proleterlere yasak olan bir şişe cine satın almak mümkündü. Parti, tümüyle bastırılması olanaksız içgüdülerin giderilebilmesi için, fahişeliği el altından özendiriyordu bile. Fuhuş, gizlice ve zevk almadan yapıldığı, yalnızca aşağı ve horlanan sınıftan kadınları kapsadığı sürece o kadar önemli değildi. Asıl bağışlanmaz suç, Parti üyeleri arasındaki rastgele cinsel ilişkiydi. Ne ki, büyük temizlik hareketleri sırasında sanıkların itiraf ettikleri suçlardan biri olsa da, böyle bir şeyin gerçek olabileceğini hayal etmek bile zordu.

Parti'nin amacı, yalnızca, erkeklerle kadınlar arasında sonradan denetleyemeyeceği bağlılıkların oluşmasını önlemek değildi. Parti'nin açıklamadığı gerçek amacı, cinsel ilişkiden zevk almayı tümden yok etmekti. Evlilikte olsun, evlilik dışı olsun, düşman görülen, aşktan çok erotizmdi. Parti üyeleri arasındaki tüm evliliklerin, bu iş için atanmış bir kurul tarafından onaylanması gerekiyor ve kural hiçbir zaman açıkça dile getirilmese de, birbirlerini fiziksel olarak çekici buldukları izlenimi uyandıran çiftlerin evlenmesine asla izin verilmiyordu. Evliliğin kabul gören tek bir amacı vardı, o da Parti'ye hizmet edecek çocuklar dünyaya getirmekti. Cinsel ilişkinin, lavman yapmaktan farksız, hiç de iç açıcı olmayan sıradan bir işlem olarak görülmesi gerekiyordu. Bu da hiçbir zaman açıkça dile getirilmiyor, çocukluklarından başlayarak dolaylı bir biçimde Parti üyelerinin beyinlerine işleniyordu. Dahası, her iki cins için de sonuna kadar bakir kalmayı savunan Seks Karşıtı Gençlik Birliği gibi örgütler bile kurulmuştu. Bir gün tüm çocukların yapay döllenme (Yenisöylem'de yapdöl deniyordu) yoluyla dünyaya getirileceği ve kamu kurumlarında yetiştirileceği söyleniyordu. Winston, bunun, çok ciddiye bindirilmese de, Parti'nin genel ideolojisine uygun düştüğünün ayırdındaydı. Parti, cinsel içgüdüyü yok etmeye, yok edemediğinde de çarpıtmaya ve karalamaya çalışıyordu. Winston neden böyle yapıldığını bilmiyordu, ama böyle olması gerektiğini doğal karşılıyordu. Kaldı ki, Parti'nin kadınlar arasındaki çabaları büyük ölçüde başarılıydı.

Winston bir kez daha Katharine'i düşündü. Ayrılalı dokuz, on, belki on bir yıl olmuştu. Nedense Katharine pek ender aklına geliyordu. Kimi zaman, evli olduğunu bile günlerce unuttuğu oluyordu. Yalnızca on beş ay kadar birlikte yaşamışlardı. Parti boşanmaya izin vermese de, çocuğu olmayan çiftleri ayrı yaşamaya özendiriyordu.

Katharine uzun boylu, sarı saçlı, çok düzgün, alımlı bir kızdı. İnsanın, arkasının tümüyle boş olduğunu anlayıncaya kadar soylu diyebileceği, kişilikli, sert bir yüzü vardı. Winston, evliliklerinin daha başında –belki de yalnızca, Katharine'i çoğu insandan daha yakından tanıdığı için– hayatında ondan daha salak, daha kalın kafalı, daha beyinsiz birine rastlamadığı sonucuna varmıştı. Kafası sloganlardan başka bir şey almazdı; her türlü ahmaklığa inanabilirdi, yeter ki Parti tarafından söylensin. Winston, kendi kendine, "ses bandı" adını takmıştı ona. Yine de, şu cinsellik denen şey olmasa, onunla yaşamaya katlanabilirdi.

Ona ne zaman dokunacak olsa, ürküp kaskatı kesilirdi. Ona sarılmak, tahtadan bir kuklaya sarılmaktan farksızdı. En tuhafı da, Katharine kendisini kucakladığında, onu olanca gücüyle ittiği duygusuna kapılmasıydı. Kasları o kadar sertti ki, Winston ister istemez böyle bir duyguya kapılırdı. Katharine, gözleri kapalı, öylece uzanır, karşı koymadığı gibi sevişmeye de katılmaz, yalnızca boyun eğerdi. Bu son derece utanç verici durum bir süre sonra korkunç bir hal alırdı. Yine de, cinsel ilişkide bulunmama konusunda anlaşabilseler, Winston onunla birlikte yaşamaya katlanabilirdi. Ama ne tuhaftır ki, buna yanaşmayan Katharine'di. Ona kalırsa, bir çocuk yapmaya bakmalıydılar. Dolayısıyla, bu iş düzenli olarak haftada bir gün sürüp gitmişti. Katharine, akşam yapılması ve asla unutulmaması gereken bu işi sabahtan hatırlatırdı Winston'a. İki ad takmıştı bu işe. Ya "bebek yapmak" derdi ya da "Partiye karşı görevimiz": Evet, gerçekten de bu deyimi kullanırdı. Çok geçmeden Winston o gün geldiğinde korkuya kapılır olmuştu. Neyse ki çocuk olmamıştı da, Katharine sonunda denemekten vazgeçmişti; bir süre sonra da ayrılmışlardı.

Winston sessizce içini çekti. Kalemi alıp yeniden yazmaya başladı:

Kadın kendini yatağa attı ve hiçbir ön sevişmeye gerek duymadan, akla gelebilecek en bayağı, en tiksinç biçimde eteğini kaldırdı. Lambayı...

Tahtakurusu ve ucuz parfüm kokusundan geçilmeyen odada, lambanın soluk ışığında, yüreğinde, o anda bile Katharine'in, Parti'nin afyonlayıcı gücüyle donup kalmış, beyaz bedeninin hayaline karışan bir yeniklik ve öfkeyle, öylece dikilişi gözünün önüne geldi. Neden hep böyle olmak zorundaydı? Birkaç yılda bir giriştiği bu pis ilişkiler yerine, neden kendine ait bir kadını olamıyordu? Ne ki, gerçek bir aşk ilişkisinin düşünü kurmak bile olanaksızdı nerdeyse. Partili kadınların hepsi birbirinin aynıydı. İffetlilik, tıpkı Parti'ye bağlılık gibi iliklerine işlemişti. Küçük yaşlarda başlayan koşullandırmalar, oyunlar ve soğutmalarla, okulda, Casuslar ve Gençlik Birliği'nde beyinlerine işlenen saçmalıklarla, konferanslar, geçit törenleri, şarkılar, sloganlar ve marşlarla, o doğal duygu içlerinden sökülüp atılmıştı. Mantığı ayrıksı örneklerin mutlaka olması gerektiğini söylüyor, ama yüreği buna inanmıyordu. Kadınların hepsi de, Parti'nin olmalarını istediği gibi, erişilmezdi. Winston, şu erdemlilik duvarını hayatında bir kez olsun yıkmayı sevilmekten de daha çok istiyordu. Hakkını vererek sevişmek, isyan demekti. Arzu ise düşüncesuçu olarak görülüyordu. Hani, Katharine'de bir istek uyandırmayı başarabilse, kendi karısını baştan çıkarmış gibi olacaktı.

Ama hikâyeyi tamamlamak gerekiyordu. Yazdı:

Lambayı iyice açtım. Işıkta bakınca...

Gaz lambasının zayıf ışığı bile karanlık odayı bayağı aydınlatmıştı. Kadını ilk kez doğru dürüst görebiliyordu. Kadına doğru bir adım attıktan sonra, şehvet ve dehşet içinde kalakalmıştı. Oraya gitmekle göze aldığı riskin fena halde farkındaydı. Çıkarken devriyelere yakalanmak işten bile değildi: Dahası, o sırada onu kapının önünde bekliyor bile olabilirlerdi. Ama oraya yapmak için gittiği şeyi yapmadan çıkıp giderse de!..

Bütün bunlar yazılmalı, itiraf edilmeliydi. Lambanın ışığı biraz daha açılınca, birden kadının yaşlı olduğunu görmüştü. Yüzü o kadar kalın bir boya tabakasıyla kaplıydı ki, karton bir mask gibi kırılıverecekmiş gibi görünüyordu. Saçına ak düşmüştü; ama en fecisi, ağzı hafifçe aralanmıştı ve içerisi karanlık bir mağarayı andırıyordu. Tek bir diş bile kalmamıştı ağzında.

Winston, çabuk çabuk çiziktirdi:

Işıkta bakınca, kadının oldukça yaşlı olduğunu gördüm, en azından ellisindeydi. Ama hiç aldırmadım, yaptım yine de.

Parmaklarını yeniden gözlerine bastırdı. En sonunda yazmış, ama hiçbir şey değişmemişti. Terapi işe yaramamıştı. Bağıra bağıra sövüp sayma isteği eskisi kadar güçlüydü.

VII
Bir umut varsa, proleterlerde, diye yazdı Winston.

Bir umut varsa, proleterlerde olmalıydı, çünkü Parti'yi yok edecek güç ancak Okyanusya nüfusunun yüzde 85'ini oluşturan bu hor görülmüş kitlelerde harekete geçirilebilirdi. Parti içeriden yıkılamazdı. Düşmanlarının, varsa tabii, bir araya gelmeleri, dahası birbirlerini tanımaları bile olanaksızdı. Efsanevi Kardeşlik örgütü varsa bile, ki gerçekten olabilirdi, üyelerinin iki üç kişiden fazla bir araya gelip toplanmaları kesinlikle mümkün değildi. Bir bakış, sesteki bir titreşim, fısıldanan bir sözcük bile isyan anlamına geliyordu. Oysa proleterler, kendi güçlerinin bilincine bir varabilseler, belki gizli etkinlikler yürütmeye bile gerek kalmayacaktı. Yalnızca ayağa kalkıp, sırtına konan sinekleri savuşturan bir at gibi silkinmeleri yetecekti. İsteseler, Parti'yi akşamdan sabaha yerle bir edebilirlerdi. Hiç kuşkusuz, önünde sonunda akılları başlarına gelecekti. Gel gör ki!..

Bir gün kalabalık bir caddede yürürken, biraz ilerideki bir sokaktan yüzlerce kişinin haykırışları –kadın bağırtıları– gelmişti kulağına. Öfke ve umarsızlık dolu korkunç bir bağırtı kopuyordu; bir çan sesinin yankılanışının uzayıp gitmesi gibi, "Uuuu!" diye derinden yükselen bir uğultu. Winston'ın yüreği yerinden oynamıştı. Başladı! diye geçirmişti içinden. İsyan! Proleterler zincirlerini kırıyorlar sonunda! Oraya vardığında, iki yüz üç yüz kadar kadının pazar yerindeki tezgâhların çevresinde toplanmış olduğunu görmüştü; batmakta olan bir geminin bahtsız yolcuları gibi yılgı bürümüştü yüzlerini. Ama tam o sırada, umarsızlık yerini adım başı patlak veren kavgalara bırakmıştı. Anlaşılan, tezgâhlardan birinde teneke tavalar satılıyordu. Hepsi de eğri büğrü, eften püften şeylerdi, ama tencere tava gibi şeyleri bulmak hiç de kolay değildi. Tavalar göz açıp kapayıncaya kadar satılmış, tek bir tava bile kalmamıştı. Birer tava kapmayı başaran kadınlar ötekilerin itip kakmaları arasında kendilerine yol açmaya çabalarken, bir sürü kadın da tezgâhın çevresine toplanmış, satıcıyı öbürlerini kayırmakla, tavaların bir bölümünü saklamakla suçluyordu. O sırada yeni bir cayırtı kopmuştu. İki kızgın kadın, birinin saçları darmadağın, aynı tavaya yapışmış, birbirinden çekip almaya çalışıyordu. Bir süre çekiştirip durmuşlar, sonunda tavanın sapı birinin elinde kalmıştı. Winston iğrenerek seyretmişti onları. Oysa çok kısa bir süre önce yalnızca birkaç yüz gırtlaktan yükselen çığlıkta yüreklere korku salan bir güç yatıyordu! Neden gerçekten önemli sorunlar söz konusu olduğunda böyle haykıramıyorlardı?

Winston yazmayı sürdürdü:

Bilinçleninceye kadar asla başkaldırmayacaklar, ama başkaldırmadıkça da bilinçlenemezler.

Bu sözün, Parti'nin ders kitaplarından birinden de alınmış olabileceğini düşündü. Parti, hiç kuşku yok ki, proleterleri kölelikten kurtardığını ileri sürüyordu. Proleterler Devrim'den önce kapitalizm tarafından acımasızca ezilmişler, aç kalıp dayak yemişler, kadınlar zorla kömür madenlerinde çalıştırılmışlar (aslında hâlâ kömür madenlerinde çalışıyorlardı), çocuklar daha altı yaşında fabrikalara satılmışlardı. Ama Parti bu konuda çiftdüşün ilkelerine bağlı kalarak birkaç basit kuralı uygulayıp, proleterlerin tıpkı hayvanlar gibi doğuştan düşkün yaratıklar olduğunu, o yüzden de baskı altında tutulmaları gerektiğini savunuyordu. Aslında proleterler hakkında pek az şey biliniyordu. Çok fazla şey bilmeye de gerek yoktu. Çalışmayı, üremeyi sürdürdükleri sürece, başka ne yaptıklarının bir önemi yoktu. Kendi başlarına bırakıldıklarında, Arjantin ovalarına salıverilmiş sığırlar gibi, doğal buldukları bir yaşam biçimine geri dönmüşler, bir anlamda atalarının yolundan gitmişlerdi. Doğuyorlar, sokaklarda büyüyorlar, on iki yaşında çalışmaya başlıyorlar, güzelleşip cinsel isteklerinin uyandığı kısa bir gelişme çağının ardından yirmisinde evleniyorlar, otuzunda orta yaşlı insanlar olup çıkıyorlar, altmışına geldiklerinde de ölüp gidiyorlardı. Ağır koşullarda çalışmaktan, boğaz kavgasından, komşularla didişmekten, sinema, futbol, bira ve en önemlisi de kumar yüzünden kafalarını çalıştırmaya fırsat bulamıyorlardı. Onları denetim altında tutmak hiç de zor değildi. Düşünce Polisi'nin aralarına saldığı birkaç ajan asılsız söylentiler yayıyor, tehlikeli olabileceği düşünülenleri saptayıp etkisiz kılıyordu; ama onlara Parti ideolojisini aşılamak için bir çabada bulunulmuyordu. Proleterlerin güçlü siyasal düşüncelerinin olması istenen bir şey değildi. Onlardan tek istenen, çalışma saatlerinin uzatılmasını ya da tayınların kısıtlanmasını kabullenmeleri gerektiğinde kışkırtılabilecek ilkel bir yurtseverlikti. Proleterlerin zaman zaman duydukları hoşnutsuzluklar da bir yere varmıyordu, asıl sorunları göremediklerinden hoşnutsuzlukları ancak belirli küçük sorunlara odaklanıyordu. Büyük kötülükler hep gözlerinden kaçıyordu. Proleterlerin büyük çoğunluğunun evlerinde tele-ekran bile yoktu. Sivil polisler bile pek üstlerine gitmiyordu. Londra her türlü suçun işlendiği bir kent olmuş çıkmıştı, hırsızlardan, soygunculardan, fahişelerden, uyuşturucu satıcılarından, haraççılardan geçilmiyordu; ama bütün bunlar proleterler arasında olup bittiğinden en küçük bir önem taşımıyordu. Proleterlerin ahlâk konusunda atalarının yolundan gitmelerine ses çıkarılmıyordu. Parti'nin cinsel sofuluğu onlara dayatılmıyordu. Rastgele cinsel ilişkilere göz yumuluyor, boşanmaya izin veriliyordu. Proleterler gereksinim ya da istek duyduklarına ilişkin en küçük bir belirti gösterseler, ibadet etmelerine bile izin verilecekti. Kuşku bile duyulmuyordu onlardan. Parti sloganında dendiği gibiydi: "Proleterler ve hayvanlar özgürdür."

Winston eğilip varis çıbanını kaşıdı. Yine kaşınmaya başlamıştı. İnsan hep aynı konuya takılıp kalıyordu: Yaşamın Devrimden önce nasıl olduğunu bilmek olanaksızdı. Çekmeceden, Bayan Parsons'tan ödünç aldığı, çocuklar için hazırlanmış tarih kitabını çıkardı, kitaptan bir bölümü güncesine aktarmaya koyuldu:

Eskiden [deniyordu], şanlı Devrim'den önce, Londra bugün yaşadığımız güzel kente hiç benzemiyordu, insanların karınlarını doyuramadığı, yüzlerce, binlerce yoksul insanın yalınayak başı kabak dolaştığı, başını sokacak bir ev bulamadığı, karanlık, pis, berbat bir yerdi. Sizin kadar çocuklar, acımasız efendileri için günde on iki saat çalışırlar, yavaş çalışacak olurlarsa kırbaçlanırlar, boğazlarından kuru ekmekle sudan başka bir şey geçmezdi. Böylesi korkunç bir yoksulluk hüküm sürerken, çok büyük ve çok güzel birkaç evde, bir sürü uşağın hizmet ettiği zenginler yaşardı. Bu zenginlere kapitalist denirdi. Bunlar, yan sayfadaki resimde gördüğünüz gibi, göbekli, çirkin, umacı gibi adamlardı. Resimde de görebileceğiniz gibi, frak dedikleri siyah, kuyruklu ceketler, silindir şapka dedikleri, soba borusuna benzeyen, acayip, parlak şapkalar giyerlerdi. Kapitalistlerin üniforması olan bu giysileri başkalarının giymesi yasaktı. Bu dünyada ne varsa hepsi kapitalistlerindi, herkes de onların kölesiydi. Tüm topraklar, tüm evler, tüm fabrikalar ve tüm para onlarındı. Onların sözünü dinlemeyegörün, ya hemen hapsi boylar ya da işinizden olur ve aç kalırdınız. Sıradan biri, bir kapitalistle konuşurken, onun önünde boyun büküp eğilmek, şapkasını çıkarmak ve ona "Efendim" demek zorundaydı. Kapitalistlerin başkanına Kral denirdi, sonra...

Winston daha sonra sıralananları biliyordu: geniş kollu giysiler içindeki piskoposlar, kürklü kaftanlara bürünmüş yargıçlar, ceza boyunduruğuna geçirilerek teşhir edilen, tomruğa bağlanarak dolaştırılan, işkence çarklarına bağlanan insanlar, dokuz kamçılı kırbaçlar, Londra Belediye Başkanı'nın verdiği görkemli şölenler, Papa'nın ayaklarını öpmeler. Bir de, jus primae noctis diye bir şey vardı ki, çocukların ders kitaplarında geçmesi sakıncalıydı. Kapitalistlere, fabrikalarında çalışan her kadınla yatma hakkı tanıyan bir yasaydı bu.

Bunların ne kadarının yalan olduğunu nasıl bilecektiniz ki? Sıradan insanların artık Devrim'den önceki dönemden daha iyi durumda oldukları doğru olabilirdi. Doğru olmadığının biricik kanıtı, yüreğinizden yükselen o sessiz protesto, içinde yaşadığınız koşulların dayanılmaz olduğunu duyumsatan, eskiden böyle değildi herhalde diye düşündüren o sezgiydi. Winston birden, çağdaş yaşamın asıl özelliğinin acımasızlığı ve güvensizliği değil, yavanlığı, donukluğu ve kayıtsızlığı olduğunu fark etti. Yaşamın yalnızca tele-ekranlardan yağdırılan yalanlarla değil, Parti'nin erişmeye çalıştığı ülkülerle de hiç benzeşmediğini görmek için çevrenize bir göz atmanız yeterliydi. Bir Parti üyesi için bile, yaşamın çok büyük bir bölümü yansız ve siyasetten uzak, sıkıcı işlerle uğraşmakla, metroda bir yer kapmak için itişip kakışmakla, delik çorapları yamamakla, bir tatlandırıcı tableti için yalvar yakar olmakla, sigara izmaritleri biriktirmekle geçiyordu. Parti'nin erişmeye çalıştığı ülkü, muazzam, dehşetengiz ve heybetli bir şeydi: ürkünç makineler ve korku salan silahlardan oluşan bir çelik ve beton dünyası; uygun adım yürüyen, hepsi aynı şeyleri düşünen ve aynı sloganları atan, durmadan çalışan, savaşan, zafer kazanan, zulmeden bir savaşçılar ve bağnazlar ulusu; hepsinin yüzü birbirine benzeyen üç yüz milyon insan. Gerçeğe gelince; gerçek, karnı karnına geçmiş insanların su alan ayakkabılarıyla dolanıp durdukları, lahana ve hela kokusundan geçilmeyen, derme çatma on dokuzuncu yüzyıl evlerinde oturdukları köhnemiş, kasvetli kentlerdi. Londra, Winston'ın gözünün önüne gelir gibi oldu; milyonlarca çöp tenekesinin kapladığı, koskocaman, harabeye dönmüş kentin görüntüsü, yüzü kırışıklarla dolu, süpürge saçlı, tıkalı lavaboyu açmaya çabalayan Bayan Parsons'ın görüntüsüne karıştı.

Yine uzanıp ayak bileğini kaşıdı. Tele-ekranlar sabahtan akşama kadar sayıp döktükleri iç bayıltıcı istatistiklerle, insanların artık daha çok yiyecek, daha çok giysi, daha iyi evler, daha çok eğlence olanağı bulabildiklerini, elli yıl önceye oranla daha uzun yaşayıp daha az çalıştıklarını, daha yapılı, daha sağlıklı, daha güçlü, daha mutlu, daha zeki olduklarını, daha iyi eğitim gördüklerini kanıtlamaya çabalıyordu. İşin ilginci, bu söylenenleri doğrulamanın da, çürütmenin de mümkün olmamasıydı. Örneğin, Parti, bugün yetişkin proleterlerin yüzde kırkının okuma yazma bildiğini ileri sürüyordu; söylenenlere bakılırsa, bu oran Devrim'den önce yüzde on beşi geçmiyordu. Parti, çocuk ölümlerinin Devrimden önce binde üç yüz iken, bu oranın artık binde yüz altmışa düştüğünü öne sürüyordu; istatistikler böyle sürüp gidiyordu işte. İki bilinmeyenli bir denklem gibiydi hepsi. Tarih kitaplarındaki her sözcük, dahası tartışmasız kabul edilen şeyler bile tümüyle hayal ürünü olabilirdi. Jus primae noctis diye bir yasa, kapitalist diye bir yaratık ya da silindir şapka diye bir şey belki de hiç olmamıştı, kim bilebilirdi ki?

Her şey bir sis bulutu içinde yitip gidiyordu. Geçmiş silinmekle kalmıyor, silindiği de unutuluyor, sonunda yalan gerçek olup çıkıyordu. Winston, yalanın somut, şaşmaz kanıtını, olup bittikten sonra da olsa, hayatında yalnızca bir kez ele geçirebilmiş, onu da ancak otuz saniye kadar tutabilmişti elinde. 1973 yılı olmalıydı; Katharine'den ayrıldığı sıralar olsa gerekti. Ama olayın gerçek tarihi o günlerin de yedi sekiz yıl öncesine uzanıyordu.

Olayın başlangıcı, altmışların ortalarına, Devrim'in ilk önderlerinin ortadan kaldırıldığı büyük temizlikler dönemine gidiyordu. 1970'e gelindiğinde, Büyük Birader dışında, ilk başlardaki önderlerin hiçbiri kalmamıştı. Büyük Birader dışında hepsi hain ve karşıdevrimci ilan edilmişti. Goldstein kaçmış, sırra kadem basmıştı; ötekilere gelince, bazıları ortadan kaybolmuş, çoğu ise halka açık mahkemelerde suçlarını kabullendikten sonra idam edilmişti. O dönemden sağ kalanlar, Jones, Aaronson ve Rutherford adında üç adamdı. Bu üçü 1965'te tutuklanmış olmalıydı. Sık sık olduğu gibi, birkaç yıl ortadan kaybolmuşlar, yaşayıp yaşamadıklarını kimse öğrenememişti; sonra birden her nasılsa ortaya çıkarak suçlarını bildik biçimde kabullenivermişlerdi. Düşmanın (o günlerde düşman Avrasya'ydı) istihbarat örgütlerine çalıştıklarını, zimmetlerine para geçirdiklerini, bazı güvenilir Parti üyelerini öldürdüklerini, Devrim'in çok öncesinden başlayarak Büyük Birader'in önderliğine karşı entrikalar çevirdiklerini ve yüz binlerce insanın ölümüyle sonuçlanan kundaklama eylemlerine giriştiklerini itiraf etmişlerdi. Bütün bunları itiraf ettikten sonra da bağışlanmışlar, yeniden Parti'ye alınmışlar ve önemli görünen, ama aslında yan gelip yatacakları birtakım görevlere getirilmişlerdi. Üçü de Times'da uzun, onursuz yazılar yazarak, yanlış yola sapmalarının nedenlerini çözümlemiş, doğru yolu tutacaklarına söz vermişlerdi.

Winston, salıverilmelerinden bir süre sonra üçünü de Kestane Ağacı Kahvesi'nde görmüştü. Onlara, gözünün ucuyla hem korku hem de hayranlıkla nasıl baktığını anımsadı. Ondan çok yaşlıydılar, eski dünyanın yadigârları, Parti'nin destansı ilk günlerinin handiyse son büyük temsilcileriydiler. Yeraltı savaşımı ve iç savaşın görkeminden izler taşıyorlardı hâlâ. Daha o sıralar olaylar ve tarihler belirsizleşmeye başlamış olmasına karşın, Winston onların adlarını Büyük Birader'in adını öğrendiğinden yıllar önce öğrenmişti sanki. Ama aynı zamanda düşman sayılan, aforoz edilmiş yasaklı kişilerdi, birkaç yıla kadar ortadan kaldırılacakları kesindi. Düşünce Polisi'nin eline düşenlerin postu kurtardıkları görülmemişti. Üçü de mezarı boylamayı bekleyen birer cesetti.

Çevrelerindeki masalarda oturan yoktu. Böyle insanların yakınında görülmek bile akıllıca sayılmazdı. Kestane Ağacı Kahvesi'nin spesiyalitesi olan karanfilli cinlerini sessizce yudumluyorlardı. İçlerinde görünüşüyle Winston'ı en çok etkileyen Rutherford'du. Rutherford, bir zamanların ünlü bir karikatürcüsüydü; gerek Devrim öncesinde, gerek Devrim sırasında çarpıcı karikatürleriyle kamuoyunu derinden etkilemişti. Şimdi bile karikatürleri arada sırada da olsa Times'da yayımlanıyordu. Eskiden yaptıklarına öykünen, ama nedense tatsız tuzsuz, çarpıcılıktan yoksun karikatürlerdi. Eski konuları –yoksul mahallelerdeki gecekondular, aç açına dolaşan çocuklar, sokak çatışmaları, barikatlarda bile silindir şapkalarını başlarından çıkarmayan kapitalistler– ısıtıp ısıtıp gündeme getiriyor, geçmişe geri dönmek için bitmek bilmeyen, umarsız bir çaba gösteriyordu. Ağarmış, yağlı saçları yeleyi andıran, gözlerinin altı torba torba, yüzü kırış kırış, kalın zenci dudaklı, ızbandut gibi bir adamdı. Bir zamanlar müthiş güçlü olsa gerekti; oysa şimdi o iri gövdesi bükülmüş, yassılmış, pırtlamış, her yanı sarkmıştı. Herkesin gözlerinin önünde yıkılan, çöküp giden bir dağı andırıyordu.

Saat on beşti, kahve bu saatlerde tenha olurdu. Winston şimdi o saatte neden kahvede olduğunu anımsayamıyordu. İçeride in cin top oynuyordu. Tele-ekrandan cangıl cungul bir müzik sesi geliyordu. Üç adam, bir köşede, nerdeyse hiç kımıldamadan, ağzını açmadan oturuyordu. Garson, kimsenin istemesine kalmadan, biten cinleri tazeliyordu. Yanlarındaki masada bir satranç tahtası duruyordu; taşlar yerlerine yerleştirilmiş, ama hiç oynanmamıştı. Az sonra, tele-ekranlarda bir şey olmuştu. Çalmakta olan ezgiyle birlikte müziğin tonu da değişmişti. Tarif edilmesi zor bir nağme duyulmuştu. Tuhaf, çatlak, alaycı bir nağme: Winston, sararmış nağmeler, diye geçirmişti içinden. Çok geçmeden, tele-ekrandan bir şarkı yükselmişti:

Güzelim kestane ağacının altında
Ben seni sattım, sen de beni havada:
Onlar yatar orada, bizler burada
Güzelim kestane ağacının altında.

Hiçbiri istifini bozmamıştı. Ama Winston, Rutherford'un yıkıntıya dönmüş yüzüne yeniden bakınca, gözlerinin dolu dolu olduğunu görmüştü. Çok geçmeden de, içi titreyerek, ama neden titrediğini de anlayamadan, Aaronson ile Rutherford'un burunlarının kırık olduğunu fark etmişti ilk kez.

Kısa bir süre sonra üçü de yeniden tutuklanmıştı. Söylenenlere bakılırsa, serbest bırakılır bırakılmaz yeni komplolara girişmişlerdi. İkinci yargılanmalarında eski suçlarının tümünü bir kez itiraf etmekle kalmamışlar, yeni suçlarını da olduğu gibi kabul etmişlerdi. Üçü de idam edilmiş ve bundan sonrakilere ders olsun diye, başlarına gelenler Parti tarihine geçirilmişti. Winston, bu olaydan beş yıl sonra, 1973'te, az önce basınçlı borudan masasına düşmüş bir belge tomarını açtığında, ötekilerin arasına karışıp unutulmuş olduğu anlaşılan bir kâğıt parçasına rastlamıştı. Kâğıdı açıp düzeltir düzeltmez, önemini anlayıvermişti. Times gazetesinin on yıl kadar önceki bir sayısından yırtılmış bu yarım sayfada –sayfanın üst yarısı olduğu için tarih görülebiliyordu– New York'taki bir Parti toplantısına katılmış temsilcilerin fotoğrafı vardı. Topluluğun ortasında Jones, Aaronson ve Rutherford açık seçik görülüyordu. Yanılmak olanaksızdı, fotoğrafın altında adları da yazılıydı.

İşin ilginç yanı, iki duruşmada da üçünün de o tarihte Avrasya topraklarında olduğunu itiraf etmiş olmasıydı. Kanada'daki gizli bir havaalanından Sibirya'ya uçmuşlar, orada bir yerde Avrasya Genelkurmayı'ndan birileriyle buluşarak önemli askeri sırları onlara vermişlerdi. Yazdönümüne, 24 Haziran'a denk geldiği için Winston tarihi asla unutmamıştı; kaldı ki, tüm olup biten daha pek çok yerde kayıtlara geçmiş olmalıydı. Bundan tek bir sonuç çıkıyordu: İtiraflar yalandı.

Bu, hiç kuşkusuz, yepyeni bir keşif sayılmazdı. Winston, o günlerde bile, temizlik hareketlerinde ortadan kaldırılan insanların kendilerine yüklenen suçları işlemiş olduklarını düşünmemişti. Ama bu somut bir kanıttı; yanlış toprak katmanında ortaya çıkarak koskoca bir yerbilim kuramını çürütüveren fosilleşmiş bir kemik gibi, yok edilmiş geçmişin bir parçasıydı. Yayımlanarak tüm dünyaya duyurulabilse, ne kadar önemli olduğu anlatılabilse, Parti yerle bir edilebilirdi.

Hiçbir şey olmamış gibi çalışmayı sürdürmüştü. Fotoğrafı görüp de ne anlama geldiğini anlar anlamaz, üstünü başka bir kâğıtla örtüvermişti. Bereket versin, tomarı açtığında, fotoğraf tele-ekrandan baş aşağı görünmekteydi.

Bloknotunu dizinin üstüne yerleştirdi, tele-ekrandan elden geldiğince uzaklaşabilmek için iskemlesini geriye itti. İnsanın yüzündeki her türlü anlatımı silmesi o kadar zor değildi, dahası biraz uğraşırsanız nefes alıp verişinizi bile denetleyebilirdiniz: Ama kalbinizin atışını denetlemeniz olanaksızdı, üstelik tele-ekran kalp atışlarınızı saptayabilecek kadar duyarlıydı. Hiç akla gelmedik bir kaza –örneğin, masasının üstündekileri uçurabilecek bir hava akımı– kendisini ele verecek diye ecel teri dökerek on dakika kadar bekledikten sonra, fotoğrafı, üstünü açmadan, atılacak kâğıtlarla birlikte bellek deliğine bırakmıştı. Fotoğraf, göz açıp kapayıncaya kadar yanıp kül olmuştu herhalde.

On-on bir yıl oluyordu. Bugün olsa, belki de fotoğrafı saklardı. Tuhaftı ama fotoğraf da, yansıttığı olay da artık yalnızca bir anı olmasına karşın, o fotoğrafı bir zamanlar elinde tutmuş olması şimdi bile her şeyi değiştiriyor gibi geliyordu ona. Artık var olmayan bir kanıt sırf bir zamanlar var olduğu için, Parti'nin geçmiş üzerindeki denetimi eskisi kadar güçlü değil miydi yoksa?

Ama bugün, fotoğraf küllerinden yeniden doğsa bile kanıt yerine geçmeyebilirdi. Okyanusya, Winston daha o fotoğrafı ele geçirmeden, Avrasya'yla savaşa son vermiş olduğuna göre, artık hayatta olmayan bu üç adam vatanını Doğuasya ajanlarına satmış olmalıydı. O zamandan bu zamana adamlara şimdi anımsayamadığı başka suçlamalar da yöneltilmişti. Büyük olasılıkla, itiraflar yeniden yazıla yazıla, sonunda ilk baştaki gerçekler ve tarihlerin en küçük bir önemi kalmamıştı. Geçmiş değişmekle kalmıyor, sürekli olarak değişiyordu. Onu en çok perişan eden de, bu büyük sahtekârlığın neden yapıldığını bir türlü açık seçik anlayamamasıydı. Geçmişi çarpıtmanın dolaysız yararları apaçık ortadaydı, gel gör ki gerçek neden bilinemiyordu. Winston kalemini alıp yazdı:

NASIL'ını anlıyorum: NEDEN'ini anlamıyorum.

Daha önce de pek çok kez olduğu gibi, yoksa ben deli miyim, sorusu geçti aklından. Belki de, deli dedikleri tek kişilik bir azınlıktı. Bir zamanlar dünyanın güneşin çevresinde döndüğüne inanmak nasıl delilik belirtisi olarak görüldüyse, şimdi de geçmişin değiştirilemeyeceğine inanmak delilik belirtisi olarak kabul ediliyordu. Bu inancı bir tek kendisi taşıyor olabilirdi ve eğer öyleyse, o zaman delinin tekiydi. Ama deliliği pek dert etmiyordu, onu asıl ürküten yanılıyor olabileceğiydi.

Çocuklar için hazırlanmış tarih kitabını alıp Büyük Birader'in kapaktaki portresine baktı. O ipnotize eden gözlerle bakıştı. Sanki büyük bir güç üzerinize yükleniyordu; kafatasınızda bir delik açıp beyninizi tepikliyor, yüreğinize korku salarak inançlarınızı koparıp alıyor, handiyse aklınızın tanıklığını yadsımaya razı ediyordu sizi. Sonunda Parti iki kere ikinin beş ettiğini söyler, siz de buna inanmak zorunda kalırdınız. Önünde sonunda bunu söylemeleri kaçınılmazdı: İçinde bulundukları konumun mantığı bunu gerektiriyordu. Felsefeleri, yalnızca yaşananların geçerliliğini değil, gözler önündeki gerçekliğin varlığını da üstü kapalı olarak yadsıyordu. Sapkınlıkların sapkınlığı sağduyuydu. Ve işin asıl korkunç yanı, farklı düşündüğünüz için sizi öldürecek olmaları değil, haklı olabilecekleriydi. İki kere ikinin dört ettiğini nereden biliyorduk ki? Yerçekimi diye bir şey olduğunu nereden biliyorduk ki? Geçmişin değiştirilemez olduğunu nereden biliyorduk ki? Madem geçmiş de, dış dünya da yalnızca zihinlerdeydi, madem zihin de denetlenebiliyordu, söylenecek ne kalıyordu ki geriye?

Ama hayır! Winston birden cesarete gelir gibi oldu. O'Brien'ın yüzü, durup dururken, gözünün önüne gelmişti. O'Brien'ın ondan yana olduğuna artık daha da emindi. Günceyi O'Brien için, daha doğrusu O'Brien'a yazıyordu: kimsenin okumayacağı, ama belirli birine yazılmış ve özelliğini bundan alan, sonu gelmeyen bir mektup gibiydi.

Parti, gözlerinizle gördüğünüze, kulaklarınızla duyduğunuza inanmamanızı söylüyordu. Bu onların en temel, en can alıcı buyruğuydu. Karşısına dikilen dev gücü, herhangi bir Partili aydının bir tartışmada onu ne kadar kolaylıkla alt edebileceğini, ortaya atılacak kurnazca savları yanıtlamak şöyle dursun anlamakta bile zorluk çekeceğini düşününce umarsızlığa kapıldı. Hem de haklı olmasına karşın! Onlar haksız, kendisi haklıydı. Akılsızca da olsa, apaçık ve gerçek olanın savunulması gerekiyordu. Söz götürmez gerçeklere sarılmalıydı! Var olan somut dünyanın yasaları değişmezdi. Taş sert, su ıslaktı, desteksiz nesneler yere düşerdi. O'Brien'la konuşuyormuş ve önemli bir kural koyuyormuş gibi yazdı:

Özgürlük, iki kere iki dört eder diyebilmektir. Buna izin verilirse, arkası gelir.

16 Mart 2018 Cuma

SEVGİLİM ~ Nazım Hikmet Ran

Görsel: By Çad Houtz

SEVGİLİM

Sevgilim yalan söylersem sana
Kopsun ve mahrum kalsın dilim
Seni seviyorum demek bahtiyarlığından

Sevgilim yalan yazarsam sana
Kurusun ve mahrum kalsın elim
Okşayabilmek saadetinden seni

Sevgilim yalan söylerse sana gözlerim
İki nadim gözyaşı gibi avuçlarıma aksınlar
Ve göremesinler seni bir daha
Nazım Hikmet Ran

İKİ DENİZ ŞİİRİ ~ Koray FEYİZ

İKİ DENİZ ŞİİRİ
I.
bu sonsuz denizde,
dalga olarak çarptığım her kumsaldan
bir kum tanesi olarak
geri dönmek istedim hep
istedim ki
ben de bir dalgacık oluşturayım
kuytu bir taş gibi
kendi yalınlığında
rahat ve huzurlu,
zaman zaman
kendi asiliğinde yalnız,
herkes için olmaktan
kendini olduğu gibi
ortaya koymaktan gururlu,
önünde durduğum sinema dolup boşalırken,
sokaktan geçenler
bir gölge aradığında
sürekli ve kesintisiz orda.
bu sonsuz denizde,
topal bir mavna gibi yürürken
sekiyor zaman
teknesi yara almış
bir önceki gün fırtınadan,
sağır duvar kör göz
lambanın fitili gibi titriyor yüreğimiz
beton yağmurun tazeliğine,
kent suya özlemini gideriyor,
su çağlamıyor,fışkırmıyor,çiseliyor
bu sonsuz denizde,
sabahtan oturuyorum
danteline anıların,
aşk yitip gidiyor
her çiçek kendi rengiyle yitip gidiyor,
bir kaya gibi çöküyorum
derinlerine devrildiğim
bu çocuğun.
II.
kuşlar birikmiyor yapraklarına
bu ceviz ağacının
gölgesinde serinlerken
bir sis çanı,
küçük dalgaların vurduğu
sahiller için.
bir deniz günün birinde
büyük dalgalar da getirir diye düşünüyorum.
dalga geri döner,
bir diğerini çağırır bu kumsala
her zaman.
sen güneşi alarak
bana karanlığı bırakıp gittiğin için
yalnızlığımın avlusunda
sabahıma biriken
kuşlar yok,
salih bolat'da yok ortalarda
bu son günlerde,
bir sis çanı da yok.
ama sis basıyor içimi,
ve düşünüyorum
çepeçevre sarıldığım için,
dalgalanmayan
bir ölü deniz
ya da çarpacak
bir dip kaya bulamadığım için,
deli deli gidip gelen
bir açık deniz
değilim.
 
Koray FEYİZ

UÇURUMDA AÇAN ~ Cemal SÜREYA


UÇURUMDA AÇAN
Cemal SÜREYA

Aşktın sen, kokundan bildim seni
Bir ahırın içinde gezdirilmiş gül kokusu
Taşıttan indin, sonra da karşıya geçtin
Elinde tuhaf bir çanta, saçında soku

Akıl almaz işleri şu zambakgillerin
Sokakta bir sövgü gibi akıp gittin
Gözlerin sonsuz uzun, sonsuz çekikti
Baksan uçtan uca Çin Seddi'ni görebilirdin

Yanındaki adam mutlaka kardeşindir
İstanbul öyle ağırbaşlı bir kent değildir
Aşktın sen, gidişinden bildim seni
Neye yarar sağduyuyu aşmazsa şiir

Birbirinizi kucaklarken neye yarar
Kucaklamıyorsak eski, yeni sevgilileri
Diyorum çoğunca evli kadınlar
Bu yüzden ölü yıkayıcısıdırlar

Bilir misin acaba ne demiş tilki?
Kişi bir anda nasıl çarpılıverir
Kuliste yarasını saran bir soytarı gibi
Giderek nasıl anlaşılmaz olur sözleri

Ömer ki gölü balığı için değil
Kamışı için vergilendirdi
Ama değnek vurulurken zavallı uğruya
Yüzüne ve neresine değmesin derdi

Selam size büyük durumlar, doruk anlar
Dağ görgüsü kazanır Ağrı'yı bir kez görse de kişi
Marmara'dan yirmi yılda çıkaramayacağı gerçeği
Okyanusu beş dakika seyretmekle kavrar

Belki de biraz geç rastladım sana
Ama her şey geç gelmiyor mu yurdumuza
1929 buhranı bile geç gelmemiş miydi
Eksikliğe mi alışmışız, mutsuzluğa mı yoksa

Bir ahırın içinde gezdirilmiş gül kokusu
Ağır uykusu aldatılımış olanın
Ve aldatanın delik deşik uykusu
Taşıttan indin, sonra da karşıya geçtin

Divan, Nazım Hikmet, İkinci Yeni
Kaç gündür adını düşünüyorum
Ne demiş uçurumda açan çiçek
Yurdumsun ey uçurum

Biz ~ YEVGENİ İVANOVİÇ ZAMYATİN (*Zamyatin'in Biyografisi, *Önsöz)

Yevgeni Zamyatin
Biz

YEVGENİ İVANOVİÇ ZAMYATİN
1884’te Rusya’da Lebedyan’da doğdu. St. Petersburg Politeknik
Enstitüsü’nde gemi mühendisi olmak için öğrenim görürken Bolşevik
Partisi’ne katıldı. 1905’te Petersburg Sovyeti’nde savaştı. Yakalanarak
Şapalernaya Hapishanesi’ne atıldı. (Garip bir tesadüf eseri 1922’de Bolşeviklertarafından “uyumsuz görüşleri” nedeniyle hapsedildiğinde aynı hapishanenin aynı koridorunda bir hücreye konulacaktı.) İki kez
de sürgüne yollandı.
Zamyatin, Şubat Devrimi’ni haber alınca ülkesine dönmek üzere yola
çıktı. 1917 Ekim Devrimi’nde Rusya’daydı. Devrim sonrasında başlayan
ateşli edebiyat tartışmalarına katıldı. M. Zoşçenko, K. A. Fedin ve
A. Ahmetova gibi yazarlarla birlikte Serapion Kardeşler adını alan genç
kuşak edebiyatçılar grubunu oluşturdu. 1920’de yazdığı MIY (BİZ) adlı
romanın ülkesinde yayımlanmasına izin verilmedi. Mıy’ın önce İngilizce
daha sonra Çekçe çevirileri ülkesi dışında yayımlandı. 1927’de de
bazı bölümleri, onun bilgisi ve onayı olmaksızın SSCB dışında çıkan bir
muhacir dergisinde Rusça yayımlandı. Bunun üzerine Zamyatin, Rus
Yazarlar Birliği’nde sert eleştirilere hedef oldu. Gene de deneme ve öykü
lerini yayımlatmayı, oyunlarını sahneletmeyi sürdürdü. Ancak 1929’da
eleştirilerin iyice yoğunlaşması üzerine Rus Yazarlar Birliği’nden istifa
etti. Artık yapıtlarının yayımlanmasına ve sahnelenmesine izin verilmiyordu.
Bunun üzerine 1931’de Stalin’e mektupla başvurarak ülkesinden
ayrılmak için izin istedi. Gorki’nin de araya girmesiyle, Paris’e gitmesine
izin verildi. Paris’te yalnız ve yoksul bir yaşam sürdü. İsyancı görüşleri
nedeniyle orada da SSCB aleyhtarları tarafından tecrit edildi. 1937’de
kalp krizi geçirerek öldü. 1987’de Gorbaçov’un “açıklık” politikasının
uygulamalarından biri olarak “itibarı iade” edildi ve Mıy basılmak için
programa alındı.
G. Orwell ve A. Huxley gibi yazarların öncüsü ve esin kaynağı olan Zamyatin, onlardan çok daha önceki bir dönemde, karamsar bir çerçeve ile kendini sınırlamadan anti-ütopyayı radikal bir eleştiri silahına dönüş-
türmüştür. Devrimin hiçbir zaman sona erdirilemeyecek bir süreç olduğunu,“gerçek edebiyatın güvenilir ve gayretkeş görevliler tarafından
değil ancak aykırı ve asi ruhlular, çılgınlar ve hayalciler tarafından gerçekleştirilebileceğini” savunarak resmi görüşlere karşı çıkmış, kuşağının en radikal isimlerinden biri olmuştur.
Başlıca yapıtları: Ostrovityane, 1918, Mıy, 1924 (İng. basım), Bich Bozhii,
1938.


Önsöz


ZAMYATİN’İN “BİZ”İ BİZ MİYİZ?
     Aşağıdaki yazı 1984 yılında yazılmıştı. Çok açıdan anlamlı
bu tarih: Birincisi 1984, Orwell’in kara kehaneti yılıydı;
Orwell’in ve 1984’ün gündeme gelmesi kaçınılmazdı. Orwell’in
topyekûn reddinden onun bir demokrasi havarisi ve özgürlük
şampiyonu haline gelmesi az bir zaman almıştı; Orwell’in gerçek
kaynaklarının ve “Sovyet sosyalizmi” eleştirisinin temellerinin
tartışılması gerekiyordu. İkincisi, 1984 Zamyatin’in 100.
doğum yıldönümüydü; onun, bu vesileyle de olsa adından söz
etmek bir boyun borcu sayılırdı.
     Aradan dört yıla yakın bir süre geçti; şimdi Türk okuru
Biz’i (Mıy) Türkçesinden okuma, taklitleriyle karşılaştırma ve
Zamyatin’i birinci elden tanıma şansına sahip. Bu yazıyı Biz’in
sunuşu olarak yeniden ele alırken esas olarak bir konuda “genişletme”
yapmak gereği duydum: Biz, H. G. Wells’in Gelecek
Günlerin Bir Öyküsü ve Uyuyan Uyanınca roman/uzun öykü-
leri ve E. M. Forster’ın “Makine Duruyor” öyküsüyle birlikte
ilk anti-ütopya örneklerinden biri sayılır. Biz’i sunarken “antiütopya”
geleneğinden söz etmemek mümkün değil.

1948’DEN 1920’YE*
     George Orwell ile Yevgeni İvanoviç Zamyatin hiç tanışmadılar.
Orwell (o zamanlar Eric Blair) Burma’da sömürge polisi
iken, Zamyatin Çarlık polisinden kaçmakla uğraşan bir Bolşevikti.
Derken Orwell kendi deyimiyle “Paris ve Londra’da perperişan”
dolaşmaya başladı; Zamyatin devrim sonrası
Rusya’sında yazardı; gene isyancı, gene hapiste. Orwell
Katalonya’da faşistlere karşı dövüşürken, Zamyatin Paris’te gö-
nüllü sürgündü; İspanya İç Savaşı’nın bitişini, II. Dünya
Savaşı’nı göremeden öldü. Orwell, Zamyatin’i bilirdi;
Zamyatin’in ise Orwell’den söz edildiğini duyduğu bile meçhul.
Zamyatin 1920’de bir roman yazdı; hâlâ ülkesinde basılmıyor.
Orwell, Zamyatin’in romanını okudu (1924’te yapılan İngilizce
çevirisinden), 1948’de kişileri ve konusuyla ona çok benzer bir
roman yazdı: 1984. “Batı”nın düşünürleri düşünmezleri, eğitim
ve eğriltim kurumları bu romanı kaptıkları gibi “komünizmle
savaş”ın bayrağı yaptılar, sosyalistler ise yerin dibine batırdılar
hemen. Malum, o zamanlar SSCB’ye karşı çıkmak sosyalizme
(Mühim not: Tarihin az bulunur cilvelerinden biri olan sayın Mikhail Gorbaçov
beni yalancı çıkararak Zamyatin’e “iade-i itibar” edilmesine de yol açan bir süreç
başlattı aradaki dört yılda. Bu “iade-i itibar”lar alınan canları, ülke içinde ve
dışında geçen sürgün yıllarını geri getirmiyor tabii ki; ama gene de önemlidir.
Şu anda merak edilmesi gereken Zamyatin’in itibarından çok onun romanında
tasvir ettiği dünyanın gerçeklikle karşılık düştüğü bir dünyada yaşayıp yaşamadı-
ğımızdır hala.)
küfretmekle eşanlamlıydı. “Stalinizm”den yavaşça sıyrılan “Batı
Solu”, Orwell’in 1984’ünün sosyalizm ile “tek devletin mutlak
iktidarı”nın özdeşleştirilmesine karşı bir uyarı olduğunu anladı.
Ama o kadar. Eleştirellik dozu, Stalin dönemini de içerecek
kadar genişletilmişti yalnızca. Yevgeni İvanoviç Zamyatin ise
gerilerde, 1920’deydi ve her şeyin de bir sınırı vardı tabii ki.

DÜŞ GÜCÜ YOK EDİLEMEZ
     Biz 1920’de yazıldı. Zamyatin’in o tarihte Bolşeviklerle arası
oldukça kötüleşmişti; kitabın Rusya’da basılması söz konusu
değildi. Biz’in ilk basımı 1923’te Çekçe olarak yapıldı. Hemen
ardından Georg Zilboorg’un çevirisiyle 1924’te İngilizce’si yayımlandı.
Rusya dışındaki muhalif/göçmenler kitabın Çekçesini yeniden
Rusça’ya çevirip yayımladılar. Bu yayın yüzünden Zamyatin’in
başına gelmeyen kalmadı: Yazarlar Birliği’nden çıkarıldı,
kitaplarının yayımı, oyunlarının sahnelenmesi yasaklandı.
     Orwell daha 1930’larda Biz’den söz edildiğini duymuştu.
O yıllarda kitabın İngilizce çevirisini eline geçiremedi (ABD’de
yayımlanmıştı kitap). Ancak 1940’ların başlarında Huxley’in
Yeni Dünya’sının Biz’den “yürütme” olduğunu yazmıştı.
Oldukça boş bir iddiaydı bu; iki kitap arasında birer anti-ütopya
olmalarının dışında bir benzerlik yoktur. Orwell, Biz’i 1984’ü
yazmaya başlamadan kısa bir süre önce ele geçirdi, hemen kendi
kitabına başladı. Biz’in yapısını, ana karakterlerini olduğu gibi aldı;
ama bu arada bir şey daha yaptı: Biz’de bir “kıssa” (parable) olan
öyküyü doğruca gerçekliğe göndermeler yaparak kurdu, acıklı bir
parodiye çevirdi.
     Biz 1920’de yazıldığında ortada ne Stalin vardı
(Yosif Vissaryanoviç Çugaşvili daha perde arkasında bekliyordu),
ne Moskova mahkemeleri, ne “kolektifleştirme” harekâtı, ne de
İspanya İç Savaşı. Daha Hitler-Stalin paktı söz konusu değildi,
dünya Potsdam’da bir kek gibi bölüşülmemişti; Troçki henüz
sürgünde değildi, sağ ve esendi ve Kronstad’ı bastırıyordu.
Tüm bunlara karşın Biz’in uyarısı 1984’ten daha güçsüz değildir.
1984’te bir karabasan gibi okurun (ve yazarın) üzerine çö-
ken tüm musibetler, Biz’de henüz yaşanmamış olmasına karşın
öngörülmüş, eleştirilmişti. Milattan sonra 26. yüzyılı anlatır
Biz. Toplumun tümüne egemen bir “Tek Devlet” vardır. İnsanların
gündelik, haftalık, aylık, yıllık yaşamlarını çizelgelere ve
takvimlere bağlayan, her insan faaliyetini “akılcı” bir biçimde
düzenleyen bir devlet. Matematik en büyük erdemdir bu toplumda;
insanların adları değil numaraları vardır, insanların
kendileri de birer birey değil birer sayı ya da (‘üniforma’dan
kısaltarak) birer “ünif ”tirler. Zamyatin’in başkişisi D-503 (ki
Orwell’in Wiston Smith’ine tekabül eder), Tek Devlet’in imanlı
bir mühendisi iken bir kadın (E-330) tarafından baştan çıkarılarak
(tıpkı Orwell’in olduğu gibi) isyana ve küfre sevk edilir.
Ama “kadim devlet” bu isyanın da üstesinden gelir, devletin
başı ve efendisi olan Velinimet (Orwell’de adı Büyük Birader
olacak) düzeni yeniden sağlar. Ancak Orwell’le Zamyatin’in
benzerlikleri buraya kadar.
     Orwell’in dar muhayyilesinden fırlayan “101 Numaralı
Oda” ya da işkencehane Zamyatin’de yoktur. Orwell’de Winston
Smith’in yarı bilinçli isyanına sırtlarını dönen “prol”lar
Zamyatin’de yoktur. Zamyatin’de Velinimet’in her defasında
yeniden oybirliğiyle seçildiği “Oybirliği Günü”nde “Hayır” diyen
kararlı bir azınlık vardır. Yenilginin en belirgin olduğu
anda bile “hâlâ kentin Batı yakasında çarpışma sürmektedir”
ve isyancıların bir kısmı kenti kuşatan “yeşil duvar”ın ötesine
kaçmayı başarmışlardır. Velinimet’in isyana karşı savaş aracı
“Büyük Ameliyat”tır, yani insanların beynindeki “Düş Gücü
Merkezi”nin cerrahi bir müdahaleyle çıkarılması. Zamyatin’in
romanı, roman kahramanının ameliyat edilmesiyle biter; bir
simgedir bu. Zamyatin geçmiş gelecek tüm velinimetlere haykırmaktadır:
İnsanda düş gücünü yok edecek bir yol bulmadıkça
kazanamazsınız. Görece yolları vardır bunun, ideolojik
biçimleri bulunmuş, yetkinleştirilmiştir; ama yıl 1988, bu işe
kökten bir çözüm bulunamadı.

“EN SON DEVRİM YOKTUR”
     Orwell’in 1984’ünde ise yenilgi tam ve kesindir. Winston,
Büyük Birader’i severek ölür; tek amaçları “iktidar olmak için
iktidar” olan zalimler suratımızı sonsuza dek çizmeleriyle çiğ-
nerler. 1984’te kurtuluşu gerçekleştirecek hiçbir güç tanımlanmaz.
Bireysel isyan bile bir kurtuluş yolu değildir; Winston
baştan yitik bir yarı kahramandır. Oysa Zamyatin devrimcidir.
E-330, D-503’e “Sen matematikçisin, bilirsin” der, “bana en son
sayıyı söyle.” D-503 kadıncağızın cahilliğine güler: “Aman E”
der, “saçmalama; ilkokulda bile öğretirler bunu: Sayıların sonu
yoktur.” “Öyleyse” der E, “en son devrim de yoktur. Nasıl en
son sayı yoksa, en son devrim de yoktur.”
     Yıl 1920. Zamyatin’in uyarısı yerinde ve zamanındadır. Olmazı
olur yapan, Avrupa’nın en beklenmedik ülkesinde devrimi
gerçekleştiren Bolşevikler kendi devrimlerini devrimlerin
sonuncusu sanmak yanılgısına düşebilirler; nitekim düşmüş-
lerdir. Tarihe bir son, gelişmeye bir nihai hedef koyan düşünce
tarzı, devrim sonrasını bir evrensel durağanlık hali olarak algı-
layacaktır. Hedefe varılmış, devrim bitmiştir. Artık sorun dö-
nüştürmek değil, zaten dönüşmüş olanı fedakârca çalışarak
güçlendirmek, takviye etmektir. Ya da böyle demektedir yeni
iktidar sahipleri. Platon’dan Wells’e kadar tüm geleneksel
ütopyacılarıntemel hatasıdır bu. Ütopya (ister hayal edilerek
istersede “bilimsel çıkarsamalarla” kurulsun) hep böyle tasar-
lanageldi: Tarihin, gelişmenin sonu, insanlığın varabileceği en
mükemmel toplum biçimi. Ütopyanın kendisinin de gelişmeye
açık olması gerektiğine ilk işaret eden Wells oldu ancak bu fikri
geliştirip bir sanat yapıtının temeli haline getiren ilk kişi de
Wells’ten büyük ölçüde etkilenmiş olan Zamyatin’dir. Çünkü
Zamyatin, köktenciliğini yitirmeden, güncelliğin sınırlayıcı ve
kategorileştirici ideolojik çerçevesine teslim olmadan bir devrim
sürecinin içinde yer alan ilk ütopyacı düşünürdü. Biz’de
kapalı, durağan ve bitmiş bir an ve mekân olarak tasarlanan
ütopyanın, sömürünün ve ezilmenin yeni (ve belki biraz daha
“akılcı”) bir biçimi olduğu vurgulanıyordu. Zamyatin için ütopya
“henüz olmayan”dı, içinde yapısal olarak kendi ötesini, yeni
açılımları ve gelişme doğrultularını barındırmalıydı. En son
sayı, en son devrim yoktu.

ÜTOPYANIN ÖBÜR YÜZÜ
     Zamyatin’de varolan ve Orwell’in de dozunu kaçırdığı edebi
gelenek aslında edebiyat tarihi kadar eski bir tarzın bir parçası.
Ta Samosatalı Lukianos’un Hakiki Tarih hicvinden ve Platon’un
Devletinden günümüze kadar uzanan bir gelenek, Thomas
Moore’un yaptığı bir kelime oyunuyla “ütopya” diye biliniyor.
Eski Yunancada ou- (yok) ve eu- (iyi) öntakılarının ortalamasını
alıp (u-) “yer” anlamına gelen “tapos” ile birleştirirseniz
ortaya “ütopya” çıkar. Yani “var olmayan güzel ülke”, ütopya
zümrüdüanka kuşu gibi bir türdür: Her devrimci dönemin
sona ermesiyle birlikte sinisizm dalgaları altında kaybolur, her
yeni devrimci dönemin baharında yeniden ortaya çıkar, gelenek
küllerinden yeniden doğar. 20. yüzyılda kazın (ya da ankanın)
ayağı öyle olmadı. 20. yüzyıl başında işçi sınıfının ve
onunla yandaş olan aydınların beklentileri o kadar açık ve gü-
venliydi, o kadar “bilimsel kesinlik” taşıyordu ki, bu beklentilerin
yenilgisi çok daha gürültülü oldu, üstelik bu yenilgi de
netameli bir yenilgiydi: Devrimciler zafere ulaşmış, devrim
yenilmişti.
     Sabırsız aydın buna tahammül edemedi; o haklı olarak “
her şeyi, hemen şimdi” istiyordu. Oysa ne devrimlerin itici
güçleri onun isteklerine aldırış ettiler, ne de devrimlerin önderleri
kendi iktidarlarına toz konduracak bir davranışa izin
verdiler. O zaman kızılca kıyamet koptu: “Aldatan Put” yazıldı,
bir sürü Batılı sosyalist tövbekâr oldu.
     Bu arada 20. yüzyıl başında H. G. Wells dizi dizi ütopyaların
yanı sıra, bilime ve teknolojiye aşırı güven bağlayanlara
uyarı olsun diye iki de “negatif ütopya” yazmıştı; gelecek bir
zamanda geçen, karamsar, “böyle giderse işin sonu kötüye va-
rır” demeye getiren öyküler. Wells’i çok seven ve birçok yapıtı-
nı Rusça’ya çevirmiş olan Zamyatin’in 1917 Devrimi’nin
hemen ardından yaşadığı hayal kırıklığını bu öyküleri örnek
alarak dile getirmesi hiç de şaşırtıcı değil.
     Anti-ütopya, ütopyaların “mükemmelliğine”, kapalılığına
bir tepkiydi; 20. yüzyıla kadar yazılmış olan ütopyaların hepsi
birer diktatörlük tasvir ediyordu aslında: Yalnızca iktidar soylunun
ya da varlıklının elinden alınacak, “hak edenin”, seçkinlerin,
yetenekli, bilge, aydın azınlığın eline verilecekti. Eh bir
de yüzyıl başında ütopya falan değil, alenen gerçekte benzer
bir durum ortaya çıkınca, iktidarda olmak için tek gerekçeleri
“her zaman haklı olan partiye üye olmak” olan bir azınlık belirince,
ütopya ansızın korkutucu bir şey oldu çıktı.
     Rusya’dan kaçan dindar bir aydın olan Nicholas Berdyaev,
“ütopya her zaman totaliterdir, totaliterlik her zaman ütopyacı-
dır” diyordu. Anti-ütopyaya bir akın başladı; aynı bayrak altında
beş benzemez bir araya geldi. Zamyatin gibi bir devrimci,
Berdyaev gibi bir dindar, Orwell gibi bir radikal demokrat,
Huxley gibi bir liberal, hepsi anti-ütopyacı oldular. 1930’lar,
40’lar, 50’ler hep bu ruh haliyle geçti; piyasada görülen tek
ütopyacılar Sovyet övgücüleriydi, ütopyanın totaliter, kapalı bir
sistem olmak zorunda olmadığı, seçkinci olmayan, açık ütopyaların
da tasarlanabileceğini keşfetme şerefi, 1968’lilere düştü.

ÖZGÜRLÜK MÜ, MUTLULUK MU?
     Zamyatin’in geleneksel, kapalı, otoriter ütopyacılığı eleştirirken,
alternatif, açık bir ütopya yazma denemesine girişmek
yerine alaycı bir anti-ütopya yazmasının iki sonucu oldu. Birincisi,
Huxley ve Orwell gibi devrime uzaktan ve biraz da sinik
bir tavırla bakan düşünür/romancıların bu anti-ütopya
geleneğini karamsar bir çerçeve içine hapsederek sürdürmeleriydi.
Diğer sonuç ise kuramsal ifadesini Bloch’un Umut İlkesinde
bulan yeni ütopyacılığın geleneksel ütopyanın kapalı
yapısına karşı Zamyatin’in uyarısıyla işe başlaması oldu.
1960’ların isyancı yükselişi özellikle ABD’de bu yolda yeni,
açık ütopyaların yaratılmasına ön ayak oldu. Yeni ütopya, geleneksel
ütopyaların kapalı, sonlu ve otoriter yapısını değiştirirken,
Huxley ve Orwell karamsarlığının da ötesine geçiyordu;
bu çabada Zamyatin’in eleştirel ancak umudunu yitirmeyen
anti-ütopyasının da katkısı vardı. Nitekim 1960’lar ve 70’lerdeki
en önemli ütopyacı romanlardan birini yazan Ursula Le
Guin, işe Zamyatin öğrenerek başlamıştı.
     1920’de Zamyatin’in elinde bir eleştiri silahı olan anti-ütopya,
telaşla toplumda yeni açılımlar bekleyen ve bekledikleri
kendi yaşam süreleri içinde gerçekleşmeyince de karamsarlığa
kapılan Avrupalı aydınların elinde bir karabasana dönüştü.
Rönesans’tan Wells’e kadar çoğunluğa bir seçkin azınlık tarafından
“mutluluk hediye edilmesi” demek olan ütopya, Huxley
ile birlikte seçkin azınlığın kara kalabalık tarafından boğulmasının
öyküsü oldu. Yaratıcı aydın, çoğunluğun mutluluğu için
tasarlanmış bir ütopyada mutsuz oluyordu. Çünkü çoğunluğun
mutluluğu özgürlüğün, seçme hakkının herkes için ortadan
kaldırılması demekti. Bu özgürlük/mutluluk ikilemi
Huxley’in Yeni Dünya’sında en önemli yeri tutar ancak kökleri
daha geriye, Zamyatin üzerinden Dostoyevski’ye dayanır. Karamazov
Kardeşler’de Büyük Sorgucu ile İsa’nın karşılaşmasında
ortaya atılır bu özgürlük/mutluluk çatışması. Büyük
Sorgucu, özgürlüğün savunucusu İsa’ya insanların seçme hakkını
ellerinden alarak onları mutlu etmek gerektiğini söyler.
Dinin işlevi budur artık. Her an seçim yapmak zorunda olmak,
her an kendi vicdanıyla yüz yüze olmak insanları yüzyıllar
boyu mutsuz etmiştir. Kilise ise artık İsa’nın yolundan
ayrılarak insanlara mutlu bir dünya verecektir. Zamyatin bu
temayı Dostoyevski’den aktararak Biz’de kullanır: Velinimet,
Büyük Sorgucu’nun bir benzeridir. Huxley’in Yeni Dünya’sında
aynı tartışma Mustafa Mond ile Vahşi arasında tekrarlanır.
Vahşi tüm acıları ve mutsuzluğuyla birlikte özgürlük istemektedir
ne var ki Huxley’in dünyasında özgürlük ancak intihar
etme özgürlüğü olabilir. Huxley yıllar sonra Yeni Dünya’yı yeniden
değerlendirirken bu dünyanın içine küçük bir ütopya
adacığı yerleştirmemiş olduğu için hayıflanır. Bu adacıkta
uyumsuz aydınlar özgürce yaşayabilecektir. Ütopyanın burjuva
kültürü içindeki yeri bu olmuştur 1950’lerde: Seçkin azınlı-
ğın kendisini kara kalabalığın elinden kurtarabildiği yalıtılmış
bir adacık. Orwell’de ise Dostoyevski’nin tartışması tümden
ortadan kalkar: Büyük Birader insanlara ne özgürlük ne de
mutluluk vaat etmektedir; hiç kimse için kurtuluş yoktur.
     Zamyatin’in (Huxley’den 12, Orwell’den ise 28 yıl önce) getirdiği
tartışma ise düşünen ve hayal eden insan için özgürlük
ve mutluluğun özdeş kavramlar olduğudur. E-330 “Kimsenin
benim için istemesini istemiyorum, ben kendim için istemek
istiyorum” der. Özgürlük mutsuzluğa gebe olmak zorunda değildir
Zamyatin’de. Başkaldırmak, alışılagelmiş olanla mücadele
etmek acı verir gerçi ama “dünü bugün, bugünü de dün”
olarak yaşamak daha zordur. Zamyatin’in ütopyası kesintisiz
bir mücadeledir; bugüne daima yarının gözüyle bakarak, kendi
kurduğunu kurumlaşmaya başladığı andan itibaren yeniden
yıkarak sürdürülen bir mücadele. Ütopya, Zamyatin için bir
ufuktur; ona sürekli olarak yaklaşılır ancak varılamaz. “Vardık”,
teslim olmaktır, gerçek sorular ise “Neden” ve “Peki, sonra
ne olacak?”tır. “Edebiyat, Devrim, Entropi ve Başka
Meseleler” makalesinde yaptığı benzetmede olduğu gibi, o,
seren direğinin tepesinden fırtınalı suları seyreden, daima ileri
bakan bir denizcidir. Yaklaşan fırtınaları ilk gören o olmuştur,
fırtınanın ötesindeki denizi ve karayı, yağmurdan sonra çıkacak
olan yedi renkli gökkuşağını da ilk görecek olan o ve onunla
birlikte direğin tepesine tırmanma cesaretini gösterenler
olacaktır.

                                                                 Bülent Somay, 1988

14 Mart 2018 Çarşamba

SANA SESLENMEK İÇİN ~ Ataol BEHRAMOĞLU


SANA SESLENMEK İÇİN

Gece sessizce başlıyor ve ırmağın-
Öte yakasına geçiyor atlılar.
Bir papatyanın acısını dinliyorum.
Gökyüzü gitgide genişliyor.
Islak yaprakların derin yeşilliği
Islak dağların uyandırdığı keder.
Kendime bir demet çiçek topluyorum
Öğretmenimin iliklediği göğsüm
Ne kadar genç
Ağzımda taptaze bir tütün kokusu
Ve taze ceviz kabuklarının kararttığı parmaklarımda
Bir ağız mızıkası.
Öğrendiğim ilk şarkılar
Yollar yollar yollar boyunca
Söylediğim ilk şarkılar
Sevgilim olan bütün kızlar
Siyah önlükleri ve
Kaçamak bakışlarıyla geçip gittiler
İlk fotoğraflarımdaki yakışıklı saçım...
Ey akşam, ey bir aşkın
Başlaması ve bitmesi
Ey turuncu akşam, bütün akşamların akşamı
Ey mor akşam, dudaklarım gibi moraran.
Gece evleri sardığında
Ve bahçeleri
Işıklar içinde kaçıp giden
Bir tavşan gibi yalnızım.
Yolun iki yanında kalan
Karanlık dağların ötesinde
Neler olup biter
Ve girdiğimiz uykulu kasabada
Lokantadaki uykulu cocuk
Olgun ışıklı lokantada
Olgun patatesler.
Bir adamın
Doğması ve ölmesi
Ve bazı işlemeler yapması hayatında
Bazı bağlardan
Üzüm toplaması
Bazı sinemalara gitmesi
Bazı kızları sevmesi
Ve ölesiye yalnızlık çekmesi
Bazı şehirlerde.
Ey akşam, turuncu ve mor akşam
Ey gökyüzü, ey benim
Gittikçe esmerleşen kalbim.
Şimdi beyaz bir kızın
Yanında olabilmek için
Bazı çılgınlıklar yapabilirim
Onu boynundan öpsem ve onunla
Dönyada olup bitenleri konuşsak
İngiliz birahanelerinde
Damalı kasketleri
Ve şaşılacak kadar yorgun yüzleriyle
Ve bütün emekçiler gibi
Çocuksu gözleri
Partal elleriyle oturan
İşçilerden konuşsak
Zencilerden konuşsak sonra
Gülünce bütün yüzleriyle gülen
Yakışıklı ve hazin
Zencilerden.
Gece dünyanın her yerinde
Geliyor ve her yerde
Aynı duygu uyanıyor kalbimizde.
Sen şimdi
Duvarına bir şiirimi asmışındır
Uyuyorsundur
Belki düşünüyorsundur
Sonuncu kattaki odandan
Yıldızlara bakarak.
Ve yıldızlar her zaman
Eski ve tanıdıktır.
Özellikle bir tren penceresinden bakıldığında.
İçimiz nedensiz bir hüzünle dolduğunda
Sırtüstü uzanıp toprağa
Baktığımız yıldızlar.
Bir harman yerinde ya da.
Düz bir damda.
Uzaktan
Bütün kürtçe türküler gibi
Yanık bir türkü gelirken
Sıcaktan bunalırken
Evler ve yollar;
Ve yaşlı kadınlar
Uyuklar gibi büzülüp minderlerine
Düşünürlerken eskisini
Olağanüstü günlerini
Gece sesizce başlıyor ve ırmağın
Öte yakasına geçiyor atlılar
Çalıların hışırtısını dinliyorum.
Sana seslenmek için
Yeni şiirler tasarlıyorum..
  
Ataol BEHRAMOĞLU

BAŞKA BİR YOLDAN ~ Federico Garcia LORCA

BAŞKA BİR YOLDAN

Kudurmuş geyik boynuzları koyuyor
akşamın ovasına ateş donanması.
Bütün vadi dinliyor. İncecik bir yel
sırtına biniyor atlayıp.

Hava billurlaşıyor duman altında.
– Bir kedi gözü, hüzünlü ve sarı-.
Gözlerimde dallarla dolaşıyorum ben.
Dallar dolaşıyor ırmağı.

Beliren bin bir şey var önemli.
Nakaratı bunlar nakaratların.
Akşamın geç vakti ve sazlar arasında
Federico, ne tuhaf, benim adım!
Federico Garcia LORCA