Öne Çıkan Yayın

Nazım Hikmet / CEVAP

  CEVAP  O duvar o duvarınız,                 vız gelir bize vız! Bizim kuvvetimizdeki hız, ne bir din adamının dumanlı vaadinden, ne de bir...

20 Ekim 2017 Cuma

ADEJDA MANDELSTAM' IN OSSİP MANDELSTAM' A SON MEKTUBU - Özdemir İNCE

Fotoğraf
ADEJDA MANDELSTAM' IN OSSİP MANDELSTAM' A SON MEKTUBU

Yerine varamayan bir mektup
iki yaprak samanlı kağıda yazılmış
belki de bir rüzgara, uykunun sınırlarında
milyonlarca kadının Türk, Fransız, Rus, Alman,
kocalarına, oğullarına, kardeşlerine, babalarına
yazdıkları milyonlarca mektuplardan.
Gönderilemedi ama bu mektup
iki yaprak samanlı kağıda yazılan
tam otuz yıl bekledi
bir sandık köşesinde
arasında öteki kağıtların
şimdi yer alıyor son sayfalarında
Nadejda imzalı bir kitabın:

                                                         22 Ekim 1938
(“Ossia, sevgilim, uzak dostum benim!
sözcükler uçup gidiyor sevgilim,
yazarken belki de hiç okuyamayacağın bu mektubu,
ama ben boşluğa postalayacağım gene de onu.
Hatırlıyor musun Ossia çocuk hayatımızı
nasıl da mutluyduk, sen ve ben!
Kavgalarımız, oyunlarımız ve aşkımızla!
Şimdi gökyüzüne bakmıyorum artık,
bir bulut görsem gösterecek kimim var?
Hatırlıyor musun Ossia, o kara ekmeği,
katıksız yediğimiz,
nasıl da güzeldi, bir mucize;
ve son kışımızı Voronej’de,
mutlu yoksulluğumuzu ve şiirimiz?

Hayat uzun Ossia, sevgilim!
Sonsuz uzun ve güç, engebeli,
tek başına ölmek,
yalnız ölmek.Her gece düşüme giriyorsun,
ne olduğunu soruyorum sana,
cevap vermiyorsun.
Son düşüm de şu:
Yiyecek alıyormuşum kirli bir dükkandan,
çevremde karanlık yüzler, yabancılar,
parayı verip yiyecekleri alıyorum
ama birden anlıyorum ki
dayanılmaz bir acıyla,
götürecek bir yerim yok bunları
çünkü sen yoksun
ve bilemiyorum artık nerede olduğunu.
Nerdesin Ossia?
Uyanınca,
“Ossia öldü,” dedim, Şura’ya,
bilemiyorum hayatta mısın hala
ama o günden sonra yitirdim izini
bilmem ki duyacak mısın beni?

Bir bilsen seni ne çok sevdiğimi,
yeteri kadar vaktim olmadı, biliyorum,
seni nasıl sevdiğimi söylemeye
sadece “sen” diyorum,
hep yanımdasın, bir gömlek gibi,
hep yabanıl ve katı olan benim yanımda
doğru dürüst ağlayamayan benim yanımda
şimdi bak, ağlıyorum, ağlıyorum, ağlıyorum…
Benim, Nadia, sen neredesin? Elveda!
Nadia.“)
Adejda Mandelstam

1943 yılında öldü Osip Mandelstam
Sürgünde, Sibirya’da
okuyamadan Nadia’nın mektubunu.
Çoktan silinmişti zaten
telefon defterinden
adı, adresi ve numarası
ve yeri yoktu hiçbir kitapta.

Seviyorsanız eğer geç kalmayın sakın,
aşkınızı söylemeye!…
Telgraf çekin, telefon edin, mektup yazın,
uçaklara, trenlere, tüm taşıtlara binin,
koşun, arayın, bulun, haber gönderin, birine anlatın,
duvara yazın, ağaçlara kazıyın,
yani deneyin bütün olanakları,
hiç olmazsa iki yaprak samanlı kağıda yazın,
Nadejda Mandelstam’ın yaptığı gibi
ama sakın geç kalmayın aşkınızı söylemeye!..
Fotoğraf

19 Ekim 2017 Perşembe

DİLKÜŞA / KADIN VE GİZ - Arzu EŞBAH

Fotoğraf
KADIN VE GİZ

“..geç kapanırmış güya derin yaralar
zira bizim de kabuklara düşmanlığımız aşikâr..”

daha sessizim şimdi van gogh’un kadınlarından 
ve daha da içli. 
ihtimâl o ki; okumayacağınız şiirlere yazıyorum hevesle sizi 
tanığı olmayacağınız bir aşkla sevdiğim gibi

isminizi fısıldıyorum sürekli geceye ve güllere 
sufle veriyor telve ateşe. ateş köze. köz küle. 
sanki kül ateşten azade bu minvalde

ey siz! 
siz ve o nihavent gözleriniz. güne düşen cemre her hecede. 
her nefeste doyumsuz giz.

ve elbet kusursuz müebbet yokluğunuz. sorgusuz 
üstelik bunu bir tek siz bilmiyorsunuz

adanabilirdim öykülerce adımlarınıza oysaki 
oysaki bütün kadınlarımla ezberleyebilirdim sizi

cümlenizin en sessiz harfi olmaya hazırdım 
yaslanırdım usulca dudaklarınıza adımla 
ya da bir mum karanlığınıza 
nasıl da razıydım vâkıf olmaya sırrınıza 
ışığa karşı durduğunuzda 
arkanızda kalmaya nasıl da arzulu

mânâ da olabilirdim mesela bu bahar aldanmaya 
ya da dönüp dönüp baktığınız o ayna 
hani şart değildi nazarınızda leyla olmak 
yazılsaydım yeterki alnınıza 
siz yeterki dokunsaydınız yaraya parmak uçlarınızda vefa

oysa çalmayacağınız kapıların gerisinde 
açmayacağınız kapıların önündeyim 
vâveylâ! en yakınınızda 
ve fakat en uzak sürgündeyim

Arzu EŞBAH
"Dilküşa"

18 Ekim 2017 Çarşamba

MERHABA ÇOCUKLAR - Nazım Hikmet Ran

Fotoğraf
MERHABA ÇOCUKLAR

Nâzım, ne mutlu sana 
cân ü gönülden, 
ferah ve emin, 
«Merhaba,» diyebildin. 
Sene 940. 
Aylardan temmuz. 
Ayın ilk perşembesi günlerden. 
Saat : 9. 

Mektuplarınıza böyle mufassal tarih atın. 
Öyle bir dünyada yaşıyoruz 
ki en kalın kitaptan çok yazısı var : 
ayın, günün ve saatın. 

Merhaba, çocuklar. 

Bir geniş 
bir büyük «Merhaba» demek, 
sonra bitirmeden sözümü 
yüzünüze bakıp gülerek 
— kurnaz ve bahtiyar — 
kırpmak gözümü... 

Biz ne mükemmel dostlarız ki 
kelimesiz ve yazısız 
anlaşırız... 

Merhaba, çocuklar, 
merhaba cümleten... 
Fotoğraf
Nazım Hikmet Ran

VE SEVDİĞİM HER ŞEYİ YALNIZ SEVDİM - Edgar Allan Poe

Fotoğraf
VE SEVDİĞİM HER ŞEYİ YALNIZ SEVDİM

Başkaları gibi değildim çocukluktan beri,
Görmedim başkalarının gördüğü gibi-
Ortak bir pınardan almadım tutkularımı,
Aynı kaynaktan almadım kederimi.
Uyandıramadım yüreğimi sevince aynı seste
Ve sevdiğim her şeyi yalnız sevdim.
Sonra çocukluğumda kasırgalı
Bir yaşamın şafağında iyinin ve
Kötünün her türlü derinliğinden
Çekildi hala bağlayan gizem beni.
Selden ya da kaynaktan-
Kızıl uçurumundan dağın,
Güneşten, Ağustosun altın rengiyle
Çevremde dönen–
Gökteki şimşekten uçarak
Beni Geçerken-
Gök gürültüsünden, fırtınadan
Ve o buluttan
-Maviyken göğün kalan kısmı-
Gözümde bir şeytanın şekline giren.
Fotoğraf
Edgar Allan Poe

17 Ekim 2017 Salı

Mr. PARKINSON - Didem MADAK

Fotoğraf
Mr. PARKINSON

Her gün uzak ülke kırpıntıları dökülür
Güneşin ceplerinden.
Yoksul aile babası cebi gibi,
Biraz kasvetli ve susam kokulu.
Sanki gretagarbo artisti ölür gibi
Gün batana dek karabasanlar dolaştırır
Sokaklarda hırdavatçılar,
Gecenin her köşesinde sarhoşlar gündüzü kusarlar.
Güneş vergi iade zarflarında saklanır.
Ucuz elbise askılarında tiril tiril
Amortiden bir deniz sallanır.
Sabaha karşı nemli bir ıslık,
Bir köşede siftinip duran sokak kedilerinin
Tüylerini tarazlar.
Yampiri bir yağmuru seyreder
Dizilip rengârenk, pis kediler.
Boyozcular
Elleri yağlı, gözleri yağlı,
Gönülleri yağlı pis adamlar.
Güvenoyu alamamış martılar.
Kemeraltı çarşısına alışverişe çıkarlar.
Otuziki yerinden bıçaklanmış aşklar damlar gözlerinden.
Kulenin altında bekler her öğlen Mr.Parkinson.
Bu şehirde adamın biri
Her öğlen bir deprem bekler.
Fotoğraf
Didem MADAK

16 Ekim 2017 Pazartesi

Bejan MATUR "aşk/olmayan"

Fotoğraf
GEÇMİŞİN YÜKÜ

İnsan hep başlangıca inanıyor
Annenin dokunuşu
Ve ilk soluk
Bir el saçlarda gezinirken
Şefkatli bir yürek
Öyle sanıyor dünyayı.
Rüzgâr esecek
Ve taşıyacak çocukluğu,
Senin bildiğin
Dokunduğun rüzgâr.
İnsan ilk olana inanıyor hep
Koşarak bulduğumuz kapılar
Kapanmadan daha
Bir ışığın aydınlattığı ev,
Geçmişin yükü
Omuzlarımıza çökmüş
Ve bırakmışsın beni çoktan.
Hiç tutmamış gibi
Bırakmışsın beni
Hiç tutmamış gibi.
 Fotoğraf
Bejan MATUR
"aşk/olmayan"

7 Ağustos 2017 Pazartesi

AŞKI ÖLÜMLE KUŞATILMIŞ BİR ÜLKEDE... - Şükrü ERBAŞ


Fotoğraf

AŞKI ÖLÜMLE KUŞATILMIŞ BİR ÜLKEDE...
O adamları ay ışında bir kadın fısıltıyla öpseydi;
o adamlar önleri sardunyalı pencerelerden rüzgarlara baksaydı;
o adamların çatılarına her bahar leylekler yuva yapsaydı;
o adamlar söğütlerin dibinden akan sularla menevişli, uzaklara aksaydı;
o adamlara akşamlar birazcık gölge düşürseydi;
o adamların kirpikleri bir vakitler hiç nedensiz nemlenmiş olsaydı;
o adamlar yağmur altında yalın ayak yollarda koşsaydı;
o adamları uçurumun kıyısında birileri göğsüne gömseydi;
o adamlar bir gün olsun güneşi serçelerle karşılasaydı;
o adamların dilinde keder bir erguvan dinginliğine dönseydi…
Yaşlılar, bedenlerinde bir ince sızı, parklarda öpüşen çocuklarla
gönenirdi. Kimse kendi rengini başkasının burcuna
çekmeye çalışmazdı. Evler evlerin üstüne bir değirmen taşı
gibi kurulmazdı. Herkes durduğu yeri biricik doruk, dünyanın
tek gerçeği sanmazdı. Pencereler yıldızlarla ürpere ürpere
sevişirdi. Aşkı ölümle kuşatılmış bir ülkede mutluluk, mutluluk
sayılmazdı. Özgürlük insanın aldığı soluktan belli olurdu.
Kimsenin eli kimseye ölüm için uzanmazdı. Doğanın büyüsüyle
yüreğin gizi akla iyilikler katardı. Bir hüznü söylerken
bile söz, insana güven ve incelik verir, bir gökyüzü genişliği
ile dünyaya barış getirirdi.
Şimdi mi? İnsanların gözleri uzun bir uçurumu ezber etmeye çalışan bir çift korku çiçeği, bir imdat çığlığı; sevincine bakarken bile ışığını ağır bir kuşku, boğuk bir önlem duygusundan alıyor. Herkes eliyle göğüs kafesine yerleştirdiği kocaman bir kayanın altında kirpikleriyle kuş resimleri çiziyor gökyüzüne. Zorun, paranın ve yalanın Tanrıları, aşk, iyilik, eşitlik, onur, özgürlük gibi tüm insani değerleri bir ihanet saplantısı, bir bölünme paranoyası ile ufkun dışına itiyor. Bütün korkakların azılı azılı bir kahraman kesildiği şarkıları bozulmuş bir ülkede ölüm, sorunların tek çözümü, hakların ve halkların ilk ve son ödülü oluyor. Özgürlük, bir uygunlukla iğdiş edilmemişse ancak hapishanelerde soluk alıyor. Yatağını cehalet, ihtiras ve çirkinliğin serdiği odalar ve olanaklar içinde, yeteneksizlik parayla yatıp kötülükle kalkıyor. Yoksulluk insanları evlere kapattıkça dünyadan ışığı kesilenler, soğuk bir karanlıkla Tanrıyı çoğaltıyor. Namusu cinsel organlara indirgeyen adamların mutsuz kadınları, bedenlerini soğuk yataklara çarpa çarpa tiksintiyi ve şiddeti doğuruyor. Şarkılar durmadan ayrılık ve ölümü söylüyor. Sesine dağları almış çocuklar, incecik boyunlarında binlerce yılın örseli yükü, gözlerinin ve parmaklarının buğulu pınarıyla yangın yerlerine, taş duvarlara su taşıyor.
Ve kendilerinden başka kimseyi sevmeyen, sevgisizliğin doğurduğu o adamlar, konumlarını ve kişiliklerini oluşturan korku, kabalık ve kurnazlığın o kırıcı nefti uzaklığından, yalnızca görmek istediklerini görüp duymak istediklerini duyarak, hakim olmanın şehveti ve olanaklarıyla ülkeyi tek bir renge indirmeye devam ediyorlar… Halk mı? Tanrı, devlet ve yokluğun üç ağızlı bıçağında, bilenmek mi dilinmek mi belli olmayan bir çırpınış içinde, dalıp dalıp gittiği boşluğa benziyor gittikçe…
Fotoğraf
Şükrü ERBAŞ