Bir Kadının Yaşamından Yirmi Dört Saat
Gece,
sanırım saat on birdi, açık pencereden bahçedeki huzursuz çığlık ve
bağrışmaları duyduğumda, bir kitabı bitirmek için odamda oturuyordum,
bitişikteki otelde gözle görülür bir hareketlilik vardı. Merak ettiğim için
değil de, daha çok rahatsız olduğumdan, çarçabuk elli basamağı indiğimde,
otelin konuklarıyla çalışanlarını telaşlı bir koşuşturma içinde buldum. Kocası
her zamanki dakikliğiyle Namuslu arkadaşıyla domino oynarken, Madame Henriette
her akşam kıyı boyu yaptığı gezintiden hâlâ dönmemişti ve başına bir şey gelmiş
olmasından endişe duyuluyordu. Başka zaman ağırkanlı ve keyfine düşkün biri
olan fabrikatör bir boğa gibi kıyıda koşuşturuyor ve heyecandan kısılmış
sesiyle, “Henriette! Henriette!” diye gecenin karanlığında bağırıyor, sesi
ölümcül bir yara almış büyük ilkel hayvanların haykırışını andırıyordu.
Garsonlar ve uşaklar telaş içinde merdivenlerden inip çıkıyordu, bütün konuklar
uyandırıldı ve jandarmaya telefon edildi. Bütün bu kargaşanın ortasında bu
şişman adam, düğmeleri açık yeleğiyle kâh sendeleyerek kâh sert adımlarla
gecenin karanlığında deli gibi hıçkırarak, “Henriette! Henriette!” diye
haykırıyordu. Bu arada yukarıda uyuyan çocuklar uyanmış, üzerlerinde
gecelikleri, pencereden dışarıya doğru seslenerek annelerini çağırıyorlardı,
babaları onları yatıştırmak için hemen yukarıya yanlarına çıktı.
İşte
bundan sonra sözcüklerle anlatılması imkânsız korkunç bir şey oldu; çünkü
fevkalade gergin ve olağanüstü durumlar insan davranışları üzerinde öyle bir
etki yapar ki, ne bir resim ne de bir söz onu aynı şimşek hızıyla tasvir
edebilir. Şişman ve iriyarı adam birdenbire bitkin ve öfkeli bir yüzle
gıcırdayan basamaklardan indi. Elinde bir mektup vardı. Zar zor anlaşılır
sesiyle personel şefine, “Herkesi geri çağırın!” dedi. “Herkesi geri çağırın,
aramaya gerek yok. Karım beni terk etmiş.”
Öldürücü
bir yara almış adamın gerginlikten kaynaklanan tavrında öyle olağanüstü bir hal
vardı ki, meraktan etrafını saran insanlar birdenbire korku, utanç ve şaşkınlık
içinde geri çekildi. Son gücüyle, hiçbirimizi fark etmeden yanımızdan geçip
okuma salonuna girdi, ışığı kapattı; derken ağır, devasa bedeninin bir koltuğa
yığıldığı duyuldu. Ve bu korkunç acı, hepimizin, hatta en duyarsız olanımızın
üzerinde bile yıkıcı bir etki yarattı. Garsonların hiçbiri, konuklardan hiç
kimse gülümsemeye ya da üzüldüğüne dair bir kelime söylemeye cesaret
edemiyordu. Tek bir kelime etmeden, bu duygu patlamasından utanmış bir şekilde
hepimiz yavaş yavaş odalarımıza çekildiğimizde, paramparça olmuş, tükenmiş bu
adam, ışıkların birbiri ardına söndürüldüğü, insanların fısıldaştığı, alçak
sesle konuştuğu, mırıldandığı binadaki karanlık odada yapayalnız hıçkırıyor ve
inliyordu.
Gözlerimizin
ve duyularımızın önünde şimşek hızıyla gelişen bu olayın genelde can
sıkıntısına ve kaygısızca zaman öldürmeye alışkın bizleri çok sarstığını
söylemeye gerek yok. Sonrasında yemek masamızda patlak veren ve şiddetli bir
kavgaya dönüşmesine ramak kalan o tartışmanın çıkış noktası bu şaşırtıcı olay
olmakla birlikte asıl neden, birbirinden tamamen farklı düşünen insanların
öfkeli karşılaşması, ilkelerini tartışmasıydı. Yıkılmış adamın öfke krizi
içinde buruşturup yere attığı mektubu okuyan bir oda hizmetçisinin gevezeliği
nedeniyle Madame Henriette’in yalnız değil, büyük olasılıkla genç Fransız’la
gittiği kısa süre içinde anlaşılmıştı. İnsanların ona duyduğu sempati çarçabuk
kaybolmuştu. İlk bakışta bu küçük Madame Bovary’nin daha şık, genç bir
delikanlıyı keyfine düşkün, taşralı eşine yeğlemesi çok doğal ve anlaşılır
gelebilir. Ancak bütün otel halkını bu denli hayrete düşüren şey fabrikatörün,
kızlarının, hatta Madam Henriette’in daha önce bu Lovelace’ı iç görmemiş
olmasıydı, başka bir deyişle akşam vakti terasta yapılan iki saatlik sohbetin,
bahçede kahve içilirken ki bir saatlik konuşmanın, yaklaşık otuz üç yaşında
namuslu bir kadının kocasını çocuklarını gecenin bir yarısında terk etmesi, hiç
tanımadığı şık bir delikanlının peşine takılıp gitmesi için yeterli olmasıydı.
Masadakiler ne olduğu açık seçik belli olan bu olayı, birbirine âşık çiftin
ikiyüzlülüğü, bir aldatmacası ve haince bir manevrası olarak nitelendiriyordu:
Madame Henriette’in bu genç adamla uzun zamandır gizli bir ilişkisi olduğundan
ve bu kadın avcısının sadece kaçışın ayrıntılarını belirlemek için geldiğinden
hiç kuşku duymuyorlardı, çünkü –böyle mantık yürütüyorlardı– namuslu bir
kadının iki saatlik bir dostluktan hemen sonra ilk işaretle kaçıp gitmesinin
imkânsız olduğunu düşünüyorlardı. Ben ise farklı düşünmekten keyif alıyordum.
Uzun yıllar hayal kırıklığı yaşamış, sıkıcı bir evlilik sürdürmüş bir kadının,
hayat dolu ve enerjik birinin çağrısına kapılacağı ihtimalini tüm gücümle
savundum, hatta bunun mümkün olduğunu söyledim. Benim bu beklenmedik
muhalefetim karşısında tartışma hemen genelleştirildi ve hem Alman hem de
İtalyan evli çiftin, cup de foudre’ın bir delilik, hatta tatsız bir roman
fantezisinden başka bir şey olmadığını aşağılarcasına söylemeleriyle ateşli bir
hal aldı.
Ancak
bu kavganın fırtınalı gidişatını baştan sona burada anlatmanın gereği yok:
Sadece Professionals der Table d’hôte zengin fikirlidir, bir masada oturanların
arasında çıkan tartışmadaki argümanlar ise öylesine bulunduğu için sıradan ve
basittir. Tartışmamızın neden hızla kırıcı bir biçim aldığını açıklamak da zor;
sanırım bu öfke şöyle başladı: Her iki koca da ister istemez eşlerinin böylesi
bir çukura ve tehlikeye düşmeyeceklerini iddia ettiler. Benim sözlerim üzerine
ise, böyle bir şeyi, kadın ruhunun tesadüfi ve çok ucuz yöntemlerle
fethedilebileceği gibi yanlış yargısı olan bir bekâr söyleyebilir ancak,
diyerek karşı çıktılar: Bu bile beni biraz kızdırmaya başlamıştı ki, Alman
bayan bu dersi öğretici bir şekilde kapatmak isteyip de, bir yanda gerçek
kadınların, öte yanda Madame Henriette gibi “doğasında orospuluk yatan”
kadınların olduğunu söylediğinde, sabrım taştı ve ben de saldırmaya başladım.
Bir kadının, hayatının bazı anlarında istemeden ve farkında olmadan bazı gizli
güçlerin esiri olabileceği gerçeğini reddetmenin altında, insanın kendi
içgüdülerinden, doğasındaki şeytanlıklardan korkmasının yattığını, bazı
insanların kendilerini “kolay baştan çıkarılanlar”dan daha güçlü, daha namuslu,
daha temiz hissetmekten zevk aldıklarını söyledim. Bir kadının kendisini
içgüdülerine özgürce bırakmasını, tutkularının peşinden gitmesini, genelde
olduğu üzere kocasının kollarında, gözleri kapalı onu aldatmasından daha
dürüstçe bulduğumu belirttim. Söylediklerim aşağı yukarı bundan ibaretti,
diğerleri Madame Henriette’e saldırdıkça ben (gerçekte kendi duygularımı da
aşmıştım) onu daha da ateşli savunur hale geldim. Benim bu heyecanım
–üniversitelilerin deyimiyle– her iki evli çifti matetmişti, öyle ki dördü
birden birbiriyle pek uyumlu olmasalar da, birbirlerinden güç alarak üzerime
geldi; yaşlı Danimarkalı bey neşeli bir yüzle elinde saati, bir futbol maçını
yöneten hakem gibi oturmuş, arada bir kemikli parmaklarıyla masaya vurup
“Gentlemen, please,” diyordu. akat bu sadece bir dakika etki ediyordu.
Beylerden iri öfkeden kıpkırmızı kesilerek üç kez masadan kalkmış e karısı
tarafından güçlükle yatıştırılmıştı – kısacası, bir n on beş dakika daha
geçseydi, tartışmamız bir kavga övüşle son bulacaktı, neyse ki Mrs. C.
yatıştırıcı bir merhem gibi konuşmamızın köpüren dalgalarını düzeltti. Mrs. C.,
beyaz saçlı, kibar, yaşlı İngiliz bayan masamızın fahri başkanıydı. Yerinde
dimdik oturur, herkese aynı samimiyeti gösterir, pek konuşmaz, ancak büyük bir
ilgiyle dinler ve bakışlarıyla insanı rahatlatırdı. Aristokrat doğasından
fevkalade oturaklılık ve huzur saçardı. er birimize ayrı ayrı ince bir nezaket
göstermesine rağmen, herkese karşı belli bir mesafede dururdu: Çoğu zaman
itaplarıyla bahçede otururdu, bazen piyano çalar, nadiren insanların arasına ya
da yoğun bir tartışmaya katılırdı. Buna rağmen, hepimizin üzerinde olağanüstü
bir güce sahipti. Çünkü daha ilk seferinde konuşmamıza müdahale eder etmez,
hepimiz çok gürültü çıkardığımız ve kendimize hâkim olamadığımız duygusuna
kapılıp utandık.
Mrs.
C., Alman beyin öfkeyle yerinden fırlayıp tekrar masaya oturduğu sert aradan
yararlanmıştı. Beklenmedik bir şekilde açık ve gri renkli gözlerini kaldırdı,
bir an için kararsızlıkla bana baktı ve sonrasında neredeyse nesnel bir
açıklıkla konuyu kafasında değerlendirdi.
“Söylediklerinizi
yanlış anlamadıysam, Madame Henriette’in, bir kadının elinde olmadan birdenbire
bir maceraya sürüklenebileceğini, böyle bir kadının bir saat önce yapmayı
kesinlikle aklından bile geçirmeyeceği davranışlarda bulunabileceğini ve bu
nedenle suçlanmaması gerektiğini söylüyorsunuz, öyle mi?”
“Kesinlikle
buna inanıyorum, saygıdeğer bayan.”
“Ancak
bu durumda her türlü ahlaki hüküm tamamen anlamsız olur ve her türlü ahlak
kuralının çiğnenişi haklı bir nedene dayandırılır. Eğer siz gerçekten
Fransızların dediği gibi, crime passionnel’in cinayet olmadığını
düşünüyorsanız, o zaman devlet mahkemelerine ne gerek var? Her suçta bir tutku
aramak ve bu tutku nedeniyle özür bulmak için çok iyi niyet gerekmez ve siz
inanılmaz derecede iyi niyetlisiniz,” dedi gülümseyerek.
Sözlerinin
netliği ve neredeyse neşeli tonu beni çok rahatlattı ve elimde olmadan onun o
açık tavrını taklit edip yarı şaka yarı ciddi şöyle yanıt verdim: “Kuşkusuz
devletin mahkemesi bu tip olayları benden daha sert değerlendiriyor; onun
görevi genel ahlak kurallarını ve gelenekleri acımasızca korumaktır; bu da onun
insanları affetmesini değil, yargılamasını gerektiriyor. Kaldı ki resmî kimliği
olmayan ben, neden bir savcının rolünü üstleneyim ki: Ben savunmayı tercih
ediyorum. İnsanları yargılamaktan değil, anlamaya çalışmaktan zevk alıyorum.”
Mrs.
C. bir süre açık, gri gözleriyle bana baktı ve bir an tereddüt etti. Beni doğru
anlamadığından korkup sözlerimi İngilizce tekrarlamaya hazırlanıyordum ki,
tuhaf bir ciddiyetle, sanki bir sınavdaymışız gibi sorular sormaya devam etti:
“Bir
kadının, kocasını ve iki çocuğunu gerçek aşkı olup olmadığını bilmediği bir
adam uğruna bırakmasını çirkin ve aşağılayıcı bulmuyor musunuz? Pek genç de
sayılmayan ve hiç değilse çocukları adına özsaygısı olması gereken bir kadının,
böylesi hafif davranışını gerçekten affeder misiniz?”
“Tekrar
ediyorum saygıdeğer bayan,” diye ısrar ettim, “bu konuda karar vermek ya da
yargılamak benim işim değil. Biraz önce abarttığımı size itiraf etmekte bir
sakınca görmüyorum – o zavallı Madame Henriette kuşkusuz bir kahraman değil,
maceracı bir ruh da değil, bir amoureuse hiç değil. Onu tanıdığım kadarıyla
sıradan bir insan, zayıf bir kadın, cesurca isteğinin peşinden gittiği için
biraz saygı, daha çok da merhamet duyuyorum, çünkü bugün değilse bile, kuşkusuz
yarın son derece
mutsuz
hissedecek kendisini. Belki aptalca, hatta aceleci davranmış olabilir, fakat
kesinlikle basit ve adice değil, bu nedenle daha önce olduğu gibi, her kim
olursa olsun bu zavallı, mutsuz kadını küçümsemesine karşı çıkarım.”
“Ve
siz ona karşı aynı saygıyı duyuyor musunuz? Önceki gün bir arada oturduğunuz
namuslu kadınla,
dün
yabancı bir adamla kaçıp giden kadın arasında bir fark görmüyor musunuz?”
“Kesinlikle.
En ufak, en küçük bir fark görmüyorum.”
Stefan Zweig