Öne Çıkan Yayın

Nazım Hikmet / CEVAP

  CEVAP  O duvar o duvarınız,                 vız gelir bize vız! Bizim kuvvetimizdeki hız, ne bir din adamının dumanlı vaadinden, ne de bir...

28 Ocak 2018 Pazar

GÜL ŞİİR ~ Ahmet ERHAN

GÜL ŞİİR

Geceyarısı, karanlık bir bozkırda
Işıklar içinde akan bir tren kadar yalnızım
içinde onca insan, içinde dünya…
Soluk soluğa, demirden bir ırmağa mahkum
Ve bilmeyen sonsuzluk nedir,
Haklı olan kim bu kargaşada?
Ateş ve su, yaşam ve ölüm, irin ve şiir
Ucu bucağı olmayan bu çığlıgın
Ortasında nasıl barışılabilir?
Anlamak isterim, hangi yasa
Bir beşikle bir darağacını
Aynı ağaçtan, ne adına varedebilir?

Sorular sormak için geldim şu dünyaya
Yasım acıların yasıdır
Boynumu üzgün bir çiçek gibi kırıp da
Yollara düştüğümde, başımda deniz köpüklerinden
Ya da sabah yellerinden bir taçla
Yürüdüğüme inanırdım – yanılırdım
Geceyi günle, acıyı sevinçle kardığım
Bu söylencenin bir yerinde durakladım
Ve anlatamadım, konuşamadım bir daha.

Acını ödünç ver bana, gözyaşlarını
Damarlarında uyuyan sevinci ödünç ver
Yitirdim çünkü onları da..
İlenmiyorum, el çırpmıyorum artık
Ne aklımda yaşadıklarım üstüne düşünceler
Ne de geleceğime dair bir tasa.
Gelirken çan çalmıyor yalnızlık
Bir adam, bir sokak, bir ev
Yüzler, gülüşler, susuşlar boyunca

Soruların vardı senin, ne çok soruların
Gözlerin dünyayı eleyip dururdu boyuna
Bir fısıltı gibi başladı sevgim
Çığlık oldu, kağıtlarda çiçek açtı sonra
Sonrası…Mutlu bile olduk bazı
Artık sen yadsısan da ne kadar
Ya da ben bilmiyorum mutluluk nedir
Anlatsın yollar, yollar, yollar…

Şimdi gece, soluğumu verdim içime
Az önce kağıtlara gül kuruları serptim
Dolaplardan kekik, nane kokuları çıkardım
Öylece serptim, seni yazacağım diye
Sen ki, deniz görmemiş bir deniz kızısın
Aklımın almadığı bir yerde, öylesin
Şimdi gece, iki kişilik bu yalnızlık
Bize artık yeter de artar bile…

Dünyanın ölümünü gördüm, suyun toprağın
En yakın dostlarımın birer birer
Vakitsiz açan çiçeklerin, vakitli doğan çocukların
Ölümünü gördüm, ama kimse
İnandıramaz beni öldüğüne sevgilerin!
Yaşam ki bir kum saatidir usulca akan
Dolan sevgilerimizdir biz boşaldıkca
Yaşımız biraz da sevgilerimizin akranıdır
Vereceğimiz tek şey budur dünyaya.

Şu dağılgan yüreğimi, şu köpüklere imrenen
Yüreğimi bir gün yollara atarsam
Bir gün bir nehir yataklarına dolarsam, korkarım
Suyumun çoğu senden yana akacak
Bütün sözcüklere adını ekleyeceğim
Güldeniz, Gülekmek, Gülyağmur, Gülşarap
Gülaşk, Gülşiir, Gülahmet, Gülerhan
Ey gül yaşamım, yitip giden düşlerim!

Gecelerdi, solgun – sessiz tüterdi yüzün
Yatağımda bir kımıltıydın, dilimde türkü
Uykusunda konuşurken sesini öptüğüm
Varmak için beyninin kıvrak dağ yollarına
Kokundu, bedenimi saran o ince buğu
Esintisinde usul usul yürüdüğüm
Ki değişmem yaseminlerle, portakal ağaçlarıyla..

Sanki bir kız yürürdü yollarda
Evimin sokağına girer, paspasa ayaklarını silerdi
Kapımı açardı gümüş bir anahtarla
Sanki hep gelirdi, sevişirdik bazı, konuşurduk
Tozlu kitapların yığıldığı odalarda
Kalırdı duvarlarda gülüşünden bir tını
Yatağımda bedeninden bir oyuk.

Benimse ellerim titrerdi, alnının aklığından
Saçlarına saçlarına doğru titrerdi
Şimdi kağıtların üstünde gidip gelen ellerim
Titremiyor artık , yolunu biliyor şimdi
Geceyarılarını çoktan geçti.
Bu şiir bitmeyince varolmayacak ellerim
Ellerim uykusuz, ellerim geberesiye yalnız
Süzülüp alçalıyor karanlığa doğru.

Bütün yaşamım seninle geçiyor belleğimden
Seninle var ve seninle sürüp gidecek artık
Bir akdeniz kentinde limon koklayan
Ve hep ufkun ardına bakan çocuk
Acıyı buldu sonunda, kanayan bir gülden
Çaldı yüzünü bir yaşamlık
Geçer şimdi dumanlı bir kentin sokaklarından
Şaire çıkar adı – az buçuk kaçık.

Yeryüzünden silinmiş ırkların sonuncusuyum ben
Oturup da şimdi aşk şiiri yazmam bundan
Gülsün köpek sürüsü, lime lime edip
Bu dizeleri, satsınlar haraç-mezat
Doğru, benden sonra da tufan kopmayacak
Ama haykıracağim laflarını tuzla kesip
Yitip giden bu aşkı, nefesim tükenene dek.

Beynime bir sarkaç gibi vuruyor sorular
Neresinde yanıldık biz bu yaşamın?
Hangi el bozdu büyüyü, hangi yazı
Acılara hüküm verdi, soldan sağa taşarak?
Kalbimde yıllardır kabuk bağladı yaralar
Ödüm kopuyor, bir gün hepsi birden kanamaya başlayacak diye
Yenilmeyeceğim, boyun eğmeyeceğim hiçbir şeye
Hep direnen bir yanım kalacak
Adımın soluk izi, acının seyir defterinde.

şimdi gece, bindokuzyuzseksenikiyle
Üçyüzaltmışbeşi çarp – oradayım işte
Yorgun değilim, umarsızım yalnızca
Geçmişle geleceğin öpüştüğü yerde bir nokta
Gibiyim ve çoktan dürüldü defterim
Uçurumlar üstünde uçuşur dizelerim
Onlara köprü olacak bir beden yoksa da..

Bu benim yalnızlığım, dalsızlığım benim
Kana kana içtiğim çeşmelerden susayarak ayrılmak
Titreyen bir ışık karanlıklarda
Onu kim görebilir, kim tanıyabilir?
Sonuda hep bir soruyla karşı karşıya kalmak
Boynumun borcu bu, ödenmedi yıllardır.

Her aşktan böyle bir şiir kaldı bende
Yaşamımın bir dilimini özetleyen
Unutuşun çiçekleri bunun için hiç açmıyor
Donuyor bir gülüş tek bir dizede
Yaşanmış yüzlerce anı, buruk bir özlem
Çivileniyor beynimin bir yerlerine
Geride -hayır- acılar filan da kalmıyor
Bir boşluk yalnızca, uçurumlara özenen.

Nefret ediyorum ve seviyorum seni
Girdiğin bütün kapıları açık bırak
Birazdan git diyebilirim çünkü..
Çağım yalnız bırakmıyor beni, ellerini
Tutuşumda, usulca öpüşümde dudağını
Çağım aramızda çekilen kanlı bir bayrak
Uzayan, akan bir irin yolu gibi.

Sözcükleri güden çobanları var kalbimin
Beynimin yaşamı saran kıskaçları
Bitsin dediğim yerde bunun için başlıyorum
Yitirdiğim her şeye dönüp de bakmam bundan
Sensin yalnızlığa uzanan yolların düğüm yeri
Ama şu anda içimde öyle çoğulsun ki
Böyle irkilmezdim dünyayı kucaklasam.

Çapraz yalnızlıklar astım göğsüme
Yollarda bir savaşçı gibi yürüdüğüm doğrudur
Gözlerle, dillerle kuşatılmış bir ülke
kalbimdir ona tek sınır
Susmayı bunun için severim bir çığlık gibi
Donup kalır sesim kendi göğünde
Onu ne anlayan, ne de duyan bulunur.

Yaşamım sonsuz bir hac yolculuğuna dönüşüyor burada
Kendi içimde ya da uzak yollarda
Bulduğum ve yitirdiğim bütün varlıklar
Bir mozayiğe biçim veriyorlar sessizce..
Bende dünyanın acısıyla sevinci öpüşüyor
Irmakların birleştiği o nokta benim
İtilip tekmelendiğim bütün kapılarda
Bana atılan her taş şimdi çiçek açıyor.

Bir gün anlarsın beni neden suskunum
Dünya içimde konuşurken böyle
Bedenimi aşıyor yorgunluğum
Karşında oturduğum masalardan dökülüp saçılıyor
Bu öyle bir çığlık ki, susuşlar kalıyor geride
Ondan öte her söz bir saçmalığı büyütüyor.

Adını çoktan unuttum yüzün aklımda
Ve bu şiiri neden sana adadığımı bilmiyorum
Ama her güzellik nasılsa kendi adını bulur
Bunun için ben Gül dedim sana..
Yine de bir çiçeğe bunca yağmur yağarsa
Kökleri toprağı saramaz olur
Üstüne titrediğim her şeyi yitirmeyi öğrendim çoktan

Söylenecek bir tek sözüm kalmazsa
Çizerim yüzünü kuşların kanatlarına
Her çırpınışta gökyüzüne dağılır
Yüzün, hücrelerine varana dek uçuşur.

Kağıtların aklığına aşkın tortusu çöküyor
Parklar, sokaklar, söylenmiş ya da söylenmemiş sözler

Yazdıkça biraz daha unutuyorum seni
Ve her yerde düş tacirleri, şiirseviciler
Bir şeyleri yorumlayıp duruyorlar aptalca
Büyüteçlerle inceliyorlar şu yitik ömrümüzü
Ben aşkın son hasatçısı, son peygamber
Gülünç, soyu tükenmiş bir varlığı oynuyorum boyuna.

Sana artık bir sığınak olsun bu şiir
Noterlere ver onaylasınlar – her hakkı saklıdır
Düşün, kalemimi sen tuttun yazarken
Yeni okula başlayan bir çocuğa yardım eder gibi
Öyle acemilikler yaptım ki ben
Hiç kalır bu şiir onların yanında ve
Nasıl ayaktayım diye şaşıyorum bazen.

Görüp göreceği son şey bu şiirdir dünyanın
Çığlığımdan arta kalan bunlar olacak
Aklımın son kırıntılarını da burada harcıyorum
Bundan böyle ibreler hep eskiye vuracak
Yakınmıyorum, yerinmiyorum hiçbir şeyle
Kalırsa odalarda unutulmuş birkaç şiir
Bir yeniyetmenin altını çizeceği dizeler benden
Senin adın nasılsa bir gün hepsini tamamlayacak.
Ahmet ERHAN

27 Ocak 2018 Cumartesi

BİN DOKUZ YÜZ SEKSEN DÖRT(III.Bölüm) ~ George ORWELL

BİN DOKUZ YÜZ SEKSEN DÖRT
III
Winston rüyasında annesini görüyordu.

Annem ortadan kaybolduğunda on-on bir yaşlarındaydım herhalde, diye düşündü. Annesi uzun boylu, endamlı, sessiz ve ağırkanlı bir kadındı, harikulade sarı saçları vardı. Babasını, hayal meyal de olsa, her zaman tertemiz koyu giysiler giyen, esmer, zayıf ve gözlüklü bir adam olarak anımsıyordu (babasının ince tabanlı ayakkabıları hiç aklından çıkmamıştı). Belli ki, ikisi de ellilerin ilk büyük temizlik hareketleri sırasında ortadan kaldırılmıştı.

Rüyasında, annesi, onun çok aşağılarında bir yerde oturuyordu, kız kardeşi de kucağındaydı. Winston, iri gözleriyle çıldır çıldır bakan, hiç sesi çıkmayan, minicik, enez bir bebek olması dışında kız kardeşiyle ilgili hiçbir şey anımsamıyordu. İkisi de, başını kaldırmış, ona bakıyordu. Yerin altında bir yerdeydiler –belki bir kuyunun dibi, belki çok derin bir mezar–, Winston'ın çok aşağısında ve durmadan daha da aşağılara gitmekte olan bir yerde. Batmakta olan bir geminin salonundaydılar, gittikçe kararan suların arasından ona bakıyorlardı. Salonda hâlâ hava vardı, hâlâ onlar Winston'ı, Winston da onları görebiliyordu, ama gittikçe dibe, birazdan onları yutup yok edecek olan yeşil sulara batıyorlardı. Winston'ın bulunduğu yerde ışık da vardı, hava da, onlar ise ölümün içine çekiliyorlardı; Winston burada, yukarıda olduğu için onlar orada, aşağıdaydılar. Bunu Winston da biliyordu, onlar da; bildiklerini yüzlerinden okuyabiliyordu. Ama yüzlerinde de, yüreklerinde de en küçük bir gücenme yoktu; yalnızca onun yaşayabilmesi için kendilerinin ölmesi gerektiğini, bunun yaşamın doğası gereği kaçınılmaz olduğunu bildikleri anlaşılıyordu.

Winston neler olup bittiğini anımsayamıyordu; ama rüyasında biliyordu ki, annesiyle kız kardeşi onun yaşaması için can vermişlerdi. Bu rüya, rüyalara özgü görüntülerde geçmekle birlikte, insanın düşünsel yaşamının bir devamı olan ve uyandıktan sonra da yeni ve değerliymiş gibi gelen gerçekler ve düşüncelerin ayırdına vardığı rüyalardandı. Şimdi birden Winston'ı allak bullak eden, annesinin nerdeyse otuz yıl önceki ölümünün, artık pek mümkün olmayan biçimde trajik ve hüzünlü bir ölüm olduğuydu. Trajedinin, eski zamanlara, mahremiyet, sevgi ve dostluğun hâlâ var olduğu, aile üyelerinin nedenini bilmeye gerek duymadan birbirlerine arka çıktıkları bir zamana ait bir şey olduğunu anlıyordu. Annesinin anısı yüreğini dağlıyordu, çünkü annesi onu severek ölmüştü, Winston ise o sıralar onun sevgisine karşılık veremeyecek kadar küçük ve bencildi; nasıl olduğunu anımsamıyordu, ama annesi özel ve sağlam bir sadakat kavramı adına kendini feda etmişti. Winston artık böyle şeylere rastlanmadığının ayırdındaydı. Artık korku, nefret ve acı vardı, soylu duygulara, derin ve karmaşık acılara rastlanmıyordu. Winston bütün bunları yüzlerce kulaç aşağıda, daha da derinlere batmakta olan annesiyle kız kardeşinin yeşil suların arasından kendisine bakan iri gözlerinde görür gibiydi.

Birden, kendini, güneşin eğik ışınlarının toprağı yaldızladığı bir yaz akşamı, bodur, süngersi bir turbalığın üstünde buldu. Bu görünüme rüyalarında o kadar sık rastlıyordu ki, gerçek dünyada da görüp görmediğini hiçbir zaman tam olarak anlayamıyordu. Uyur uyanık düşünürken, buraya Altın Ülkesi adını vermişti. Tavşanlar tarafından kemirilmiş eski bir çayırdı burası; ortasından bir patika geçiyor, sağda solda köstebek yuvaları göze çarpıyordu. Çayırın karşı tarafındaki kırık dökük çitin içinde kalan karaağaçların dalları hafif rüzgârda salınıyor, gür yaprakları kadın saçı gibi uçuşuyordu. Gözle görülmese de, yakınlarda bir yerde, söğütlerin altındaki gölcüklerde sazanların yüzdüğü duru bir dere ağır ağır akıyordu.

Siyah saçlı kız, çayırın öte yanından ona doğru geliyordu. Sanki bir çırpıda giysilerini yırttığı gibi istifini bozmadan bir kenara fırlattı. Teni beyaz ve duruydu, ama Winston'da en küçük bir istek uyandırmadı, göz ucuyla bile bakmadı kıza. O anda Winston'ı asıl afallatan, kızın giysilerini bir kenara fırlatışı karşısında kapıldığı hayranlık oldu. Genç kız, bu hareketindeki zarafet ve umursamazlıkla, Büyük Birader, Parti ve Düşünce Polisi tek bir benzersiz kol hareketiyle yok edilebilirmişçesine bütün bir kültürü, bütün bir düşünce sistemini yerle bir etmişti sanki. Bu da eski çağlardan kalma bir hareketti. Winston, dudaklarında "Shakespeare" sözcüğüyle uyandı.

Tele-ekrandan kulakları sağır eden bir düdük sesi yükseldi ve otuz saniye kadar aynı tonda sürdü. Saat sıfır yedi on beşti, büro çalışanlarının kalkma vakti gelmişti. Winston yataktan güç bela kalktı –çıplaktı, çünkü bir Dış Parti üyesi yılda yalnızca üç bin giysi kuponu alabiliyordu, oysa bir pijama altı yüz kupondu– ve iskemlenin üstündeki soluk tişörtle şortu kaptı. Beden Alıştırmaları üç dakikaya kadar başlayacaktı. Birden, nerdeyse her sabah uyanır uyanmaz yakalandığı şiddetli bir öksürük nöbetine tutularak iki büklüm oldu. Ciğerleri öyle bir boşalmıştı ki, ancak sırtüstü uzanıp art arda derin derin nefes aldıktan sonra soluklanabildi. Öksürmekten damarları şişmiş, varis çıbanı kaşınmaya başlamıştı.

Cırlak bir kadın sesi, "Otuz kırk yaş arasındakiler!" diye ciyakladı. "Otuz kırk yaş arasındakiler! Lütfen yerlerinize geçin. Otuz kırk yaş arasındakiler!"

Winston, cimnastik giysileri giymiş, lastik pabuçlu, ince yapılı ama kaslı, genççe bir kadının görüntüsünün belirdiği tele-ekranın karşısında hemen hazır ola geçti.

Kadın, "Kolları bükün ve uzatın!" diye gürledi. "Benim gibi yapacaksınız. Bir, iki, üç, dört! Bir, iki, üç, dört! Hadi bakalım, yoldaşlar, canlanın biraz! Bir, iki, üç, dört! Bir, iki, üç, dört!..."

Öksürük nöbetinin sancısı, rüyanın Winston'da uyandırdığı duyguları tümden silememişti; üstelik cimnastiğin ritmik hareketleri nedense o duyguları diriltiyordu. Yüzünde Beden Alıştırmaları için uygun görülen o sert ama hoşnut bakış, kollarını kaldırıp indirirken, çocukluğunun belli belirsiz günlerini kafasında yeniden canlandırmaya çalışıyordu. Ama hiç de kolay değildi. Ellilerin sonlarının ötesinde her şey silikleşiyordu. Olup bitenlerle ilgili hiçbir kayıt olmayınca, insanın kendi yaşamının ana çizgileri bile belirsizleşiyordu. Büyük olasılıkla hiç olmamış büyük olayları anımsıyordunuz, olayların ayrıntılarını anımsıyor, ama meydana geldikleri ortamı çıkaramıyordunuz, araya hiçbir şey anımsayamadığınız büyük boşluklar giriyordu. Anlaşılan, o zamanlar her şey farklıydı. Ülkelerin adları ve haritadaki biçimleri bile farklıydı. Örneğin, o günlerde Havaşeridi Bir'e Havaşeridi Bir denmiyordu; İngiltere ya da Britanya deniyordu, ama Londra'ya o zaman da Londra dendiğinden nerdeyse emindi.

Winston, ülkesinin savaşta olmadığı bir dönemi anımsamıyordu, ama çocukluğunda uzunca bir barış dönemi yaşadıkları açıktı, çünkü ilk anıları arasında bir hava saldırısının herkesi şaşkınlığa uğratması yer alıyordu. Belki de Colchester'a atom bombası atıldığındaydı. Saldırıyı anımsamıyordu, ama babasının elinden sımsıkı tuttuğunu, ayaklarının altında çın çın öten sarmal bir merdivenden döne döne ta aşağılara, yerin altına indiklerini hiç unutmamıştı; bir ara bacakları o kadar yorulmuştu ki yanıp yakılmaya başlamış, sonunda durup dinlenmek zorunda kalmışlardı. Annesi, her zamanki ağır aksak, dalgın haliyle, epeyce arkalarında kalmıştı. Kucağında Winston'ın minik kız kardeşi vardı; belki de katlanmış birkaç battaniyeydi kucağındaki: O sırada kız kardeşinin doğup doğmadığından bile emin değildi. En sonunda, bir metro istasyonu olduğu anlaşılan kalabalık, gürültülü bir yere inmişlerdi.

Bazıları taş zeminde oturuyorlardı, bazıları da birbirlerine sokulup demir ranzaların üstüne yığılmışlardı. Winston, annesi ve babası taş zeminin üstünde bir yer bulmuşlardı; yanı başlarında yaşlı bir adamla yaşlı bir kadın bir ranzanın üstünde yan yana oturuyorlardı. Yaşlı adamın sırtında temiz pak koyu bir giysi, başında bembeyaz saçlarını açıkta bırakacak biçimde arkaya itilmiş siyah bir kumaş kasket vardı: Yüzü kıpkırmızıydı, mavi gözlerinde yaşlar birikmişti. Ağzından cin kokuları saçılıyordu. Teninden ter kokusu değil de cin kokusu yayılıyordu sanki, gözlerinde birikenin yaş değil, saf cin olduğu söylense yeriydi. Hafif sarhoş olmakla birlikte, belli ki gerçek ve dayanılmaz bir acı çekiyordu. Winston, o çocuk aklıyla bile, az önce korkunç bir şeyin, bağışlanamayacak, asla umarı olmayan bir şeyin meydana geldiğini anlamıştı. Sanki ne olduğunu da anlamış gibiydi. Yaşlı adamın çok sevdiği biri, belki de küçük torunlarından biri öldürülmüştü sanki. Yaşlı adam ikide bir aynı sözleri yineliyordu:

"Onlara güvenmicektik. Ben demiştim, hatun, di mi? Onlara güvenirsen bööle olur işte Hep söölemiştim. O alçak heriflere güvenmicektik."

Ama hangi alçak heriflere güvenmemeleri gerektiğini Winston artık anımsayamıyordu.

O zamandan bu yana savaş dur durak bilmeden sürmüştü, ama hep aynı savaş mıydı sürüp giden, orası belli değildi. Çocukluğunda, Londra'nın göbeğinde aylarca süren, ne idüğü belirsiz sokak çatışmaları olmuştu, bazıları hâlâ gözünün önünden gitmiyordu. Gel gör ki, bütün bir dönemin tarihini çıkarmak, kimin kiminle savaştığını söyleyebilmek artık kesinlikle olanaksızdı, çünkü şimdiki saflaşmanın dışında bir saflaşmaya ilişkin ne yazılı bir kayıt kalmıştı ne de söylenmiş bir söz. Şu anda, yani 1984 yılında (gerçekten yıllardan 1984 ise tabii) Okyanusya Avrasya'yla savaşmaktaydı ve Doğuasya'yla bağlaşma içindeydi. Bu üç devletin daha önceleri farklı bir saflaşma içinde oldukları ne resmi ağızlarca ne de birilerince doğrulanmıştı. Aslına bakılırsa, Winston'ın çok iyi bildiği gibi, Okyanusya daha dört yıl önce Doğuasya'ya savaş açıp Avrasya'yla bağlaşmaya girmişti. Ne ki, bu, belleği yeterince denetim altında olmadığı için aklında tutabildiği gizli bir bilgiydi. Bağlaşmalarda resmi olarak bir değişiklik yoktu. Okyanusya Avrasya'yla savaştaydı: Demek, Okyanusya Avrasya'yla hep savaşta olmuştu. O andaki düşman her zaman mutlak kötülüğün temsilcisi olmuştu, o yüzden onunla geçmişte de, gelecekte de herhangi bir anlaşma söz konusu olamazdı.

Omuzlarını acı içinde geriye çekerken (eller kalçalarda, gövdelerini belden yana döndürüyorlardı, bu egzersizin sırt kaslarına iyi geldiği söyleniyordu), kim bilir kaçıncı kez, en korkuncu bütün bunların doğru olabileceği, diye geçirdi aklından Parti geçmişe el koyabiliyor ve şu ya da bu olayın hiçbir zaman olmadığını söyleyebiliyorsa, bu hiç kuşkusuz işkenceden de, ölümden de beter bir şeydi.

Parti, Okyanusya'nın Avrasya'yla hiçbir zaman bağlaşmaya girmediğini söylüyordu. Ama o, Winston Smith olarak, Okyanusya'nın daha dört yıl önce Avrasya'yla bağlaşma içinde olduğunu biliyordu. Peki, bu bilgi neredeydi? Yalnızca kafasının içinde, o da pek yakında yok edilip gidecekti nasıl olsa. Ve eğer başka herkes Parti'nin dayattığı yalanı kabulleniyorsa –eğer bütün kayıtlar aynı masalı söylüyorsa–, o zaman yalan tarihe geçecek ve gerçek olacaktı. Parti sloganında ne deniyordu: "Geçmişi denetim altında tutan, geleceği de denetim altında tutar; şimdiyi denetim altında tutan, geçmişi de denetim altında tutar." Üstelik geçmiş, doğası gereği değiştirilebilir olmasına karşın, hiçbir zaman değiştirilmemişti. Şimdi gerçek olan, sonsuza dek gerçekti. Çok basitti. Tek gereken, kendi belleğinize karşı sonu gelmeyen zaferler kazanmanızda "Gerçeklik denetimi" diyorlardı buna: Yenisöylem'de ise "çiftdüşün".

"Rahat!" diye bağırdı kadın eğitmen, biraz daha güler yüzle.

Winston kollarını yana indirerek havayı yeniden yavaş yavaş içine çekti. Aklı çiftdüşünün dolambaçlı dünyasına kayıp gitmişti. Hem bilmek hem de bilmemek, bir yandan ustaca uydurulmuş yalanlar söylerken bir yandan da tüm gerçeğin ayırdında olmak, çeliştiklerini bilerek ve her ikisine de inanarak birbirini çürüten iki görüşü aynı anda savunmak; mantığa karşı mantığı kullanmak, ahlâka sahip çıktığını söylerken ahlâkı yadsımak, hem demokrasinin olanaksızlığına hem de Parti'nin demokrasinin koruyucusu olduğuna inanmak; unutulması gerekeni unutmak, gerekli olur olmaz yeniden anımsamak, sonra birden yeniden unutuvermek: en önemlisi de, aynı işlemi işlemin kendisine de uygulamak. İşin asıl inceliği de buradaydı: bilinçli bir biçimde bilinçsizliği özendirmek, sonra da, bir kez daha, az önce uygulamış olduğunuz uykuya yatırmanın ayırdında olmamak. "Çiftdüşün" dünyasını anlayabilmek bile çiftdüşünü kullanmayı gerektiriyordu.

Bu arada, tele-ekrandaki kadın eğitmen yeniden hazır ol komutu verdi. "Haydi, görelim bakalım," dedi coşkulu bir sesle, "kim parmak uçlarına dokunabilecek! Lütfen belinizi bükmeden eğilin, yoldaşlar. Bir, ki! Bir, ki!.."

Winston, topuklarından kalçalarına kadar canını yakan, çoğu kez de sonunda yeni bir öksürük nöbetine yol açan bu egzersizden nefret ederdi. Daldığı düşüncelerin tadı tuzu kalmamıştı. Geçmiş yalnızca değiştirilmekle kalmamış, resmen yok edilmiş, diye geçirdi aklından. İnsan, kendi belleği dışında hiçbir kayıt olmayınca en belirgin gerçeği bile nasıl kanıtlayabilirdi ki? Büyük Birader'den söz edildiğini ilk kez hangi yıl duyduğunu anımsamaya çalıştı. Altmışlarda olmalı, diye düşündü, ama kesin bir şey söylemek olanaksızdı. Büyük Birader, hiç kuşkusuz, Parti'nin tarih kitaplarında en baştan beri Devrim'in önderi ve koruyucusu olarak görünüyordu. Gösterdiği kahramanlıklar, zamanla kapitalistlerin, kafalarında o garip silindir şapkalarla, Londra caddelerinde kocaman, ışıltılı otomobiller ya da iki yanı camlı faytonlarla gezindikleri kırklı ve otuzlu yılların görkemli günlerini kapsayacak kadar geriye götürülmüştü. Bu efsanenin ne kadarının gerçek, ne kadarının uydurma olduğunu bilmek olanaksızdı. Winston, Parti'nin hangi tarihte oluştuğunu bile anımsayamıyordu. İngsos sözcüğünü 1960'tan önce duyduğunu hiç sanmıyordu, ama Eskisöylem'deki biçimiyle –yani "İngiliz Sosyalizmi" olarak– daha önce de var olmuş olabilirdi. Her şey bilmece gibiydi. Bazen bir yalanı saptamak mümkün olabiliyordu. Örneğin, Parti'nin tarih kitaplarında ileri sürüldüğü gibi, uçakları Parti'nin icat ettiği doğru değildi. Winston daha küçük bir çocukken bile uçakların var olduğunu anımsıyordu. Ama hiçbir şeyi kanıtlamak mümkün değildi. Ortada hiçbir kanıt yoktu. Tarihsel bir olayın çarpıtıldığının şaşmaz belgeli kanıtını hayatı boyunca yalnızca bir kez ele geçirebilmişti. Ama o zaman da...

Tele-ekrandaki kadın, "Smith!" diye bağırdı şirret bir sesle. "6079 Smith W! Evet, sen! Biraz daha eğilir misin, lütfen! Bence daha iyisini yapabilirsin. Kendini vermiyorsun ki. Az daha eğil, lütfen! Tamam, böyle daha iyi, yoldaş. Şimdi rahat! Herkes beni izlesin."

Winston birden tepeden tırnağa tere batmıştı. Ama yüzünden hiçbir şey anlaşılmıyordu. Korkunu asla gösterme! Öfkeni asla belli etme! Gözlerindeki ufacık bir kıpırtı seni ele verebilir. Winston durduğu yerden, kollarını başının üzerine kaldıran ve –zarafetle değilse bile, olağanüstü bir beceri ve ustalıkla– öne eğilerek el parmaklarının ilk eklemini ayak parmaklarına değdiren eğitmeni izledi.

"Tamam mı, yoldaşlar! Aynen böyle yapmanızı istiyorum. Bir bakın bana. Otuz dokuz yaşındayım ve dört çocuk doğurdum. Şimdi beni izleyin. Yeniden öne eğildi. "Bakın, dizlerimi bütmüyorum." Sonra yeniden doğrulurken, "Hepiniz yapabilirsiniz, yeter ki isteyin," diye ekledi. "Kırk beş yaşının altındaki herkes pekâlâ ayak parmaklarına dokunabilir. Gerçi hepimiz ön saflarda savaşma ayrıcalığına sahip değiliz, ama hiç değilse hepimiz bedenimizi sağlam tutabiliriz. Malabar cephesindeki evlatlarımızı anımsayın! Yüzen Kaleler'deki denizcileri anımsayın! Onların neler çektiklerini bir düşünün," dedi ve "Haydi bakalım, şimdi yeniden deneyin. Evet, şimdi daha iyi, yoldaş, şimdi çok daha iyi,"diye ekledi yüreklendirici bir sesle. Winston, büyük bir çaba göstererek, yıllardır ilk kez dizlerini bükmeden ayak parmaklarına dokunmayı başardı.
George ORWELL

26 Ocak 2018 Cuma

MESUT OLMAK VARDIR ~ Rıfat ILGAZ

MESUT OLMAK VARDIR
Mesut olmak vardır,
Allahın her gününde
Gün günden daha mesut
Yaşamak yeryüzünde.
Mesut olmak vardır, kardeşim,
Hemen küsme bahtına.
Mesut olmak, insan için,
Ermek muradına.
Bizler içindir şu doğan gün,
Ölüler mezarlarda varmış rahatına.
Daha oturmak vardır bizler için,
Çiçek açmış bir ağacın altına.
Mesut olmak vardır,
– Boşuna didinecek yerde –
Gök senin, rüzgâr senin, dünyalar senin!
Pupa yelken denizlerde.
Mesut olmak vardır,
Seyrettiğin resimlerde.
Kuş cıvıltısı, yaprak hışıltısı
Yemyeşil mevsimlerde.
Mesut olmak vardır,
Doğmuş olmanın adına,
Damağı, gözbebekleri, elleriyle,
Doyasıya, göğe, yere, kadına.
Dertliler, hastalar, evde kalmış kızlar,
Bütün bahtsızlar!
Mesut olmak vardır,
Varmak yaşamanın tadına…

Rıfat ILGAZ

ÇÜRÜMENİN KİTABI (ANTİ-PEYGAMBER) ~ Emil Michel CİORAN

ÇÜRÜMENİN KİTABI
(ANTİ-PEYGAMBER)
Her insanın içinde bir peygamber uyuklar ve o uyandığında, dünyadaki
kötülük biraz daha artar ...
Vaaz verme çılgınhğı içimizde öylesine yer etmiştir ki, korunma
içgüdüsünün bilmediği derinliklerden doğar. Her insan, kendinin bir
şey önereceği iirıı bekler: Ne önerdiği önemli değildir. Bir sesi vardır
ya, o yeter. Ne sağır ne dilsiz olmanın bedelini pahalıya öderiz ...
Çöpçüsünden züppesine kadar herkes, cinai cömertliğinin kesesinden
harcar; hepsi, mutluluk reçeteleri dağıtır; hepsi, herkesin adımlarına
yön vennek ister: Ortaklaşa hayat, bundan ötürü tahammül edilmez
bir hale gelir; insanın kendi hayatı daha da çekilmez olur: Başkalarının
işlerine hiç karışmadığı zaman kişi kendi işleri için o kadar endişe
duyar ki, kendi "benliği"ni bir dine çevirir, yada tersten havarilik
yaparak "benliği "ni yok sayar: Evrensel oyunun kurbanıyızdır ...
Varoluşun veçhelerine getirilen çözüm önerilerinin bolluğu, ancak
bu önerilerin nafılelikleriyle mukayese edilebilir. Tarih: İdeal imalathanesi.
.. huyu suyu belli olmayan mitoloji, sürülerin ve yalnızlann
taşkınlıkları ... gerçekliği olduğu haliyle tasarlamanın reddi, ölümcül
kurgu açlığı. ..
Fiiliyatımıztn kaynağı, kendimizi zamanın merkezi, nedeni ve sonucu
zannetmeye bilinçsizce meyilli olmamızdadır. Reflekslerimiz
ve gururumuz, teşkil ettiğimiz et ve bilinç parçasını bir gezegene dö­
nüştürür. Eğer dünyadaki konumumuzu doğru olarak anlayabilseydik;
eğer kıyaslamak, yaşamak'tan ayrılmaz olsaydı, mevcudiyetimizin
ufaklığının açığa çıkması bizi ezerdi. Ama yaşamak, kendi boyutlanna
karşı körleşmektir. ..
Bütün fiiliyatımız -soluk almaktan imparatorluklar ya da metafizik
sistemler kurmaya kadar- kendi önemimiz hakkında bir yanılsamadan,
bilhassa da peygamberlik içgüdüsünden çıktığına göre, kendi
hükümsüzlüğünü doğru bir şekilde görmesi durumunda, işe yarar olmaya
ve kendini kurtarıcı gibi göstermeye kim çalışırdı ki?
"İdeal"siz bir dünya, doktrinsiz bir can çekişme, yaşamsız bir ebediyet
hasreti ... Cennet. .. Fakat kendimizi oyalamaksızın bir saniye bi-
le var olamazdık: İçimizdeki peygamber, bizi kendi boşluğumuzda
ihya eden deli tarafımızdır.
İdeal bir şekilde zihni açık, yani ideal bir şekilde nornıal insan,
içindeki hiçlik'ten başka hiçbir şeye tutunmamalıdır ... Onu işittiğimi
farz ediyorum: "Amaçtan, bütün amaçlardan koparılmışım: arzuları­
mın ve buruk:luklarımın sadece formüllerini muhafaza ediyorum. Sonuca
bağlama eğilimine direndiğim için ruhu yendim; tıpkı hayatı da,
onun içinde çözüm aramaktan dehşete kapılarak: yendiğim gibi. .. İnsanın
seyri - ne mide bulandırıcı şey! Aşk- iki tükürüğün karşılaşması
... Bütün duygular mutlak:lannı salgı bezlerinin sefilliğinden alırlar.
Asalet varoluşun yadsınmasındadır, harap olmuş manzaralara tepeden
bakan bir tebessümdedir yalnızca.
(Vaktiyle bir "benliğim" vardı; artık sadece bir nesneyim ... Yalnızlığın
bütün uyuşturucularını tıka basa alıyorum; dünyanın uyuşturucuları
bana benliğimi unutturamayacak: kadar hafiftiler. İçimdeki peygamberi
öldürmüş olduğuma göre, nasıl olur da insanlar arasında h§.lii
bir yerim olabilir ki?)
Emil Michel CİORAN

25 Ocak 2018 Perşembe

ACIYOR ~ Turgut UYAR

ACIYOR 
Mutsuzluktan söz etmek istiyorum
Dikey ve yatay mutsuzluktan
Mükemmel mutsuzluğundan insansoyunun
Sevgim acıyor

Biz giz dolu bir şey yaşadık
Onlarda orada yaşadılar
Bir dağın çarpıklığını
bir sevinç sanarak

En başta mutsuzluk elbet
Kasaba meyhanesi gibi 
Kahkahası gün ışığına vurup da
öteden beri yansımayan
Yani birinin solgun bir gülden kaptığı frengi
Öbürünün bir kadından aldığı verem
Bütün işhanlarının tarihçesi
sevgim acıyor

Yazık sevgime diyor birisi 
Güzel gözlü bir çocuğun bile 
O kadar korunmuş bir yazı yoktu
Ne denmelidir bilemiyorum
sevgim acıyor
Gemiler gene gelip gidiyor
Dağlar kararıp aydınlanacaklar
Ve o kadar

Tavrım bir çok şeyi bulup coşmaktır
Sonbahar geldi hüzün
İlkbahar geldi kara hüzün
Ey en akıllı kişisi dünyanın
Bazen yaz ortasında gündüzün
sevgim acıyor
Kimi sevsem
Kim beni sevse 

Eylül toparlandı gitti işte 
Ekim filanda gider bu gidişle 
Tarihe gömülen koca koca atlar
Tarihe gömülür o kadar 
Turgut UYAR

24 Ocak 2018 Çarşamba

VİRGİNİA WOLF ~ Ahmet OKTAY

VİRGİNİA WOLF
Üşümesinden belli içimin: bitiyor yaz.
Ufuk kör bir gözün ardı kadar boş. Geçiyor son
kuş sürüleri mumların titrediği bir katedralde
dinlediğim orgun sönüp giden yankısı gibi dinli-
yorum kanatlarının sesini

Ey üzünç diyorum: Yaşamımın toplamı, koyakların
ıssızlığından damıtılmış bana kalan tek bilgelik.

Üzünç: kolsuz bir askerin sakallı yüzü yansıyıp vitrinin
camında ‘kendini öldür’ diye iç geçirince; tezgahda
sızıp kalınca çocukluğunu ele veren göçebe
yüreğin sözü, kucaklanmayınca artık sevgili beden
ve gözyaşlarında parlayınca terkedilmiş baba ocağı

Dupduru gözlerle baktın bana ey yitik çocuk:
derede seyrederken kendimi ve öptün, ülkeler
vadeden bir öpüşle

Bu işte üzünç,
bu işte onulmazlık.

Yaz bitiyor:
gece iniltisini emziriyor büzülüp toprağa doğru çekilen
ağaçların, zaten yaralı belleğime daha bu sabah
bir uçurum kıyısıymış gibi dalıp gitmiştim saksının
çatlağına,bahçede yürürkende ayaklarım yapraklara
gömülü, bir kez daha Rhoda’nın sesiydi:
“Ah yaşam, nasıl da korktum senden.”

Bitiyor yaz: Ürperdim demin, biçimler dönüşebilir diye
düşünürken tek değişmeyen yüreğim ama yüreğim:
Paslı bir kapı işte, açılınca da inildeyerek ardında
hiçbir şey yok büyük karanlıktan başka.
Yine de konuşuyor biri:

Melek değil hükümlü kendini dünyaya doğru fırlatan:
“Siz lekelediniz beni ve çürüttünüz.”

Çöldeki su damlası gibi Söz: Emiyor onu demir,
beton ve cam, savaş ve tecim;
Yitiktir ve kovalanmıştır açıklamak isteyen
Söz

Ah bilemiyorum henüz yaşamımın tümünü, dok
işçilerinin suda yüzen sapları kesilmiş çiçeklere
benzeyen yüzlerine bakıyorum, şalına sımsıkı sarılmış
ihtiyar kadının çay bardağına değince bir kemik sesi
çıkaran eline bakıyorum, çilli bir oğlanın otobüsün camında
yassılmış burnuna bakıyorum: Bir giz mi bunlar belirginlik mi?
Üstelik hem göreniyim düşlerimin hem görüleni:

Üç başlı bir köpekle söyleşiyorum sık sık, elimde
bir gül; yağmalarken bir kitabın paha biçilmez gömüsünü.
Yine de yazgım o sözcükler, biricik ödevim.

Ve herşey bana sesleniyor: binlerce parçaya bölünüyor,
dağılıp gitmeden önce dokunuyorum herbirine:
Su bardaklarına, sarı, kırmızı, mor kurdelelere;
pencerenin nice yağmurlar, nice karlarla boyası
gitmiş pervazına; bir albümün gün boyu birbirleriyle
fısıldaşan sararmış fotoğraflarına, ıssız kar ovaları gibi
yalnızca rüzgarın sesiyle uğuldayan bomboş sayfaları gibi

Ah yazıma kimi zaman da, ateşe tutulmuş bir elin
acısıyla karalanmış yazılarıma:

Kanı çekilmiş ve dudakları hummanın koruyla kavrulmuş
bir yüz bu. Nedir aradığı ve nedir yitirdiği?
İnsan çiçeklenmelerinin ve insan yıkımlarının arasında.
Kişisel tarihler mi kurdum yaşamın sabuklamasıyla
yoksa varolan tarihlerin kurgusu muyum?
Ah yazı(m) taşıllaşan yazı(m): Aradığını ve yitirdiğini
biliyorum sonunda:

Yanmış bir kelebeğin külü.

Yaz bitiyor işte. Ayaküstü bir söyleşiydi zaten pespembe
ibrişim ağaçlarının altında. Kışa taşıyorum dünyanın
tortusunu: şarkılar, ağlayışlar, vedalar, buluşmalar,
karartma geceleri, sirenler, yaşamı saran sis:
İç içe giren, sarmaşan. Son bir gözgöze geliş zamanla:
Yanmış bir kelebeğin külü: Mavi-beyaz bir kelebeğin
külü…

Buluştuk Septimus, Clarissa, Rhoda. Mrs. Ramsay
dupduru bir ırmağın kıyısında, su yankılıyor dağılan ve
birleşen doğaya tek bir cümleyi:

“Şu küçücük varolma sorunu bitti”

Akıyor ırmak
Ahmet OKTAY

ÇÜRÜMENİN KİTABI ~ Emil Michel Cioran

ÇÜRÜMENİN KİTABI

(FANATİZMİN ŞECERESİ)
Aslında her fikir yansızdır, ya da öyle olmalıdır; ama insan onu canlandınr,
alevlerini ve cinnetlerini yansıtır ona; saflığını yitirmiş, inanca
dönüştürülmüş fikir, zaman içindeki yerini alır, bir olay çehresine
bürünür; Mantıktan sara hastalığına geçiş tamamlanmış olur ... İdeolojiler,
doktrinler ve kanlı şakalar böyle doğar.
İçgüdüsel olarak putlara taptığımız dan, düşlerimizin ve çıkarlarımızın
nesnelerini kayıtsız şartsız şeyler haline getiririz. Tarih, bir
Sahte Mutlaklar Geçidi'nden, bahaneler adına dikilmiş bir tapınaklar
dizisinden, zihnin Gayri Muhtemel önünde küçülmesinden ibarettir.
Dinden uzaklaştığında bile insan dine tabi kalır; bütün çabasıyla tanrı
benzerleri yaratır, sonra da benimser bunları ateşlilikle: İçindeki kurgu
ihtiyacı, mitoloji ihtiyacı, apaçık gerçeğin ve gülünçlüğün üstesinden
gelir. Bütün cinayetlerinin sorumluluğu tapma gücündedir: Bir
tanrıyı yakışıksızca seven kişi, başkalarını da onu sevmeye zorlar, buna
razı olmazlarsa onları yok etmeye de hazırdır. Hiçbir hoşgörüsüzlük,
ideolojik taviz vermezlik veya din yayıcılığı yoktur ki, şevkin
hayvani temelini açığa vurmasın. Hele insan ilgisizlik melikesi'ni bir
yitirsin: Potansiyel bir katil haline gelir. Hele.fikrini tanrıya dönüştürsün:
Bunun sonuçları sayılamayacak kadar çoktur. Ancak bir tanrı ya
da tanrı taklitleri adına insan öldürülür: Akıl Tanrıçası'nın. ulus, sınıf
ya da ırk fikrinin yol açtığı aşınlıklar Engizisyon'un ya da Reform'un kilerle
akrabadır. Kanlı marifetler konusunda coşku dönemlerinin
üzerine yoktur: Azize Teresa ancak yakılan insanlarla çağdaş olabilir-
di, Luther de köylü katliamlarıyla ... Mistik krizlerde, kurban iniltileriyle
vecd iniltileri birbirine paraleldir ... Dar ağaçları, zindanlar, hücreler,
ancak bir imanın gölgesinde çoğalır - ruhu hepten sarmış olan o
inanma ihtiyacının gölgesinde. Bir doğruyu, kendi doğrusunu elinde
bulunduran kişinin yanında şeytan bile epey soluk kalır. Neronlar'a,
Tiberiuslar'a karşı adaletsiz davranıyoruz: Ayrılıkçılık kavramını hiç
de onlar icat etmemiştir: Katliamlarla kendini oyalayan, çığrından
çıkmış hayalciler olmuşlardır sadece. Hakiki' katiller, dini veya siyasi
düzeyde bir ortodokstluk kuranlardır; mümin ile mezhep sapkını arasında
ayrım yapanlardır.
Fikirlerin birbirinin yerine geçebildiğini kabullenmemekte ısrar
edilince, kan akar. .. Kesin kararların altından bir hançer yükselir;
alevli gözler cinayet habercisidir. Hamlet'ten etkilenmiş mütereddit
bir ruh asla zarara yol açmamıştır: Kötülüğün ilkesi irade gerilimindedir,
huzuru yaşayamamaktadır; tıka basa ideallerle dolu, kanaatlerinin
ağırlığı altında patlayan ve şüpheyle tembelliği -bütün faziletlerinden
daha soylu zaaftan- alaya almakla gönül eylemiş olduğu için,
mahvolduğu bir yola, tarihe, o densiz sıradanlık ve kıyamet kanşımı­
na ginniş olan bir ırkın Prometheus'vıi.ri megalomanisindedir. .. Orada
kesinlikler çoktur: Bunları kaldırın, özellikle de sonuçlarını kaldırın:
Cenneti yeniden kurarsınız. Düşüş, bir doğrunun peşine takılma ve
onu bulmuş olmaktan emin olma değilse; bir dogma için duyulan tutku,
bir dogmanın içine yerleşme değilse nedir? Bundan fanatizm doğar
-insana iş görür olma, peygamberlik yapma ve terör zevkini veren
temel kusur-, o lirik cüzzam aracılığıyla ruhlara bulaşır, boyun eğdirir;
anları ezer ya da taşkınlaştırır... Bunun elinden bir tek kuşkucular
kurtulur (ya da miskinler ve estetler), çünkü hiçbir şey önermezler,
çünkü -insanlığın hakiki" velinimetleri olan onlar- tarafgirlikleri yok
eder ve içlerindeki sayıklamayı tahlil ederler. Bir *Pyrrhon'un yanında,
kendimi bir Aziz Paulus'un yanında olduğundan daha güvenlikte
hissederim; nüktedan bir bilgeliğin, zincirinden boşanmış bir azizlikten
daha yumuşak olması nedeniyle ... Ateşli bir ruhta, kılık değiştirmiş
bir avcı hayvan bulunur; kişi, bir peygamberin pençelerinden kolay
kolay kurtulamaz ... İster sema adına, ister site veya ba§ka bahaneler
adına sesini yükselttiğinde, uzaklaşın ondan: Yalnızlığınızın satırıdır,
onun hakikatlerinin ve taşkınlıklarının berisinde yaşamanızı affetmez;
hislerinizi, varını yoğunu onunla paylaşmanızı ister; bunu size dayatmak 
ve sizi tanınmaz hale getirmek ister. Bir inanç tarafından
ele geçirilip onu ötekilere iletmeye çalışmayan insan, selimet saplantısının
hayatı soluksuz bıraktığı bir yer olan yeryüzüne yabancı bir
olaydır. Etrafınıza bakın: Her tarafta vaaz veren solucanlar; her kurum
bir misyonu dile getirir; tapınaklar gibi belediyelerin de mutlakları
vardır; yönetimin ise yönetmelikleri - maymunların kullanımına
yönelik metafizik ... Hepsi de bütün insanların yaşamına çare bulmaya
çabalar: Dilenciler ve şifasız hastalar bile buna can atarlar: Dünya kaldırımları
ve hastaneler reformcularla dolup taşar. Olay kaynağı haline
gelme isteği, her birinin üzerine zihinsel bir karışıklık, ya da kişinin
kendi istediği bir !il.net gibi etki eder. Toplum - bir kurtarıcılar cehennemi!
Diogenes'in elinde lambasıyla aradığı, ilgisiz biriydi. ..
Birisinin idealden, gelecekten, felsefeden içten bir şekilde söz ettiğini,
emin bir ses tonuyla "biz" dediğini, "diğerleri"ni andığını duymam;
kendini onların tercümanı olarak gördüğüne şahit olmam onu
kendime düşman görmem için yeterlidir. Onda bir tiran müsveddesi,
aşağı yukarı bir cellat görürüm; tiranlar kadar, büyük cellatlar kadar
nefrete müstahaktır. Her imanın bir tür terör icra etmesindendir bu; ve
bunu yerine getirenin "saflar" olması, olayı daha da ürkütücü hale getirir.
Kurnazlara, düzenbazlara, zirzoplara güvenilmez; halbuki tarihteki
hiçbir büyük kargaşa onlara isnat edilemezdi; hiçbir şeye inanmadıkları
için ne yüreklerinize ne de artdüşüncelerinize karışırlar; sizi
kendi gevşekliğinizin, ümitsizliğinizin ya da yararsızlığınızın eline
bırakırlar; insanlık yaşadığı azıcık refah anlarını onlara borçludur: Fanatiklerin
işkence ettiği ve "ldealistler"in batırdığı halkları kurtaran
onlardır. Doktrinsizdirler, sadece kaprisleri ve çıkarları vardır; ilkeli
despotizmin yol açtığı yıkımlardan bin kere daha dayanılır olan
uyumlu zaaflardır bunlar. Zira hayattaki bütün kötülükler bir "hayat
anlayışı"ndan ileri gelir. Olgunlaşmış bir siyaset adamı, eski Sofistler'in
çalışmalarını derinleştirmeli ve şan dersleri almalıdır; - bir de
yolsuzluk dersleri ...
Fanatik ise yolsuzluğa kapılmaz: Bir fikir uğruna öldürüyorsa,
onun için Pekala ölebilir de; her iki durumda da, tiran veya şehit de olsa,
bir canavardır. Bir inanç için acı çekmiş olandan daha tehlikeli
varlık yoktur: En büyük zalimler, kafası kesilmemiş mazlumlar arasından
çıkar. Acı, güç iştahını azaltmak şöyle dursun, onu azdırır; zihin
de kendini bir soytarının meclisinde bir kurbanınkinden daha rahat
hisseder; onu, bir fikir için ölünen gösteriden daha fazla tiksindiren
hiçbir şey yoktur ... Yücelik ve kan dökmeden bıkıp usandığı için, 
evrenle eş düzeyde bir taşra sıkıntısının; şüphenin bir olay ve ümidin
bir musibet gibi görüneceği değişmezlikte bir Tarih'in hayalini kurar
...
*Phyrrhon(Piron):  MÖ 365-275 yılları arasında yaşamış olan kuşkuculuğun kurucusu ünlü Yunan düşünür. Abderalı Anaksarkhos'un öğrencisi olan Pyrrhon Elis'de öğretmenlik yaptı.

(ANTİ-PEYGAMBER)
Her insanın içinde bir peygamber uyuklar ve o uyandığında, dünyadaki
kötülük biraz daha artar ...
Vaaz verme çılgınhğı içimizde öylesine yer etmiştir ki, korunma
içgüdüsünün bilmediği derinliklerden doğar. Her insan, kendinin bir
şey önereceği iirıı bekler: Ne önerdiği önemli değildir. Bir sesi vardır
ya, o yeter. Ne sağır ne dilsiz olmanın bedelini pahalıya öderiz ...
Çöpçüsünden züppesine kadar herkes, cinai cömertliğinin kesesinden
harcar; hepsi, mutluluk reçeteleri dağıtır; hepsi, herkesin adımlarına
yön vennek ister: Ortaklaşa hayat, bundan ötürü tahammül edilmez
bir hale gelir; insanın kendi hayatı daha da çekilmez olur: Başkalarının
işlerine hiç karışmadığı zaman kişi kendi işleri için o kadar endişe
duyar ki, kendi "benliği"ni bir dine çevirir, yada tersten havarilik
yaparak "benliği "ni yok sayar: Evrensel oyunun kurbanıyızdır ...
Varoluşun veçhelerine getirilen çözüm önerilerinin bolluğu, ancak
bu önerilerin nafılelikleriyle mukayese edilebilir. Tarih: İdeal imalathanesi.
.. huyu suyu belli olmayan mitoloji, sürülerin ve yalnızlann
taşkınlıkları ... gerçekliği olduğu haliyle tasarlamanın reddi, ölümcül
kurgu açlığı. ..
Fiiliyatımıztn kaynağı, kendimizi zamanın merkezi, nedeni ve sonucu
zannetmeye bilinçsizce meyilli olmamızdadır. Reflekslerimiz
ve gururumuz, teşkil ettiğimiz et ve bilinç parçasını bir gezegene dö­
nüştürür. Eğer dünyadaki konumumuzu doğru olarak anlayabilseydik;
eğer kıyaslamak, yaşamak'tan ayrılmaz olsaydı, mevcudiyetimizin
ufaklığının açığa çıkması bizi ezerdi. Ama yaşamak, kendi boyutlanna
karşı körleşmektir. ..
Bütün fiiliyatımız -soluk almaktan imparatorluklar ya da metafizik
sistemler kurmaya kadar- kendi önemimiz hakkında bir yanılsamadan,
bilhassa da peygamberlik içgüdüsünden çıktığına göre, kendi
hükümsüzlüğünü doğru bir şekilde görmesi durumunda, işe yarar olmaya
ve kendini kurtarıcı gibi göstermeye kim çalışırdı ki?
"İdeal"siz bir dünya, doktrinsiz bir can çekişme, yaşamsız bir ebediyet
hasreti ... Cennet. .. Fakat kendimizi oyalamaksızın bir saniye bi-
le var olamazdık: İçimizdeki peygamber, bizi kendi boşluğumuzda
ihya eden deli tarafımızdır.
İdeal bir şekilde zihni açık, yani ideal bir şekilde nornıal insan,
içindeki hiçlik'ten başka hiçbir şeye tutunmamalıdır ... Onu işittiğimi
farz ediyorum: "Amaçtan, bütün amaçlardan koparılmışım: arzuları­
mın ve buruk:luklarımın sadece formüllerini muhafaza ediyorum. Sonuca
bağlama eğilimine direndiğim için ruhu yendim; tıpkı hayatı da,
onun içinde çözüm aramaktan dehşete kapılarak: yendiğim gibi. .. İnsanın
seyri - ne mide bulandırıcı şey! Aşk- iki tükürüğün karşılaşması
... Bütün duygular mutlak:lannı salgı bezlerinin sefilliğinden alırlar.
Asalet varoluşun yadsınmasındadır, harap olmuş manzaralara tepeden
bakan bir tebessümdedir yalnızca.
(Vaktiyle bir "benliğim" vardı; artık sadece bir nesneyim ... Yalnızlığın
bütün uyuşturucularını tıka basa alıyorum; dünyanın uyuşturucuları
bana benliğimi unutturamayacak: kadar hafiftiler. İçimdeki peygamberi
öldürmüş olduğuma göre, nasıl olur da insanlar arasında h§.lii
bir yerim olabilir ki?)

(TANIMLAR MEZARLIĞINDA)
"Artık benim için hiçbir şey konu olamaz, zira bütün şeylerin tanımını
verdim," diye haykıran bir zihin tahayyül edebilir miyiz acaba? Böyle
bir şeyi tahayyül edebilsek bile, süre içinde nasıl konumlandırılır bu?
Bizi çevreleyen şeylere, onlara isim verdiğimiz -ve ötelerine geç­
tiğimiz- ölçüde tahammül ederiz. Ama, bir şeyi bir tanımla benimsemek,
ne kadar keyfi olursa olsun -ne kadar keyfiyse o kadar da vahimdir,
çünkü bu durumda ruh bilginin önüne geçer- o şeyi dışlamaktır;
onu yavanlaştırmak ve yersizleştirmektir, yok etmektir. Avare ve
münhal bir zihin - dünyayla da yalnızca uyku sayesinde bütünleşen
bir zihin- şeylerin isimlerini çoğaltmak, içlerini boşaltmak ve yerlerine
formüller koymaktan başka hangi işi icra edebilir? Sonra, şeylerin
yıkıntıları üzerinde ilerler; artık ihsas yoktur: Yalnızca hauralar. Her
formülün altında bir kadavra yatmaktadır: Varlık veya nesne, mahal
verdiği bahanenin altında ölür. Zihnin havai ve uğursuz hovardalığı­
dır bu. Ve bu zihin isimlendirdiği ve kayda düştüğü şeylerin içinde
kendini de heba etmiştir. Sözcüklere il.şık olduğu için, ağır sessizlik
lerdeki esrardan nefret ediyordur ve bu sessizlikleri hafifleştirip saflaştırır:
Bu zihnin kendisi de hafif ve saf bir hale gelmiştir, çünkü her
şeyin yükünü atmış ve her şeyden arınmıştır. Tanımlama zaafı, onu
merhametli bir cani ve uysal bir kurban haline getirmiştir.
Ruhun zihne yaydığı ve ona canlı olduğunu hatırlatan tek leke de
böylece silinmiştir.

(UYGARLIK VE HAVAİLİK)
Küstah ve leziz zihinler eserlerin ve şaheserlerin dokularına ince horgörti
ve hercai alaylardan saçaklar eklemeselerdi, onların aşınmış kütlesine
ve derinliğine nasıl dayanabilirdik? İncelikleriyle toplumun
hem doruklarına hem de kıyısına yerleşen o sevimli varlıklar olmasa,
ataletle görgünün zeki ve beyhude zaaflara gereksiz yere kattığı yasalara,
adetlere, kalpten kopan pasajlara nasıl tahammül ederdik?
Ciddiyeti kötüye kullanmamış, değerlerle oynarruş, bu değerleri
meydana getirmekten ve yok etmekten büyük bir zevk almış uygarlıklara
minnettar olmak gerekir. Yunan ve Fransız uygarlıkları dışında,
şakacı bir zihin açıklığıyla şeylerdeki zarif hiçliğin gösterisini sunan
bir uygarlık biliyor muyuz? Alkibiades'in dönemi ile on sekizinci
yüzyıl Fransası iki teselli kaynağıdır. Halbuki diğer uygarlıklar, hayata
bir yararsızlık lezzeti veren o neşeli icraatın tadını ancak son aşamalarında,
bütün bir inanç ve gelenek sisteminin çöküşünde alabilmişlerdir
bu iki yüzyıl ise, her şeye karşı kaygısız olan ve her şeyi
kabul eden can sıkıntısını en olgun çağlarında, güçlerine ve geleceğe
tam anlamıyla mfilikken yaşamışlardır. Bir yandan hayata lclnet okurken
yine de hayattaki burukluğun hoşluklarını tadan, yaşlı, kör ve ileri
görüşlü Madam du Deffand'dan iyi bir simge var mıdır?
Hiç kimse havailiğe hemen ulaşamaz. O bir ayrıcalık ve bir sanattır;
her tür kesinliğin imkansız olduğunun farkına varan ve kesinliklerden
tiksinen kimselerdeki yüzeysellik arayışıdır; doğal bir şekilde
dipsiz oldukları için hiçbir yere götüremeyecek uçurumlardan uzağa
kaçıştır.
Bununla birlikte, geriye görünümler kalır: Neden bunları bir üslup
düzeyine yükseltmeyelim? Bütün akıllı devirlerin tanımı buradadır.
İfadeyi taşıyan ruhtan ziyade, ifadenin kendisine; sezgiden ziyade teveccühe
itibar edilen noktaya varılır; heyecan bile nazik bir hale gelir. Hiçbir zarafet önyargısı taşımayan, kendi kendine teslim edilmiş
olan varlık bir canavardır; kendi içinde, sadece elikulağında terörün
ve inkarın kol gezdiği karanlık bölgeler bulur. Ölmekte olduğunu bü­
tün canlılığıyla bilmek ve bunu gizleyememek bir barbarlık eylemidir.
Her samimi felsefe, sırlarımızı eleyen ve istenen etkilere dönüş­türme 
işlevi gören uygarlığın ünvanlarını inkfir eder. Böylece havailik,
olduğumuz gibi olma derdine karşı en etkili panzehir haline gelir:
Onun aracılığlyla dünyayı kötüye kullanırız ve derinliklerimizde yatan
yakışıksızlığı gözlerden saklarız. Onun hünerleri olmasa. bir ruh
sahibi olmaktan ötürü nasıl yüzümüz kızarmazdı. Aşırı hassas yalnızlıklarımız,
ötekiler için ne cehennemdir! Ama hep onlar için, bazen de
kendimiz için icat ederiz görünümlerimizi...

TANRI'NIN İÇİNDE YOK OLMAK )
Farklı özüne itina gösteren ruh, kaçındığı şeyler tarafından her adımda
tehdit edilir. Dikkati -en büyük ayrıcalığı- onu sık sık terk ettiği
için, kaçmak istediği eğilimlere boyun eğer, ya da murdar sırlara yem
olur. .. Bizi hayvanlara ve nihai meselelere yakınlaştıran bu korkulan,
bu titremeleri, bu başdönmelerini kim yaşamamıştır ki? Dizlerimiz
bükülmeden titrer, ellerimiz kavuşmadan birbirini arar, gözlerimiz
hiçbir şey görmeden yukarı bakar. .. Cesaretimizi pekiştiren o dikey
kibri, bizi gösteri yapmaktan muaf tutan duyguyu, o hareketlerden
dehşet duyma duygusunu muhafaza ederiz; gülünçlük derecesinde
ifadeye gelmez olan bakışları örtmek için, göz kapaklarımızın yardı­
mını da ... Kayıp gitmemiz yakındır, ama kaçınılmaz değildir; ilginç
bir kazadır, ama hiç yeni değildir; korkularımızın ufkunda şimdiden
bir tebessüm doğmaktadır ... duanın kucağına hiç düşmeyeceğizdir ...
Zira sonunda O kazanmamalıdır; büyük harfle yazılan ismini lekelemek,
istihzamıza düşer; saçtığı titremeleri dağıtmak da yüreğimize ...
Böyle bir varlık gerçekten olsaydı; zayıflıklarımız kararlarımıza,
derinliklerimiz sınamalarımıza üstün gelseydi, o zaman hafif düşünmeyi
sürdürmek beyhude olmaz mıydı? Madem ki zorluklarımız hallolmuş,
sorularımız askıya alınmış ve büyük korkularımız yatıştırılmış
... Fazla kolay olurdu bu. Her mutlak-şahsi veya soyut-, sorunları
es geçmenin bir tarzıdır; sadece sorunları değil, duyuların paniğinden
başka bir şey olmayan köklerini de ... 
Tanrı: Ürküntümüzün üzerine dosdoğru düşüş; hiçbir ümide kanmayan
arayışlarımızın ortasına yıldırım gibi inen selfunet; tesellisiz
kalmış ve zaten teselli edilmek de istemeyen kibrimizin dolambaçsız
bir biçimde geçersizleşmesi; bireyin kızağa çekilme yolunda ilerlemesi;
endişe noksanlığı yüzünden ruhun işsiz kalması ...
imandan daha büyük bir feragat var mıdır? İman olmadığında sonsuz
sayıda çıkmaza girildiği doğrudur. Ama hiçbir şeyin sonunun hiç­
bir şeye çıkmadığını; evrenin, hüznümüzün bir yan-üıünü olduğunu
bile bile, bu ayak sürüme ve kafamızı yere göğe vura vura ezme zevkinden
kendimizi niye mahrum edelim?
Atadan kalma ödlekliğimizin bize önerdiği çözümler, entelektüel
edebinden yan çizmenin en beter yollarıdır. Yanılmak, kandırılmış
olarak yaşamak ve ölmek; insanların yaptığı budur. Ama bizi Tanrı'nın
içinde yok olmaktan koruyan ve bütün anlarımızı, hiç etmeyeceğimiz
dualara dönüştüren bir haysiyet de vardır.

( ÖLÜM ÜZERİNE ÇEŞİTLEMELER )
I. - Hiçbir şeye dayanmadığı için, bir gerekçenin gölgesi bile bulunmadığı
için, hayatta sebat ederiz. Ölüm fazla kesindir; bütün sebepler
onun tarafında bulunur. İçgüdülerimize esrarengiz gelir; düşünüşü­
müzün önünde, berrak ve itibarsız bir halde, bilinmeyenin sahte cazibesi
olmaksızın belirir.
Hükümsüz sırları biriktire biriktire, anlamsızlığı tekeline ala ala,
hayat ölümden fazla ürküntü verir: Büyük Meçhul odur.
Bunca boşluk ve anlaşılmazlık nereye varabilir? Günlere tutunuruz,
çünkü ölme arzusu fazla mantıksaldır, bundan dolayı da işe yaramazdır.
Hayat belirgin, tartışılmaz açıklıkta tek bir gerekçeye sahip
olsaydı kendini yok ederdi; içgüdüler ve ön yargılar Tutarlılık'la temasa
geçtiklerinde ortadan kalkarlar. Soluk alan her şey teyit edilemeyenle
beslenir; birazcık mantık ilavesi bile, varoluş -Sağduyusuzluk
çabası- için uğursuz olurdu. Hayata sarih bir anlam verin: Hemen o
an cazibesini yitirir. Hedeflerindeki belirsizlik onu ölümden üstün kı­
lar; bir nebze sarahat bile onu mezarlar kadar bayağılaştırabilirdi. Zira
hayatın anlamını konu alan bir müspet bilim yeryüzünü bir günde
ıssız bırakırdı; Arzu'nun verimli gayri muhtemelliğini de hiçbir çılgın
yeniden canlandıramazdı. 

II. -İnsanlar, en nazlı ölçütlere göre sınıflandırılabilir: mizaçları­
na göre; eğilimleri, düşleri ya da salgı bezlerine göre ... Kravat değiştirir
gibi fikir değiştirilir; zira her fikir, her ölçüt, dışarıdan, zamanın biçimlenişlerinden
ve tesadüflerinden gelir. Fakat kendimizden gelen,
kendimiz oları bir şey vardır; görünmez, ama içsel olarak teyit edilebilir
bir gerçeklik; her an kavranabilen ve hiçbir zaman kabullenmeye
cesaret edilmeyen ve ancak tüketilmeden önce gündeme gelen uygunsuz
ve ezeli bir mevcudiyet: Ölümdür bu, hakiki ölçüt odur ... Bütün
canlıların en mahrem boyutu olan ölüm, birbirine indirgenemeyen iki
düzene ayırır insanlığı. .. Bu iki düzen arasındaki mesafe, bir akbabayla
bir köstebek, bir yıldızla bir tükürük arasındakinden de fazladır ...
Ölüm duygusu olan insanla bu duyguya hiç sahip olmayan arasında,
iletişimi mümkün olmayan iki dünyanın uçurumu açılırr, bununla birlikte
ikisi de ölür; fakat biri ölümünden habersizdir, ötekiyse bunu bilir;
biri sadece bir anda ölür, ötekiyse sürekli ölmektedir ... Ortak koşulları
ikisini de birbirine karşıt uçlara yerleştirir; iki aşırı uca ve aynı
tanımın içine; uzlaşmazlıklarıyla aynı kadere maruz kalırlar. .. Biri
sanki ebediymiş gibi yaşar; öteki devamlı olarak ebediyetini düşünür
ve bunu her düşüncesinde inkar eder.
Hiçbir şey hayatımızı değiştiremez, hayatı iptal eden kuvvetlerin
içimize aşama aşama sızması dışında hiçbir şey. Ne büyümemiz deki
sürprizler, ne de yeteneklerimizin serpilmesi hayata yeni bir ilke katar;
hayatın nezdinde ancak tabidir onlar. Tabii olan hiçbir şey de bizi
kendimizden başka bir şey haline getiremez.
Ölümün ön belirtisi olan her şey, hayata bir yenilik meziyeti katar,
onu dönüştürür ve büyütür. Sağlık, hayatı olduğu halde, kısır bir kimlik
içinde muhafaza eder; oysa hastalık bir faaliyettir; insanın sergileyebileceği
en yoğun faaliyet, kendini kaybetmiş ve ... duraklamalı bir
harekettir; hareket göstermeksizin bol bol enerji sarf etmektir, tamiri
imkansız bir gök parıltısını düşmanlıkla ve tutkuyla beklemektir.

III. -Ölüm saplantısına karşı, aklın gerekçeleri gibi ümidin kaçamaklarının
da işe yaramaz olduğu ortaya çıkar: Anlamsızlıkları, ölme
iştahını azdırmaktan başka şeye yaramaz. Bu iştahın üstesinden gelmek
için bir tek "yöntem" vardır: Bunu sonuna kadar yaşamak; tüm
hazlarına, tüm boğucu sıkıntılarına maruz kalmak; bundan kaçmak
için hiçbir şey yapmamak. Doyasıya yaşanan her saplantı kendi aşırılıklarıyla
kendini ortadan kaldırır. Ölümün sonsuzluğu üzerinde dura
dura düşünce bunu yıpratmayı başarır, bizi bundan tiksindirir; bu ne-
gatif fazlalığın elinden hiçbir şey kurtulmaz; ölümün itibarını tehlikeye
düşürüp azaltmadan önce, bize hayatın boşunalığını gösterir.
Kendini bunaltının zevklerine kaptırmamış; düşüncelerinde, sö­
nüp gitme tehlikesinin lezzetine bakmamış, zalim ve yumuşak yok
oluşların tadını almamış kişideki ölüm saplantısı hiç iyileşmeyecektir:
Bunun ıstırabını çekecektir, çünkü buna direnmiş olacaktır; oysa
bir dehşet disiplininde ustalaşmış kişi, kendi kokuşmuşluğu üzerine
düşünerek kendini kararlılıkla kül haline getirmiş kişi, ölümün geç­-
mişi'ne doğru bakacaktır - kendisi de artık yaşayamayan bir dirilmiş'ten
başka bir şey olmayacaktır. "Yöntem"i onu hem hayattan hem
ölümden kurtarmış olacaktır.
Her esaslı tecrübe uğursuzdur: Varoluşun katmanlarında bir kalınlık
noksanlığı vardır; bunları kazan yürek ve varlık arkeoloğu, arayışları­-
nın sonunda boş derinliklerle karşılaşır. Görünümlerin zırhını boş yere
özlemle arayacaktır.
Sözüm ona en yüksek sırların ifşaatı olan Antik Esrar' dan bize bilgi
konusunda hiçbir şey intikal etmemiştir. Herhalde müptedilerin
hiçbir şey aktarmama zorunlulukları vardı; fakat yine de aralarından
tek bir gevezenin çıkmamış olması akıl alır gibi değildir; bir sırda
böylesine inat etmekten daha ters bir şey varmıdır insanın tabiatına?
Aslında hiçbir sırrın olmamış olmasındandır bu; olup biten ayinler ve
ürpertilerdir. Perdeler kaldırıldığında, ortaya sonsuz uçurumlardan
başka ne çıkabilirdi? Sadece hiçliğin sırlarına giriş yapılabilir ve
canlı olmanın gülünçlüğünün .
... Yanılgıdan kurtulmuş yüreklerin katılacağı bir Eleusis töreni*
düşünüyorum, tanrıların ve yanılsama ateşliliğinin olmadığı açık bir
Esrar ...
-----*-----
Eleusis töreni*Dini sırları açıklamak için yapılan törenler.

(ANLARIN KIYISINDA)
Şeylerden aldığımız zevki ayakta tutan ve şeylerin hala var olmasını
sağlayan, ağlamanın imkansızlığıdır: Tatlarını tüketmemize ve bunlardan
yüz çevirmemize engel olur. Onca yolun ve kıyının üzerinde,
gözlerimiz kendi içlerinde boğulmayı reddettikleri zaman, kuruluklarıyla,
hayran oldukları nesneyi koruyorlardır. Gözyaşlanmız tabiatı
heba eder, kendinden geçişler de Tanrı'yı. .. Ama sonunda, bizi de heba
ederler. Zira ancak en yüksek arzularımızı serbest mecralarına bı­
rakmayı reddederek oluruz: Hayranlığımızın ya da hüznümüzün çemberine
giren şeyler, sadece onları sulu vedalarımızla kurban etmediğimiz
ve kutsamadığımız için orada kalırlar .
... Böylelikle, her geceden sonra, kendimizi yeni bir günün karşı­
sında bulduğumuzda, o günü doldurma gerekliliğinin gerçekleştirilemez
oluşu içimizi ürküntüyle doldurur; ve ışık içinde nerede olduğumuzu
şaşırmış bir halde, sanki dünya az önce sarsılmış ve kendi Yıldız'ını
icat etmiş gibi, bir teki bile bizi zamanın dışına çıkarmaya yetecek
olan gözyaşlarından kaçarız.

(ZAMANIN PARÇALARININ BİRBİRİNDEN AYRILMASI)
Anlar birbirini izler: Bir kapsamları olduğu yanılsamasına, ya da bir
anlamları olduğu hayaline kapılmak için hiçbir sebep yoktur; cereyan
ederler; seyirleri bizim seyrimiz değildir; sersem bir algıya hapsolmuş
bir şekilde akışını seyre dalarız onların. Zaman boşluğunun
önünde yürek boşluğu: Karşı karşıya, birbirlerine yokluklarını yansı­
tan iki ayna, aynı hiçlik görüntüsü ... Hayalperest bir budalalığın etkisi
altındaymış gibi, her şey aynı seviyeye gelir: Artık doruklar da yoktur,
uçurumlar da ... Yalanlarda ki şiir, bir muammanın dürtüsü artık
nerede keşfedilir?
   Sıkıntıyı hiç bilmeyen kişi, çağların doğuşundan önceki dünyanın
çocukluğunda bulunmaktadır hala; ahı gitmiş vahı kalmış, kendi boyutlarına
aldırmayan o yorgun zamana, kendi geleceğinin eşiğindeyken
aniden bir yadsıma lirizmi mertebesine çıkartılmış maddeyi de
beraberinde sürükleyerek çöken zamana kapalı kalır. Sıkıntı, kendi
kendine yarılan zamanın içimizdeki yankısıdır ... boşluğun açığa çıkmasıdır,
hayatı destekleyen -ya da icat eden- o sayıklamanın kurumasıdır...
   Değer yaratan insan, tam anlamıyla sayıklayan varlıktır; bir şeyin
var olduğu inancından mustariptir, oysa nefesini tutması kafidir: Her
şey durur. Heyecanlarını askıya alsa: Artık hiçbir şey titremez olur.
Kaprislerini ortadan kaldırsa: Her şey soluklaşır. Gerçeklik aşırılıkla
rımızın, ölçüsüzlüklerimizin ve dengesizliklerimizin bir eseridir. Çar-
pıntılarımızı frenleyebildiğimizde: Dünyanın akışı yavaşlar. Ateşliliğimiz
olmasa, mekan buz tutar. Zaman bile, birazcık zihin açıklığıyla
çırılçıplak ortaya çıkacak o dekoratif evreni doğurduğu için arzuları­
mız, akmaktadır. Birazcık açıkgörüşlülük, en baştaki durumumuza
indirger bizi: Çıplaklık. Azıcık istihza, kendimizi aldatmamıza ve yanılsamayı
hayal etmemize imkan veren o gülünç görünüşlü ümitlerden
arındırır: Aksi yönde her yol hayatın dışına götürür. Can sıkıntısı
bu güzergahın başlangıcıdır sadece ... Zamanın fazla uzun olduğunu
hissettirir bize - bir erek gösterme yeteneğine sahip değildir. Her nesneden
kopmuş olan, dışarıdan özümleyecek hiçbir şeyi de olmayan
bizler ağır ağır kendimizi imha ederiz, çünkü gelecek bize bir oluş nedeni
sunmaktan çıkmıştır.
   Sıkıntı bize, zamanın aşımı değil de yıkımı olan bir ebediyeti ifşa
eder; batıl inanç noksanlığından çürümüş ruhların sonsuzudur o:
Kendi düşüşlerinin peşinde olan şeylerin kendi etraflarında dönmelerine
hiçbir şeyin engel olmadığı düz bir mutlak.
Hayat sayıklama içinde yaratılır ve sıkıntı içinde dağılır.
(Belirgin bir dertten mustarip olan kişinin şikayet etmeye hakkı
yoktur: Onun bir meşgalesi vardır. Ağır hastalar hiç sıkılmazlar: Hastalık
içlerini doldurur, tıpkı büyük suçluları vicdan azabının beslemesi
gibi. Zira her yoğun acı doluluk benzeri bir durum yaratır ve bilince,
içinden çıkamayacağı korkunç bir gerçeklik sunar; oysa sıkıntı denen
o zaman matemindeki madde'siz acı, bilincin karşısına, onu kazançlı
bir girişime zorlayan hiçbir şey çıkarmaz. Yeri belirlenemeyen
ve hiç sarih olmayan, iz bırakmadan vücudun üstüne çöken, ruha işaret
vermeden sızan bir dert nasıl iyileştirilir? Bu dert, atlattığımız, fakat
imkanlarımızı, dikkat rezervlerimizi kurutan; bizi, boğucu sıkıntı­
larımızın yok olması ve ıstıraplarımızın uçup gitmesinin ardından gelen
boşluğu doldurmaktan aciz bırakan bir hastalığa benzer. Zaman
içindeki bu yurtsuzlaşmanın yanında, bakışlarımız altında çürüyen
evren manzarasının dışında hiçbir şeyin göze batmadığı o boş ve bitkin
çöküntü halinin yanında, cehennem bile bir sığınaktır.
   Artık hatırlamadığımız ve etkileriyle ömrümüze tecavüz eden bir
hastalığa karşı hangi tedavi yolunu kullanmalı? Varoluşa nasıl bir çare
bulmalı, o sonu olmayan iyileşmeyi nasıl nihayetine erdirmeli? Ve
doğumun etkisini üzerimizden nasıl atmalı?Sıkıntı, o devasız nekahet...)

(HARİKULADE YARARSIZLIK)
Yunan kuşkucuları ve gerileme dönemindeki Roma imparatorları dı­şında 
tüm zihinler belediyeci bir yönelimin hizmetine girmiş görünmektedirler.
Sadece onlar -birinciler şüphe, diğerleri ise cinnet yoluyla o tatsız yararlılık saplantısından azade olmuşlardır. Filozof ya da eski fatihlerin külyutmaz 
dölleri olmalarına bağlı olarak, keyfiliği bir icraat ya da bir baş dönmesi mertebesine yükselttikleri içindir ki hiçbir şeye bağlı değillerdi: Bu yönleriyle azizleri çağrıştırırlar. Fakat azizler asla çöküntüye uğramamalıyken azizlerin 
yazgısı kendi yaptıklarına bağlıydı, kaprislerinin hem efendisi hem kurbanıydılar onlar hakiki yalnızlardı, çünkü yalnızlıkları kısırdı. Hiç kimse bunu örnek almadı, onlar da bunu hiç önermiyorlardı; "hemcinsleri"yle de sadece istihza ve terör yoluyla iletişim kuruyorlardı...
   Bir felsefenin ya da bir imparatorluğun yıkılmasında etken olmak:
Bundan daha hazin ve daha görkemli bir kibir tahayyül edilebilir mi?
Bir yanda hakikati, öte yanda da azameti öldürmek, zihni ve siteyi yaşatan
düşkünlüklerdir. Düşünür ve yurttaş gururunun dayandığı yanılgıların
mimarisini kökünden biçmek; tasarlama ve isteme sevincinin dayanaklarını bozulacak derecede yumuşatmak; kinaye ve azabın incelikleriyle geleneksel soyutlamaları ve saygıdeğer ananeleri gözden düşürmek - ne kadar nazik, ne kadar vahşi bir kaynaşma! Tanrıların gözlerimizin önünde ölmedikleri yerde hiçbir çekicilik yoktur. Roma' da, tanrıların yerine yenilerinin konulduğu ya da ithal edildiği, tanrıların kuruyup gitmesinin izlenebildiği o yerde, hayaletleri zikretmek ne büyük bir zevkti; ama yine de o yüce değişkenliğin, sert ve murdarherhangi bir tanrının saldırısı önünde dize gelmesi korkusu vardı...
Nitekim korkulan da gelmiştir başa.
   Bir ilahı yıkmak zahmetsiz bir iş değildir: Onu yükseltmek ve ona tapmak için gereken kadar zaman lazımdır bu iş için. Zira onun maddi simgesini yok etmek kafi gelmez, basit bir şeydir bu; ilahın ruhtaki kökleri yok edilmelidir. Geçmişin tasfiye olduğu batış devirlerine gözleri yalnızca boşlukla kamaşabilen insanların önünde- bakışlarını çeviren kişinin, bir uygarlığın ölümü denilen o büyük sanat karşısındaacıma duymaması elde midir?
   Olmayacak, hazin ve barbar bir ülkeden, Yunan yanıltmacalanyla güzelleşmiş bir Roma'nın can çekişmesi içinde belirsiz bir perişanlığı dolaştırmak için gelen o kölelerden biri gibi düşlüyorum kendimi... 
Öyle olsaydım, büstlerin münhal gözlerinde, gevşek batıl inançlar tarafından
küçültülmüş ilahlarda, atalarımı, boyunduruklarımı ve piş­manlıklanmı unutmayı başarırdım. Eski simgelerin melankolisine girerek azat olurdum; terk edilmiş tanrıların itibarını benimser; onları kurnaz haçlara karşı, uşaklarla şehitlerin istilasına karşı korurdum; ve gecelerim, Sezarlar'ın cinnet ve sefahatinde huzur arardı. Külyutmazlıkta uzmanlaşmış bir halde -kibar fahişelerin yanında, kuşkucu randevu evlerinde ya da çok gösterişli zulümler sergilenen sirklerde- kokuşmuş bir bilgeliğin bütün oklarıyla yeni coşkuları kalbura çevirir; mantığı, hiç düşlemediği boyutlara kadar, ölmekte olan dünyaların boyutlarına kadar genişletmek için akıl yürütmelerimi zaaf ve kanladoldururdum.

(DÜŞMÜŞLÜĞÜN TAHLİLİ)
Her birimiz, yalnızlığa karşı işlenen günah, yani insanlarla alışveriş tarafından yozlaştırılmaya yazgılı bir saflık dozuyla doğarız. Zira her birimiz, kendimize hasredilmiş olmamak için elimizden geleni yaparız. Bu durum, mukadderatı değil düşmüşlük eğilimini andırır. Ellerimizi temiz ve kalplerimizi bozulmamış bir halde muhafaza etmekten acizizdir; yabancıların terleriyle temas ederek kendimizi kirletiriz; tiksintiye aç ve vebaya hayran bir halde, toplu çirkefin içine gırtlağı­mıza kadar gömülürüz. Kutsal suyla dolu ummanları düşlediğimizde de, artık oraya dalmak için çok geç kalmışızdır; iliğimize kemiğimize kadar kokuşmuş olmamız, o ummana dalıp boğulmamızı engeller: Dünya yalnızlığımızı bozmuştur; ötekilerin üzerimizde bıraktığı izler silinmez bir hale gelir.
    Mahluklar arasında, sadece insan sürekli bir tiksinti uyandırabilir. Bir hayvanın yarattığı iğrenme geçicidir, düşüncemizde hiç olgunlaş­ maz; oysa hemcinslerimiz düşünüşümüze musallat olurlar, dünyadan kopukluk mekanizmamıza sızarak itiraz ve katılmama sistemimizi teyit ederler. Sadece incelik derecesiyle bir uygarlığın düzeyine işaret eden her sohbet sonrasında, Sahra'yı aramamak ve bitkilere ya da zoolojinin bitmek bilmeyen monologlarına gıpta etmemek neden imkansızdır?
    Hiçlik karşısında her kelimeyle bir zafer kazansak bile, onun zorbalığına daha da fazla maruz kalmamıza yol açar bu. Etrafımıza saçtığımız kelimeler oranında ölürüz... Konuşanların sırrı yoktur. Ve hepimiz konuşuruz. Kendimize ihanet eder, kalbimizi teşhir ederiz; her birimiz dile gelmezliğin celladıyızdır; her birimiz sırları, en başta da kendi sırlarımızı yok etmek için yırtınırız. Ötekilerle görüşmemiz de, kendimizi boşluğa doğru bir yarış içinde hep birlikte alçaltmak içindir; ister fikir teatisi olsun, ister itiraflar ya da entrikalar... Merak, sadece cennetten dünyaya düşüşe değil, her günkü sayısız düşüşe yol açmıştır. Hayat, bu düşme sabırsızlığından; ruhun bakir yalnızlıklarını, Cennet'in en eski ve en gündelik inkarı olan diyalog yoluyla peş­ keş çekmekten ibarettir. İnsan, aktarılamayan Kelam'ın sonsuz vecdi içinde yalnızca kendini dinlemeliydi; kendi sessizlikleri için kelimelerve sadece kendine ait pişmanlıklar için işitilebilen akortlar uydurmalıydı. Ama evrenin gevezesidir o, ötekiler adına konuşur, benliği çoğul biçimi sever. Ötekiler adına konuşan kişi ise daima bir sahtekardır. Siyasetçiler, reformcular ve kolektif bir bahaneden yana çıkan herkes üçkağıtçıdır. Sadece sanatçının yalanı bütünsel değildir, zira o ancak kendini icat eder. Kendini iletişimsizliğe bırakmanın, tesellisiz ve sessiz heyecanlarımızın ortasındaki gerilimin dışında, hayat, koordinatları belli olmayan bir alan üzerinde kopanları patırtıdır; evren ise, sara hastalığına tutulmuş bir geometri...

    (Gizli öznedeki zımni çoğul ile "biz"deki açık çoğul, sahte varoluş için rahat bir sığınak oluşturur. "Ben" demenin sorumluluğunu sadece şair üstlenir; sadece o, kendi adına konuşur; sadece onun buna hakkı vardır. Şiir, içine kehanet ya da doktrin sızdırdığı zaman soysuzlaşır: "Misyon" ezgiyi soluksuz bırakır, fikir uçuşa köstek olur. Shelley'nin "cömert" tarafı eserlerinin büyük bir bölümünü hükümsüzleştirir: İyi ki Shakespeare asla bir şeye "hizmet" etmemiştir.
    Aslına uygun olmamanın zaferi felsefi faaliyette, kendini gizli özneyle hoş tutan o faaliyette vuku bulur; bir de kahinlik (dini, ahlaki ya da siyasi) faaliyetinde, "biz"in ululaşmasında... Tanımlama. soyut zihnin yalanıdır; 
mülhem formül ise militan zihnin yalanı: Bir tapınağın kökeninde daima bir tanım bulunur; müminleri içinden sıyrılınmaz bir şekilde bir formül toplar oraya. 
Bütün öğretiler böyle başlar. O zaman şiire doğru dönmemek elde mi? 
Onun da, tıpkı hayat gibi, hiçbir şey kanıtlamama mazereti var.)

ÖLÜME KARŞI ORTAKLIK
Kendi hayatımız zar zor kavranılabilir görünürken, ötekilerin hayatı
nasıl tahayyül edilebilir? Bir varlıkla karşılaşılır; bu varlığın nüfuz
edilemez ve haklı gösterilemez bir dünyaya, gerçekliğin üzerine marazi
bir yapı gibi yerleşen bir kanaat ve arzular yığınına dalmış olduğu
görülür. Kendine bir yanlışlıklar sistemi uydurmuş olduğundan,
hükümsüzlükleriyle zihni ürküten sebeplerden dolayı acı çekiyordur
ve gülünçlüğü göze batan değerlere vermiştir kendini. Girişimleri fasa
fisodan başka bir şey gibi görünebilir mi? Tasa!arındaki hummalı
simetri de bir boş söz mimarisinden daha mı iyi temellendirilmiştir?
Dışarıdan bakana, her hayatın mutlağı bir başkasıyla değiştirilebilir,
her alınyazısı da -özünde yerinden oynatılamaz olmasına rağmen keyfi
görünür. Kanaatlerimiz bize havai bir cinnetin meyvaları gibi
göründüğü zaman, ötekilerin kendilerine ve her günün ütopyası içinde
çoğalmalarına duydukları tutku nasıl hoşgörülebilir ki? Falanca,
tercih ettiği özel bir dünyanın içine, filanca da bir başkasının içine
hangi gereklilikten ötürü kapanır?
Bir dostun ya da tanımadığımız birinin bize sırlarını açmasına maruz
kaldığımız zaman, bu sırların ifşası bizi hayretlere garkeder. Bu
ıstırapları bir facia mı, yoksa bir şaka mı addetmeliyiz? Bu, tamamıyla
yorgunluğumuzun teveccüh göstermesine veya çileden çıkmasına
bağlıdır. Her alınyazısı, birkaç kan lekesi etrafında kıpırdaşan bir nakarattan
başka bir şey olmadığından, bu insanın acılarının tanziminde
yersiz ve oyalayıcı bir düzen ya da bir merhamet bahanesi görmek
asabımıza kalmıştır.
Varlıkların zikrettikleri sebepleri benimsemek güç olduğundan,
her birinden her ayrılışımızda, akla gelen soru değişmez şekilde aynı­
dır: Nasıl oluyor da kendini öldürmüyor? Zira ötekilerin intiharını tahayyül
etmekten daha tabii bir şey yoktur. İnsanı altüst eden ve kolaylıkla
yenilenebilen bir sezgiyle kendi yararsız!ığımızın farkına vardıktan
sonra, herhangi birinin de böyle yapmamış olması anlaşılmaz
gelir. Kendini ortadan kaldırmak öyle açık ve öyle basit bir iş gibi gö­
rünür ki! Niçin o kadar nadir bir şeydir bu? Niçin herkes bundan kaçar?
Çünkü, her ne kadar akıl yaşama iştahını yok saysa da, fiiliyatın
sürmesine neden olan hiçlik bütün mutlaklardan üstün bir kuvvettedir;
ölümlülerin ölüme karşı sessiz ortaklıklarını izah eder; yalnızca
varoluşun simgesi değil, varoluşun ta kendisidir bu hiçlik; her şeydir. 
Ve bu hiçlik, bu bütün, hayata bir anlam veremez, ama hiç değilse hayatı,
olduğu hal içinde sürdürür: Bir intihar etmeme hali.

SIFATIN ÜSTÜNLÜĞÜ
Nihai meseleler karşısında ancak kısıtlı sayıda tavır olabileceği için,
zihin, yayılması esnasında, öz denilen o tabii sınırla, esaslı zorlukları
sonsuza dek çoğaltmanın imk!nsızlığıyla karşılaşır: Tarih, çok sayıda
sorunun ve çözümün yalnızca çehrelerini değiştirmekle uğraşır. Zihnin
icat ettikleri, bir dizi yeni nitelemeden ibarettir; unsurları yeniden
adlandırır yada yegane ve değişmez bir acı için daha az aşınmış sıfatlar
arar. Her zaman ıstırap çekilmiştir; ama ıstırap, o andaki felsefenin
ayakta tuttuğu bütünsel görüşler uyarınca ya "yüce", ya "doğru", ya
da "saçma" olmuştur. Mutsuzluk, soluk alan her şeyin dokusunu oluş­
turur; ama çeşitleri evrim geçirmiştir; her varlığı, böylesine ıstırap çeken
ilk insan olduğuna inanmaya iten alt edilmez görünümlerin birbirini
izlemesini sağlayan odur. Tek olmaktan duyduğu gurur, insanı,
kendi derdine aşık olmaya ve tahammül etmeye teşvik eder. Bir ıstı­
rap dünyasında, ıstırapların her biri, diğerleri nazarında tekbencidir.
Mutsuzluktaki özgünlük, onu kelime ve hisler bütünü içinde tecrit
eden sözel niteliğe bağlıdır. ..
Niteleyiciler değişir: Bu değişikliğe de zihnin ilerlemesi adı verilir.
Bütün bu niteleyicileri ortadan kaldırın: Uygarlıktan geriye ne kalırdı?
Zeka ile sersemlik arasındaki fark, çeşitlendirilmediği zaman
bayağılığa yol açan sıfat kullanımında ortaya çıkar. Bizzat Tanrı, sadece
kendine eklenen sıfatlarla yaşar; ilahiyatın varoluş nedeni budur.
Böylelikle insan, mutsuzluğunun yeknesaklığını daima farklı biçim-
lerde niteleyerek, ancak tutkulu bir yeni sıfat arayışıyla zihnin önünde
haklı çıkarır kendini.
(Oysa bu arayış acınacak bir şeydir. Zihnin sefaleti olan ifade sefaleti,
kelimelerin yoksulluğunda, tükenmeleri ve değersizleşmelerinde
gösterir kendini: Şeylere ve hislere yüklediğimiz öznitelikler, sonunda
sözel leşler gibi yatarlar önümüzde. Biz de onlara, sadece kapalı
yer kokusu saldıkları zamanı pişmanlıkla arayan bir bakış yöneltiriz.
Her titizlik, kelimeleri havalandırma, solgunluklarını çevik bir incelikle
telafi etme ihtiyacından doğar; fakat ruhun ve kelamın birbirine 
karıştıkları ve çürüdükleri bir bezginlik içinde son bulur. (Bir edebiyatın
ve bir uygarlığın ideal olarak son aşaması: Neron ruhlu bir
Valery düşünelim ... )
Taze duyularımız ve saf yüreğimiz, kendilerini bir niteleme evreninde
buldukça ve bundan büyük zevk aldıkça, sıfatın tesadüfleriyle
zenginleşirler; sıfat bir kez teşrih edildiğinde ise uygun olmadığı ve
kifayetsiz kaldığı ortaya çıkar. Mekanın, zamanın ve ıstırabın sonsuz
olduklarını söyleriz; ama sonsuz'un menzili şu kelimelerden fazla değildir:
güzel, yüce, uyumlu, çirkin ... Kişi kendisini kelimelerin temelini
görmeye mecbur kılmak mı istemektedir? Orada hiçbir şey görülmez;
yayılmacı ve bereketli ruhtan kopuk olduğu için, her kelime boş
ve geçersizdir. Zekanın gücü onların üzerine bir ışık tutmaya, onları
parlatmaya ve göz alıcı hale getirmeye çalışır; bu güç sistem mertebesine
yükseltildiğinde kültür adını alır- arkaplanında yokluk bulunan
bir havai fişek gösterisi.)

KAYGILARINDAN KURTULMUŞ ŞEYTAN

Niçin Tanrı o kadar soluk, o kadar dermansız ve o kadar vasat bir çekiciliktedir?
Niçin ilginçlik, tutarlılık ve güncellikten yoksundur ve
bize o kadar az benzer? Bundan daha az insan biçimli ve bundan daha
ucuz bir biçimde uzak bir imge var mıdır? Bu kadar soluk parıltıları
ve bu kadar sallantılı kuvvetleri nasıl yansıtabilmişizdir O'na? Enerjilerimiz
nereye akıp gitmiştir? Arzularımız nereye boşalmıştır? Hayat
veren küstahlık fazlamızı kim alıp götürmüştür peki?
     Şeytan'a doğru mu döneceğiz? Fakat ona dua etmeyi beceremezdik:
Ona tapmak, içe dönük bir biçimde dua etmek, kendimize dua etmek
olurdu. Apaçık gerçekliğe dua edilmez: Kesin, tapınma nesnesi
değildir. Tüm öz niteliklerimizi kendi benzerimize yüklemişizdir ve
görkeme benzer bir süs vernek için onu karalarla örtmüşüzdür: Yas
giysilerine bürünmüş hayatlarımız ve meziyetlerimizdir o. Önde gelen
niteliklerimiz olan kötülük ve sebatla donatarak benzerimizi mümkün
olduğu kadar canlı kılmaya uğraşırken tükenmişizdir; onun sureli
ne şekil verirken, onu çevik, oynak, zeki, müstehzi, özellikle de sinsi
kılmaya çabalarken güçlerimiz helak olmuştur. Tanrı'ya şekil vermek
için elimizin altında bulunan enerji stokları bir hiç haline gelmiştir. O
zaman, muhayyileden ve içimizde kalan azıcık kandan medet ummu-
şuzdur: Tanrı, kansızlığımızın ümidi olabilirdi ancak: Sallantılı ve
çarpık bir suret. O yumuşak, iyi, yüce ve doğrudur. Ama aşkınlığa
hapsedilmiş bu gülsuyu kokulu karşımda kendini bulan var mıdır ki?
İkiyüzlü olmayan bir varlık, derinlik ve gizem noksanlığı çeker; hiç­
bir şey gizlememektedir. Yalnızca murdarlık gerçeklik işaretidir.
Azizlerin ilginçliklerini tamamen yitinnemiş olmaları da, yüceliklerine
romanın kanşmasından ve ebediyetlerinin biyografiye elverişli olmasındandır;
yaşamları, bizi zaman zaman büyüleyebilen bir tarz için dünyayı terk ettiklerini gösterir ...
     Hayatla dolup taştığı için, Şeytan'ın hiçbir sunağı yoktur: İnsan
kendini Şeytan'da çok fazla bulduğu için O'na tapamaz; ondan bilerek
nefret eder; kendinden yüz çevirir ve Tanrı'nın yoksul vasıflannı ayakta
tutar. Ama Şeytan bundan şikayetçi değildir ve bir din kurmaya hiç
heveslenmez: Zayıflatılmamasını ve unutulmamasını temin etmek
için burada değil miyiz biz?

ÇEVREDE GEZİNTİ

Varlıkları bir çıkar ve ümit cemiyetine hapseden çemberin içinde, serap
düşmanı ruh kendine merkezden çevreye doğru bir yol açar. İnsanların
uğultusunu yakından işitmeye artık tahammül edememektedir;
onları birbirine bağlayan lanetli simetriye mümkün olduğu kadar
uzaktan bakmak istemektedir. Her tarafta şehitler görür: Kimileri gö­
rünür ihtiyaçlar adına, kimileriyse denetlenemeyen gereklilikler adına
kendilerini feda ediyorlardır; hepsi de adlarını bir kesinliğin altına
gömmeye hazırdırlar; bunu hepsi başaramadığından da, çoğu, düşledikleri
kan fazlasının kefaretini bayağılıklarıyla öderler. .. Hayatları,
istifade edemedikleri uçsuz bucaksız bir ölme özgürlüğünden ibarettir:
Tarihin ifadesiz kurban töreni, toplu mezar, onları yutar.
     Fakat ateşli bir ayrılık taraftarı olan kişi, güruhların musallat olmadığı
yollar arayarak en kenara doğru çekilir ve çemberin kenar çizgisi
üzerinde. vücuda tabi olduğu sürece aşamayacağı o çizgi üzerinde
ilerler; bununla birlikte bilinç, varlıksız ve nesnesiz bir sıkıntının
içinde tamamen saf olarak daha uzaklarda süzülür. Artık acı çekmi
yordur, kişiyi ölmeye davet eden bahanelerin üzerindedir ve kendini
taşıyan insan'ı unutur. Bir halisünasyon içinde algılanan bir yıldızdan
daha gerçek dışı bir halde, bir yıldızın fırdöndüsüne benzer bir durum 
önerir - ruh ise, bayatın çevresinde, daima sadece kendisiyle ve boş­
luğun çağrısına cevap vermedeki güçsüzlüğüyle karşı karşıya kalarak
gezinmektedir.

HAYATIN PAZARLARI

Pazar öğleden sonraları aylarca uzasaydı, ter dökmekten kurtulmuş,
ilk lanetin ağırlığından sıyrılıp hafiflemiş olan insanlık nereye varırdı?
Yaşanmaya değer bir tecrübe olurdu bu. Tek eğlencenin cinayet
olacağı; sefahatın yürek temizliği, naranın melodi, sırıtmanın şefkat
halinde görüneceği hayli muhtemel. Zamanın sınırsızlığı duygusu,
her saniyeyi dayanılmaz bir azaba, darağacına çevirirdi. Şiirle dolu
yüreklere şevksiz bir yamyamlık, bir sırtlan hüznü yerleşirdi; kasap
ve cellatlar bitkin düşüp tükenir, kiliseler ve genelevler iç çekişlerle
dolardı. Bir Pazar öğleden sonrasına dönüşmüş evren... sıkıntının
tasviridir bu -evrenin de sonu... Tarih'in üzerinde sallanan laneti kaldırın:
O anda kendini iptal eder, tılpkı mutlak bir tatil içinde varoluşun
kendi kurgusunu sergilemesi gibi... Gayret, hiçliğin içinde mitosları
inşa eder ve sağlamlaştırır; bu temel sarhoşluk, "gerçekliğe" dair
inancı kışkırtır ve ayakta tutar; oysa salt varoluşu seyre dalma, hareket
ve nesnelerden bağımsız seyre dalma, ancak olmayan'ı özümler ...
     Uğraşsızlar uğraşlılardan daha çok şeyi kavrarlar ve daha derindirler:
Ufuklarına sınır çeken hiçbir meşgale yoktur; sonsuz bir Pazar
günü doğmuş olan onlar, seyrederler ve kendilerini seyrederken seyrederler.
Tembellik, fizyolojik bir kuşkuculuktur, tenin şüphesidir.
Aylaklığa batmış bir dünyada bir tek uğraşsızlar katil olmazlardı. Fakat
insanlığın bir parçası değildirler ve ter dökmeyi bilmediklerinden
ötürü Hayat'ın ve Günah'ın sonuçlarına katlanmadan yaşarlar. Ne iyilik
ne de kötülük yaptıkları için insanlık sarasının seyircileri olan
onlar- bilinci boğan çabalara, zamanın haftalarına burun kıvırırlar.
Bazı öğleden sonraların sınırsız ölçüde uzamasından niye ürksünler
ki? Kabalık ölçüsünde basit ve besbelli şeyleri savunmuş olmanın
pişmanlığını duyarlar yalnızca. Bu dunımda, hakikat içinde umarsızca
saplanıp kalmak onları, ötekileri taklit etmeye ve küçültücü bir biçimde
meşgalelerin çekiciliğine kapılarak gönül eğlendirmeye sürükleyebilir.
Cennetin mucizevi kalıntısı olan tembelliği bekleyen tehli"ke 
budur. 
     (Aşkın tek işlevi, bizi bir haftalığına -ve sonsuza dek- yaralayan
ölçüsüz ve acımasız Pazar öğleden sonraları na dayanmamıza yardım
etmesidir.
     Atadan kalma kasılmaların sürükleyiciliği olmasa. binlerce göz
gerekirdi bize, saklı gözyaşlarımız için; ya da yenecek tırnaklar, kilometrelerce
tırnak ... Artık akmayan bu zaman başka türlü nasıl öldürü­
lür? Bu bitmez tükenmez Pazarlar'da var olma acısı kendini tümüyle
gösterir. Bazen bir şey içinde kendimizi unutmayı başarırız; ama dünya
içinde kendimizi nasıl unutabiliriz? Bu olanaksızlık o acının tanı­
mıdır. Bu acının yakaladığı kimse hiçbir zaman iyileşmeyecektir, evren
tamamıyla değişse bile. Değişmesi gereken yüreğidir, oysa yürek
değişmez; onun gözünde, varolma'nın da tek bir anlamı vardır: Acısı­
na gömülmek - gündelik bir nirvanaya varma talimi onu gerçeksizliğin
algısına yüceltene dek ... )

İSTİFA

Bir hastanenin bekleme salonundaydım: Yaşlı bir kadın bana dertlerini
anlatıyordu... İnsanların tartıştıkları şeyler, tarihteki kasırgalar -
onun gözünde bir hiçtiler: Zaman ve mekan içinde bir tek onun derdi
hüküm sürüyordu. "Yemek yiyemiyorum, uyku uyuyamıyorum, korkuyorum,
mutlaka cerahat var," diye sıralıyordu, dünyanın kaderi buna
bağlıymış gibi çenesini sıvazlayarak... Tiridi çıkmış, çenesi düşük
bir kadının kendine dikkat edişindeki bu aşırılık, önce beni dehşetle
tiksinti arasında kararsız bıraktı; sonra, sıra bana gelmeden hastaneden
çıktım gittim, ağrılarıma ilelebet sırtçevirmeye karar vermiştim...
     "Her bir dakikamın elli dokuz saniyesi," diye söylendim sokaklarda,
"acıya ya da... acı fikrine vakfedilmiş. Keşke bir taş olabilseydim!
'Yürek': Bütün azapların kökeni... Nesneye imreniyorum... maddenin
ve donukluğun lütfuna... Küçük bir sineğin gelgiti bana kıyamet bir iş
gibi görünüyor. Kendinden çıkmak günah işlemektir. Rüzgar, havanın
çılgınlığı! Müzik, sessizliğin çılgınlığı! Bu dünya hayatın önünde
pes ederek hiçliğe karşı kusur işlemiştir... Hareketten ve rüyalarımdan
istifa ediyorum. Namevcudiyet! Tek zaferim sen olacaksın... 'Arzu',
sözlüklerden ve ruhlardan hepten silinsin! Yarınların başdöndürü­
cü şakası önünde geriliyorum. Ve bazı ümitlerimi hala muhafaza etsem
dahi, ümit etme melekemi hepten kaybettim."
Emil Michel Cioran