HOŞGÖR KÖFTECİSİ
– Orhan Veli Kanık
Size bu yazım da üç masalı bir balıkçı meyhanesinde gördüğüm bir
dünyadan bahsedeceğim.
İşiniz düşer, bilmediğiniz bir semtte kalırsınız. Yemek zamanı
geçmiş, karnınız acıkmıştır. “Bir aşçı dükkânı bulsam da iki lokma bir
şey yesem,” dersiniz. Dolaşırsınız, sağa bakarsınız, sola bakarsınız,
yiyecek bir şey göremezsiniz. Dükkânların camekânları, musluklar,
testereler, ip yumakları, kurşun borular, tahlisiye simitleri cinsinden
mallarla doludur. Dünyanın manasız bir dünya olduğuna
hükmedeceğiniz gelir. Üzülmeyin. Bu manasız dünyanın hiç
oladığınız bir yerinde kapısından dört bir yana nefis kebap
kokuları yayılan bir kebapçı dükkânı ile karşılaşmanız imkânsız
değildir. İşte ben de o üç masalı balıkçı meyhanesini öyle bir yerde
buldum. Daracık kapısından içeriye girerken aksi bir lafmı
söylemişim nedir, ters bir müdahaleyle karşılandım. Bir ses: “Ne kafa
tutuyorsun, otursana,” dedi. Üstelik bu sesin sahibi bir kadındı. Neye
uğradığımı anlayamadım. Oturdum. Ayna mı, cam mı, ne olduğunu
kestiremediğim bir müstatilde tablası başında balık satan bir balıkçı
görüyordum. Durmadan bağırıyordu:
– Liraya, bur aya; liraya, buraya!
Ağız hareketlerinin sonradan seslendirilmiş filmlerdekilere benzer
bir hali vardı. Sanki bu ses o ağızdan çıkmıyordu. İlkin yadırgadığım
bu hale sonra sonra o kadar alıştım ki, hani beş on dakika susacak olsa
adeta rahatsız oluyordum. Muntazam tiktaklarına alıştığınız duvar
saatiniz birdenbire duracak olsa nasıl olursunuz? Ona benzer bir şey.
Yanımdaki masada üç kadın oturuyordu. Üçü de dükkânla akraba
gibiydiler. Beni tam bir külhanbeyi edasıyla karşılayan kadın sordu:
– Ne içersiniz bayım? Bira mı, şarap mı?
– Bir şey içmek mi lazım? Şarap olsun öyleyse...
Dükkânın havasına eni konu ısındığımı hissettiğim bir anda bu
sevimli kadının ismini öğrenmek istedim:
– İsmim bana bile lazım değil, sen ne yapacaksın? dedi.
Sonra yanındaki masada oturan kadınlara dönüp anlatmaya başladı:
– Kardeş, geldi kapıya dayandı. Çatçatı da var, patpatı da. Versek
de alıp kaçıracak, vermesek de. Hani, “Ver de kurtul!” demiş. Bizimki
de o hesap! Verdik, kurtulduk.
Neden bahsettiğini anlayamıyordum. Ama hoş bir hikâyeye
benziyordu.
Orada üç dört saat kaldım. Ben dükkândan oldum ama, dükkân
benden olmadı. O güzel havanın tam manasıyla içine girebilmek için
aynı yere tekrar tekrar gitmek icap etti. Aileden olmaya başladığımı
ancak Muallâ Ablayla “Fosforlu” şarkısını söyledikten, dükkân sahibi
Etem Ağabeyle dertleştikten sonra anladım. Hatta o bile yetmedi.
Dışarıda durmadan “Liraya, buraya!” diye bağıran balıkçının sesi,
tahta masalar, dar peykeler, çarpık iskemlelerle de akraba oldum.
Takacı, motorcu, mavnacı arkadaşlarımın dertlerini öğrendim. Rizeli
Musa Kaptanın, Ömer’in, Papo’nun hikâyelerini dinledim. O
şarkılarda, o seslerde, o hikâyelerde büyük bir dünya vardı. O daracık
dükkâna giderken kendimi seyahate, hem de büyük bir seyahate çıkan
bir adam sanıyordum. Gemici, motorcu, takacı dostlarımla
Giresun’dan fındık yüklüyor, Kefken açıklarında denize tutuluyor,
Köstence’de Niko Bar’dan çıkıp Türk arabacının arabasına biniyor,
Novorosisk limanında balalayka dinliyor, Kazablanka’ya gidecek bir
petrol gemisine tütün satıyordum. Bu üç masalı balıkçı meyhanesinde
gördüğüm dünya gerçekten ne güzeldi! Çalışan insanlar, namuslu
insanlar, kardeş insanlar.
Güzel bir dünyada yaşamak istiyorsanız siz de öyle bir meyhane
bulunuz.