Öne Çıkan Yayın

Nazım Hikmet / CEVAP

  CEVAP  O duvar o duvarınız,                 vız gelir bize vız! Bizim kuvvetimizdeki hız, ne bir din adamının dumanlı vaadinden, ne de bir...

4 Şubat 2018 Pazar

YENİDEN - Gülten AKIN

YENİDEN

Karanlık bastı mı gelirsin
Penceremin dibinde durursun
Oyuncaklar kabartma harfler gibi
Elle tutulur gibi garipliğin

Elişi kağıtlarından çiçekler yaparsın
Yeni şekiller görülmedik renkler ışıklar yaparsın
Dünya güzelse daha güzel olur
Bir şarkı sıcak sıcak yayılır ansızın
Uzanır ellerin gözlerimi örter
Bütün düzenim bozulur

Karanlık bastı mı seninle gelir
Nasıl döner durur ortalarda
Çağrışımlardan kopmuş bir sürü
Tedirgin kuşlar gibi kelime

Elinde aynaların binbir yanlısı
Ne yandan baksan ölüm
Kurtul dersin kurtul kendinden
Unut yitiklerini
Seni yargılayacak kim

Karanlık bastı mı gelirsin
Penceremin dibinde durursun
Oyuncaklar kabartma harfler gibi
Elle tutulur gibi garipliğin
Gülten AKIN

ÇÜRÜMENİN KİTABI (ANLARIN KIYISINDA) Emil Michel Cioran

ÇÜRÜMENİN KİTABI
(ANLARIN KIYISINDA)
Şeylerden aldığımız zevki ayakta tutan ve şeylerin hala var olmasını
sağlayan, ağlamanın imkansızlığıdır: Tatlarını tüketmemize ve bunlardan
yüz çevirmemize engel olur. Onca yolun ve kıyının üzerinde,
gözlerimiz kendi içlerinde boğulmayı reddettikleri zaman, kuruluklarıyla,
hayran oldukları nesneyi koruyorlardır. Gözyaşlanmız tabiatı
heba eder, kendinden geçişler de Tanrı'yı. .. Ama sonunda, bizi de heba
ederler. Zira ancak en yüksek arzularımızı serbest mecralarına bı­
rakmayı reddederek oluruz: Hayranlığımızın ya da hüznümüzün çemberine
giren şeyler, sadece onları sulu vedalarımızla kurban etmediğimiz
ve kutsamadığımız için orada kalırlar .
... Böylelikle, her geceden sonra, kendimizi yeni bir günün karşı­
sında bulduğumuzda, o günü doldurma gerekliliğinin gerçekleştirilemez
oluşu içimizi ürküntüyle doldurur; ve ışık içinde nerede olduğumuzu
şaşırmış bir halde, sanki dünya az önce sarsılmış ve kendi Yıldız'ını
icat etmiş gibi, bir teki bile bizi zamanın dışına çıkarmaya yetecek
olan gözyaşlarından kaçarız.
Emil Michel Cioran

GÜZ KUŞLARI UÇMADAN - Ayten MUTLU

GÜZ KUŞLARI UÇMADAN

şimdi gidip yağmurları bulayım
ıslanayım güz kuşları uçmadan
ben bu şehirlerde duramam artık
usandım yabancı yaşamalardan

herkes kendine gitti, çürüdü hüzün bile
aşk belki de hiç yoktu, bir düştü anımsanan
yarım kaldı şiirlerim evrak masalarında
yoruldu sesim dönüp kendini aramaktan

kimseye bir şey olmaz, bırakın beni
saatler yine çalar kırılır uykuların elması
yine kusar minibüsler şarkılarını
sekiz vapuru bensiz de ayrılır sabahlardan

yapmayın, çocukları salmayın eteğime
bezginim çalan zillerden, telefonlardan
ben bu masaları koyar giderim işte
"iyi günler"iniz bile hüzünlenmez ardımdan

gitmeliyim o yağmurlar dinmeden
çekip gitmeden rüzgâr o düş sağanaklarından
bırakın yüreğimi aşklar böyle yaşanmaz
yaşanmaz keder bile sırılsıklam olmadan
Ayten MUTLU

2 Şubat 2018 Cuma

BİN DOKUZ YÜZ SEKSEN DÖRT( VII ) George ORWELL

BİN DOKUZ YÜZ SEKSEN DÖRT
VII
Bir umut varsa, proleterlerde, diye yazdı Winston.

Bir umut varsa, proleterlerde olmalıydı, çünkü Parti'yi yok edecek güç ancak Okyanusya nüfusunun yüzde 85'ini oluşturan bu hor görülmüş kitlelerde harekete geçirilebilirdi. Parti içeriden yıkılamazdı. Düşmanlarının, varsa tabii, bir araya gelmeleri, dahası birbirlerini tanımaları bile olanaksızdı. Efsanevi Kardeşlik örgütü varsa bile, ki gerçekten olabilirdi, üyelerinin iki üç kişiden fazla bir araya gelip toplanmaları kesinlikle mümkün değildi. Bir bakış, sesteki bir titreşim, fısıldanan bir sözcük bile isyan anlamına geliyordu. Oysa proleterler, kendi güçlerinin bilincine bir varabilseler, belki gizli etkinlikler yürütmeye bile gerek kalmayacaktı. Yalnızca ayağa kalkıp, sırtına konan sinekleri savuşturan bir at gibi silkinmeleri yetecekti. İsteseler, Parti'yi akşamdan sabaha yerle bir edebilirlerdi. Hiç kuşkusuz, önünde sonunda akılları başlarına gelecekti. Gel gör ki!..

Bir gün kalabalık bir caddede yürürken, biraz ilerideki bir sokaktan yüzlerce kişinin haykırışları –kadın bağırtıları– gelmişti kulağına. Öfke ve umarsızlık dolu korkunç bir bağırtı kopuyordu; bir çan sesinin yankılanışının uzayıp gitmesi gibi, "Uuuu!" diye derinden yükselen bir uğultu. Winston'ın yüreği yerinden oynamıştı. Başladı! diye geçirmişti içinden. İsyan! Proleterler zincirlerini kırıyorlar sonunda! Oraya vardığında, iki yüz üç yüz kadar kadının pazar yerindeki tezgâhların çevresinde toplanmış olduğunu görmüştü; batmakta olan bir geminin bahtsız yolcuları gibi yılgı bürümüştü yüzlerini. Ama tam o sırada, umarsızlık yerini adım başı patlak veren kavgalara bırakmıştı. Anlaşılan, tezgâhlardan birinde teneke tavalar satılıyordu. Hepsi de eğri büğrü, eften püften şeylerdi, ama tencere tava gibi şeyleri bulmak hiç de kolay değildi. Tavalar göz açıp kapayıncaya kadar satılmış, tek bir tava bile kalmamıştı. Birer tava kapmayı başaran kadınlar ötekilerin itip kakmaları arasında kendilerine yol açmaya çabalarken, bir sürü kadın da tezgâhın çevresine toplanmış, satıcıyı öbürlerini kayırmakla, tavaların bir bölümünü saklamakla suçluyordu. O sırada yeni bir cayırtı kopmuştu. İki kızgın kadın, birinin saçları darmadağın, aynı tavaya yapışmış, birbirinden çekip almaya çalışıyordu. Bir süre çekiştirip durmuşlar, sonunda tavanın sapı birinin elinde kalmıştı. Winston iğrenerek seyretmişti onları. Oysa çok kısa bir süre önce yalnızca birkaç yüz gırtlaktan yükselen çığlıkta yüreklere korku salan bir güç yatıyordu! Neden gerçekten önemli sorunlar söz konusu olduğunda böyle haykıramıyorlardı?

Winston yazmayı sürdürdü:

Bilinçleninceye kadar asla başkaldırmayacaklar, ama başkaldırmadıkça da bilinçlenemezler.

Bu sözün, Parti'nin ders kitaplarından birinden de alınmış olabileceğini düşündü. Parti, hiç kuşku yok ki, proleterleri kölelikten kurtardığını ileri sürüyordu. Proleterler Devrim'den önce kapitalizm tarafından acımasızca ezilmişler, aç kalıp dayak yemişler, kadınlar zorla kömür madenlerinde çalıştırılmışlar (aslında hâlâ kömür madenlerinde çalışıyorlardı), çocuklar daha altı yaşında fabrikalara satılmışlardı. Ama Parti bu konuda çiftdüşün ilkelerine bağlı kalarak birkaç basit kuralı uygulayıp, proleterlerin tıpkı hayvanlar gibi doğuştan düşkün yaratıklar olduğunu, o yüzden de baskı altında tutulmaları gerektiğini savunuyordu. Aslında proleterler hakkında pek az şey biliniyordu. Çok fazla şey bilmeye de gerek yoktu. Çalışmayı, üremeyi sürdürdükleri sürece, başka ne yaptıklarının bir önemi yoktu. Kendi başlarına bırakıldıklarında, Arjantin ovalarına salıverilmiş sığırlar gibi, doğal buldukları bir yaşam biçimine geri dönmüşler, bir anlamda atalarının yolundan gitmişlerdi. Doğuyorlar, sokaklarda büyüyorlar, on iki yaşında çalışmaya başlıyorlar, güzelleşip cinsel isteklerinin uyandığı kısa bir gelişme çağının ardından yirmisinde evleniyorlar, otuzunda orta yaşlı insanlar olup çıkıyorlar, altmışına geldiklerinde de ölüp gidiyorlardı. Ağır koşullarda çalışmaktan, boğaz kavgasından, komşularla didişmekten, sinema, futbol, bira ve en önemlisi de kumar yüzünden kafalarını çalıştırmaya fırsat bulamıyorlardı. Onları denetim altında tutmak hiç de zor değildi. Düşünce Polisi'nin aralarına saldığı birkaç ajan asılsız söylentiler yayıyor, tehlikeli olabileceği düşünülenleri saptayıp etkisiz kılıyordu; ama onlara Parti ideolojisini aşılamak için bir çabada bulunulmuyordu. Proleterlerin güçlü siyasal düşüncelerinin olması istenen bir şey değildi. Onlardan tek istenen, çalışma saatlerinin uzatılmasını ya da tayınların kısıtlanmasını kabullenmeleri gerektiğinde kışkırtılabilecek ilkel bir yurtseverlikti. Proleterlerin zaman zaman duydukları hoşnutsuzluklar da bir yere varmıyordu, asıl sorunları göremediklerinden hoşnutsuzlukları ancak belirli küçük sorunlara odaklanıyordu. Büyük kötülükler hep gözlerinden kaçıyordu. Proleterlerin büyük çoğunluğunun evlerinde tele-ekran bile yoktu. Sivil polisler bile pek üstlerine gitmiyordu. Londra her türlü suçun işlendiği bir kent olmuş çıkmıştı, hırsızlardan, soygunculardan, fahişelerden, uyuşturucu satıcılarından, haraççılardan geçilmiyordu; ama bütün bunlar proleterler arasında olup bittiğinden en küçük bir önem taşımıyordu. Proleterlerin ahlâk konusunda atalarının yolundan gitmelerine ses çıkarılmıyordu. Parti'nin cinsel sofuluğu onlara dayatılmıyordu. Rastgele cinsel ilişkilere göz yumuluyor, boşanmaya izin veriliyordu. Proleterler gereksinim ya da istek duyduklarına ilişkin en küçük bir belirti gösterseler, ibadet etmelerine bile izin verilecekti. Kuşku bile duyulmuyordu onlardan. Parti sloganında dendiği gibiydi: "Proleterler ve hayvanlar özgürdür."

Winston eğilip varis çıbanını kaşıdı. Yine kaşınmaya başlamıştı. İnsan hep aynı konuya takılıp kalıyordu: Yaşamın Devrimden önce nasıl olduğunu bilmek olanaksızdı. Çekmeceden, Bayan Parsons'tan ödünç aldığı, çocuklar için hazırlanmış tarih kitabını çıkardı, kitaptan bir bölümü güncesine aktarmaya koyuldu:

Eskiden [deniyordu], şanlı Devrim'den önce, Londra bugün yaşadığımız güzel kente hiç benzemiyordu, insanların karınlarını doyuramadığı, yüzlerce, binlerce yoksul insanın yalınayak başı kabak dolaştığı, başını sokacak bir ev bulamadığı, karanlık, pis, berbat bir yerdi. Sizin kadar çocuklar, acımasız efendileri için günde on iki saat çalışırlar, yavaş çalışacak olurlarsa kırbaçlanırlar, boğazlarından kuru ekmekle sudan başka bir şey geçmezdi. Böylesi korkunç bir yoksulluk hüküm sürerken, çok büyük ve çok güzel birkaç evde, bir sürü uşağın hizmet ettiği zenginler yaşardı. Bu zenginlere kapitalist denirdi. Bunlar, yan sayfadaki resimde gördüğünüz gibi, göbekli, çirkin, umacı gibi adamlardı. Resimde de görebileceğiniz gibi, frak dedikleri siyah, kuyruklu ceketler, silindir şapka dedikleri, soba borusuna benzeyen, acayip, parlak şapkalar giyerlerdi. Kapitalistlerin üniforması olan bu giysileri başkalarının giymesi yasaktı. Bu dünyada ne varsa hepsi kapitalistlerindi, herkes de onların kölesiydi. Tüm topraklar, tüm evler, tüm fabrikalar ve tüm para onlarındı. Onların sözünü dinlemeyegörün, ya hemen hapsi boylar ya da işinizden olur ve aç kalırdınız. Sıradan biri, bir kapitalistle konuşurken, onun önünde boyun büküp eğilmek, şapkasını çıkarmak ve ona "Efendim" demek zorundaydı. Kapitalistlerin başkanına Kral denirdi, sonra...

Winston daha sonra sıralananları biliyordu: geniş kollu giysiler içindeki piskoposlar, kürklü kaftanlara bürünmüş yargıçlar, ceza boyunduruğuna geçirilerek teşhir edilen, tomruğa bağlanarak dolaştırılan, işkence çarklarına bağlanan insanlar, dokuz kamçılı kırbaçlar, Londra Belediye Başkanı'nın verdiği görkemli şölenler, Papa'nın ayaklarını öpmeler. Bir de, jus primae noctis diye bir şey vardı ki, çocukların ders kitaplarında geçmesi sakıncalıydı. Kapitalistlere, fabrikalarında çalışan her kadınla yatma hakkı tanıyan bir yasaydı bu.

Bunların ne kadarının yalan olduğunu nasıl bilecektiniz ki? Sıradan insanların artık Devrim'den önceki dönemden daha iyi durumda oldukları doğru olabilirdi. Doğru olmadığının biricik kanıtı, yüreğinizden yükselen o sessiz protesto, içinde yaşadığınız koşulların dayanılmaz olduğunu duyumsatan, eskiden böyle değildi herhalde diye düşündüren o sezgiydi. Winston birden, çağdaş yaşamın asıl özelliğinin acımasızlığı ve güvensizliği değil, yavanlığı, donukluğu ve kayıtsızlığı olduğunu fark etti. Yaşamın yalnızca tele-ekranlardan yağdırılan yalanlarla değil, Parti'nin erişmeye çalıştığı ülkülerle de hiç benzeşmediğini görmek için çevrenize bir göz atmanız yeterliydi. Bir Parti üyesi için bile, yaşamın çok büyük bir bölümü yansız ve siyasetten uzak, sıkıcı işlerle uğraşmakla, metroda bir yer kapmak için itişip kakışmakla, delik çorapları yamamakla, bir tatlandırıcı tableti için yalvar yakar olmakla, sigara izmaritleri biriktirmekle geçiyordu. Parti'nin erişmeye çalıştığı ülkü, muazzam, dehşetengiz ve heybetli bir şeydi: ürkünç makineler ve korku salan silahlardan oluşan bir çelik ve beton dünyası; uygun adım yürüyen, hepsi aynı şeyleri düşünen ve aynı sloganları atan, durmadan çalışan, savaşan, zafer kazanan, zulmeden bir savaşçılar ve bağnazlar ulusu; hepsinin yüzü birbirine benzeyen üç yüz milyon insan. Gerçeğe gelince; gerçek, karnı karnına geçmiş insanların su alan ayakkabılarıyla dolanıp durdukları, lahana ve hela kokusundan geçilmeyen, derme çatma on dokuzuncu yüzyıl evlerinde oturdukları köhnemiş, kasvetli kentlerdi. Londra, Winston'ın gözünün önüne gelir gibi oldu; milyonlarca çöp tenekesinin kapladığı, koskocaman, harabeye dönmüş kentin görüntüsü, yüzü kırışıklarla dolu, süpürge saçlı, tıkalı lavaboyu açmaya çabalayan Bayan Parsons'ın görüntüsüne karıştı.

Yine uzanıp ayak bileğini kaşıdı. Tele-ekranlar sabahtan akşama kadar sayıp döktükleri iç bayıltıcı istatistiklerle, insanların artık daha çok yiyecek, daha çok giysi, daha iyi evler, daha çok eğlence olanağı bulabildiklerini, elli yıl önceye oranla daha uzun yaşayıp daha az çalıştıklarını, daha yapılı, daha sağlıklı, daha güçlü, daha mutlu, daha zeki olduklarını, daha iyi eğitim gördüklerini kanıtlamaya çabalıyordu. İşin ilginci, bu söylenenleri doğrulamanın da, çürütmenin de mümkün olmamasıydı. Örneğin, Parti, bugün yetişkin proleterlerin yüzde kırkının okuma yazma bildiğini ileri sürüyordu; söylenenlere bakılırsa, bu oran Devrim'den önce yüzde on beşi geçmiyordu. Parti, çocuk ölümlerinin Devrimden önce binde üç yüz iken, bu oranın artık binde yüz altmışa düştüğünü öne sürüyordu; istatistikler böyle sürüp gidiyordu işte. İki bilinmeyenli bir denklem gibiydi hepsi. Tarih kitaplarındaki her sözcük, dahası tartışmasız kabul edilen şeyler bile tümüyle hayal ürünü olabilirdi. Jus primae noctis diye bir yasa, kapitalist diye bir yaratık ya da silindir şapka diye bir şey belki de hiç olmamıştı, kim bilebilirdi ki?

Her şey bir sis bulutu içinde yitip gidiyordu. Geçmiş silinmekle kalmıyor, silindiği de unutuluyor, sonunda yalan gerçek olup çıkıyordu. Winston, yalanın somut, şaşmaz kanıtını, olup bittikten sonra da olsa, hayatında yalnızca bir kez ele geçirebilmiş, onu da ancak otuz saniye kadar tutabilmişti elinde. 1973 yılı olmalıydı; Katharine'den ayrıldığı sıralar olsa gerekti. Ama olayın gerçek tarihi o günlerin de yedi sekiz yıl öncesine uzanıyordu.

Olayın başlangıcı, altmışların ortalarına, Devrim'in ilk önderlerinin ortadan kaldırıldığı büyük temizlikler dönemine gidiyordu. 1970'e gelindiğinde, Büyük Birader dışında, ilk başlardaki önderlerin hiçbiri kalmamıştı. Büyük Birader dışında hepsi hain ve karşıdevrimci ilan edilmişti. Goldstein kaçmış, sırra kadem basmıştı; ötekilere gelince, bazıları ortadan kaybolmuş, çoğu ise halka açık mahkemelerde suçlarını kabullendikten sonra idam edilmişti. O dönemden sağ kalanlar, Jones, Aaronson ve Rutherford adında üç adamdı. Bu üçü 1965'te tutuklanmış olmalıydı. Sık sık olduğu gibi, birkaç yıl ortadan kaybolmuşlar, yaşayıp yaşamadıklarını kimse öğrenememişti; sonra birden her nasılsa ortaya çıkarak suçlarını bildik biçimde kabullenivermişlerdi. Düşmanın (o günlerde düşman Avrasya'ydı) istihbarat örgütlerine çalıştıklarını, zimmetlerine para geçirdiklerini, bazı güvenilir Parti üyelerini öldürdüklerini, Devrim'in çok öncesinden başlayarak Büyük Birader'in önderliğine karşı entrikalar çevirdiklerini ve yüz binlerce insanın ölümüyle sonuçlanan kundaklama eylemlerine giriştiklerini itiraf etmişlerdi. Bütün bunları itiraf ettikten sonra da bağışlanmışlar, yeniden Parti'ye alınmışlar ve önemli görünen, ama aslında yan gelip yatacakları birtakım görevlere getirilmişlerdi. Üçü de Times'da uzun, onursuz yazılar yazarak, yanlış yola sapmalarının nedenlerini çözümlemiş, doğru yolu tutacaklarına söz vermişlerdi.

Winston, salıverilmelerinden bir süre sonra üçünü de Kestane Ağacı Kahvesi'nde görmüştü. Onlara, gözünün ucuyla hem korku hem de hayranlıkla nasıl baktığını anımsadı. Ondan çok yaşlıydılar, eski dünyanın yadigârları, Parti'nin destansı ilk günlerinin handiyse son büyük temsilcileriydiler. Yeraltı savaşımı ve iç savaşın görkeminden izler taşıyorlardı hâlâ. Daha o sıralar olaylar ve tarihler belirsizleşmeye başlamış olmasına karşın, Winston onların adlarını Büyük Birader'in adını öğrendiğinden yıllar önce öğrenmişti sanki. Ama aynı zamanda düşman sayılan, aforoz edilmiş yasaklı kişilerdi, birkaç yıla kadar ortadan kaldırılacakları kesindi. Düşünce Polisi'nin eline düşenlerin postu kurtardıkları görülmemişti. Üçü de mezarı boylamayı bekleyen birer cesetti.

Çevrelerindeki masalarda oturan yoktu. Böyle insanların yakınında görülmek bile akıllıca sayılmazdı. Kestane Ağacı Kahvesi'nin spesiyalitesi olan karanfilli cinlerini sessizce yudumluyorlardı. İçlerinde görünüşüyle Winston'ı en çok etkileyen Rutherford'du. Rutherford, bir zamanların ünlü bir karikatürcüsüydü; gerek Devrim öncesinde, gerek Devrim sırasında çarpıcı karikatürleriyle kamuoyunu derinden etkilemişti. Şimdi bile karikatürleri arada sırada da olsa Times'da yayımlanıyordu. Eskiden yaptıklarına öykünen, ama nedense tatsız tuzsuz, çarpıcılıktan yoksun karikatürlerdi. Eski konuları –yoksul mahallelerdeki gecekondular, aç açına dolaşan çocuklar, sokak çatışmaları, barikatlarda bile silindir şapkalarını başlarından çıkarmayan kapitalistler– ısıtıp ısıtıp gündeme getiriyor, geçmişe geri dönmek için bitmek bilmeyen, umarsız bir çaba gösteriyordu. Ağarmış, yağlı saçları yeleyi andıran, gözlerinin altı torba torba, yüzü kırış kırış, kalın zenci dudaklı, ızbandut gibi bir adamdı. Bir zamanlar müthiş güçlü olsa gerekti; oysa şimdi o iri gövdesi bükülmüş, yassılmış, pırtlamış, her yanı sarkmıştı. Herkesin gözlerinin önünde yıkılan, çöküp giden bir dağı andırıyordu.

Saat on beşti, kahve bu saatlerde tenha olurdu. Winston şimdi o saatte neden kahvede olduğunu anımsayamıyordu. İçeride in cin top oynuyordu. Tele-ekrandan cangıl cungul bir müzik sesi geliyordu. Üç adam, bir köşede, nerdeyse hiç kımıldamadan, ağzını açmadan oturuyordu. Garson, kimsenin istemesine kalmadan, biten cinleri tazeliyordu. Yanlarındaki masada bir satranç tahtası duruyordu; taşlar yerlerine yerleştirilmiş, ama hiç oynanmamıştı. Az sonra, tele-ekranlarda bir şey olmuştu. Çalmakta olan ezgiyle birlikte müziğin tonu da değişmişti. Tarif edilmesi zor bir nağme duyulmuştu. Tuhaf, çatlak, alaycı bir nağme: Winston, sararmış nağmeler, diye geçirmişti içinden. Çok geçmeden, tele-ekrandan bir şarkı yükselmişti:

Güzelim kestane ağacının altında
Ben seni sattım, sen de beni havada:
Onlar yatar orada, bizler burada
Güzelim kestane ağacının altında.

Hiçbiri istifini bozmamıştı. Ama Winston, Rutherford'un yıkıntıya dönmüş yüzüne yeniden bakınca, gözlerinin dolu dolu olduğunu görmüştü. Çok geçmeden de, içi titreyerek, ama neden titrediğini de anlayamadan, Aaronson ile Rutherford'un burunlarının kırık olduğunu fark etmişti ilk kez.

Kısa bir süre sonra üçü de yeniden tutuklanmıştı. Söylenenlere bakılırsa, serbest bırakılır bırakılmaz yeni komplolara girişmişlerdi. İkinci yargılanmalarında eski suçlarının tümünü bir kez itiraf etmekle kalmamışlar, yeni suçlarını da olduğu gibi kabul etmişlerdi. Üçü de idam edilmiş ve bundan sonrakilere ders olsun diye, başlarına gelenler Parti tarihine geçirilmişti. Winston, bu olaydan beş yıl sonra, 1973'te, az önce basınçlı borudan masasına düşmüş bir belge tomarını açtığında, ötekilerin arasına karışıp unutulmuş olduğu anlaşılan bir kâğıt parçasına rastlamıştı. Kâğıdı açıp düzeltir düzeltmez, önemini anlayıvermişti. Times gazetesinin on yıl kadar önceki bir sayısından yırtılmış bu yarım sayfada –sayfanın üst yarısı olduğu için tarih görülebiliyordu– New York'taki bir Parti toplantısına katılmış temsilcilerin fotoğrafı vardı. Topluluğun ortasında Jones, Aaronson ve Rutherford açık seçik görülüyordu. Yanılmak olanaksızdı, fotoğrafın altında adları da yazılıydı.

İşin ilginç yanı, iki duruşmada da üçünün de o tarihte Avrasya topraklarında olduğunu itiraf etmiş olmasıydı. Kanada'daki gizli bir havaalanından Sibirya'ya uçmuşlar, orada bir yerde Avrasya Genelkurmayı'ndan birileriyle buluşarak önemli askeri sırları onlara vermişlerdi. Yazdönümüne, 24 Haziran'a denk geldiği için Winston tarihi asla unutmamıştı; kaldı ki, tüm olup biten daha pek çok yerde kayıtlara geçmiş olmalıydı. Bundan tek bir sonuç çıkıyordu: İtiraflar yalandı.

Bu, hiç kuşkusuz, yepyeni bir keşif sayılmazdı. Winston, o günlerde bile, temizlik hareketlerinde ortadan kaldırılan insanların kendilerine yüklenen suçları işlemiş olduklarını düşünmemişti. Ama bu somut bir kanıttı; yanlış toprak katmanında ortaya çıkarak koskoca bir yerbilim kuramını çürütüveren fosilleşmiş bir kemik gibi, yok edilmiş geçmişin bir parçasıydı. Yayımlanarak tüm dünyaya duyurulabilse, ne kadar önemli olduğu anlatılabilse, Parti yerle bir edilebilirdi.

Hiçbir şey olmamış gibi çalışmayı sürdürmüştü. Fotoğrafı görüp de ne anlama geldiğini anlar anlamaz, üstünü başka bir kâğıtla örtüvermişti. Bereket versin, tomarı açtığında, fotoğraf tele-ekrandan baş aşağı görünmekteydi.

Bloknotunu dizinin üstüne yerleştirdi, tele-ekrandan elden geldiğince uzaklaşabilmek için iskemlesini geriye itti. İnsanın yüzündeki her türlü anlatımı silmesi o kadar zor değildi, dahası biraz uğraşırsanız nefes alıp verişinizi bile denetleyebilirdiniz: Ama kalbinizin atışını denetlemeniz olanaksızdı, üstelik tele-ekran kalp atışlarınızı saptayabilecek kadar duyarlıydı. Hiç akla gelmedik bir kaza –örneğin, masasının üstündekileri uçurabilecek bir hava akımı– kendisini ele verecek diye ecel teri dökerek on dakika kadar bekledikten sonra, fotoğrafı, üstünü açmadan, atılacak kâğıtlarla birlikte bellek deliğine bırakmıştı. Fotoğraf, göz açıp kapayıncaya kadar yanıp kül olmuştu herhalde.

On-on bir yıl oluyordu. Bugün olsa, belki de fotoğrafı saklardı. Tuhaftı ama fotoğraf da, yansıttığı olay da artık yalnızca bir anı olmasına karşın, o fotoğrafı bir zamanlar elinde tutmuş olması şimdi bile her şeyi değiştiriyor gibi geliyordu ona. Artık var olmayan bir kanıt sırf bir zamanlar var olduğu için, Parti'nin geçmiş üzerindeki denetimi eskisi kadar güçlü değil miydi yoksa?

Ama bugün, fotoğraf küllerinden yeniden doğsa bile kanıt yerine geçmeyebilirdi. Okyanusya, Winston daha o fotoğrafı ele geçirmeden, Avrasya'yla savaşa son vermiş olduğuna göre, artık hayatta olmayan bu üç adam vatanını Doğuasya ajanlarına satmış olmalıydı. O zamandan bu zamana adamlara şimdi anımsayamadığı başka suçlamalar da yöneltilmişti. Büyük olasılıkla, itiraflar yeniden yazıla yazıla, sonunda ilk baştaki gerçekler ve tarihlerin en küçük bir önemi kalmamıştı. Geçmiş değişmekle kalmıyor, sürekli olarak değişiyordu. Onu en çok perişan eden de, bu büyük sahtekârlığın neden yapıldığını bir türlü açık seçik anlayamamasıydı. Geçmişi çarpıtmanın dolaysız yararları apaçık ortadaydı, gel gör ki gerçek neden bilinemiyordu. Winston kalemini alıp yazdı:

NASIL'ını anlıyorum: NEDEN'ini anlamıyorum.

Daha önce de pek çok kez olduğu gibi, yoksa ben deli miyim, sorusu geçti aklından. Belki de, deli dedikleri tek kişilik bir azınlıktı. Bir zamanlar dünyanın güneşin çevresinde döndüğüne inanmak nasıl delilik belirtisi olarak görüldüyse, şimdi de geçmişin değiştirilemeyeceğine inanmak delilik belirtisi olarak kabul ediliyordu. Bu inancı bir tek kendisi taşıyor olabilirdi ve eğer öyleyse, o zaman delinin tekiydi. Ama deliliği pek dert etmiyordu, onu asıl ürküten yanılıyor olabileceğiydi.

Çocuklar için hazırlanmış tarih kitabını alıp Büyük Birader'in kapaktaki portresine baktı. O ipnotize eden gözlerle bakıştı. Sanki büyük bir güç üzerinize yükleniyordu; kafatasınızda bir delik açıp beyninizi tepikliyor, yüreğinize korku salarak inançlarınızı koparıp alıyor, handiyse aklınızın tanıklığını yadsımaya razı ediyordu sizi. Sonunda Parti iki kere ikinin beş ettiğini söyler, siz de buna inanmak zorunda kalırdınız. Önünde sonunda bunu söylemeleri kaçınılmazdı: İçinde bulundukları konumun mantığı bunu gerektiriyordu. Felsefeleri, yalnızca yaşananların geçerliliğini değil, gözler önündeki gerçekliğin varlığını da üstü kapalı olarak yadsıyordu. Sapkınlıkların sapkınlığı sağduyuydu. Ve işin asıl korkunç yanı, farklı düşündüğünüz için sizi öldürecek olmaları değil, haklı olabilecekleriydi. İki kere ikinin dört ettiğini nereden biliyorduk ki? Yerçekimi diye bir şey olduğunu nereden biliyorduk ki? Geçmişin değiştirilemez olduğunu nereden biliyorduk ki? Madem geçmiş de, dış dünya da yalnızca zihinlerdeydi, madem zihin de denetlenebiliyordu, söylenecek ne kalıyordu ki geriye?

Ama hayır! Winston birden cesarete gelir gibi oldu. O'Brien'ın yüzü, durup dururken, gözünün önüne gelmişti. O'Brien'ın ondan yana olduğuna artık daha da emindi. Günceyi O'Brien için, daha doğrusu O'Brien'a yazıyordu: kimsenin okumayacağı, ama belirli birine yazılmış ve özelliğini bundan alan, sonu gelmeyen bir mektup gibiydi.

Parti, gözlerinizle gördüğünüze, kulaklarınızla duyduğunuza inanmamanızı söylüyordu. Bu onların en temel, en can alıcı buyruğuydu. Karşısına dikilen dev gücü, herhangi bir Partili aydının bir tartışmada onu ne kadar kolaylıkla alt edebileceğini, ortaya atılacak kurnazca savları yanıtlamak şöyle dursun anlamakta bile zorluk çekeceğini düşününce umarsızlığa kapıldı. Hem de haklı olmasına karşın! Onlar haksız, kendisi haklıydı. Akılsızca da olsa, apaçık ve gerçek olanın savunulması gerekiyordu. Söz götürmez gerçeklere sarılmalıydı! Var olan somut dünyanın yasaları değişmezdi. Taş sert, su ıslaktı, desteksiz nesneler yere düşerdi. O'Brien'la konuşuyormuş ve önemli bir kural koyuyormuş gibi yazdı:

Özgürlük, iki kere iki dört eder diyebilmektir. Buna izin verilirse, arkası gelir.

George ORWELL

YOL KENARINDA ~ Koray FEYİZ

YOL KENARINDA

süvarinin atı,kuşun kanadı, 
gülün yaprağı ka­dar yakındım sana, 
her gün su verilen bir pencere önü 
menekşesi gibi severdim seni.

her giden peşinde izler bırakır. 
ister kuma, ister suya, 
isterse de bir parça kâğıda yazsın…

izlerini okumak isteyecek biri yoksa eğer; 
rüzgar eser kum dağılır, 
güneş doğar su buharlaşır, 
yan­gın çıkar kâğıt külleşir.

ne paris gibi aşk kokusu var; 
ne moskova gibi fırtına,tipi,kar 
havada gizli,tehlikeli ve çarpıcı bir elektrik. 
çantam harita dolu olmasına rağmen 
yönümü kaybediyorum.

hep kırılmayı beklediğim yol kenarında 
yolu seyrediyorum yine de 
çok şey anlatır gibi yaparak, 
hiçbir şey anlatmadan sanki.

gidemediği için mi kalır insan, 
yoksa kaldığı için mi gidemez?

kırık değilim,umutluyum hatta 
birkaç kez düştükten sonra, 
artık dizlerim alıştı kabuk bağlamaya.

süvarinin atı,kuşun kanadı, 
gülün yaprağı ka­dar yakındım sana, 
her gün su verilen bir pencere önü 
menekşesi gibi severdim seni.
Koray FEYİZ

ÇÜRÜMENİN KİTABI [ ÖLÜM ÜZERİNE ÇEŞİTLEMELER ] Emil Michel Cioran


ÇÜRÜMENİN KİTABI
[ ÖLÜM ÜZERİNE ÇEŞİTLEMELER ]
I. - Hiçbir şeye dayanmadığı için, bir gerekçenin gölgesi bile bulunmadığı
için, hayatta sebat ederiz. Ölüm fazla kesindir; bütün sebepler
onun tarafında bulunur. İçgüdülerimize esrarengiz gelir; düşünüşü­
müzün önünde, berrak ve itibarsız bir halde, bilinmeyenin sahte cazibesi
olmaksızın belirir.
Hükümsüz sırları biriktire biriktire, anlamsızlığı tekeline ala ala,
hayat ölümden fazla ürküntü verir: Büyük Meçhul odur.
Bunca boşluk ve anlaşılmazlık nereye varabilir? Günlere tutunuruz,
çünkü ölme arzusu fazla mantıksaldır, bundan dolayı da işe yaramazdır.
Hayat belirgin, tartışılmaz açıklıkta tek bir gerekçeye sahip
olsaydı kendini yok ederdi; içgüdüler ve ön yargılar Tutarlılık'la temasa
geçtiklerinde ortadan kalkarlar. Soluk alan her şey teyit edilemeyenle
beslenir; birazcık mantık ilavesi bile, varoluş -Sağduyusuzluk
çabası- için uğursuz olurdu. Hayata sarih bir anlam verin: Hemen o
an cazibesini yitirir. Hedeflerindeki belirsizlik onu ölümden üstün kı­
lar; bir nebze sarahat bile onu mezarlar kadar bayağılaştırabilirdi. Zira
hayatın anlamını konu alan bir müspet bilim yeryüzünü bir günde
ıssız bırakırdı; Arzu'nun verimli gayri muhtemelliğini de hiçbir çılgın
yeniden canlandıramazdı. 

II. -İnsanlar, en nazlı ölçütlere göre sınıflandırılabilir: mizaçları­
na göre; eğilimleri, düşleri ya da salgı bezlerine göre ... Kravat değiştirir
gibi fikir değiştirilir; zira her fikir, her ölçüt, dışarıdan, zamanın biçimlenişlerinden
ve tesadüflerinden gelir. Fakat kendimizden gelen,
kendimiz oları bir şey vardır; görünmez, ama içsel olarak teyit edilebilir
bir gerçeklik; her an kavranabilen ve hiçbir zaman kabullenmeye
cesaret edilmeyen ve ancak tüketilmeden önce gündeme gelen uygunsuz
ve ezeli bir mevcudiyet: Ölümdür bu, hakiki ölçüt odur ... Bütün
canlıların en mahrem boyutu olan ölüm, birbirine indirgenemeyen iki
düzene ayırır insanlığı. .. Bu iki düzen arasındaki mesafe, bir akbabayla
bir köstebek, bir yıldızla bir tükürük arasındakinden de fazladır ...
Ölüm duygusu olan insanla bu duyguya hiç sahip olmayan arasında,
iletişimi mümkün olmayan iki dünyanın uçurumu açılırr, bununla birlikte
ikisi de ölür; fakat biri ölümünden habersizdir, ötekiyse bunu bilir;
biri sadece bir anda ölür, ötekiyse sürekli ölmektedir ... Ortak koşulları
ikisini de birbirine karşıt uçlara yerleştirir; iki aşırı uca ve aynı
tanımın içine; uzlaşmazlıklarıyla aynı kadere maruz kalırlar. .. Biri
sanki ebediymiş gibi yaşar; öteki devamlı olarak ebediyetini düşünür
ve bunu her düşüncesinde inkar eder.
Hiçbir şey hayatımızı değiştiremez, hayatı iptal eden kuvvetlerin
içimize aşama aşama sızması dışında hiçbir şey. Ne büyümemiz deki
sürprizler, ne de yeteneklerimizin serpilmesi hayata yeni bir ilke katar;
hayatın nezdinde ancak tabidir onlar. Tabii olan hiçbir şey de bizi
kendimizden başka bir şey haline getiremez.
Ölümün ön belirtisi olan her şey, hayata bir yenilik meziyeti katar,
onu dönüştürür ve büyütür. Sağlık, hayatı olduğu halde, kısır bir kimlik
içinde muhafaza eder; oysa hastalık bir faaliyettir; insanın sergileyebileceği
en yoğun faaliyet, kendini kaybetmiş ve ... duraklamalı bir
harekettir; hareket göstermeksizin bol bol enerji sarf etmektir, tamiri
imkansız bir gök parıltısını düşmanlıkla ve tutkuyla beklemektir.

III. -Ölüm saplantısına karşı, aklın gerekçeleri gibi ümidin kaçamaklarının
da işe yaramaz olduğu ortaya çıkar: Anlamsızlıkları, ölme
iştahını azdırmaktan başka şeye yaramaz. Bu iştahın üstesinden gelmek
için bir tek "yöntem" vardır: Bunu sonuna kadar yaşamak; tüm
hazlarına, tüm boğucu sıkıntılarına maruz kalmak; bundan kaçmak
için hiçbir şey yapmamak. Doyasıya yaşanan her saplantı kendi aşırılıklarıyla
kendini ortadan kaldırır. Ölümün sonsuzluğu üzerinde dura
dura düşünce bunu yıpratmayı başarır, bizi bundan tiksindirir; bu ne-
gatif fazlalığın elinden hiçbir şey kurtulmaz; ölümün itibarını tehlikeye
düşürüp azaltmadan önce, bize hayatın boşunalığını gösterir.
Kendini bunaltının zevklerine kaptırmamış; düşüncelerinde, sö­
nüp gitme tehlikesinin lezzetine bakmamış, zalim ve yumuşak yok
oluşların tadını almamış kişideki ölüm saplantısı hiç iyileşmeyecektir:
Bunun ıstırabını çekecektir, çünkü buna direnmiş olacaktır; oysa
bir dehşet disiplininde ustalaşmış kişi, kendi kokuşmuşluğu üzerine
düşünerek kendini kararlılıkla kül haline getirmiş kişi, ölümün geç­-
mişi'ne doğru bakacaktır - kendisi de artık yaşayamayan bir dirilmiş'ten
başka bir şey olmayacaktır. "Yöntem"i onu hem hayattan hem
ölümden kurtarmış olacaktır.
Her esaslı tecrübe uğursuzdur: Varoluşun katmanlarında bir kalınlık
noksanlığı vardır; bunları kazan yürek ve varlık arkeoloğu, arayışları­-
nın sonunda boş derinliklerle karşılaşır. Görünümlerin zırhını boş yere
özlemle arayacaktır.
Sözüm ona en yüksek sırların ifşaatı olan Antik Esrar' dan bize bilgi
konusunda hiçbir şey intikal etmemiştir. Herhalde müptedilerin
hiçbir şey aktarmama zorunlulukları vardı; fakat yine de aralarından
tek bir gevezenin çıkmamış olması akıl alır gibi değildir; bir sırda
böylesine inat etmekten daha ters bir şey varmıdır insanın tabiatına?
Aslında hiçbir sırrın olmamış olmasındandır bu; olup biten ayinler ve
ürpertilerdir. Perdeler kaldırıldığında, ortaya sonsuz uçurumlardan
başka ne çıkabilirdi? Sadece hiçliğin sırlarına giriş yapılabilir ve
canlı olmanın gülünçlüğünün .
... Yanılgıdan kurtulmuş yüreklerin katılacağı bir Eleusis töreni*
düşünüyorum, tanrıların ve yanılsama ateşliliğinin olmadığı açık bir
Esrar ...
-----*-----
Eleusis töreni*Dini sırları açıklamak için yapılan törenler.
Emil Michel Cioran

1 Şubat 2018 Perşembe

BAHÇEYE ACIYORUM ~ Furuğ FERRUHZAD


BAHÇEYE ACIYORUM

Çiçekleri düşünen yok!
Balıkları düşünen yok!
İnanmak isteyen yok:
Bahçe ölüyor!
Yüreği kabarmış bahçenin güneş altında.
Boşalıyor bahçenin zihni usul usul
yeşil anılardan!
Sanki bahçenin duygusu
soyut bir şey
bahçenin yalnızlığında solan.

Evimizin avlusu yapayalnız.
Yabancı bir bulutun yağmasını bekliyor
evimizin avlusu.
Esniyor.
Ve boşalmış evimizdeki havuz.
Düşüyor ağaçların tepesinden toprağa
küçücük acemi yıldızlar.
Ve balık yuvalarının loş pencerelerinden
Öksürük sesleri geliyor geceler.
Evimizin avlusu yapayalnız.

Babam Diyor:
“Geçti benden!
Benden geçti!
Eledim unumu,
Astım eleği.”
Ve odasında sabahtan akşama dek
Ya Şâhnâme okuyor
Ya Nâsihüttevârih.
“Lanet olsun balığına da kuşuna da!
Ben öldükten sonra
ne fark eder
ha bahçe olmuş
ha olmamış!
Yeter emekli maaşım bana!”

Anamın bütün hayatı
Serilmiş bir seccade
cehennem korkusunun eşiğinde.
Anam her şeyin altında
arar bir günah izini
ve düşünür:
Bir bitkinin küfrü
lekelemiştir bahçeyi.
Anam dua okur gün boyu.
Doğal bir günahkârdır anam!
Ve üfler tüm çiçeklere.
Ve üfler tüm balıklara.
Ve üfler kendisine.
Anam bekler durur hep
ilahî bir zuhûru,
ilahî bir bağışı.

Biraderim “kabristan” der bahçeye.
Biraderim güler otların kargaşasına
ve sayar
balık cenazelerini
suyun hasta kabuğu altında
bozuşmuş zerreciklere dönüşen.
Biraderim felsefe düşkünü.
Biraderim bahçenin şifasını
bulur bahçenin yok oluşunda.
İçip buldu mu kafayı
Yumruklar kapıyı, duvarı.
Ve çalışır söylemeye
çok dertli,
yorgun
ve umutsuz olduğunu.
Ve taşır umutsuzluğunu yanında
çarşıda, pazarda
Kimliği, takvimi, mendili, çakmağı,
tükenmez kalemi gibi.
Ve öyle küçüktür ki umutsuzluğu
her akşam
kaybolur meyhanenin izdihamında.

Ve çiçek dostuydu kızkardeşim.
Yüreğindeki sade sözleri,
dayak yiyince anamdan,
götürürdü onların müşfik ve sessiz topluluğuna.
Ve konuk ederdi kimi zaman
balık ailelerini
güneşle,
tatlıyla.
Şehrin öte yakasında onun evi
Yalancıktan evler arasında,
Yalancıktan kırmızı balıklarla,
Sığınarak yalancıktan eşinin aşkına
Ve yalancıktan elma ağaçlarının dalları altında
Yalancıktan şarkılar söyler
Ve doğal çocuklar yapar.

Ne zaman gelse bizi görmeye
Eteklerinin ucu bulaşır bahçenin fakirliğine,
Kolonya banyosu yapar.

Ne zaman gelse bizi görmeye
Hamiledir hep.

Evimizin avlusu yapayalnız.
Yapayalnız evimizin avlusu.
Gün boyu
un ufak oluş
ve çatırdayış sesleri gelir kapının ardından.
Bizim komşular bahçelerinde çiçek yerine
Makineli, top, tüfek ekerler hep toprağa.
Bizim komşular kapak koyarlar hep
çini havuzlarının üstüne.
Ve çini havuzlar,
-İstemese de kendileri-
gizli barut depoları.
Ve bizim sokağın veletleri
doldururlar okul çantalarını
küçük bombalarla.
Serseme dönmüş bizim evin avlusu.

Yitireli beri kalbini
korkuyorum
bunca elin saçma tasavvurundan.
Ve korkuyorum
bunca suratın yabancı yabancı
cisme bürünüşünden.
Yapayalnızım ben
geometri dersini çılgınca seven
bir öğrenci gibi.
Ve düşünüyorum:
Hastaneye kaldırmalı bahçeyi.
Düşünüyorum…
Düşünüyorum…
Düşünüyorum da..
Yüreği kabarmış bahçenin güneş altında.
Ve boşalıyor bahçenin zihni usul usul
yeşil anılardan.
Furuğ FERRUHZAD