BİN DOKUZ YÜZ SEKSEN DÖRT
BİRİNCİ BÖLÜM
- VIII -
Bir pasajın dibinde bir yerden sokağa kavrulmuş kahve –Zafer Kahvesi değil, gerçek kahve– kokusu yayılıyordu. Winston elinde olmadan durdu. Birkaç saniyeliğine, çocukluğunun nerdeyse unutulup gitmiş dünyasına gitti. Sonra bir kapı küttedek kapandı ve sanki bir ses kesilir gibi kesiliverdi kahve kokusu.
Winston kaldırımlarda birkaç kilometre yürümüştü, varis çıbanı zonkluyordu. Dernek Merkezindeki akşam toplantısını üç haftadır ikinci kez kaçırıyordu: Pek akıllıca sayılmazdı bu yaptığı, çünkü Merkez'e devamlılığın sürekli denetlendiği kesindi. Bir Parti üyesinin ilke olarak hiç boş vaktinin olmaması ve yatak dışında hiç yalnız kalmaması gerekiyordu. Çalışmak, yemek yemek ya da uyumak dışında kalan zamanlarda mutlaka ortaklaşa bir etkinliğe katılmalıydı: Yalnızlıktan keyif aldığını gösteren herhangi bir şey yapması, dahası kendi başına yürüyüşe çıkması bile her zaman biraz tehlikeli olabilirdi. Yenisöylem'de buna, bireycilik ve ayrıksılık anlamında ayrıyaşam deniyordu. Ama o akşam Bakanlık'tan çıktığında, nisan havasının dinginliğine kapılmıştı Winston. Göğün mavisi o yıl hiç olmadığı kadar canlıydı; Merkez de geçirilecek uzun, gürültülü bir akşam, sıkıcı, bıktırıcı oyunlar, cinle pekiştirilen zoraki dostluklar birden gözünde büyümüştü. Ani bir dürtüyle otobüs durağından geri dönmüş, Londra'nın dolambaçlı yollarına dalmış, ilkin güneye, sonra doğuya, sonra yeniden kuzeye vurmuş, ne yöne gittiğini umursamaksızın hiç bilmediği sokaklarda kaybolmuştu.
Güncesine, "Bir umut varsa, proleterlerde," diye yazmıştı. Belirsiz bir gerçeği ve apaçık bir saçmalığı dile getiren bu sözcükler sürekli aklına düşüyordu. Bir zamanlar Saint Pancras İstasyonu'nun bulunduğu yerin kuzeyine ve doğusuna düşen, gün görmez, kör karanlık kenar mahallelerden birindeydi. Sıçan deliklerini andıran kırık dökük kapıları doğruca kaldırıma açılan küçük, iki katlı evlerin sıralandığı, taş döşeli bir sokakta yürüyordu. Taşların aralarında yer yer kirli su birikintileri oluşmuştu. Karanlık eşiklerin ardı önü, sokağın iki yanındaki dar aralıklar mahşer gibiydi: serilip serpilmiş, sürüp sürüştürmüş kızlar, onların peşinden ayrılmayan delikanlılar, kızların on yıl sonra neye benzeyeceklerinin kanıtı, göbek salmış, paytak kadınlar, kocaman ayaklarını sürüyerek yürüyen iki büklüm ihtiyarlar, kirli su birikintilerinin içinde oynarken analarının öfkeli bağırtılarıyla çil yavrusu gibi dağılan, yalınayak başı kabak çocuklar. Sokağa bakan camların pek çoğu kırıktı, tahtalarla kapatılmıştı. İnsanların çoğunun Winston'a aldırış ettiği yoktu; bazıları ise ürkek bir merakla, göz ucuyla bakıyorlardı. Bir kapının ağzında, kadana gibi iki kadın, ıstakoz gibi olmuş kollarını önlüğünün üstünde kavuşturmuş, gevezelik ediyordu. Winston yanlarından geçerken, kulağına birkaç laf çalındı.
"'Evet, hakkın var,' dedim karıya. 'Başım gözüm üstüne, ama benim yerimde olaydın sen de aynını yapardın. Atıp tutmak kolay. Bendeki dertler sende olaydı görürdüm seni.'"
"Hay, aklınla bin yaşa, kardeşim. Helal olsun, valla. Fazla yüz vermiyceksin böylelerine."
Cırlak sesler birden kesiliverdi. Kadınlar, önlerinden geçen Winston'ı düşmanca bakışlarla süzdüler. Aslında, tam olarak düşmanlık da denemezdi buna; insanların, yanlarından geçen ne idüğü belirsiz bir hayvan karşısındaki temkinliliği, bir anlık sakınganlığı vardı bakışlarında. Böyle bir sokakta Parti'nin mavi tulumlarına pek sık rastlanmazdı. Belirli bir işiniz olmadıkça, böyle yerlerde dolaşmak pek akıllıca sayılmazdı. Kaldı ki, devriyelerle karşılaşırsanız sizi durdurabilirlerdi. "Belgelerinizi görebilir miyim, yoldaş? Ne işiniz var burada? İşten kaçta çıktınız? Eve hep bu yoldan mı gidersiniz?"... falan filan. Gerçi eve alışılmadık bir yoldan gidilemez diye bir kural yoktu, ama Düşünce Polisi'nin kulağına gitmeyegörsün, yıldırımları üzerinize çekmek için yeter de artardı bile.
Birden ortalık birbirine girdi. Millet çığlık çığlığaydı. İnsanlar tavşanlar gibi kaçışıyor, kapılardan içeri atıyorlardı kendilerini. Winston'ın hemen önündeki bir kapıdan genç bir kadın fırladığı gibi su birikintisinin içinde oynayan küçük bir çocuğu kaptı, çabucak önlüğüne sarıp yeniden kapıdan içeri daldı. Tam o sırada, yandaki aralıklardan birinden fırlayan, akordeon gibi olmuş siyah takım elbiseli bir adam, göğü işaret ederek deliler gibi Winston'a koştu.
"Dikkat, gemi!" diye haykırdı. "Aman, babalık! Tepemizde patlayacak! Çabuk yere yat!"
Proleterler, nedense, bombaya "gemi" diyorlardı. Winston kendini hemen yüzükoyun yere attı. Proleterler bu tür uyarılarda bulunduklarında hemen hep haklı çıkarlardı. Bombalar sesten hızlı yol almasına karşın, proleterlerin bir bombanın gelmekte olduğunu birkaç saniye öncesinden sezmelerini sağlayan bir içgüdüleri vardı sanki. Winston ellerini başının üstünde kavuşturdu. Kaldırım yerinden oynuyormuşçasına bir gümbürtü koptu; sırtına patır patır bir şeyler yağdı. Ayağa kalktığında, sırtının, en yakındaki pencereden yağan cam kırıklarıyla kaplı olduğunu fark etti.
Yeniden yürümeye başladı. Bomba, sokağın iki yüz metre kadar yukarısındaki evleri göçertmişti. Göğü kaplayan kapkara dumanların altında, sıva tozlarının yükseldiği yıkıntıların çevresinde bir kalabalık toplanmaya başlamıştı. Winston'ın gözüne, az ilerideki sıva yığınının ortasında kıpkırmızı bir şey ilişti. Biraz yaklaşınca, bunun, bilekten kopmuş bir el olduğunu gördü. Koptuğu yer dışında, alçıdan dökülmüş bir yontu gibi bembeyazdı.
Winston eli yolun kıyısına doğru tekmeledi, sonra kalabalığın içine düşmemek için sağdaki bir ara sokağa girdi. Üç dört dakika sonra, bombanın etkilediği bölgenin dışındaydı artık; sokaklardaki kitlelerin mahşer yerine çevirdiği yaşam hiçbir şey olmamışçasına sürüyordu. Nerdeyse akşamın sekiziydi ve proleterlerin gittikleri içkili lokantalar (onlar "meyhane" diyorlardı) adam almıyordu. Durmadan açılıp kapanan kirli kapılardan hela, talaş ve ekşi bira kokuları geliyordu. Bir evin çıkıntı yaptığı köşede üç adam birbirine sokulmuş dikiliyor, ortadakinin elinde tuttuğu katlanmış gazeteyi öbür ikisi onun omuzlarının üzerinden okuyordu. Winston, daha yüzlerini doğru dürüst görecek kadar yaklaşmamış olmasına karşın, tepeden tırnağa dikkat kesilmiş olduklarını anlamıştı. Belli ki ciddi bir haberi okuyorlardı. Aralarında birkaç adım kalmıştı ki, adamlar birden birbirlerinden koptular ve ikisi ağız dalaşına tutuştu. Nerdeyse yumruk yumruğa geleceklerdi.
"Bi dakka sus da dinle, be adam! Ne diyorum ben sana, sonu yediyle biten hiçbir numara on dört aydır kazanmadı!"
"Bal gibi de kazandı!"
"Hayır, kazanmadı işte! İki yıldan fazla oldu, evde hepsini bir kâğıda döküyorum, bir bir kaydını tutuyorum, kaz kafalı! Anlasana, sonu yediyle biten hiçbir numara..."
"Kazandı ulan, kazandı! Anasını sattığımın numarasını bile söyleyebilirim. Dört sıfır yediyle bitiyordu. Şubattaydı... Şubatın ikinci haftası..."
"Başlatma şimdi şubatından! Hepsini yazdım diyorum sana. Anlamıyorsun ki, sonu yediyle..."
Sonunda, üçüncü adam, "Kesin be, yeter artık!" dedi.
Piyangodan söz ediyorlardı. Winston otuz metre kadar yürüdükten sonra dönüp arkasına baktı. Hâlâ tartışıyorlardı, suratları pancar gibiydi. Her hafta inanılmaz ikramiyeler dağıtan Piyango, proleterlerin büyük bir ciddiyetle izledikleri tek toplumsal olaydı. Büyük olasılıkla, milyonlarca proleterin biricik olmasa da başlıca varlık nedeniydi. Piyango'dan başka bir eğlenceleri, çılgınlıkları, afyonları, zihinsel uyarıcıları yoktu. İş Piyango'ya geldi mi, kör cahiller bile en karışık hesapları yapabiliyorlar, bir gördükleri numarayı bir daha unutmuyorlardı. Bir sürü insan sırf Piyango'da kazanma sistemleri, tahminler ve tılsımlar satarak geçiniyordu. Winston'ın, Varlık Bakanlığı'nca yürütülen Piyango'nun işleyişi konusunda pek bilgisi yoktu, ama ikramiyelerin çoğunlukla hayali olduğunun farkındaydı (aslında Parti'deki herkes farkındaydı). Yalnızca küçük ikramiyeler ödeniyordu, büyük ikramiyeleri kazananlar ise gerçekte var olmayan kişilerdi. Okyanusya'nın bir bölgesi ile başka bir bölgesi arasında doğru dürüst bir iletişim bulunmadığı için, bunu ayarlamak zor değildi.
Biricik umut proleterlerdeydi. Buna sımsıkı sarılmak zorundaydınız. Söylendiğinde akla yatkın geliyordu, ama sokakta yanınızdan geçen insanlara bir göz attığınızda, bunun bir inançtan öteye gitmediğini görüyordunuz. Girdiği sokaktan yokuş aşağı iniliyordu. Buralardan daha önce de geçtiğini, az ileride bir yerden ana caddeye çıkıldığını sanıyordu. Yakınlarda bir yerden bağırtılar geliyordu. Birden keskin bir dönüş yapan sokak, birkaç basamakla, pazarcıların buruş buruş olmuş sebzeler sattıkları saklı bir aralığa indi. Winston o anda nerede olduğunu anımsayıverdi. İndiği aralık ana caddeye çıkıyordu; ilk sapaktan beş dakika kadar yürüyünce, şimdi günce olarak kullandığı not defterini aldığı eskici dükkânına varılıyordu. Biraz ilerideki küçük kırtasiyeciden de kalem sapıyla mürekkep şişesini almıştı.
Basamakların başında bir an durdu. Tam karşıda salaş bir meyhane çarptı gözüne, camları buzlanmış gibi görünüyorsa da aslında tozla kaplanmıştı. Posbıyıklı, çok yaşlı, iki büklüm yürüyebilen bir adam meyhanenin kapısını itip içeri girdi. Winston, durduğu yerden izlerken, en az sekseninde olan bu ihtiyar Devrim meydana geldiği sırada orta yaşlıydı herhalde, diye geçirdi aklından. O ve onun gibiler, yitip gitmiş kapitalizm dünyasıyla bugünün son bağlantılarıydı. Parti içinde, düşünceleri Devrimden önce oluşmuş pek fazla insan kalmamıştı. Eski kuşak elliler ve altmışların büyük temizlik hareketleri sırada büyük ölçüde ortadan kaldırılmış, sağ kalanlar ise çoktandır tam bir düşünsel teslimiyete zorlanmışlardı. Hâlâ hayatta olup da yüzyıl başlarında olup bitenlere ilişkin doğru bilgi verebilecek tek kişi ancak proleterler arasından çıkabilirdi. Winston birden tarih kitabından güncesine aktardığı bölümü anımsadı ve çılgınca bir isteğe kapıldı. Meyhaneden içeri girecek, ihtiyarla muhabbeti koyultacak ve sorguya çekecekti. "Senin çocukluğunda nasıl bir hayat yaşanıyordu? Şimdiki hayata benziyor muydu? Durum bugünkünden daha mı iyiydi, yoksa daha mı kötüydü?" diyecekti yaşlı adama.
Korkuya kapılıp vazgeçmemek için bir koşu basamakları indi, dar sokağa dalıp karşıya geçti. Tam bir çılgınlıktı bu yaptığı. Gerçi proleterlerle konuşulmayacak, onların gittiği meyhanelere gidilmeyecek diye bir kural yoktu, ama yine de kimsenin gözünden kaçmayacak kadar olağandışı bir davranıştı bu. Devriyelerle karşılaşırsa baygınlık geçirdiğini söyleyebilirdi, ama yutmazlardı. Meyhanenin kapısını araladığında, insanın burnunun direğini kıran berbat bir ekşi bira kokusu çarptı suratına. Winston içeri girer girmez, sesler kesilir gibi oldu. Herkesin gözünü mavi tulumuna diktiğinin ayırdındaydı. Bir köşede dart oynayanlar oyuna otuz saniye kadar ara verdiler. İzlediği ihtiyar, barda dikilmiş, iriyarı, demir bilekli, gaga burunlu, genç barmene kafa tutuyordu. Bazıları da, ellerinde bardaklarıyla çevrelerini almışlar, onları izliyorlardı.
Yaşlı adam, omuzlarını kaldırarak, "Adam gibi soruyoruz, değil mi?" dedi. "Yani sen şimdi şu rezil meyhanede bir payntlık bir bardağın olmadığını söylüyorsun, öyle mi?"
Barmen, ellerini tezgâha dayayıp öne eğilerek, "Paynt da neymiş ulan?" dedi.
"Şuna bakın! Payntın ne olduğunu bilmiyor, bir de kendine barmen diyor! Bilmiyorsan öğren, bir paynt kuartın yarısıdır, dört kuart da bir galon eder. İstersen işe alfabeden başlayalım."
Barmen, "Hiçbirini duymadım," diye kestirip attı. "Bizim burada litrelik, bir de yarım litrelik bira var. Bak, bardaklar karşındaki rafta işte."
"Ben paynt isterim," diye diretti ihtiyar. "İstesen, bir payntlık bira çekiverirsin şuracıkta. Bizim gençliğimizde litre mitre yoktu."
Barmen, göz ucuyla öteki müşterilere bakarak, "Sizin gençliğinizde biz daha beşikteydik," dedi.
Bir kahkaha patladı; Winston'ın gelişinin yarattığı tedirginlik ortadan kalkmış gibiydi. İhtiyarın bembeyaz yüzü kıpkırmızı kesilmişti. Homurdanarak arkasına dönünce Winston'a tosladı. Winston usulca kolundan tuttu.
"Size bir içki söyleyebilir miyim?" dedi.
"Çok naziksiniz," dedi ihtiyar yine omuzlarını kaldırarak. Winston'ın mavi tulumunun farkında değil gibiydi. Barmene dönüp, "Paynt!" diye ekledi sert bir sesle. "Kallavi olsun."
Barmen, tezgâhın altındaki kovada yıkadığı iki kalın bardağa yarımşar litre siyah bira doldurdu. Proleterlerin gittiği meyhanelerde içilebilen tek içki biraydı. Proleterler, cin içmemeleri gerekmesine karşın, pek çok yerde kolayca cin bulabiliyorlardı. Dart oyunu yeniden bütün hızıyla başlamış, bardakiler ise piyango biletlerinden söz etmeye koyulmuşlardı. Winston'ı unutmuş gibiydiler. Pencerenin önünde, Winston'ın yaşlı adamla kimse duymadan konuşabileceği bir oyun masası vardı. Gerçi ihtiyarla oturup sohbet etmek yine de çok tehlikeliydi, ama neyse ki meyhaneye tele-ekran yerleştirilmemişti; Winston içeri girer girmez saptamıştı bunu.
Yaşlı adam, bardağının başına çökerken, "Bir payntlık doldursaydı eli mi kırılırdı?" diye homurdandı. "Yarım litre kesmiyor. Beti bereketi yok. Bir litre de fazla geliyor. Hem kesene zarar, hem de durmadan helaya taşınıyorsun."
Winston, "Gençliğinizden beri kim bilir ne değişikliklere tanık oldunuz," diye yokladı ihtiyarı.
Yaşlı adamın soluk mavi gözleri, sanki bütün değişiklikler bu meyhanede yaşanmış gibi, dart tahtasından bara, bardan erkekler tuvaletinin kapısına gezindi.
Sonunda, "Eskiden biralar daha iyiydi," dedi. "Hem de daha ucuzdu! O zamanlar kallavi derdik, beyaz biranın bir payntı dört peniydi. Savaştan önce tabii."
"Hangi savaştan?" diye sordu Winston.
"Savaştan ne zaman başımızı alabildik ki," dedi ihtiyar duyulur duyulmaz bir sesle. Yine omuzlarını dikleştirerek bardağını kaldırdı. "Hadi bakalım, sağlığına!"
İncecik boynundaki sivri âdemelmasının şaşırtıcı bir hızla inip kalkmasıyla biranın bitmesi bir oldu. Winston bara gidip yarımşar litrelik iki bira daha getirdi. Yaşlı adam, bir litre fazla geliyor dediğini çoktan unutmuş gibiydi.
Winston, "Siz benden çok büyüksünüz," dedi. "Sanırım ben daha doğmadan siz koca adamdınız. Devrimden önceki eski günleri anımsıyorsunuzdur. Benim yaşımdakiler o günleri hiç bilmiyorlar. Ancak kitaplardan okuyabiliyoruz, o da doğruysa tabii. Sizin ne düşündüğünüzü bilmek isterim. Tarih kitaplarında, Devrim'den önceki hayatın şimdikinden tümüyle farklı olduğu yazıyor. Bugün hayal bile edemeyeceğimiz kadar korkunç bir baskı, adaletsizlik ve yoksulluk varmış. Burada, Londra'da bile halkın büyük çoğunluğu yarı aç yarı tok yaşıyormuş. Halkın yarısının ayağına giyecek ayakkabısı bile yokmuş. Günde on iki saat çalışır, dokuz yaşında okulu terk eder, bir odada on kişi yatarlarmış. Buna karşılık, kapitalist dedikleri zengin ve güçlü küçük bir azınlık varmış ki, sayıları birkaç bini geçmezmiş. Her şeyin sahibi onlarmış. Otuz uşağın hizmet ettiği görkemli konaklarda otururlar, otomobilleri ve dört atlı arabalarıyla gezerler, şampanya içerler, silindir şapkalar takarlarmış..."
Birden ihtiyarın gözleri parladı.
"Silindir şapkalar, ha!" dedi. "Çok matrak doğrusu. Nedense aynı şey daha dün benim de kafamdan geçti. Düşündüm de, silindir şapka görmeyeli yıllar olmuş. Silindir şapka tarih oldu, evlat. En son baldızımın cenazesinde takmıştım. Tam gününü söyleyemem, ama elli yıl olmuştur herhalde. Cenaze için kiralamıştım tabii, bilirsin işte."
Winston, dişini sıkarak, "Boş verin şimdi silindir şapkaları," dedi. "Asıl sorun, şu kapitalistler ve onlardan nasiplenen avukatlar ve rahipler; bu dünyanın efendileri kapitalistlermiş. Her şey onların çıkarı içinmiş. Sizler –sıradan insanlar, emekçiler– onların kölesiymişsiniz. Ne isterlerse yapabilirlermiş size. Sığır sürüsü gibi bir gemiye doldurup Kanada'ya yollayabilirlermiş. Canları çekerse, kızlarınızla yatabilirlermiş. Dokuz kamçılı kırbaçlarla dövdürebilirlermiş. Önlerinde şapkanızı çıkarmak zorundaymışsınız. Uşakları yanlarından eksik olmazmış..."
Yaşlı adamın yeniden gözleri parladı.
"Uşaklar, ha!" dedi. "Yıllardır duymamıştım bu kelimeyi. Uşaklar! Yıllar öncesine götürdü beni. Hatırlıyorum, senelerce senelerce evveldi, pazar günleri öğleden sonra Hyde Park'a gider, birtakım heriflerin çektikleri nutukları dinlerdim. Selamet Ordusu, Katoliği, Yahudisi, Hintlisi, hepsi. Hele bir herif vardı ki, şimdi adı aklıma gelmiyor, müthiş bir hatipti, kimse eline su dökemezdi. Hepsinin canına okurdu. 'Uşaklar!' derdi, 'Burjuvazinin uşakları! Egemen sınıfın çanak yalayıcıları!' 'Asalaklar,' derdi bir de. 'Sırtlanlar,' derdi. Evet, evet, 'Sırtlanlar,' derdi onlara. Tabii ki İşçi Partisi'ni kerteriz veriyordu, anlarsın ya."
Winston, ayrı tellerden çaldıklarının farkındaydı.
"Benim asıl bilmek istediğim şu," dedi. "Bugün eskisinden daha özgür olduğunuzu söyleyebilir misiniz? Bugün daha mı insanca davranılıyor size? Bir zamanlar, zenginler, baştakiler..."
Yaşlı adam, birden aklına gelmişçesine Winston'ın lafını keserek, "Lordlar Kamarası," diyecek oldu.
"Tamam, Lordlar Kamarası. Ama benim sorduğum şu: Sırf onlar zengin, siz yoksul olduğunuz için adam yerine koymuyorlar mıydı sizi? Örneğin, gerçekten de onlara 'Efendim' demek, önlerinde şapkanızı çıkarmak zorunda mıydınız?"
Yaşlı adam bir an dalıp gitti. Birasından koca bir yudum aldıktan sonra yanıtladı.
"Evet," dedi. "Karşılarında selama durmanız hoşlarına giderdi. Onlara saygı duyduğunuzu gösterirdi. Gerçi bana ters gelirdi, ama ben de yapmışımdır kaç kere. Yapmak zorunda kalmışımdır, diyelim istersen."
"Peki –tarih kitaplarında okuduklarımdan aktarıyorum–, o insanlar ve uşakları sizleri kaldırımdan çamurların içine mi iterlerdi hep?"
"Bir keresinde biri itmişti beni," dedi ihtiyar. "Dünmüş gibi hatırımda. İçki Yarışı gecesiydi –İçki Yarışı gecesi korkunç kabalaşırlardı–, Shaftesbury Caddesi'nde gençten bir herife toslamayayım mı! Efendiden birine benziyordu; smokin, silindir şapka, siyah palto. Kaldırımda yalpalaya yalpalaya gidiyordu, ben de bindiriverdim herifçioğluna, bir kazadır oldu işte. 'Önüne baksana, ulan!' demesin mi! Ben de, 'Koca kaldırımı satın mı aldın?' deyiverdim. 'Ulan, bana efelenme, beynini dağıtırım,' deyince, ben de, 'Sarhoşsun sen,' dedim, 'polis çağırayım da aklın başına gelsin.' İster inan, ister inanma, herif yakamdan tutup öyle bir itti ki, az daha otobüsün altında kalıyordum. O zamanlar delikanlıydık icabında, bir geçirsem bir de yerden yerdi, ama..."
Winston artık iyice çaresizliğe kapılmıştı. Yaşlı adamın belleği tam bir ayrıntı çöplüğüne dönmüştü. Akşama kadar soru sorsa hiçbir şey öğrenemeyecekti. Ama Parti tarihi az çok doğru olabilirdi, hatta tümüyle doğru bile olabilirdi. Son bir kez şansını denedi.
"Galiba ne demek istediğimi iyi anlatamadım," dedi. "Söylemek istediğim şu ki, çok uzun bir süredir yaşıyorsunuz, hayatınızın yarısı Devrim öncesinde geçmiş. Örneğin, 1925'te yetişkin bir insandınız. Anımsadığınız kadarıyla söyler misiniz, 1925'te hayat şimdikinden daha mı iyiydi, yoksa daha mı kötüydü? Seçme şansınız olsaydı, o zaman mı yaşamak isterdiniz, şimdi mi?"
Yaşlı adam dart tahtasına bakarak dalıp gitti. Öncekinden daha yavaş yudumlayarak birasını bitirdi. Birayı içince yumuşamışçasına, hoşgörülü, filozofça bir edayla konuşmaya başladı.
"Ne söylememi istediğini biliyorum," dedi. "Keşke genç olaydım, dememi bekliyorsun benden. Pek çok insan, sorulduğunda, keşke genç olaydım, der. Gençken sağlıklısındır, gücün kuvvetin yerindedir. Ama benim yaşıma gelmeyegör, hastalıktan başını alamazsın. Ayaklarım başıma dert, sidiktorbam rezalet. Geceleri altı-yedi kere çişe kalkıyorum. Hoş, yaşlılığın faydaları da yok değil. Bazı sorunlar ortadan kalkıyor. Mesela, kadınlarla işin kalmıyor, muazzam bir şey bu. İnanır mısın, bir kadınla yatmayalı nerdeyse otuz yıl oluyor. Canım da istemedi zaten."
Winston sırtını pencereye vermişti. Daha fazla soru sormanın anlamı yoktu. Bir bira daha ısmarlayacaktı ki, ihtiyar birden kalktı, ayaklarını sürüye sürüye meyhanenin yan tarafındaki, leş gibi kokan helaya yollandı. Fazladan içtiği bira hemen etkisini göstermişti. Winston birkaç dakika boş bardağına bakarak öylece oturdu, sonra farkında bile olmadan yeniden sokakta buldu kendini. Yirmi yıla kalmaz, şu basit ama müthiş soruyu, "Devrim'den önce hayat şimdikinden daha mı iyiydi?" sorusunu yanıtlayacak bir tek kişi kalmaz ortalıkta, diye geçirdi içinden. Gerçi bu sorunun yanıtını almak daha şimdiden olanaksızlaşmıştı, o günlerden sağ kalan birkaç kişi de eski ile yeniyi kıyaslamayı beceremiyordu. Milyonlarca ilgisiz ayrıntı anımsıyorlardı, bir iş arkadaşıyla yapılmış bir kavga, kayıp bir bisiklet pompasının nasıl arandığı, çok önce ölmüş bir kız kardeşin yüzü, yetmiş yıl önce rüzgârlı bir sabah havaya kalkan tez bulutları; önemli gerçeklerin tekmili birden belleklerden silinmişti. Küçük nesneleri görebilen, ama büyük nesneleri göremeyen karıncalara benziyorlardı. Bellekler şaşıp kayıtlar çarpıtılınca da, Parti'nin yaşam koşullarını iyileştirdiği yolundaki savını kabullenmekten başka çare kalmıyordu, çünkü bu savın sınanabileceği hiçbir ölçüt yoktu ve hiçbir zaman da olmayacaktı.
Dalıp gittiği düşüncelerden birden sıyrıldı. Durup çevreye göz gezdirdi. Daracık bir sokaktaydı, evlerin arasına sıkışıp kalmış birkaç izbe dükkân göze çarpıyordu. Başının hemen yukarısında, bir zamanlar yaldızlı olduğu anlaşılan, rengini yitirmiş üç madeni top asılıydı. Bildiği bir yerdi sanki. Tabii! Güncesini yazdığı defteri aldığı eskici dükkânının önündeydi.
Tepeden tırnağa ürperdi. Defteri satın almakla bile kendini ateşe atmıştı zaten; sonradan, bir daha bu dükkânın yakınından bile geçmeyeceğine ant içmişti. Gel gör ki, başka düşüncelere dalar dalmaz, ayakları onu gerisingeri buraya getirmişti. Oysa günce tutmaya başlamakla, kendini intihardan farksız böylesi güdülere karşı korumaya alacağını ummuştu. Bu arada, nerdeyse akşamın dokuzu olmasına karşın dükkânın hâlâ açık olduğunu fark etti. Kaldırımda dikilip durmaktan daha az kuşku çekeceğini düşünerek dükkândan içeri girdi. Sorulacak olursa, jilet aradığını söyleyerek işin içinden sıyrılabilirdi.
Dükkân sahibinin yeni yaktığı anlaşılan, tavana asılı gaz lambasından baygın ama hoş bir koku yayılıyordu. Altmış yaşlarında, çelimsiz, kamburu çıkmış bir adamdı, haşmetli bir burnu vardı, gözleri gözlüğünün kalın camlarının ardında boncuk gibi kalmıştı. Saçı epeyce ağarmış olmasına karşın, kaşları çalı gibi ve hâlâ simsiyahtı. Gözlüğü, kibar ve nazik tavırları, eprimiş siyah kadife ceketi ona entelektüel bir hava veriyor, bir edebiyatçı ya da müzisyen olduğu izlenimini uyandırıyordu. Alçak perdeden yumuşak bir sesle konuşuyordu, şivesi proleterlerin çoğu kadar bozuk değildi.
"Sizi kaldırımda görür görmez tanıdım," dedi hemen. "Siz o genç hanımın hatıra defterini alan beysiniz. Harikulade bir kâğıdı var. Bir zamanlar kaymak kâğıt dedikleri cinsten. Aah ah, belki elli yıldır öyle kâğıt yapmıyorlar, azizim." Gözlüğünün üzerinden Winston'a baktı. "Sizin için ne yapabilirim? Yoksa sadece bir göz atmak mı istediniz?"
Winston, "Buradan geçiyordum," dedi alçak sesle. "Öylesine uğradım. Bir şey alacak değilim."
"Doğrusu sevindim," dedi adam, yumuşacık ellerini özür dilercesine açarak, "çünkü elimde size göre bir şey yok. Görüyorsunuz işte, dükkân tamtakır. Aramızda kalsın ama. Bu antika işi sonuna geldi. Alıcı da kalmadı, satacak mal da. Ne mobilya, ne porselen, ne kristal; hiçbir şey kalmadı. Maden işlerinin çoğu da eritildi tabii. Pirinç şamdan görmeyeli yıllar oldu diyebilirim."
Aslında ufacık dükkân tıka basa doluydu, ama değerli sayılabilecek hemen hiçbir şey yoktu. Duvar diplerine çepeçevre tozlu resim çerçeveleri istif edilmiş olduğu için, içeride nerdeyse adım atacak yer kalmamıştı. Vitrinde tepsilerin içinde cıvatalar ve somunlar, eskimiş keskiler, bıçağı kırılmış çakılar, doğru dürüst çalışmayan kirli paslı saatler ve daha bir sürü ıvır zıvır göze çarpıyordu. Ancak köşedeki küçük bir masanın üstünde, aralarında ilginç bir şeyler bulunabileceği izlenimi uyandıran irili ufaklı nesneler duruyordu: mineli enfiye kutuları, akik taşından broşlar falan. Winston masaya yaklaştığında, gaz lambasının ışığında belli belirsiz parıldayan, yuvarlak, pürüzsüz bir nesne çarptı gözüne; uzanıp aldı.
Bir yanı kıvrık, bir yanı yassı, nerdeyse yarımküre biçiminde, irice bir cam parçasını andıran bir şeydi bu. Renginde ve dokusunda dalgalı bir yumuşaklık vardı. Tam ortasında, eğik yüzeyin büyülttüğü, bir gül ya da denizlalesini anıştıran, tuhaf, pembe, sarmal bir nesne görünüyordu.
Winston, büyülenmişçesine, "Nedir bu?" diye sordu.
"Buna mercan diyorlar, efendim," diye yanıtladı yaşlı adam. "Hint Okyanusu'ndan geliyor sanırım. Camın içine yerleştirirlermiş. En az yüz yıllık olmalı. Aslında daha da eski gibi görünüyor."
"Çok güzel bir şey," dedi Winston.
"Evet, harikulade," dedi yaşlı adam övgüyle. "Bugünlerde bunu anlayacak pek fazla insan kalmadı." Öksürdü. "Ola ki almak isterseniz, size dört dolara veririm. Böyle bir parçanın sekiz sterlin ettiği günleri hatırlıyorum; sekiz sterlin de ne ederdi şimdi çıkaramıyorum, ama çok paraydı. Bugün pek nadir bulundukları halde gerçek antika parçalar kimin umurunda ki?"
Winston hemen dört doları verdi, gözünü alamadığı parçayı cebine attı. Ona çekici gelen, güzelliğinden çok, şimdikinden çok farklı bir çağa ait olduğu izlenimini uyandırmasıydı. Bu yumuşak, dalgalı cam nesne, daha önce gördüklerinin hiçbirine benzemiyordu. Gerçi Winston bir zamanlar kâğıt ağırlığı olarak kullanılmış olabileceğini kestirebiliyordu, ama artık hiçbir işe yaramaması onu bir kat daha çekici kılıyordu. Çok ağırdı, ama bereket cebinde şişkinlik yapmıyordu. Bir Parti üyesinin böyle bir nesneyi bulundurması biraz tuhaftı, dahası başına iş açabilirdi. Eski, o yüzden de güzel olan her şey, belli belirsiz de olsa kuşku çekiyordu. Dört doları cebine attıktan sonra yaşlı adamın neşesi bayağı yerine gelmişti. Belli ki, aslında üç, hatta iki dolara bile razıydı.
"Yukarıda bir oda daha var, belki bir göz atmak istersiniz," dedi. "Gerçi pek fazla bir şey yok. Birkaç parça bir şey işte. Yukarı çıkacaksak lambayı yakayım."
Başka bir lambayı yakıp iki büklüm öne düştü, dik ve aşınmış merdivenleri ağır ağır çıkıp dar bir koridordan geçti; sokağa değil de bir taş avluya ve bacalar ormanına bakan bir odaya girdiler. Winston, içerisinin bir oturma odası gibi döşenmiş olduğunu fark etti. Yere ince uzun bir halı serilmişti, duvarda birkaç resim vardı, şöminenin önüne kirli bir kanepe yerleştirilmişti. Şömine rafının üstünde cam kapaklı, kadranı on iki rakamlı eski model bir saatin tıkırtıları duyuluyordu. Pencerenin altında, odanın nerdeyse dörtte birini kaplayan kocaman bir karyola vardı; şiltesi hâlâ üstündeydi.
Yaşlı adam, handiyse özür dilercesine, "Karım ölünceye kadar burada yaşadık," dedi. "Eşyaları yavaş yavaş satıyorum. Mesela, şu maun karyola harikulade bir parça; bir de tahtakurularından temizlenirse. Ama biraz kaba bulabilirsiniz tabii."
Odanın tümünü aydınlatsın diye lambayı havaya kaldırmıştı; belki şaşırtıcıydı, ama loş ışıkta içerisi son derece çekici görünüyordu. Winston'ın aklından bir düşünce geçti: Tehlikeyi göze alırsa, odayı haftada birkaç dolara rahatlıkla kiralayabilirdi. Akla düşer düşmez kovulması gereken, çılgınca, umutsuz bir düşünceydi bu; ama oda onu bir tür nostaljiye, eski zaman anılarına sürüklemişti. Böyle bir odada, çaydanlık kaynayadursun, şöminenin karşısındaki kanepede ayaklarını uzatıp oturmak, hiç de yabancısı olmadığı bir şey gibi gelmişti: bir başına, tümüyle güvende, ne bir gözetleyen ne buyurgan bir duyuru, çaydanlığın fokurtusu ve saatin dostça tiktakları dışında ne bir ses ne bir nefes.
"Tele-ekran yok!" diye mırıldanmaktan alamadı kendini.
"Ya, evet," dedi yaşlı adam, "hiç olmadı. Çok pahalı. Hiç gerek de duymadım galiba. Köşede duran şu açılır kapanır masaya ne dersiniz? Ama kanatlarını açacaksanız menteşelerini yenilemeniz gerekir."
Bu arada, Winston çoktan öbür köşedeki küçük kitaplığa yönelmişti. Kitaplıkta kitaptan başka her şey vardı. Kitap aramaları her yerde olduğu gibi proleter mahallelerinde de büyük bir titizlikle gerçekleştirilmiş, ele geçirilen tüm kitaplar yok edilmişti. Okyanusya'nın herhangi bir yerinde 1960'tan önce basılmış bir kitap bulmak hemen hemen olanaksızdı. Yaşlı adam, lamba hâlâ elinde, şöminenin öbür yanında karyolanın tam karşısındaki duvara asılı, gülağacı çerçeveli bir resmin önünde duruyordu.
"Bakın, eski baskılara merakınız varsa..." diyecek oldu nezaketten kırılırcasına.
Winston resmin karşısına geçip inceledi. Dikdörtgen pencereleri olan, önünde küçük bir kule bulunan oval bir binanın betimlendiği bir metal baskıydı. Binanın yanından bir parmaklık dolanıyor, arkada da heykele benzer bir şey görünüyordu. Winston bir süre baktı. Heykeli pek anımsamıyordu, ama bina hiç yabancı gelmemişti.
Yaşlı adam, "Çerçeve duvara raptedilmiştir," dedi, "ama isterseniz hemen çıkarabilirim."
Winston, sonunda, "Bu binayı biliyorum," dedi. "Şimdi harabe halinde. Adalet Sarayı'nın bulunduğu caddenin orta yerinde."
"Haklısınız. Adliye'nin karşısında. Bombalanmıştı, hangi yıldı, çok yıl oldu. O zamanlar kiliseydi. St. Clement Kilisesi'ydi adı." Saçma bir şey söyleyeceğinin farkındaymışçasına, özür dilercesine gülümseyerek ekledi: "Portakal var, limon var' diye çalar çanları St. Clement'in!"
"O da ne?" dedi Winston.
"Küçükken söylediğimiz çocuk şarkılarından biri işte; 'Portakal var, limon var, diye çalar çanları St. Clement'in.' Devamı nasıldı hatırlamıyorum, ama sonu aklımda: 'Al şu mumu, doğru yatağına, yoksa yersin baltayı kafana.' Bir tür dans da denebilir. Altından geçmen için kollarını kaldırırlar, tam 'Yoksa yersin baltayı kafana' derken de kollarını indirip seni yakalarlardı. Şarkı boyunca kilise adları sıralanırdı. Londra'da ne kadar kilise varsa, belli başlıları tabii."
Winston kilisenin hangi yüzyıla ait olduğunu çıkarmaya çalıştı. Londra'daki binaların hangi yüzyılda yapıldığını anlamak hiç de kolay değildi. Büyük ve göz alıcı tüm binaların, hele görünüşleri de yeniyse, Devrim'den sonra yapıldığını ileri sürüyorlar, daha eski oldukları çok belli olan binaları ise Ortaçağ dedikleri karanlık bir döneme yakıştırıyorlardı. Kapitalizmin egemenliği altında geçen çağlarda değerli hiçbir şey yapılmadığı söyleniyordu. İnsan, tarihi, kitaplardan öğrenemediği gibi mimariden de öğrenemiyordu. Heykeller, yazıtlar, anıtlar, sokak adları... geçmişe ışık tutabilecek her şey sistemli bir biçimde değiştirilmişti.
"Eskiden kilise olduğunu bilmiyordum," dedi.
Yaşlı adam, "Aslına bakarsanız, böyle çok kilise var," dedi, "ama artık başka amaçlarla kullanılıyorlar. Tüh, nasıldı şu şarkının devamı? Hah, tamam! Hatırladım işte!
'Portakal var, limon var' diye çalar çanları St. Clement'in,
'Nerde benim üç çeyreğim' diye çalar çanları St. Martin'in...
evet evet, galiba böyleydi. Çeyrek dedikleri küçük bir bakır paraydı, bir sent gibi bir şey."
"St. Martin neredeydi, peki?" dedi Winston.
"St. Martin mi? Nerede olacak, olduğu yerde duruyor. Zafer Meydanı'nda, resim galerisinin hemen yanında. Hani, girişinde üçgen bir alınlığı ile koca koca sütunları, bir sürü merdiveni olan bina var ya, o işte."
Winston binayı çok iyi biliyordu. Çeşitli propaganda sergilerinin açıldığı, tepkili bombalar ve Yüzen Kaleler'in modellerinin, balmumundan yapılmış heykellerle düşmanın gaddarlıklarını betimleyen sahnelerin sergilendiği bir müzeydi.
"Eskiden Kırların St. Martin'i derlerdi," diye ekledi yaşlı adam, "gerçi oralarda kır mır görmedim ama."
Winston resmi almadı. Bu resmi almak kâğıt ağırlığını almaktan da uygunsuz olacaktı, üstelik çerçevesinden çıkarmadan eve kadar taşımak da olanaksızdı. Yaşlı adamla çene çalarak dükkânın içinde biraz daha dolandı; sohbet sırasında, adamın adının vitrinde yazdığı gibi Weeks değil, Charrington olduğunu öğrendi. Bay Charrington, anlattıklarına bakılırsa, altmış üç yaşında bir duldu ve otuz yıldır bu dükkânı işletiyordu. Bunca zamandır hep vitrindeki adı değiştirmeye niyetlenmiş, ama bir türlü eli değmemişti işte. İhtiyarın yarım yamalak anımsadığı çocuk şarkısı sohbet boyunca Winston'ın kafasında dolandı durdu. Portakal var, limon var, diye çalar çanları St. Clement'in / Nerde benim üç çeyreğim, diye çalar çanları St. Martin'in! Tuhaftı; ama şarkıyı kendi kendinize söylerken çanların sesini, yitip gitmiş olsa da bir yerlerde başka bir görünüme bürünmüş ve unutulmuş olarak hâlâ var olan Londra'nın çanlarının sesini duyar gibi oluyordunuz. Winston, kiliselerin çan kulelerinin karaltıları arasında birbiri ardı sıra yükselen çan seslerini duyar gibiydi. Oysa, anımsadığı kadarıyla, hayatında hiç çan sesi duymamıştı.
Dışarı çıkmadan sokağı kolaçan ettiğini Bay Charrington'ın görmesini istemediği için, yaşlı adamın elinden kurtulup kendini hemen merdivenden alt kata attı. Aslında bir ay gibi uygun bir aradan sonra dükkâna yeniden uğrama tehlikesini göze almaya çoktan karar vermişti bile. Gerçi Merkez'i bir akşam kırmaktan daha tehlikeli değildi belki de. Asıl enayiliği, günceyi aldıktan sonra buraya yeniden gelmekle yapmıştı; hem de dükkân sahibinin güvenilir biri olup olmadığını öğrenmeden. Ama neylersin işte!..
Evet, kararını vermişti, buraya yeniden gelecekti. O güzelim işe yaramaz şeylerden alacaktı yine. St. Clement Kilisesi gravürünü alacak, çerçevesinden çıkarıp ceketinin altına gizleyerek eve götürecekti. Bir yolunu bulup şarkının geri kalan sözlerini Bay Charrington'dan öğrenecekti. Üst kattaki odayı kiralamak gibi çılgınca bir düşünce bile aklından bir kez daha geçti. Kısacık bir süre için de olsa aşka gelince dikkati dağıldı ve dışarıyı kolaçan etmeden kendini sokağa attı. Dahası, çocuk şarkısını o anda uydurduğu bir ezgiyle mırıldanmaya başlamıştı:
"'Portakal var, limon var,' diye çalar çanları St. Clement'in,
'Nerde benim üç çeyreğim,' diye çalar..."
Birden yüreği ağzına geldi, aklı başından gitti. Karşıdan mavi tulumlu biri geliyordu, aralarında on metre var yoktu. Kurmaca Dairesi'nde çalışan siyah saçlı kızdı gelen. Ortalık aydınlık olmamasına karşın Winston onu kolayca tanımıştı. Kız Winston'la göz göze geldi, ama onu hiç görmemiş gibi geçip gitti.
Winston birkaç saniye kadar hiç kımıldamadan öylece kaldı. Sonra sağa döndü, yanlış yöne gittiğinin farkına varmadan ağır ağır uzaklaştı. Hiç değilse bir sorun çözülmüştü. Artık kızın kendisini sürekli gözetlediğinden kuşkusu kalmamıştı. Genç kızın Parti üyelerinin yaşadığı yerlerden kilometrelerce uzaklarda, aynı akşam ve aynı karanlık arka sokakta dolaşıyor olması asla bir rastlantı olamayacağına göre, onu buraya kadar izlemiş olmalıydı. Rastlantının böylesi mümkün değildi. Gerçekten de Düşünce Polisi'nin bir ajanı mı, yoksa yalnızca meraklı bir amatör casus mu olduğu pek önemli değildi. Onun meyhaneye girdiğini de görmüş olsa gerekti.
Winston güçlükle yürüyordu. Cebindeki iri cam parçası her adım atışında bacağına çarpıyor, cebinden çıkarıp atmak geçiyordu içinden. En fecisi de midesine saplanan sancıydı. Bir ara, kendini hemen bir helaya atmazsa ölecekmiş gibisinden bir duyguya kapıldı. Ne ki, böyle bir mahallede umumi hela bulmak olanaksızdı. Sonunda midesindeki spazm geçti, ardında bir buruntu kaldı.
Bir çıkmaz sokaktaydı. Durdu, ne yapması gerektiğini düşünerek kısa bir süre bekledi, sonra dönüp gerisingeri yürümeye başladı. Genç kız yanından geçip gideli yalnızca birkaç dakika olmuştu, koşsa ona yetişebilirdi. İzini sürüp tenha bir yerde kıstırabilir, sonra da bir kaldırım taşıyla kafasını ezebilirdi. Aslında cebindeki iri cam parçası da bu işi görebilirdi. Ama çabucak vazgeçti bu düşünceden, çünkü zor kullanmayı aklından geçirmek bile dayanılmaz gelmişti. Üstelik koşması da, birine vurması da olanaksızdı. Kaldı ki, kız hem genç hem de güçlü kuvvetliydi, kendini savunması işten bile değildi. Bu arada, kendini hemen Dernek Merkezi'ne atmayı ve kapanıncaya kadar orada kalmayı geçirdi aklından; böylece akşam boyunca orada olduğunu kanıtlayabilirdi. Ne ki, bu da olanaksızdı. Kendini çok bitkin hissediyordu. Bir an önce eve gitmekten, oturup sakinleşmekten başka bir şey istemiyordu.
Eve vardığında akşamın onunu geçiyordu. Ana girişin ışıkları on bir buçukta söndürülürdü. Mutfağa gitti, bir çay fincanı Zafer Cini'ni mideye indirdi. Oturma odasındaki girintide bulunan masanın başına oturup çekmeceden günceyi çıkardı. Ama hemen açmadı. Tele-ekranda, bir kadın ciyak ciyak bağırarak milliyetçi bir şarkı söylüyordu. Oturduğu yerde gözlerini defterin ebrulu kapağına dikerek kulaklarını tele-ekrandan gelen sese tıkamaya çalıştı, ama boşuna.
Sizi götürmek için gece gelirlerdi, her zaman geceleri. En doğrusu, sizi ele geçirmelerine fırsat vermeden canınıza kıymaktı. Besbelli, bazıları böyle yapmıştı. Ortadan kaybolanların birçoğu aslında intihar etmişti. Ama ateşli silahların ya da çabuk ve kesin etki eden zehirlerin asla bulunamadığı bir ortamda insanın intihar edebilmesi için gözü dönecek kadar umarsız olması gerekiyordu. Acı ve korkunun biyolojik yararsızlığını, tam da özel bir çaba göstermek gerektiğinde hemen her zaman donup kalan insanın bedeninin ihanetini nerdeyse şaşkınlıkla geçirdi aklından. Yeterince hızlı davransa, siyah saçlı kızın işini bitirmiş olacaktı; ama tehlikenin büyüklüğü karşısında eyleme geçememişti. Gerilimli anlarda insanın bir dış düşmana karşı değil de, hep kendi bedenine karşı savaştığını fark ediyordu. Şimdi bile, içtiği cine karşın, midesindeki buruntu doğru dürüst düşünmesini engelliyordu. Bunun destansı ya da trajik görünen tüm durumlar için de geçerli olduğunu anlıyordu şimdi. Uğrunda savaştığınız davalar, savaş alanında, işkence odasında, batmakta olan bir gemide hep unutuluveriyordu, çünkü beden şişip büyüyerek tüm evreni kaplıyordu; korkudan çarpılmadığınız ya da acı içinde haykırmadığınız durumlarda bile, yaşam her an açlığa, soğuğa, uykusuzluğa, mide buruntusuna ya da diş ağrısına karşı verilen bir savaşımdı.
Winston günceyi açtı. Bir şeyler yazması gerekiyordu. Tele-ekrandaki kadın yeni bir şarkıya başlamıştı. Kadının sesi, sanki sivri cam parçaları gibi beynine saplanıyordu. Günceyi uğruna ya da hitaben yazdığı O'Brien'ı düşünmek istediyse de, Düşünce Polisi tarafından alınıp götürüldükten sonra başına gelecekleri düşünmeye başladı. Hemen öldürülmek hiç sorun değildi. Öldürülmek, beklenen bir şeydi. Asıl önemlisi, ölmeden önce (kimsenin ağzına almadığı, ama herkesin bildiği) o konuşturma işleminden geçmek gerekiyordu: yerlerde sürünüp çığlıklar atarak merhamet dilenmek, kırılan kemiklerin çatırtısı, dökülen dişler ve kan pıhtılarıyla keçeleşen saçlar. Madem sonuç değişmeyecekti, bütün bunlara katlanmaya değer miydi? Hayatınızdan birkaç gün ya da birkaç haftayı çıkarıp atmak neden mümkün değildi? Yakalanmaktan kurtulan da, konuşmamayı başaran da yoktu. Başınıza düşüncesuçu dolanmayagörsün, önünde sonunda ölüm kesindi. Öyleyse, neden hiçbir şeyi değiştirmeyen bu dehşetle yaşamak zorundaydınız?
O'Brien'ı gözünün önüne getirmek için kendini biraz daha zorladı. "Bir gün karanlığın olmadığı bir yerde buluşacağız," demişti O'Brien. Bu sözün ne anlama geldiğini biliyor ya da bildiğini sanıyordu. Karanlığın olmadığı yer, düşlenen gelecekti; hiçbir zaman göremeyeceğimiz, ama belli belirsiz de olsa paylaşabileceğimizi sezdiğimiz gelecek. Ama tele-ekrandan kulaklarını tırmalayan ses yüzünden, düşünmeyi daha fazla sürdüremedi. Ağzına bir sigara iliştirdi. Tütünün yarısı diline dökülüverdi, acımsı tütünleri güçlükle tükürmeye çalıştı. O'Brien'ın yüzü silindi, Büyük Birader'in yüzü geldi gözlerinin önüne. Birkaç gün önce yaptığı gibi, cebinden bir bozuk para çıkarıp baktı. Büyük Birader kaba, dingin, koruyucu bakışlarla ona dikmişti gözlerini; bu siyah bıyığın altında nasıl bir gülümseyiş gizliydi acaba? O kurşun gibi ağır sözler yeniden düştü aklına:
SAVAŞ BARIŞTIR
ÖZGÜRLÜK KÖLELİKTİR
CAHİLLİK GÜÇTÜR.
George ORWELL