Öne Çıkan Yayın

Nazım Hikmet / CEVAP

  CEVAP  O duvar o duvarınız,                 vız gelir bize vız! Bizim kuvvetimizdeki hız, ne bir din adamının dumanlı vaadinden, ne de bir...

21 Temmuz 2017 Cuma

Alacakaranlıktaki Ülke - Ahmet ERHAN

Fotoğraf

Alacakaranlıktaki Ülke

(I)

Göğün karanlık denizlerinde yelkenlerini şişiriyor ay

Ülkeme bakıyorum uzayıp giden bir gecede

Suskun ve boynu bükük yalnızlığında bir sokağın.
Elimde henüz açmamış bir gül var
Ve boşanmayı bekleyen bir konuşma isteği dilimde
Perdeleri çekilmiş, kapıları sürgülenmiş evlerde
Yaşayıp giderken halkım.

Rüzgara bırakılmış bir mumun alevi gibi
Titriyor bakışlarımda bütün görüntüler
Tabak, çatal sesleri geliyor çok derinlerden
Fısıltılı konuşmalar, ürkek gülüşmeler…
Çocuklar, ilk silah sesinde yaşlanacakmışcasına
Sıkıca tutuyorlar oyuncaklarını
Ve bir namluya dönüşeceklerinden kuşkulanarak çiçekler
Kırmak istiyorlar saksılarını

Yitirecekleri ne kaldı şimdi onların? 
Doğan ve batan günlerle de var mıdır artık bir alıp verecekleri? 
Birbirlerinin yüzlerine bakıyorlar evlerinde
Güçlükle yorumlamaya çalışırcasına bir şeyleri
Öteki dünyalara ve düşlere dair kimi duygular
Usul usul yer değiştiriyor
Acımasız ve dünyasal olan birtakım kederlerle.

Her sabah evlerde yaşlı kadınlar uyanıyor
Yüzlerini yine dönüyor kıbleye, yine kalkıyor
Sabahın alacakaranlığında gökyüzüne elleri
Dilleri yine Tanrı’ya bir şeyler yakarıyor
Ama titriyor, yalancı bir çocuğun dili gibi.

Tedirginlik ve acı. Böyle yaşar halkım.
Evlerde, sokaklarda, yarınlardadırlar
Ağa vurmuş bir balık kadar yorgun…
(II)
Saatin kaç olduğunu biliyor musun? 
Ben anlayamıyorum gece mi, yoksa gündüz mü? 
Üç gündür yağmur yağıyor bu evlerin,
Bu ağaçların, bu yolların üstüne.
Sular alıp götürüyor sanıyorum
Ellerimi, ayaklarımı, yorgun yüzümü…
Günlerdir dökülüyor her yanım.

Saatin kaç olduğunu biliyor musun? 
Duvarda çiviye asılı bir takvim sallanıp duruyor
Her sabah birileri gelip, bir yaprak daha
Koparıyorlar ondan görünmez elleriyle.
Üç gündür yağmur yağıyor
Yakıyor artık ellerimi kitaplarım.
Dışardan zincirleme silah sesleri geliyor…

Üç gündür gökyüzü kanıyor
Dönüp duruyor kentin üstünde ara vermeden
Nerden geldiğini bilmediğim bir helikopter
Her yanım yara bere içinde neden? 
Arkadaşlarım şimdi nerdeler? 
Bir yumruk iniyor sırtıma, neye uğradığımı bilmeden.

Kahvede oturmuş kitap okuyordum
Kahveci ellerini boyuna önlüğüne siliyordu
Birdenbire silah seslerini duydum
Dışarda gelin telleri gibi bir yağmur yağıyordu…
Burası benim evim mi, ne oldu bana? 
Ya bu kanlı sargı, sızlayıp duran başımda? 
Yağmur dineli ne kadar zaman oldu söyle? 
Kanlar içinde yıkılıyordu biri boylu boyunca.
Herkes bir şeyler söylüyordu kendince
Tedirgin gölgeler kollarıma giriyordu
Sonrasını şimdi hiç anımsamıyorum.

Saatin kaç olduğunu biliyor musun? 
Niye böyle uzak bana, ellerim, ayaklarım? 
Her yanım uyuşmuş, öldürseler duymam
Ülkem şimdi niye bu kadar yakın? 
Kollarımla sarabilirim sanki, uzansam…
(III)
Nicedir akşam kara bir kefen gibi geriliyor
Bu acılı, bu yoksul ülkemin üstüne.
Perdeler örtük, kapılar sürgülü
Polis arabaları dışında kimseler yok sokaklarda
Ay, bir boşluk arıyor sekerek gökyüzünde
Nicedir akşam, kara bir kefen gibi geriliyor
Bu acılı, bu yoksul ülkemin üstüne.

Cebinden bir sigara çıkarıp yakıyor bekçi.
Bir köpek ürmesi. Haberleri veriyor televizyon.
Dalında kaldı karanlıkta açan erik çiçeği
Kimseler görmeden solup gidecek yarın.
Tek tük arabalar geçiyor yoldan
Bu karanlığı püskürtmek ister gibi.
Sonra bir sarhoş geçiyor elinde şişesiyle
Görmezden geliyor yaşlı bekçi
Döndürerek yüzünü ondan çok ötelere.

Nicedir akşam, kara bir kefen gibi geriliyor
Bu acılı, bu yoksul ülkemin üstüne…
(IV)
Kendi sesimden korkuyorum bazan, inanır mısın? 
Gördüğüm yüzlerden, tanıdığım insanlardan…
Gece oluyor. Bakıyorsun kimseler yok sokaklarda.
Karşı evin duvarında öldürülmüş birinin afişi
Boşluğa asılmış bir levha gibi
Usul usul sallanıyor
Ve uykusundan çığlık çığlığa uyanan bir çocuk
Yanında anasının olmadığına inandırıyor kendini
Birdenbire yalnızlığının bilincine varıyor.

Üstüste yığılmış kitaplarım ve yazılmış şiirlerim
Kalakalmış odanın bir köşesinde.
Masanın üstünde bir bardak, dolup dolup boşalıyor
Ve bir kalem yazıyor kendi kendine.

Her gece odama yağmur yağıyor
Bu çığlığı sana nasıl anlatayım şimdi? 
Çeneme kadar çıkıyor sular, boğulmuyorum
Belli belirsiz bir iz görüyorum ama
Sabah uyanınca duvarların üstünde
Ve geceden artakalan bir çizgi
Elimle alnımı yoklayınca.

Sana nasıl anlatayım, her gün
Ölüme gider gibi ayrılıyorum evden
Son kez dokunuyorum bir kitaba
Ve tanıdık bir yüze bakıyorum
Onun çok uzağındaki bir ülkeden.

Bazan hayat sarıyor beni, belimden kavrayıp
Yukarlara kaldırıyor – sevecen bir baba gibi…
Hatta bazan baktığım yüzlerde
İyilik dolu bir şeyler buluyorum
O zaman parmağıma doluyorum bir ipliği
Geceleri bunları anımsamak,
Bu güzel şeyleri düşünmek için belki.

Kim çekip alıyor parmağımdan o ipliği
İlk karanlık çökerken sokaklara? 
Onunla elimi, ayağımı kim bağlıyor? 
Dilim şişiyor konuşmaya korkan ağzımda
Ellerim bütün düşleri dağıtmaya başlıyor
Yalnızlığın taşları takılıyor ayaklarıma…
Görünmez bir el ışığın düğmesine uzanıyor
Işık sönüyor ve kalakalıyorum bir başıma.
(V)
Gece geç saatlere kadar yürüyüp durudm
Kentin bitip tükenmeyen yollarında…
Arkadaşlarımın ölüleri kayıp gitti parmaklarımın ucundan

Okul çocukları gibi adlarını saydılar,
Öldürüldükleri günü söylediler, yaşlarını
Yüzlerini bir türlü seçemedim
Boşanan gözyaşlarımın parıltısından.

Bir uçurumuın önünde sabırla bekliyoruz
Taşlar atıyoruz arasıra boşluğa
Uçurum dolacak bir gün ve biz
Karşıya geçebileceğiz diye…
Ama çekilen acılar oluyor günler, geceler boyu
Kırlara değil, mezarlıklara çıkıyor yolumuz
Sevda sözcükleri yer değiştiriyor
Ölüm üstüne söylenen birtakım sözlerle.

Gece geç saatlere kadar yürüyüp durdum
Düşünüp durarak bir şeyleri,
Şarkılar söyleyerek, ağlayarak…
Bir ırmak donmak istiyordu kanımda,
Sanki bir nar dağılmak…
(VI)
Anlatmak isterdim ülkemin dağlarını, denizlerini
Çiçeklerinin, kuşlarının adlarını birer birer
Ama bütün bu güzellikleri görüp, duyacak olanlar
İnsanlarım, öldürüldüler, öldürülmekteler.
Nasıl mahzun durmasın meyveler dallarında? 
Dönüp de kimsenin yüzüne bakmadığı şu kedi yavrusu,
Şu taş bile, ancak bir insan eli onu kavrayınca güzel.

Ve çocuklar bakıyorlar yüzümüze
Bir şeyleri sormak, anlamak ister gibi.
Kim yanıt verecek şimdi onlara? 
Neye yarar bütün bu sözler,
Yazılmış ve yazılacak yığınla şey? 
Artık unuttuk, onların düşlerini de
Çoğu şey gibi bu kargaşada.

Soruyor yedi yaşında bir çocuk:
– Niye bu silah sesleri, niye bu ölümler baba?
(VII)
Analar, çocuklarının ölümlerini düşünüyorlar
Kendi ölümlerinden daha çok.
Sokaklara bakan pencerelerde
Gözlerinin izi kaldı artık.
Bütün hayatlar tek bir çizginin üstünde
Birdenbire birleşti ülkemde.
Herkes birbirinin yüzüne sorar gibi bakıyor:
-Bugün kim ölecek?

Gencecik tarihler düşüyor
Mezar yazıtlarına yaşlı mermerci
(Mezarlığın yakınında dükkanı olan adam) .
Soruyorum: -Alıştın mı buna baba? 
– Mermer çatlamıyor diye şaşıyorum
Yavrum, elimin altında!

Kentin alanındaki çiçekçiler yakınıyor
Akbabalara benzetir olmuşlar kendilerini
– Bana bir çelenk yap kardeş,
Üstüne de bir şey yazma
Ölüler okumayı bilmez ki…

Korkarım, kalacak bu toprakta
Gitgide ağırlaşan gözyaşlarımın izi.
Dilerim, inci diye toplasınlar onları
Bizden sonra yaşayacak olanlar.
Dilerim, mermi diye toplamasınlar!
(VIII)
Penceresinde yağmuru dinleyen şu çocuk ölecekse
(Yüzünde kederi, çocukluktan öter her şeyin) 
Duvarları kurşun yaralarıyla
Dökülüp saçılacaksa şu güzeşim evin.
Biri çıkıp da, bu geceki ayın görkeminden söz etmeyecekse
Artık ölebilirim, diyebilirsin
Yanımda, yöremde yıkıntılar
Ve yüreğimde, aynı ülkenin nüfus cüzdanını
Taşıyan birinin kurşunu var!
(IX)
Geceyarısı bindim bu otobüse
Yağmur yağıyordu.Titriyordu her yanım.
Fazlaca dolanmadım ortalıkta
Girip de ilk oturan ben oldum.

Başımı öndeki koltuğa dayayıp,
Evde bıraktığım yaşlı anamı düşündüm
Kitaplarımı, sonradan sarıya boyadığım
O küçücük odamı ve yola çıkmadan önce
Yaktığım mektupları düşündüm uzun uzun
Bindiğim otobüs gürültüyle hareket ederken
Gülümsedim yanımdaki köylüye.

Geceyarısı bindim bu otobüse…
Bir elma uzattı bir ara yanımdaki adam – aldım
Şaşılacak kadar saf ve hayata ilişkin
Bir şeyler sordu bana – yanıtladım.
Gidiyormuş uzaktaki kızını görmeye…

Niye durdu bu otobüs, söylesene? 
Işıkları yandı, yolcular uyandılar
Önce hiçbir şey, hiçbir şey göremedim
Çevirdi otobüsün dört bir yanını eli silahlı adamlar
Boğuk bir ses yükseldi dışardan:
-Herkes aşağı insin!

Bir bir indi bütün yolcular
Sonunda ben de. Gizlenmeye çalışarak yüzümü,
O zaman ayırdılar beni bir kenara.
Ellerimi yukarı kaldırttılar
Kavuşturdum yukarda kollarımı; 
Kaçırmamaya çalışır gibi bir kuşu,
Ya da düşürmemeye bir gülü…

Yaralı ülkemin özgürlüğünü…
(X)
Karanlık, alabildiğine karanlık
Kentimin üstünde, ülkemin üstünde…
Tutacak bir dalımız kalmadı mı artık?

Herkes bıkıp usanmadan birbirini suçluyor
Komşusuna atmaya çalışıyor, yüreğinde bekleyen ölüyü.
Polis arabaları gidip geliyor
Yol boyunca
ağır aksak.
Kapılar kapandı çoktan, perdeler örtüldü.

Karanlık, alabildiğine karanlık…

Gökyüzü hiç bu kadar yıldızlanmadı
Ay, inadına ışık sızdıran koca bir testi.
İnce ince bir yaz yağmuru başladı.

– Ölen kim? Öldüren nereye kaçtı?

Ana caddeyi askerler sardı.
Dışarıdakiler elleri başlarında duruyorlar öylece.
Bir enik, anasını arıyor incecik çığlıklarla
Onun o küçücük bedeninden çıkan
O cırlak sese şaşmıyor hiç kimse.
Bir kadın, yerde yatan ölüye bakarak
Örtüyor yüzünü elleriyle.

Karanlık, alabildiğine karanlık
Kentimin üstünde, ülkemin üstünde…
(XI)
Mermerlerin üstüne kazınacak
Sözler söylemediler bu dünyada.
Yüzleri bir ressama poz vermeye de uygun değildir
Çünkü değişir, acıdan sevince
Umuttan düş kırıklığına ikide bir.

Adlarını da aklında tutmaya çalışma.
Kahpece öldürüldüler, dersin
Çok severlerdi bu ülkeyi…
Böyle söylersin.Bir gün sonra olursa.
(XII)
Kitaplarını paket adersin
Ayırırsın bir bir yasaklanmış olanları
Sonra alırsın başını avuçlarına
Bir arkadaşını kefenlemişcesine suçlu.

İnce bir yağmur dalar gözlerini
Harlı bir ateş ellerini yakar
Yüreğin göğsünü delecek kadar büyümüşken
Bir el, sobanın kapağını açar.

Kibrit tutuşmamak için direnir bir süre
Yeniden okumak geçer içinden
Belki yüzlerce kez okuduğun o kitapları…
Alıp götürür gözünün değdiği her sözcüğü bir yalım.

Ve iki büklüm oturup da başına sobanın
İçini çekerek ağlarsın, tıkanırcasına
Gözyaşlarının da hiçbir ateşi söndüremediğini
O zaman anlarsın en sonunda.
(XIII)
Ölüm gelir. Ve dalar yüzünü, saçlarını
Hiç tanımadığın sinsi bir rüzgar.
Ölüm gelir. Evde seni bekleyen
Birileri var mı diye sormaz.
Ölüm gelir sonra silah sesleri,
Önce silah sesleri duyulur çok yakınında
Ve yankılanır az sonra uzak bir ülkede.
Ölüm gelir. Bir kapıyı örter gibi.
Doğum tarihlerine, düşlere aldırmaz.

Niye böyle bu, niye bu ölüm? 
Nedir son düşündüğü acaba
Kahpece vurulup giden birinin? 
İçinde portakal olan bir kağıt torba
Patlayıp, dağılır sokağın ortasında.
Dürülmüş, çok okunmuş bir gazete kanlanır.
Düşer bir can daha sessizce toprağa.

Ölüm gelir. Çiçekler ölülerin tabutlarına
Çelenk olmak için büyür.
Anaların gözyaşları bekler göz çukurlarında
Zamanı gelince akmak için.
Dudakları hep aralık durur
Bir gün ağıt yakmak için.
Gözleri hep yollara, yollara bakar.

Ölüm gelir. Bakılan o yollardan
Bir tek insan geçmez olur.
Ölüm gelir. Önce silah sesleri…
Ve bir el, hayatın sesini boğan
O çanlara, birdenbire dokunur.
(XIV)
Ülkemin üstündeki bu alacakaranlık,
Bu belirsizlik, bu umarsızlık, bu korku biterse eğer
Halkım bu ufkun nereye uzanacağını bilirse bir gün
Şiirler yazarım o zaman, saf ve belki de
Oyun olsun diye boş, anlamsız…

Niye böyle gecikiyor o gün? 
Niye her yerde bir naftalin kokusu? 
Neyi saklayabiliriz ki yarına? 
Tek görebildiğim, uçsuz bucaksız bir alacakaranlık
Herkes maskeler taşıyor koyunlarında
Nerede hangi maskenin – ve niçin,
Ne amaçla kullanılacağını biliyor.
Dokunsam bir adamın koluna dostça
Neden bir madeni ses çıkıyor ondan? 
Kendi cebinde paslı bir bıçak taşıyan biri
Önüne çıkan herkesi katil sanıyor.

Ülkemin üstündeki bu alacakaranlık,
Bu tedirginlik, bu çılgınlık, bu sancı biterse eğer
Bırakacağım şiir yazmayı
Gidip portakal satacağım bir denizin kıyısında
Ne bileyim, bir dalgıç da olabilirim örneğin
Sabahlara kadar yollarda dolaşabilirim
Üstelik sevdaya filan da tutulmamışken…
Şimdi kurumuş olan göz pınarlarım
En küçük şeylerde bile boşanabilir örneğin.
Yeter ki, silah sesleri gelmesin
Her gece kentimin sokaklarından
Yeter ki, hiç kimse ecelsiz ölmesin!
(XV)
Acılı oğulları ülkemin
Kahvelerde otururlar sessiz, sakin.
Gözlerine baksan çayırları görürsün,
Bir tavşanın ekinler arasında kaçarken açtığı yolu.
Bir ürkeklik, yabancılık hepsinde
Acılı oğulları ülkemin
Taşralılık sarılı bedenlerine.

Uçup şarap içerler, kötü sigara
Ceplerinde mutlak, kıvrılmış bir gazete vardır.
Bir gecekondu nemli bir oda.
Döşemenin üstünde telleri kopuk bir saz.
Masanın üstünde çay bardakları,
Ekmek kırıntıları, eski bir demlik.
Onun altında gazeteler, kitaplar.
Duvarlarda resimler ve yazılar…
Naylonla örtülmüş bir pencere – camları kırık.

Acılı oğulları ülkemin
Ölüp giderler bir akşamüstü
Karanlık, kuytu bir sokakta; 
Gözleri sonuna kadar hayata açık.
Elleri kavuşmuş, bilmezmiş gibi
Ölümü ve kalleşliği bu dünyada.

Ertesi gün resimleri gazetelerde
Ve bir tarih resmin altında:
Doğumu şu yıl, ölümü üç nokta…


Ahmet ERHAN

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder