Şükrü ERBAŞ
O adamları ay ışında
bir kadın fısıltıyla öpseydi;
O adamları ay ışında
bir kadın fısıltıyla öpseydi;
o adamlar önleri
sardunyalı pencerelerden rüzgârlara baksaydı;
o adamların
çatılarına her bahar leylekler yuva yapsaydı;
o adamlar söğütlerin
dibinden akan sularla menevişli, uzaklara aksaydı;
o adamlara akşamlar
birazcık gölge düşürseydi;
o adamların
kirpikleri bir vakitler hiç nedensiz nemlenmiş olsaydı;
o adamlar yağmur
altında yalınayak yollarda koşsaydı;
o adamları uçurumun
kıyısında birileri göğsüne gömseydi;
o adamlar bir gün
olsun güneşi serçelerle karşılasaydı;
o adamların dilinde
keder bir erguvan dinginliğine dönseydi…
Yaşlılar,
bedenlerinde bir ince sızı, parklarda öpüşen çocuklarla
gönenirdi. Kimse
kendi rengini başkasının burcuna
çekmeye çalışmazdı.
Evler evlerin üstüne bir değirmen taşı
gibi kurulmazdı.
Herkes durduğu yeri biricik doruk, dünyanın
tek gerçeği
sanmazdı. Pencereler yıldızlarla ürpere ürpere
sevişirdi. Aşkı
ölümle kuşatılmış bir ülkede mutluluk, mutluluk
sayılmazdı. Özgürlük
insanın aldığı soluktan belli olurdu.
Kimsenin eli kimseye
ölüm için uzanmazdı. Doğanın büyüsüyle
yüreğin gizi akla
iyilikler katardı. Bir hüznü söylerken
bile söz, insana
güven ve incelik verir, bir gökyüzü genişliği
ile dünyaya barış
getirirdi.
Şimdi mi? İnsanların
gözleri uzun bir uçurumu ezber etmeye çalışan bir çift korku çiçeği, bir imdat
çığlığı; sevincine bakarken bile ışığını ağır bir kuşku, boğuk bir önlem
duygusundan alıyor. Herkes eliyle göğüskafesine yerleştirdiği kocaman bir
kayanın altında kirpikleriyle kuş resimleri çiziyor gökyüzüne. Zorun, paranın
ve yalanın Tanrıları, aşk, iyilik, eşitlik, onur, özgürlük gibi tüm insani
değerleri bir ihanet saplantısı, bir bölünme paranoyası ile ufkun dışına
itiyor. Bütün korkakların azılı azılı bir kahraman kesildiği şarkıları bozulmuş
bir ülkede ölüm, sorunların tek çözümü, hakların ve halkların ilk ve son ödülü
oluyor. Özgürlük, bir uygunlukla iğdiş edilmemişse ancak hapishanelerde soluk
alıyor. Yatağını cehalet, ihtiras ve çirkinliğin serdiği odalar ve olanaklar
içinde, yeteneksizlik parayla yatıp kötülükle kalkıyor. Yoksulluk insanları
evlere kapattıkça dünyadan ışığı kesilenler, soğuk bir karanlıkla Tanrıyı
çoğaltıyor. Namusu cinsel organlara indirgeyen adamların mutsuz kadınları, bedenlerini
soğuk yataklara çarpa çarpa tiksintiyi ve şiddeti doğuruyor. Şarkılar durmadan
ayrılık ve ölümü söylüyor. Sesine dağları almış çocuklar, incecik boyunlarında
binlerce yılın örseli yükü, gözlerinin ve parmaklarının buğulu pınarıyla yangın
yerlerine, taş duvarlara su taşıyor.
Ve kendilerinden
başka kimseyi sevmeyen, sevgisizliğin doğurduğu o adamlar, konumlarını ve
kişiliklerini oluşturan korku, kabalık ve kurnazlığın o kırıcı nefti
uzaklığından, yalnızca görmek istediklerini görüp duymak istediklerini duyarak,
hâkim olmanın şehveti ve olanaklarıyla ülkeyi tek bir renge indirmeye devam
ediyorlar… Halk mı? Tanrı, devlet ve yokluğun üç ağızlı bıçağında, bilenmek mi
dilinmek mi belli olmayan bir çırpınış içinde, dalıp dalıp gittiği boşluğa
benziyor gittikçe…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder